29.4 C
İstanbul
Cumartesi, Ağustos 9, 2025

Yaşan(a)mayanlara

Bilmediğim bir zamanın, beklenmedik bir anından sesleniyorum. Bu kez kalemimi kendime rastlayışımla doldurmuşum kara kaplı defterin bembeyaz sayfalarına bir bir akıtıyorum. Bir de bir türkü tutturmuşum ki… Sormayın. Şu an içinizden neyi mırıldanmak geliyorsa onu mırıldanın. Belki olur ya, aynı türkünün veyahut aynı şarkının nakaratında rastlaşırız. Olur ya, geçmişin tozlu raflarında kalmış o mutluluğa buruk bir tebessüm bırakırken hatırlaşırız. Belki de en acı haliyle Cemal Süreya’yı yad eder, ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz mısrasıyla bir iç çekeriz. Her iç çekişle hiç istenmeyen apayrı bir gafletin içine düşeriz. İçine düşülen o gafletin bir kefareti olsa katbekat öder uğruna nelerden vazgeçebilirdik? Bir ihtimal daha vara sığınabilirdik. Ama yok, yitik zamanın peşindeyiz.
Her gece hayaliyle uykuya dalıyor, her sabah uyanır uyanmaz ilk iş o düşleri fırçalıyoruz.Ve bir ihtimale sığınamadığımız o günden beridir üşüyoruz.

Hatra gelen gülüştüklerimize değil, gülüş(e)mediklerimize; yaşanabilecekken yaşan(a)mayacaklara…
Ve daha nicesine… Kırgınız. Bir ihtimale sığınamayan bedenimizle, yorgun yüreklerimizle üşüyoruz.
Ruh üşüyünce, nasıl neyle iyice örtünür bilmiyoruz. Doğrusu ruh üşümesine ne bir hırka var ne de bir palto. Ne de ısıtacak başka bir şey… Lüzum da yok.

Farkına varmanın ötesinde tecrübeyle sabit anlaşılıyor ki; mutluluk da üzermiş insanı, yaşanabilecekken yaşanamayan mutluluklar gibi mesela.

Tecahülüm bu kez arifane değil, ciddi:
”Sahi yaşanabilecekken yaşan(a)mamış kaç mutluluk var hayatımızda?”

Yol ve Erdemin Bilgisi: Tao Te Ching

“Başkalarını bilmek akıllılık,
Kendini bilmek irfan sahibi olmaktır.
Başkalarının üstesinden gelen iktidar sahibi,
Kendisinin üstesinden gelen ise güç sahibidir
Neyin yeterli olduğunu bilmek zenginlik,
Azimle yol almak irade sahibi olmaktır.
Sahip olduğunu kaybetmemek kalıcı olmak,
Ölüp unutulmamak uzun ömürlü olmaktır.”

Dao De Jing ya da eski Wade-Giles sistemi yazılışına gore Tao Te Ching. Çin edebiyatının en eski ve ünlü klasiklerinden olan bu eseri üst üste gelen tavsiyeler üzerine alıp bir solukta okudum. Kitap yüzyıllar boyunca imparatorlar tarafından anıtlarla teşhir edilmiş, sanatçılara ilham kaynağı olmuş, üzerinde çeşitli tartışmalara sebep olmuş.

İki kolunla anca sarılabildiğin ağaçlar küçük bir filizden,
Dokuz katlı kuleler bir avuç topraktan ortaya çıkar.
Binlerce kilometrelik yükseklere çıkmak bir adımla başlar

Kitabın yazılışına dair rivayetlerin birini de sizinle paylaşmak isterim, bilinene gore Laozi isimli bir ermiş (isim hem yaşlı usta hem de yaşlı çocuk anlamlarına geliyor) yaşadığı toplumdaki yozlaşmalardan sıkılır ve Batı’ya gitmek için yola koyulur ancak onu durduran bekçi memleketin faydası adına tüm bilgi ve irfanını yazıya dökmesini ister. Bunun üzerine Laozi tek oturuşta her köşesinden istifade edilmesi gerekilen bu kitabı kaleme alır. Kitabın ismindeki dao: yol, öğreti anlamlarına gelirken de: erdem, iktidar güç gibi anlamlara geliyor.

Saygınlık zenginlik ve kibir felaket getirir.

Laozi kitap boyu size fark ettirmeden zihninize sadeliği benimsemeyi, arzuları azaltmayı, kendinizi öne çıkarmak için çaba sarf etmemeyi, övgüde cimriliği, her konuda aşırılıktan kaçmayı işliyor. Dışarıdan bakıldığında bireyin erdemliliğine yönelik didaktik bir eser gibi görünse de aslında taşların hedefi devlet, yönetim ve liderlerden ibaret. Yüzyıllar öncesinde kaleme aldığı ve hâlâ en büyük sorunlardan olan şu kısım ise eminim ki sizleri de düşünmeye sevk edecektir
Halkın açlığına değinecek olursak:
Halktan alınan vergi çok yüksek
Ve bu yüzden açlar

Kitapta beni üzerinde düşünmeye sevk eden başka bir konu ise doğrunun öğretilmesi doğrunun kaybolmasından doğar düşüncesiydi. Ahlâk kurallarının öğretildiği bir toplumda düzenin kalmadığından, mühim olan meseleninse doğrunun öğretilmeden insanların ahlâk çerçevesinde davranmaları olduğundan sık sık bahsediyor.
“Büyük Yol göz ardı edildiği zaman
“İnsancıllık” ve “doğruluk” prensipleri ortaya çıkar.
Alimlik ortaya çıktığı zaman
Sahtelik ortaya çıkar
Ailevi ilişkilerde uyum kaybolduğu zaman
“Anne babaya saygı” ve “merhamet”
Prensipleri ortaya çıkar
Devlet ve aile işleri kargaşa içinde olduğu zaman,
“Örnek devlet adamı” mefhumu ortaya çıkar.”

