22.7 C
İstanbul
Pazartesi, Ağustos 18, 2025

Samsun’dan Lozan’a Mustafa Kemal Paşa’nın Yeni Bir Devlet İnşaasında İzlediği İç ve Dış Politikaları

Mustafa Kemal paşa Ulusal egemenlik çatısı altında birleşerek ulusal egemenliğin yolunu açmayı hedeflemiş ve tam bağımsız bir devlet kurma amacıyla 19 Mayıs 1919’ da Samsun’a çıkmıştır. Dağınık bir direnişi birleştirerek Anadolu’nun her bir tarafında kongreler yapmak için 28 Mayıs 1919’da Havza ilçesine geçti. İzmir’in işgaline karşı aynı ruh ve heyecanla birleşerek bir direniş sağlamak amacıyla burada bir bildiri yayımlandı. 22 Haziran 1919’ da ise Amasya’da Mustafa Kemal Paşa önderliğinde Amasya Genelgesi imzalandı.

Amasya Genelgesi, Kurtuluş Savaşı’nın gerekçesi, yöntemi ve amacını açıklayan ve Türk Milletini yekvücut olarak mücadeleye çağıran bir ihtilal bildirgesidir. 7 Ağustos 1919 tarihinde Erzurum’da ise milli sınırlar içinde bir bütünlük sağlamak ve Doğu’da bir Kürt devleti kurmaya kesinlikle karşı çıkmak amacıyla bir kongre düzenlenmiştir. Bu kongrede, Kuvayı millîye’yi amil milli iradeyi hâkim kılmak esastı. 11 Eylül 1919 tarihinde Sivas kongresinde ise Heyet– i Temsiliyenin yayın organı niteliği taşıyan İrade-i Milliye gazetesi yayımlanmış ve Mustafa Kemal Paşa’nın liderliği güçlenmiştir. Sivas Kongresinin ardından Mustafa Kemal Paşa’nın katılımı olmadan da birçok vilayette kongreler düzenlenmiş, aynı şuur ve heyecan ile faaliyetler devam etmiştir. Misak ı millinin ilan edilmesi ile itilaf devletleri İstanbul’u işgale kalkışınca bir an evvel Ankara’da bir meclisin oluşturulmasına karar verildi. 23 Nisan 1920’de Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında Birinci TBMM açılmış oldu. TBMM’nin 29 Ekim 1923 yılına değin devam ettirildiği çalışma disiplininin adı Meclis Hükümeti Sistemi ile anıldı. Meclisin daha güvenilir bir şekilde işleyişine devam edebilmesi için 29 Nisan 1920 tarihinde kendisine yönelen her türlü saldırıya karşılık olarak idamla cezalanacak olan Hıyanet-i Vataniye kanunu çıkartmıştır.

10  Ağustos 1920 tarihin de Osmanlı heyetinin imzalamış olduğu Sevr Barış Anlaşmasına tepki olarak TBMM 19 Ağustos 1920 tarihinde yapılan bir toplantıda Sevr Anlaşmasını tanımadığını ve imzalayan heyeti Hıyanet-i Vataniye Kanunu gereğince vatandaşlıktan çıkardığını duyurmuştur. 11 Ocak 1921 tarihinde kazanılan Birinci İnönü Muharebesi ile TBMM’nin yurt içinde ve yurt dışında saygınlığını arttırmış ve düzenli orduya asker olması için pek çok genci himayesi altında toplamıştır. Londra Konferansı her şeye rağmen Yeni Türk Devletinin varlığı hukuksal anlamda batılı devletler tarafından kabul edilmiştir. TBMM için bu da bir siyasi başarı olarak geçmektedir. Sevr Anlaşmasının uygulanması Türkler kadar Sovyet Rusya’yı da rahatsız etmiştir. Bu nedenle TBMM ile iyi geçinmek için anlaşma yolunu tutmuş, Moskova Anlaşmasını imzalamışlardır. Üç ay süre ile Başkomutanlık görevinde bulunan Mustafa Kemal Paşa bütün yetkisini kullanarak 8 Ağustos 1921 tarihinde Tekâlif-İ Milli Emirlerini yayınlamıştır.