Eminim ki her sayfada altını çizecek cümleler bulacağınız incecik ama asırlar boyu geçerli öğretiler sunan bu kitabı tek solukta okuyacak, tekrar tekrar altını çizdiğiniz yerleri açıp göz atacaksınız… Şimdiden keyifli okumalar dilerim…

Çok bilen konuşmaz
Çok konuşan bilmez

Bir Dizi Önerisi: Bir Başkadır

Bir Başkadır
Kolektif Bilinçle Barış Sağlayan Bir Dizi: Bir Başkadır
Bir Başkadır

Berkun Oya ’nın yazdığı ve sekiz bölümünü de kendi yönettiği Netflix dizisi “Bir Başkadır” Fransız sinemasının en önemli yönetmenlerden Maurice Pialat nın Bosphore isimli kısa filminden kesitler yer alıyor. Dizi, Türkiye’nin çift kutuplu, gelenek ve modern arasında sıkışmış yapısıyla alakalıdır. Dizinin uluslararası alanda Ethos adıyla anılıyor. Ethos, kişilerin sahip oldukları ön yargılarla oluşturmuş oldukları fikirleri, bakış açılarıdır. Dizi bu noktada seküler kesimle muhafazakar kesmin birbirine nasıl baktığını çok iyi gösterir. Dizi, Jung ’un kulaklarını epey çınlatılır; kolektif bilinçdışına ve insanın karanlık taraflarına yani gölge arketipine rastlarız. Farklı hayatların birbiriyle çarpışmasından doğan yüzleşmelere, çağımızın tüketim odaklı kadın-erkek ilişkilerine tanık oluyoruz. Bu insanların birbirleriyle yolları kesişir, hepsi bu toprağın insanı aslında ama birbirlerine bariyerler kurmuştur. O çok mustarip olduğumuz kutuplaşmanın nasıl tüm hücrelerimize işlediğini ve ötekinde kabul edemediğimiz şeyin başka biçimlerde de olsa kendi içimizde nasıl gezindiğini anlatır. Dizinin sonlarına doğru bunun biraz kırıldığını görüyoruz. Meryem, Peri sayesinde Peri ‘nin de Meryem sayesinde bu engeli aştığına tanık oluyor gibiyiz.

Table of Contents

Meryem

Meryem
Bir Başkadır, Meyem.

Meryem karakteri bütün yaşadıklarına rağmen güçlü kalabilen, neşesini, espri yeteneğini yitirmeyen, kendisine neyin iyi geleceğini sezen bir Anadolu kadınıdır. İçinden çıkamadığı durumlarda beden üzerindeki kontrolünü kaybeder ve kısa bayılmalar yaşar. Buna konversiyon deniliyor. Konversiyon kabaca; bir şeyi bir şeyle değiştirmektir. Orada bayılma, duygusal olarak kaldıramayacağı bir yükün bedensel bir belirtiye dönüşerek kişinin o durumla başa çıkmaya çabalamasıdır. Meryem, Hilmi ‘nin verdiği yüzüğü görene kadar kendi dünyasından olmayan Sinan ’a aşıktır. Dizi âdeta yüzük sahnesiyle senin dünyan Hilmi gibi biri dercesine Meryem’i kendine getirir. İnsanın kendine gelebilmesi için bazen kendinden geçmesi gerekir. Meryem’in de bu bayılmalarını böyle değerlendirmeli çünkü evlilikle ve cinsellikle alakalı bilinç dışında bastırdıkları bayılmalarla su yüzüne çıkıyor.

Dizide bir başka karakter Meryem ‘in abisi Yasin ’dir. Yasin için duygularından bahsetmek çok zor, duygularını ifade edemedikçe öfkelenir ve bağırmaya başlar. Bu da duygularını bastırmaya yönelik bir hareketin sonucudur. Bizler her türlü ilişkide, ailede, toplumda görünmeyen bağlarla birbirimize bağlıyız. Bunu dizinin bir başka karakteri olan Meryem ’in yengesi rolündeki Ruhiye ’den anlarız. Ruhiye’nin gençken yaşadığı bir travmayla yüzleştikten sonra konuşamayan oğlunun konuşmaya başlamasını bu noktada değerlendirebiliriz. Konuşulmayan şeylerin konuşulmaya başlandığında yani sembolleştirildiğinde artık o şeyin etkisinin nasıl azaldığını ve başka bir şeye dönüştüğünü görüyoruz.

Peri

Peri
Bir Başkadır, Peri.


Dizide bir başka karakter Peri ‘dir. Peri üzerinden Türkiye gerçeğinden uzak bir dünyada büyümüş ve kendini aydınlanmış, özgürlükçü ve gerçekleri herkesten daha çok görebildiğini sanan oysa fazla artıları olmayan, zekasını insanlık için değil de kendi bencil çıkarları için kullanmaya alışık üst sınıf insanı anlatmaya çalışıyor. Peri, Meryem ‘le ilişkisinde bir şeylerin yolunda gitmediğinin farkındadır. Orada negatif kontransferans yani karşıt aktarım geliştirdiğinin farkında ve bunu Gülbin ‘le konuşuyor. Peri hayatta varoluşuyla ilgili çaresizliğini tam anlattığı sırada Gülbin terapiyi kesiyor. Çünkü Gülbin de Peri’ye karşı kontransferans geliştiriyor ve bir bahaneyle terapiyi sonlandırıyor. Gülbin’le Peri’nin sahnelerindeki hoşa giden şey, bir terapistin kendi hastasında yüzleştiği öfkesi ve direncini kendi süpervizyonunda anlatırken aslında o süpervizörün de orada kendi öfkesiyle meşgul olduğunu göstermeleriydi. Peri’nin kapalı kadınlar hakkındaki öfkesini dinlerken onun da öfkelenmesi aslında kendi dindar ablasına duyduğu hem sevgi hem rekabet hem de öfkeye dokunduğu içindi.

Bir Başkadır

Sinan

Dizide Sinan karakteri kadınlar tarafından reddedilen ve annesiyle çok ağır bir duygusal boşluğu olan biridir. Meryem’e karşı ödipal bir aktarım gerçekleştirir. Meryem’e duyduğu aşk, bir anne ihtiyacından kaynaklanan regresif bir durumdur. Bir nevi oral döneme geri dönüş gibi. Bir gün kaslarını şişirmek için gittiği gymde yüzüne çarpıveren bir gerçekle karşı karşıya kalır. Aslında sadece şişme bir cinsel nesne olduğunu öğreniverir, oysa kendini özne sanıyordu. O, annesinin kavrulmuş kıyma sevmediğini bile bilmediği bir duygusal boşluktan geliyor ve mümkün olduğu kadar çok kadınla yatarak kırıntı halinde de olsa bir anne sevgisi arıyor. Bir Başkadır dizisinin müziklerine gelecek olursak piyanist şantörlerin en sevileni Ferdi Özbeğen ‘in seçilmiş olması da filmi tamamlamıştır.

Bir Fransız Atasözü II

Bir Fransız atasözü vardır, ”Ezik burunlunun enfiye kesesi büyük olur,” diye. Peki bu atasözü bize ne anlatıyor. Örnekler üzerinden anlamaya çalışalım.

Bir insanın yaptığı işlerdeki tavrı, içinde yaşadıkları ve psikolojisinin genel anlamda bir yansımasıdır. Bunun, kişinin gündelik tavırlarından tutunda oturup kalkmasına, oturup kalkmasından tutunda sosyal çevresine kadar bir çok şekilde yansıması olabilir.

Örneğin muhatabınız size karşı agresif bir tutum takınmışsa ya yapmak istediği bir şeyi yapamamış, ya kendisine yapılan bir şeyi sindirememiş, ya da herhangi bir olumsuzluk yaşamıştır. Sonuç olarak bunu agresif, huysuz veya öfkeli bir portre ile dışa vurmuştur. O halde zahirde yaşanan her bir olayın batında mutlaka bir açıklaması vardır diyebiliriz.

Bununla beraber bizler her olayın iç yüzüne vakıf olamayabiliriz. Yine de bazı tahminlerimiz olur ama. Örneğin son dönemde hem siyaset hem de edebiyat dünyasında meydana gelen (ya da yeni açığa çıkmış) taciz olayları. Bu konunun bireysel olmayıp toplumsal olduğunu düşünüyorum. Yani cevapları bireyler üzerinden değil de toplum üzerinde arasak daha sağlıklı bir sonuca varabiliriz. Şöyle ki, insanların, toplumsal yozlaşmanın zirvesinde olduğumuz şu dönemlerde, fıtrat üstü ve abes fikir ve arzularının fireni patlamış durumda. Keza toplumsal fikir özgürlüğünü savunan bazı insanların, konumunun (gayet) gereği olarak bir görüşü eleştiren kimselere dava açıp suçladığı bir dönemi yaşıyoruz. Bu açıdan baktığımızda, ne kendi görüşlerimizi, ne savunduklarımızı, ne yaptıklarımızı, ne de yapmak istediklerimizi güzel bir akıl süzgecinden geçirmediğimiz anlaşılıyor, diyebilirim sanırım.

Tüm bu anlatılanlar üzerine atasözüne dönecek olursak, ‘Ezik burunlu’ sıfatının zahire, ‘Enfiye kutusu büyük olur’ tabirinin de batına işaret ettiğini söyleyebiliriz. Zira bir kimsenin burnu (enfiye çekmekten) ezilmişse çok enfiye çektiği anlaşılır. Çok enfiye çekenin de bu ihtiyacı karşılayacak büyük bir keseye ihtiyacı olduğu aşikardır. Her zahirin bir batını olduğuna işaret eden bu atasözünün yansımalarına günümüzde çokça rastlamaktayız.

Çölden Gelen Rüzgâr

İnsan doğası gereği anlaşılmak ister. Muhatabı ile aynı kelimeleri farklı anlamlarda kullandığında, birinin dünyaya baktığı pencere diğerine bütünüyle yabancı olduğunda döktüğü kelimelerin de bir önemi kalmıyor. İnsan, konuştuklarının muhatabında bir tesiri olmadığını görünce, kullandığı tüm kelimelerin anlamı yitmeye başlıyor. Küçük bir çocukken yüksek sesle söylediği şarkıların muhatabında aynı hisleri uyandırmadığını, aynı şarkının birini dalıp dalıp geçmişe götürürken, diğerine geleceğe dair hayaller kurdurduğunu fark ediyor. Kelimelerin anlamı insan için göreceleri değişse de onlara tutunma ihtiyacı ekseriyetle aynıdır. Öyle ya, kimi zaman kelimeler öğretiyor kalmanın doğru olduğu gerçeğini, kimi zaman ise kelimeler anlamsızlaştırıyor bulunduğumuz yeri. Ormangülüm; insan kelimesiz kaldığı yerde hayatın sesini duyamıyor. Oysa duymak ve duyulmak arzusudur yüreğin, bilirsin. Bazı durumlar içinde zorunlu bir değişim barındırıyor. İnsanın bazen kendine yeni bir dünya inşa etmesi gerekiyor.

Her insanın kendine ait, içinde güvende hissettiği bir balonu var. Kendi elleriyle kendine kurduğu bir ilticagâh, yeni bir dünya… Sevdiği tüm sesleri içine topladığı, gözlerini kapattığında ellerinin titremesinden tanıyacağı tüm elleri, elinin üstünde hissettiği, serinliğini babaların gölgesinden, huzura çalan kokusunu annelerin sesinden alan bir mevzi.

Asudem; eski fotoğrafları, yarım kalmış sesleri, şehre gelen yabancıları, sihirli bir değnek ile zamanı geriye almak isteyenleri, günlerini tasa ile geçirenleri, kalbinde kelebek uçuranları… Hepsini balonunda sakladın. Kimi zaman tüm bunlardan bir teselli bulabilmek için koştun o mevziye; kimi zaman ise oraya buyur ettiğin bir şeyler acıttı canını. İçeriden, benliğinden gelen o acıya yakalanmamak için kaçtın oradan. Kaçtığın o şey bilmediğin yollarda yürüttü seni. Kayboldun ve kaybolmak bu şehrin insanlarının lügatinde yoktu. Senin ilticagahına çıkmayan her yerde mülteci gibi hissettin kendini. Dilini, dokusunu bilmediğin bir şehrin sokakları ayaklarının altında çatladı sen adım attıkça. Her yolda bir parça eksildin. Kiminde gövdeni bıraktın, kiminde parmak izlerini, kiminde kalbin kaldı, kiminde yaşama dair umutların. Hangi yolun sana ait bir parça taşıdığını bir sen bilirsin. Kendine kurduğun dünyanda bir acı yaşamayı beklemezdin. Bu yüzden kaçmak istedin oradan. Ama hiç bilmediğin yollarda yürümek seni eksiltti, içindeki acıyı çoğalttı.

Asudem kaçmak seni sana yabancılaştırır, bunu adım adım fark edersin. Azar azar yitip gittiğin o yollardan ayak izlerini sile sile uzaklaşırsın. Yarayı nereden alırsan merhemini de ancak orada bulursun. Kendi ellerinle kendine hediye ettiğin bir balon içinde patladığında onu terk etmek yerine onarman gerektiğini bilmelisin. Seni inciten ve sana merhem olacak şeyi yalnızca balonunu yeniden inşa ettiğinde bulursun. O mevziinde biriktirdiğin bir şeylerin ruhunu acıttığını kabul etmeli ve seni eksilten ne varsa sende onu bırakmalısın.

Bazen sadece bir ateş yakarsın. Göğe yükselirken balonun, içine buyur ettiğin ve sana iyi gelmeyen ne varsa hepsini boşluğa bırakırsın. Bu savaşmaktan vazgeçmektir ama insan bazen vazgeçmeyi de sever.

Ormangülüm; bilirsin senin hikâyende yeri olan sana dönecektir. Ne eski fotoğraflar, ne zamanla anlaşamayanlar ne de balonunda topladığın başka herhangi bir şey ruhunu onarmaya yetmez. Bir avuntu bulmak uğruna gözlerini dökme fotoğraflara. Sevdiklerinin yüzlerini göz kapaklarında sakla.