Sakarya Meydan Muharebesi’nde Mustafa Kemal Paşa “Hattı Müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Bu satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkça vatan terk olunamaz.” sözünü söyleyerek milli birlik ve beraberliğin altını çizmiştir. Sakarya Zaferinin en önemli siyasi sonucu belki de Fransızlarla imzalanan Ankara Anlaşması olmuştur. Mustafa Kemal Paşa “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” emriyle 30 Ağustos’da başlayan bu takip harekâtında 9 Eylül’de İZMİR, 11 Eylül’de ise Bursa kurtarılmıştır.

Mudanya Mütarekesi’nde boğazlar üzerinde ve Trakya’ya ordu geçirilememesi barış konferansında TBMM’nin pazarlık gücünü sınırlayacaktır. Lozan Antlaşması’nda sınırlar Türkiye-Suriye sınırı, Fransızlarla imzalanan Ankara Antlaşması’na göre kabul edilmiş. Türk-Yunan sınırı, Mudanya Ateşkes Antlaşması’nda belirlenen şekliyle kabul edilmişti. Gökçeada’yla Bozcaada Türkiye’de, diğer Ege adaları Yunanistan’da kalmıştı.

İçimizdeki Şeytan

İçimizdeki Şeytan, Sabahattin Ali‘nin 1940 yayımlanan eseridir. Sabahattin Ali‘nin romanları genellikle klasik roman yapısından fazla ayrılmayan eserler olarak bilinir.

Romana geçecek olursam;

İçimizdeki Şeytan bütüncül bir eserdir. Baştan sona sürükleyici bir özelliği bulunan eser, iki ana karakter üzerine kuruludur; Ömer ve Macide. 

Ömer, Balıkesirli yükseköğretim okuyan sivri ve kıvrak zekâya sahip bir çocuktur. Macide ise Ömer’in tam tersi kısıtlı bir yaşam tarzına sahip güzel bir kadındır.

İçimde biriken hislerin birdenbire patlayarak beni zerreler halinde dağıtacağından korkuyorum.

Ve bu karakterlerin birbirini severek evlenmeleri, hayat tarzları ve kişiliklerinin farklığındaki ayrılmalar ele alınır. Kitapta bu karakterin yanı sıra Ömer’in çevresindeki entelektüel olma çabasında olan ve bunun gücünü kullanan, her an birbirlerinin kuyusunu kazmaya hazır ve kendilerini ancak karşısındaki insanın ayağı kaydığında iyi hisseden, dostlarım dediği insanlar bulunur.

Acaba şuanda o ne düşünüyor? Herhalde beni değil… Niçin?.. Onun kafasında bir müddet yaşamak için neleri feda etmem ki?.. Her şeyi…

Kitap bütün olarak karakterlerin iç konuşmalarını, duygularını, kendileriyle hesaplaşmalarını ele alır. Kitabı okurken kendimle yüzleşip içimizdeki duyguların o kadar da masum olmadığını ve düşüncelerimizin o kadar da masumiyet barındırmadığını gördüm. Ve kendi zihnimizde  oluşturduğumuz ve inandığımız bahanelerimiz, duygularımız, hislerimiz bundan daha güzel açıkça ifade edilemezdi bana soracak olursanız. Sabahattin Ali, bu romanında bunu yapmaktadır. Karakterler, derin betimlemelerle tasnif edilir. Son olarak, Sabahattin Ali’nin bu romanı yazmaktaki asıl amacının dönemindeki diğer aydınlara göndermelerde bulunmak olduğu, Ömer’in yakın arkadaşı Nihat karakterinin Nihal Atsız, bir diğer karakter İsmet Şerif’in Peyami Safa, şair olarak yergiyle söz edilen Emin Kamil’in ise Necip Fazıl olduğu birçok yerde yazılmıştır.

unuttum diyemem, fakat üzerimde tesiri kalmamış.

Bahtın Düşmanından Kötü: Hasret Gültekin

Herkese selamlar. Yine bir müzik önerisinde buluşmak nasip oldu ve sanırım yine sizleri biraz hüzünlendireceğim. Keyifli okumalar dilerken linki hemen buraya bırakıyorum ki okurken bir yandan da bu lezzetli yorumu dinleyesiniz.