Yağmurun Mevsimi

  • Yağmur yağdı toprağa
  • Mis gibi kokusuyla büyüledi etrafı
  • Yağmurun sesiyle karışıp giden
  • O şarkılar..
  • Çok iyilik gördük gökyüzünden
  • Belki Methiyeler yazdığım için,
  • Ağaçlarda kalan son yapraklar
  • Usul usul dökülüyor.
  • Yağmuru dinle, anlatacakları var.
  • Artık geldi hüzün taşımanın modası
  • Gözlerin yaşı,
  • Durmayacak bu hengame dercesine..
  • Yağ yağmur ;
  • Yıka insanları, arındır onları kirlerinden
  • Boşlamış bütün caddeler.
  • Sokaklar boş kaldı.
  • Yıkamaktan korktular galiba
  • O hoyrat yağmurundan.

Nostaljik Bir Esinti: Seviyorum Delicesine

Bazen ruhun daralır, gözlerin kararır. Hissedersin, içinde bir yerlerde bir şeyler kırılıyordur. Tam o esnada gözlerin, hemen karşıda yer edinen tozlu bir plakta mühürleniyor. Kulakların, nağmeleri aç bir aslan edasıyla içine hapsetmek istiyor. Yüreğin en doruğuna çıkmak istiyor hazzın. Ve ruhun içinde bulunduğun melankoliden seninle birlikte kurtulup dalmak istiyor içine müziğin.

Ve ruh lisanını bulur, sana sadece dinlemesi kalmıştır.

Aklından geçenleri bir bir
Sanki okur anlar gibiyim
Ben senin hiç tatmadığın
Duyguların esiriyim ah

Sanma ki bir anlık bir heves
Çılgın bir sevgili gibiyim
Ben senin ürkek, çekingen
Gözlerinin delisiyim

Sen de sev artık sev gönlünce
Susadım, hasretim gülüşüne
Duysun artık duysun bizi herkes
Seviyorum delicesine

Biliyorum çok uzaklarda
Beni bensiz yaşıyorsun
Bir yanardağ içindeki
Söndürmek mi istiyorsun

YouTube ve Gmail gibi birçok önemli GOOGLE Hizmeti ÇÖKTÜ!

Aralarında, Gmail, Google Dökümanlar, YouTube gibi birbirinden önemli servislerinin bulunduğu birçok Google servisine erişim sıkıntısı yaşanıyor.

YouTube’a giren kullanıcılar gün içerisinde something went wrong yazısı ile karşılaştı. Down detector haritasına göre saat 14.50 itibariyle sosyal medya platformu Youtube’a girişte sorunlar yaşandı. Yaşanan sorunun Türkiye bazlı değil de küresel olduğu da belirtilen haberler arasında.

YouTube’un yanı sıra bundan Google’ın bazı servisleri de etkilendi. Gelişmeler aşağıdaki gibi;

Gelişmeler

  • 14.12.2020 Öğle saatlerinde Google’ın birçok hizmetine erişim sıkıntısı yaşandı.
  • 14.12.2020 tarihi 15:38 saati itibari ile bazı kullanıcılar erişim yapabildiğini bildirdi.
  • Dünya genelinde yaklaşık yarım saat süren sorun saat 15.40 itibariyle düzelmeye başladı.

Sorunun Nedeni Gmail!

Normal şekilde erişilemeyen Youtube’un, gizli sekmede çalışması akıllara asıl sorunun gmail kaynaklı olabileceğini getirdi. Youtube’a gmail ile giriş yapmayan kullanıcılar video hizmetlerine erişebiliyor.

Bir Dizi Önerisi: The Queen’s Gambit

Dizinin Künyesi

Orijinal Adı: The Queen’s Gambit

Tür: Dram

Yapımcılar: Scott Frank, Allan Scott

Oyuncular: Anya Taylor Joy, Chloe Pirrie, Bill Camp, Matthew Dennis Lewis, Russel Dennis Lewis

Ülke: Amerika

Bölüm Sayısı: 7

Ortalama Süre: 50 dk.

Dikkatimi ilk önce tahta çekmişti. 64 kareden oluşan bir dünya. Orada kendimi güvende hissediyorum. Kontrolümde, egemenliğimde olabiliyor. Öngörmeye müsait. Zarar görürsem tek suçlusu benim.

Ekim ayında Netflix’te vizyona giren The Queen’s Gambit, yayınlandığı ilk günden itibaren büyük ilgi gördü. The Queen’s Gambit, gerçek bir hikayeye dayanmıyor. Ancak dizideki karakterlerde geçmişteki satranç ustalarından esinlenildi. Dizi Walter Tevis ‘in kitabından uyarlanmıştır.


Annesi, Beth ile ne yapacağını bilemeyip her ikisini de öldürmek üzere büyük bir trafik kazası yaptığında 9 yaşındaki küçük Beth yara almadan kurtulur ve bir yetimhaneye yerleştirilir. Babasını da hiç tanımamış olan Beth artık yalnızdır ve hayatta tek bir amacı vardır. O da satrançta en iyisi olmak. Toplumdaki kadın-erkek eşitsizliğini de ilk olarak satranç tahtası ilgisini çektiğinde ve nasıl oynandığını öğrenmek istediğinde fark eder: kızlar satranç oynamaz cevabıyla. Ancak Beth vazgeçmez ve artık evi olan yetimhanenin hademesinden satrancın inceliklerini öğrenmeye başlar. Beth’in yeteneğini ilk fark eden kişi de hademe Mr. Shaibel olur. Yaşıtlarından farklı ilgi alanları olan Beth, yetimhanede verilen sakinleştirici haplara giderek bağımlı hale gelir. Lise çağına geldiğinde bir aile onu evlat edinir. Ancak Beth burada da bir baba figüründen uzak kalır. Başarı basamaklarını bir bir tırmanan Beth, onu evlat edinen annesiyle birlikte ülke ülke gezerek satranç turnuvalarına katılmaya başlar. Henüz bir çocukken biyolojik annesi intihar eden Beth, onu evlat edinen annesinin de ansızın ölmesiyle kendi zihninde kaybolmaya ve bir yıkıma doğru sürüklenmeye başlar. Bu kayıplar onun için dibe vurmaktı; belki vezirini kaybetmekti kendini şah olarak düşünürsek. Ezeli rakibi Borgov’a yenilmesi de yine başka bir kayıp olarak karşısına çıkıyor. Yaslarını düzgün tutamaması, alkole ve haplara sığınması onu neredeyse yaşam amacı olan satrançtan uzaklaştırıyor. Burada “tutulmayan yas” kavramını açmakta fayda var: Beth, ikinci kere anne kaybıyla beraber tüm geçmiş kayıplarının anısıyla da yüzleşmeye başlıyor. Çünkü her güncel kayıp aslında geçmişteki kayıpları özetler, tetikler ve onları yeniden görünür kılar. “Ben”in yası varsa ve bu yası yaşayamadıysa gündemdeki olaylar, yaşananlar “ben”in yasını tekrar canlandırır. Yıllar geçse bile “ben”in yasının tekrar ortaya çıkmasına neden olur.

Tutulamayan yas demek anlamlandırılamayan travmalar demektir. Ötekinin ölümüyle bende kalan yan o kadar azdır ki bu travmatik bir nitelik taşır. Ben artık bundan sonra o yası bir şekilde ele alıp, irdeleyip bu kaybı “Evet, bu kaybolmuştur. Ben artık onun olmadığı bir dünyada yaşıyorum” deyip hayata yeniden başlamamı mümkün kılmaz. Çünkü bu o kadar büyük bir travmadır ki onun gittiğini ve gelmeyeceğini düşünmek benim için öylesine travmatiktir ki bunu reddeder, yadsır, olmamış gibi yapar. Bu bir bakıma esasında “ben”in sürekli yas içinde olmasıdır. Beth biyolojik annesi öldüğünde bu durumu yaşadı. Bu, Beth’in daha sonra olabilecek kayıplara önemli bir duyarlılığıyla ilgilidir artık. Hayattaki kırılganlığını arttırır. Benlik yasın zemininde insanları, dünyayı ve var olan ilişkilerini değerlendirmeye başlar. “Ben”in hayatımı önemli ölçüde zorlaştıran bir şeydir. Tutulamayan yas “ben”in en önemli kırılganlığıdır. Anlamlandıramadığı bir kayıptır. Ben bu anlamlandıramadığı bir kenara koyar. Bu yasta bir şekilde örtülür, bir kenara konulur. Hayata devam eder. Ama her küçük kayıp o yasla ilgili, o tutulamayan yasla ilgili kaybın acısına dokunur. Ona temas eder, onunla kısa devre yapar. Ben son derece hassas, tepkisel olur. İşte Beth’in onu evlatlık edinen annesini kaybetmesi, biyolojik annesinin tutulmayan yası, kaybın acısına dokunur. Herhangi bir olayda gerçekleri görmeyle ilgili korku duyan o yasa göndermeler yaşar. İyi gömülmemiş olanlar hortlaklar hayatında dolaşırlar. Bir örnek vercek olursak sevgili kayıpları da böyledir. Ayrılık da bir kayıp, illa ölmesi gerekmiyor. Buna narsistik mortifikasyon da deniliyor. Narsistik olarak “ben”in ölmesi demektir. Kişi “ben”ini onun üzerinden sever çünkü. Kendini sevmemeye başlama. Bazı ölümlerin ardından kişinin de somut ve soyut olarak ölmesi buradan ileri geliyor. Şimdi demek ki ben ötekini kaybedince şu soruları soruyorum: “O gittikten sonra benden geriye ne kaldı? Ne kaldı bende? Şimdi ben neyim?” Tam da yas bunların cevaplarıdır. “Yeniden başlayabilir miyim? Yeniden kendimi kurabilir miyim? Yeniden bir şeyleri sevebilir miyim? Yeniden hayattan zevk alabilir miyim?” Bu her yas yaşayan insanın bir parçasıdır. Yas için sevilen bir insanım kaybı dedik ama bu bir ülkede olabilir, özgürlük de olabilir. Bu bir ideal de olabilir. Bütün bunların, yani bir insanın yerini almış soyut kavramların da kaybına karşı bir tepkidir yas. Bizim dünyayla ilgili, gelecekle ilgili, belli bir toplumsal ilişkilerle ilgili bir hayalimiz, tahayyülümüz varsa ve bunu kaybediyorsak, bunun olacağıyla ilgili inançlarımız zayıflıyorsa bu da bir yası gerektirir. Tabii bu konumuz olan sevilen birinin gelmemek üzere gitmesi yası, insanlık tarihi boyunca çok temel ritüellerle, taziyelerle anlamlandırılmaya çalışılan, ötekilerle paylaşılan bir süreç. İnsanlar bunu ötekilerle paylaşmak istiyorlar. Çünkü kayıp insanlara acı verir ve insan ruh sağlığı içinde acıdan kaçma gibi bir eğilim vardır. Bu yasın uzamasına neden olur. Yasın paylaşılması bu eğilimi bir şekilde hafifleten bir süre. Yas tutma süreci ötekini bir bakıma içinde gömme sürecidir. Beth de bu yas sürecini yaşadıktan sonra nihayet kendi benliğinde sade bir huzur buluyor. Kendi alanını korumak için insanları yıllar boyunca uzaklaştırdıktan sonra Beth sevgi ve takdiri hak ettiği şeyler olarak benimsiyor. Bu da kendi içinde iyileşme ve mutluluğa giden bir yola işaret ederek diziyi arınmayla sonlandırıyor.

Yılın Son Güneş Tutulması

Sevgili arkadaşlarım 2020’de artık yılın son tutulması!

23 derece Yay burcunda bir Güneş Tutulması yaşayacağız. Bu tutulma bizim için çok önemli olacak çünkü etkisi min. 6 ay üzerimizde sürecek. Yani 2021 yılının ilk yarısını nasıl geçeceği ile ilgili aslında bize çok fazla bilgi verecek.

Arkadaşlar tutulma ülkemizden görünmüyor. Özellikle Güney Amerika bölgesinden geçecek. Pasifik Okyanusu, Atlantik Okyanusu’nun güneyi ve Afrika’nın güneydoğusundan izlenebilecek.

Güneş tutulmaları kuvvetli yeniaylardır ve hayatımızda çok büyük yeni başlangıçlara yol açarlar. Ancak bu tutulmanın güneyli Ay Düğümü yününde bir tutulma olması aynı zamanda da bırakılması, terk edilmesi gereken birtakım şeylere de işaret etmekte.

Bir önceki tutulma yazımda, bitmesi gerekenleri nihayete erdirdik ve şimdi güzel başlangıçlardan konuşma zamanı. Uzun zamandır beklediğiniz bir şeyi yeniden başlatma hususunda bize destek verecek gibi gözüküyor bu tutulma. İş, aşk, mevki, sağlık gibi konularda küllerimizden yeniden doğmak için umut verici güzel bir tutulmanın desteğiyle karşı karşıyayız.

Yay, İkizler, Koç, Aslan, Terazi ve Kova burçları: 1. dereceden bu tutulmadan etkilenecekler.

Boğa, Başak ve Oğlak burçları ise: Yaşamlarında görmedikleri yeni deneyimleri, yeni yetenek alanlarını keşfedecekler.

Yengeç, Akrep ve Balık burçları ise: Bu tutulmada iradelerini geliştirecekler.

Tutulma Sembolümüz: Şemsiye

Çok entresan bir semboldür. İşin ilginç yanı ise daha eski zamanlarda ilk kullanılan şemsiyelerin yağmurdan korunmak için değil güneşten korunmak için üretilmiş ve kullanılmış olmasıdır, bilgisini de sizlerle paylaşayım arkadaşlar. Aslında Şems, Güneş demek. Yani şemsiye güneşten korumak için. Peki ezoterik anlamında bu ne ifade ediyor?