Birkaç gün önce Youtube’da bir videoya denk geldim. Biraz irdeledikten sonra bazılarınızın tanıdığı bazılarınızın hiç duymadığı kıymetli bir değer olan Hasret Gültekin’le karşılaştım. Tam adı Hasret Şükrü Gültekin olan güzel insan 1 Mayıs 1971’de Sivas İmranlı’da dünyaya geldi, ne acıdır ki seneler sonra yine 2 Temmuz 1993’te Madımak Katliamı’nda acı bir şekilde dünyaya gözlerini yumdu. Sırası gelmişken bu acı olayı ve yitirdiklerimizi de yâd etmeden geçmeyelim isterim… Asım Bezirci’ye, Metin Altıok’a, Nesimi Çimen’e, Muhlis Akarsu’ya, Hasret Gültekin’e ve yitip giden güzel insanlara selam ve rahmet dileğimle…

Sabahattin Ali…

Parçaya gelirsek bir başka güzel insan Sabahattin Ali’nin hapishanede yazdığı bir şiirdir; Göklerde Kartal Gibiydim şiiri.  Şimdi bir de Sabahattin Ali’nin hikâyesine girip gününüzü hüzün dumanlarıyla kaplamak istemiyorum. Bestesini Ali Ekber Eren’in yapmış olduğu ve daha çok Volkan Konak’tan dinlemeye alışkın olduğumuz parçaya Hasret Gültekin tadına doyulmaz bir lezzet katmış hiç şüphesiz.

Göklerde kartal gibiydim.
Kanatlarımdan vuruldum;
Mor çiçekli dal gibiydim,
Bahar vaktinde kırıldım.

Yar olmadı bana devir,
Her günüm bir başka zehir;
Hapishanelerde demir
Parmaklıklara sarıldım.

Coşkundum pınarlar gibi,
Sarhoştum rüzgarlar gibi;
İhtiyar çınarlar gibi
Bir gün içinde devrildim.

Ekmeğim bahtımdan katı,
Bahtım düşmanımdan kötü;
Böyle kepaze hayatı
Sürüklemekten yoruldum.

Kimseye soramadığım,
Doyunca saramadığım,
Görmesem duramadığım
Nazlı yarimden ayrıldım.

Dingin tavrı, özgün tarzda heceleye heceleye okuyuşu, bağlamasını tabiri caizse ağlatması ile tekrar tekrar dinleyeceğiniz bir kayıt… Bir sonraki öneride görüşmek üzere…

Beyaz Gece

Ne de güzel şiir yazılır
Bu beyaz geceye
Kaldır başını
Ve dinle insanlığın
Unutulmuş nabzını.
Görmeli gözler
Bu beyaz geceyi
Her anı meşakkatli şu hayatı
Ve bi dolu kaygıyı
Bırak!
Beyaz gecenin en kuytusuna
Ak düşer belki saçlarıma
Çizgilerim de olur
Hepsi bir ben olur
Telaşsız
Artık bütün renkler bir
Bu beyaz gecede
Artık
Bir tek kar kokusu var
İçimde…

Şikayeti Olmayan Bir Hastayı İyileştiremeyiz

Astrologların yeni ay ile birlikte çok daha heyecanlı ve renkli geçeceğini ifade ettiği yeni bir ayın ilk hafta sonu. Bol bol hayal kurulabilecek, yeni kararlar alınabilecek, yeni hedefler belirlenebilecek ve bunları gerçekleştirebilmek için harekete geçilebilecek bir yeni ay olduğunu okuduk, dinledik. Yeni aydan ümitlendik.

Hayatımızda yenilikler yapmak için çok zaman bakış açılarımızı da yenilememiz gerekir. Kendimizden başlayarak yapabileceğimiz yenilikler için olmazsa olmazımız ise hayal gücümüzdür. Uzmanlar bol kitap okumanın hayal gücünü arttırdığını dolayısıyla hayata bakışı farklılaştırdığını söyler. Kesinlikle katılıyorum. Teknolojinin bir getirisi olarak film izlemek de kitap kadar olmasa da benzer katkıyı yapıyor aslında.

Özellikle gerçek hayat hikâyelerinden esinlenilerek yapılmış filmler favorimdir benim. Bu hafta paylaşmak istediğim film de böyle bir film.

Peter Pan’ı Bilmeyenimiz Yoktur

 

Peter Pan, İskoç kitap ve oyun yazarı  James Matthew Barrie in en ünlü karakteridir. Kitap olarak da film olarak da her yaş grubunun sevdiği bir eserdir. Bu haftaki filmimiz de biraz da Peter Pan’ın yazılma serüvenini anlatır.