Güneş: Bilgi demek, ego demek, parlaklık demek, o en güçlü tarafı ortaya çıkartmak demek. Şemsiye peki ne demek? Bizi biri parlatsın diye beklemiyoruz. Güç savaşında dikkat edeceğiz kendimize. Bir şeyler parlarken, bir şeyler ortaya çıkarken biz de kendimizi güçlü hissederiz, çok fazla ön plana çıkmak hissederiz.

Ama hayat inişli çıkışlıdır. Bunun biraz mütevaziliğinde olmak gerekiyor. Kibirden uzak durmak gerekiyor. Yani o güneş gibi parlatılan alanlar olmasına rağmen “Ben yine gölgede kalıp sezgiselliğimi de bunu işin içine katarak ilerlemeyi uygun görüyorum.” diyoruz.

Yani o şemsiyenin altında olmak o gölgelerin altında olmak “Ben kendi güneşimi içimde parlatmaya çalışıyorum. Bana sunulanı değil, madde alemini değil, mana aleminden yola çıkmaya çalışıyorum.” demektir.

Şöyle boş beyaz bir sayfaya şemsiye açalım!

Onun için bu sembol çalışmamızda güzel bir şemsiye çizeceğiz arkadaşlar. -Aynı zamanda bu tutulma Merküryendir. (Merkür yazıp çizmektir canım Merkür.)- Şöyle boş beyaz bir sayfaya şemsiye açalım. Bu şemsiyenin altına da önemli notlar alalım. Bu şemsiyenin altı bizim korunma alanımız gibi düşünelim. Yani kendi güneşimizi parlatacağımız bir alan gibi düşünün.

Burada geniş zaman kipi kullanarak niyetlerimizi yazmaya dikkat etmemiz gerekiyor. Örneğin: “Bu yıl sınavlarımda başarılı olmak istiyorum.” gibi bir yazı yazmayacağız. Ne yazacağız biliyor musunuz? “Sınavda her zaman başarılıyım.” Yani bunu bilinç haliyle ortaya çıkaracağız.

Ya da “Aşkımı doyasıya yaşıyorum.” “Sevildiğimi biliyor, her daim hissediyorum.” “Edindiğim bilgiler önümü aydınlatıyor.” (Yani bilgi birikiminde kaygı gütmüyorum, kendimi yetersiz bulmuyorum. Hepsini buradaki niyetle ortaya çıkarıyoruz.) “İşimde her zaman takdir ediliyorum.”

Buna inanarak o şemsiyenin altında da, bunu birine ispat etmek zorunda olmadan bunu gölgemizde yaşayacağız, şemsiyemizin içerisindeyiz bakın.

Kendi hayatınızda problemli gördüğünüz süreçleri sanki onları aşmışsınız da her daim böyley-miş gibi bunun niyetine girerek çizdiğiniz şemsiyenin altına yazın.

Bu kağıtları da Haziran ayındaki diğer Güneş Tutulmasına kadar gözünüzün önünde bir yerde saklayınız arkadaşlar. Bir “Mottolu Mutlu” olumlama sembolünü de sizlerle paylaşmanın sevinciyle gülüşlerimiz parlasın.

“Seher yeli çık dağlara, Güneş topla benim için” deyip dinleyelim mi o zaman…

İnanç ve ümitle…

Gönlünüzün ve ruhunuzun gölgesinde o sıcak parlak güneşin hüzmesini içimizde görmek üzere…

Güzel niyetlerimiz tutulsun bu tutulmada. ?

Çevre Bilinci Üzerine Bir Kitap: Son Ada

Zülfü Livaneli’nin “ada” metaforu etrafında çevre bilinci vermek amaçlı yazdığı romanı Son Ada ’dır. İlk kez 2008 yılında, Remzi Kitabevi yayınları arasından 183 sayfa olarak yayımlanan yapıt, 2012’de 36. baskıya ulaşmıştır. Roman, 2009 yılında, Tahsin Yücel başkanlığındaki Seçici Kurul yayınları arasından “toplumsal sorunlara gerçekçi yaklaşımını, fantastik bir anlatımla yansıtmadaki başarısı nedeniyle” Orhan Kemal Roman Armağanı ödülünü kazanır.


İnsanoğlu yüzyıllardan beri mutluluk, dirlik, düzenlik, ölümsüzlük yönündeki özlemlerini çoğunlukla uzak bir ada görüntüsüyle birleştirerek dile getirmeyi seçmiş, günlük yaşamın katı gerçekliğinden bunaldıkça gönlündeki adanın mutlu yalnızlığına sığınmıştır. Bu nedenle “ada” metaforu, edebiyatta oldukça fazla kullanılmış ve “kaçış” özlemini dile getirmiştir. Zülfü Livaneli’nin Son Ada adlı romanı, 40 haneli bir adada yaşayan halkın arasına emekli eski bir başkanın katılmasıyla birlikte adada değişen yaşamları ve ekolojik dengeyi konu almaktadır. Romanın en önemli yanı; içinde yeni anlatım tekniklerinin denenmesi, romanın her yönüyle bir değişim sürecini içermesidir. Romanda değişim geçiren iki varlık söz konusudur: Biri doğal çevre yani ada, diğeri ise adadaki insanlardır. Emekli darbeci başkanın adaya gelmesinden memnun olmayanlar adadaki “yazar” lakaplı kişi ve martılardır. Fakat başkanın her ikisiyle de savaşacak gücü vardır. Başkan, emekli de olsa içinden geldiği yoğun politik hayatı unutmamış ve bu adaya da aynı disiplini uygulamaya kalkmıştır. Fakat adanın yıllardır süren doğal bir dengesi vardır.


Başkanın bu düzeni değiştirme çabaları, adanın toptan yıkımına sebep olacaktır. Değişim, her canlının doğasında olan ve ihtiyaç duyduğu bir unsurdur. Fakat değişimin aşırıya kaçması kişi ve toplum yapısına zarar verebilmektedir. Son Ada romanında da Zülfü Livaneli’nin “ada” metaforu üzerinden özellikle 21. yüzyılın en önemli sorunlarından olan çevre sorununu anlatma sebebi budur. Yazar, insan müdahalesinin aşırıya kaçtığı yerlerde doğa üzerinde geri dönüşü olmayan bir tahribat bırakıldığını anlatmaktadır.

Yasak tanımaz rüzgar, zincir vurulmaz martıya bir de insan kalbine.

Son Ada, Zülfü Livaneli

İnsanlar Tanrı önünde eşittir ama hayattan zekâları, becerileri, azimleri ve kazanma hırslarına uygun olarak pay alırlar.

Son Ada, Zülfü Livaneli

Biz insanlar sınırlarımızı bilmeden kendi aklımızı beğeniyoruz, öğrenmiyoruz, akıllanmıyoruz. Her şeyi anladığımız zaman da genellikle iş işten geçmiş oluyor.

Son Ada, Zülfü Livaneli

Zaten bir yerde kötülük varsa orada herkes biraz suçludur.

Son Ada, Zülfü Livaneli

Eğitim ve Toplum Girifti

Eğitim toplum için mi, topluma rağmen mi ?

Samimi bir dost ile yaptığım münâzarada kendi tezim …..

Eğitim, gerek toplum için gerek kişinin kendisi için yapılan bir cihâd faaliyetidir. Mevzu’yu kendi alanım üzerinden değerlendirecek olursam eğitim iki şekilde olur. Bunlar :

  • 1- Şahsî eğitim 2- Toplum eğitimi 

1- Kişi kendisini gerek pozitif gerek dîni yönden geliştirmesi, vâr oluş felsefesini daha iyi çözümlemesidir. Dîni yönden kendini geliştirdikçe; niçin yaratıldığının derûni tefekkürü içinde olur ve kendisini yaratan zâtı yakînen tanıyabilmek için pozitif ilimlere başvurur. Astronomi alanında biraz araştırma yapınca; kâinat üzerinde var olan nizâmın alelâde bir şekilde değilde, bir yaratıcı eli ile oluşturulduğunu, zincirin son halkasında bir yaratıcının olduğu sonucunu çıkarabilir. Kişi pozitif ilimleri araç olarak kullanarak dîni vechî ile yaratıcısına olan inancını kavîleştirip dîni vecîbelerini yerine getirdikçe dünyevî ve uhrevî saadeti elde etmiş olur. 

2- Kendisini kurtaramayan başkasının yardım çığlığına koşamaz. Kişi rûhi doygunluğunu ilim yolunda elde ettikten sonra toplumu, kendi beslendiği nûr ile aydınlatabilir. Nitekim Rasulullah (s.a.v) kişinin ölümünden sonra amel defteri üç şey harici kapanır buyuruyorlar. Bunlardan birisi de ilim talebesi yetiştirmek. Toplumu bir okul olarak derk etmemiz lazım geliyor. Şöyle bir düşününce, yeni öğrenmiş olduğumuz her bir şeyi kelimelere döküp, lisân-ı hâlimiz ile mânâya aks ettirdikçe  topluma “tebliğ” yaptıkça, tahsil ettiğimiz ilim ibkâ olur, yâni ebedîleşir. Dünyadan göç etsek dahî topluma kazandırdığımız bir çok kavram vesilesi ile hem toplumu anarşi terörizmin den kurtarmış oluruz;  hem de ahiret yurdunda rahat edebileceğimiz, suyu kesilmez bir pınarı kendi elimiz ile yapmış oluruz.

Kişi, kendinden ziyâde mensubu olduğu toplumu düşündükçe terakkî mümkün olur. Hem bu vesîle ile bir kâideyi dile getireyim: “Marifet, iltifâta  tâbidir.” Şahsî becerilerimizi, toplumun nazarına sundukça, şevklendirici tebriklerle birlikte geliştirici tavsiyeler almamız kâbil-i tatbiktir.

Toplum lehine çalışma yapmanın menfi sonuçları da olabilir. Toplum bizi yoldan çıkmış avâne gürûhuna dâhil edebilir. Bütün mesele bu riski göze alabilmektedir.  Rasullulah (s.a.v) bu riski göze alarak yola çıktılar.  23 senelik bir mücâdelenin akabinde yıkılmayacak bir ” İdeoloji Devleti ” tesîs etmekle kalmayıp kişiye dünyada iken cennet saadetini sundular. 

HİTÂM-I KELÂM/ MÜLÂHAZA 

Eğitim toplum için mi? Sorusu dahî mantık çerçevesinin dışında kalıyor. Eğitimi tahsîl eden de nihâyetinde toplumun herhangi bir ferdi oluyor. Toplum eşittir ferd , ferd eşittir toplum

Toplumun bir ferdi düzeltme/ıslah çabalarıda eğitim oluyor . Ferdin toplumu ıslah çalışmaları da lügatte eğitimin manası olarak geçiyor…..

Absürt Sinema: Güneşin Oğlu

Güneşin Oğlu da Olmak Mutlu Olmaya Yetmiyor

”Yapılan işin saçmalığı seyirci sayısıyla doğru orantılıdır.”


Yönetmen: Onur Ünlü

Senaryo: Onur Ünlü

Oyuncular: Haluk Bilginer, Özgü Namal, Hümeyra, Köksal Engür, Bülent Emin Yarar

Müzik: Doruk Somunkıran

Yapım: Eflatun Film, Funda Alp

Filmin Konusu

Bütün hayatını bir mucize bekleyerek geçiren Fikri Şemsigil, sonunda bu mucizeyi yaşar ve “Güneşin Oğlu” olduğunu öğrenir. Fakat yaşadığı mucize düşündüğünün aksine Fikri Bey’in hayatını altüst eder. Fikri Bey’in ruhu artık çevresindeki insanların bedenine girip çıkmaktadır. Sonunda Fikri Bey, bu kez yıllarca beklediği mucizeden kurtulmak için gerçeklerin peşine düşmek zorunda olduğunu anlar. Olaylar çığırından çıkmıştır. Peki, karşı apartmandaki dünyalar güzeli kız ne olacaktı?

Hayatta duyduğum en büyük yalan, “gerçeğin görece olduğu” yalanı. Neymiş efendim, gerçek güya kişiden kişiye göre değişirmiş. Herkes nasıl algılarsa öyle inanırmış! Hal bu ki, mühim olan, nasıl algıladığımız değil; neyi algıladığımızdır! Mesela insanı düşünün; siz onu aptal olarak gördüğünüz için, aptal olarak düşündüğünüz anda gırtlağınıza kadar kibre batmışsınız demektir. Bunu nereden mi biliyorum? Ben o adamım. Aptal falan da değilim, sadece sizin kadar hızlı düşünemiyorum.

Başıma ne geldiyse senin yüzünden geldi ama ben yine de meftunum sana.

Yaşlanmak gerçekten büyük mucize ama ben artık ondan daha büyük bir mucizenin olduğunu biliyorum.

O da ölmek!

Çünkü hayat başlayan bir şey olduğu gibi biten de bir şey olmalı.

Yaşadığınız en iyi seksi düşünün, yediğiniz en iyi yemeği, seyrettiğiniz en iyi maçı.

Eğer bunlar hiç bitmeyip hala sürselerdi şu anda en iyi değil en sıkıcı olacaklardı.

Hayat da böyle işte.

Eğer bir noktada bitmezse insanı canından bezdirebilir.

İyi ki ölüm var da hayatta he rşeyi yerli yerine koyuyor.

Nasıl diyorlar : ”Yaşasın ölüm !

Ne kadar afilli bir sözcük öyle değil mi? Kader.

Bir gün bir şölene davet edilirsin, gittiğinde bir bakarsın ki yemek listesinde adın yazılı.

Bir insanın düşebileceği en ulvi hata: kibir! Her şeyin en iyisini kendinin bildiğini düşünürsün. Her zaman kazanacağından eminsindir. Başka insanların hayatlarının senin için hiç bir önemi yoktur. Onlar, sen varsın diye hayattadırlar, sen daha iyi yaşa diye. Hatta bazen seni o kadar rahatsız ederler ki, bunların sayısı ne kadar az olsa o kadar iyi dersin kendi kendine. Bu yüzden de hastalıklı bir meydan okuma içinde oradan oraya saldırır durursun ve bu uğurda yalan üstüne yalan söylersin ve bu yalan bazen o kadar büyür ki kendine bile inanırsın ve zamanla kendini kandırman imkansız hale gelir. İşte o zaman, bir tane daha kendine ihtiyaç duyarsın; senin gibi olmayan ikinci bir sana…

Aman, kendini asmış yüz kiloluk bir zenci,
Üstelik gece inmiş, ses gelmiyor kümesten;
Ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci?
Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.

İyi nişan alırdı kendini asan zenci,
Bira içmez ağlardı, babası değirmenci,
Sizden iyi olmasın, boşanmada birinci
Çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen!
 Ülkü Tamer

Tüketim Çılgınlığının Felaket Sonu: Wall-e

Pixar ve Disney stüdyolarının ortak yapımı olan bu mükemmel animasyon filmi size yaşadığımız çağın çok çok ötesinde senelere ve bambaşka bir dünyaya götürecek. Bir öneri yazısına ‘bu mükemmel film’ diye başlamak ne kadar doğru, tartışılır elbette; fakat insanoğlunun sonunu düşünmeden fütursuzca yaşadığı bu çağda, hatta sonunu değil bir nesil sonrasını düşünmeden yaşadığı bu dönemlerde, uzak gelecekte karşılaşılacak yeni dünyayı gözler önüne seriyor.

Tüketim çılgınlığına ara vermeden, hız kesmeden devam eden insanlık dünyayı bir çöp yığınına, yaşanılması imkansız bir hale getirmiş başka bir gezegende tembellik ve hareketsizlikle zulmettikleri bedenlerinin obez hale dönüşmesiyle yaşamlarına devam ederler. Bu çöp yığınını temizlemek ise sevimli robotumuz Wall-e‘ye kalır. Wall-e bu çöplerden kendisine bir ev yapmakla uğraşırken artık sıkılmaya başlamıştır ki bir diğer sevimli robot Eve gelir ve aralarında film boyu yüzünüzü gülümsetecek sahnelere imza atacak o aşk filizlenir. Elbette henüz çöp yığınına dönüşmemiş dünyadaki aşk hikâyeleri gibi onların aşk hikâyeleri de türlü zorluklarla ve maceralarla karşı karşıya kalır fakat asla bitmez. Tabii robot dediğime bakmayın, gerek kocaman, anlamlı anlamlı bakan gözleri gerek seslendirmelerle Wall-e yüreğinize dokunacak…

Gelin biraz da bu anlam yüklü filmdeki birkaç göndermeye bakalım.

  • Tatlı robotumuz Wall-e’nin açılımı waste allocation load lifter-earth-classwaste allocation load lifter-earth-class yani atık tahsisi yük kaldırıcı – toprak sınıfı sevimli ilişkisinin bir diğer ortağı Eve’ninse extraterrestial vegetation evaluator yani dünya dışı bitki örtüsü değerlendiricisi.
  • Wall-e güneşten şarj oluyor ve şarjı tam dolduğunda bir ses çıkarıyor. Bu ses Apple bilgisayarı machintosun çıkardığı ses. Her akşam en sevdiği filmi ise bir Ipad ekranından izliyor. Uzay gemisinin otomatik pilot sesini yine macintalk seslendirirken tasarımlarda da Apple modelleri göz önünde. Yani anlaşılan o ki filmed Apple’a bolca gönderme var.
  • Wall-e dünyadan uzaya çıktığında üzerine bir sürü uydu takılıyor ancak bütün uydulardan kurtulup üzerinde tek bir uyduyla kalıyor işte bu da Sputnik.
  • Filmin sonunda Pixar logosundaki Luxo. Jr’nin ampulünün bozulmasıyla Wall-e yeni nesil tasarruflu bir ampulle değiştiriyor. Kırık ampulü ve kafasını okşuyor, manidar.
  • Uzay gemisindeki kaptan fotoğraflarının Pixar kadrosuyla oluşturulması ve kaptanların isimlerinin yazarlarının isimleri olması yine güzellikler arasında.

Oscar odüllü bu anlam dolu animasyonu once Wall-e’nin tatlılığı sonra Eve ile olan ilişkilerinin sevimliliği sonra da verilem mesajlar adına mutlaka ama mutlaka izlemelisiniz… Keyifli seyirler.

Yeni Başlangıçlara: Ezginin Günlüğü – Gemi

Her şarkının her insana hissettirdiği duygular, insanı elinden tutup götürdüğü (bazen de sürüklediği) anlar, anılar vardır. Bu yüzden değil midir kıymeti de? Her insana farklı etkiler farklı hissiyatlar uyandırır. Bazen de bir şarkı keşfeder paylaşmayız uzun süre kimseyle, belki de açık yaralarımızdır gizlediğimiz, kıymetli anılarımız…

Ah, küçücük gemi, sulara attın şimdi kendini, delisin
Ah, yakarlar seni, dönmezsin bir daha geri, delisin

Bazı adımlar vardır; yeni yollara, yeni başlangıçlara, yeni korkulara, yenilgilere, başarılara, başarısızlıklara açılan. Yeni şehirlere, yeni ülkelere, yeni dünyalara… Korka korka ama içimizde bir inanç, bir ereğin getirdiği azim, bir sevgi, bir tatlı güdüyle çıkarız yola. Geride bıraktıklarımız bazen bir aile, bazen en güzel anıların şahidi olan mekanlar, bazen dostluklar, bazen uykusuz geceler olur. İşte bu şarkı bana hep yeni adımlarımda arkadaş olur, güç olur tereddütlerle attığım adımlarda beni ileri iten.

Kime sorsam dönüşüm yok
Nereye gitsem mavi
Yelkenimde deli rüzgâr
Her yanım tuz, deliyim

Bir sahne canlanır gözümde bu şarkıyı her dinlediğimde. Bir otobüs terminalinde vedalaşma sonrası usulca koltuğa gidip el sallar bir insan. En büyük insan da olsa, vedalaşmalarda çocuk olur yürekler. O çocuk yürek, o küçücük gemi; engin denizlerde bir başınadır artık… Şarkı sizi mükemmel ezgileriyle içine çekerken, ondan bir daha kopamayacağınız bir bağla da gönlünüze ilişir sessiz sedasız.
Keyifli yolculuklar…

Ah, deniz olayım, tuzumu rüzgârda savurayım, deliyim
Ah, ne yelken ne yel, köpüklerde kaybolayım, deliyim