Dilimize “Düşler Ülkesi” olarak çevrilmiş olan Finding Neverland , gerek oyuncu kadrosu gerekse kurgu ve tasarımlarıyla izlenesi bir film. 2004 yılında yapılmış Dusten Hoffman ile Johnny Depp’in aynı filmde buluştuğu, Kate Winslet hayranlarını sevindiren, bol ödüllü bir film olma özelliğine sahip.

Matthew Barrie’nin kaliteli bir eser oluşturmak için parklarda dolaştığı bir zaman yeni tanıştığı ve hemencecik kaynaştığı ailenin dört çocuğundan esinlenerek yazdığı ve otoritelere de kabul ettirme sürecinin sancılarını izlettiriyor.

Yazarın hikâyesinden çok filmde işlenen asıl konu ise hayatta ne yaşanırsa yaşansın, onu yaşayanların bakış açıları ve hayal güçleri ile doğru orantılı olarak etkiler olgusudur.  Olumsuz veya olumlu etkilenmek, olayı yaşayanların kendi elindedir teması görsel efektlerle süslenerek kabul edilebilir bir çizgide sunuluyor.

Bir Şeyi Gerçekten İstiyorsak Mutlaka Olur

 

Çocuk oyuncuların filme kattıkları ruh ve duygu inkâr edilemez. Özellikle Peter karakterini canlandıran, şimdilerde otuzlu yaşlarda olan oyuncu Freddie Highmore’un filme katkısı noktayı koyan son vuruş denilebilir.

Filmde Peter ’i yazmaya ikna etmek için James’in söylediği “bütün büyük eserler güzel bir deri cilt ve saygın bir başlıkla başlar” sözü tüm yazmak isteyenleri özendirecek bir cümle olarak akılda kalıyor. Bundan daha kalıcı olanı ise “yaptığımız şey, sıradan bir ağacı izleyenlere altınmış gibi göstermek “ifadesidir bana göre.  Çünkü “bir şeyi gerçekten istiyorsak mutlaka olur.”

Johnny Depp ve Kate Winslet hayranlarını ekran başına kilitleyen, çocuklarla kaliteli vakit geçirmelik, tekrar tekrar izlenmek istenen bir film olduğunu hatırlatmak isterim.

İyi seyirler, mutlu hafta sonları.

Mamoste

Gülüşünün ardında bin güneş saklı olanım, merhaba Mamostem!

Gülücükler saçmış yanakların…
Gözlerin gökyüzü kadar erişilemez, narin
Ellerin güneş kadar sımsıcak…

Kendi derinliğiyle dolan bir kuyu yüreğim…

Erişilmez ve o kadar özelsin ki…
Bu gece de tertemiz sayfamı sana ayırdım,
Seni aldım bu gece de kalemime…
Saya saya bitiremediğim seni içimde ukde olmuş
Kalemim tükendi yaza yaza…
Aşk ile aldım kalemimi elime
Ve gözlerini düşünerek kurdum tüm cümlelerimi;
O kadar derinlere sakladım ki seni Mamoste..!

Bir gün oradan çıkıp gelme;
Gelme ki bende bir gün çıkıp geldiğimde
Seni bıraktığım yerde bulayım.
Seni düşündükçe Kocaman bir çiçek bahçesinin içinde
Kelebeklerin, kuşların, papatyaların arasında
Yürür gibiyim Mamoste..!
Ama biliyorum bir gün çıkıp geleceksin, tüm dünyam değişecek
Her şey Sen olacaksın !

Umut dolu gözlerle bekleyeceğim seni

Mahsus

İhmalli ve ihlalli, var bir husus;
Hangi kalem sen söyle, kime mahsus?
Üstün sezgilerinin ezgileri…
Mahsus dedim kendime, dedim ah sus!

Eski hisar konuşur, hasar suspus;
Hangi kale’m sen söyle, kime mahsus?
İnce heybetlerinin hayretine…
Mahsus dedim kendime, dedim ah sus!

Alacak verecek-sen, yaz yazımı;
Hangi kalem sen söyle, kime mahsus?
Eşsiz -sen- burçlarının borçlarına…
Mahsus dedim kendime, dedim ah sus!

Kandil göğ(s)ünde hassas, gül de mahpus;
Hangi kalem sen söyle, kime mahsus?
Elbet gönül intizar, can bergüzar…
Mahsus dedim kendime, dedim ah sus!

Ademi Aramak

Ademi aramak son asırda. Sol vechindeki gizli buseyi bulmak gibi, meşakkatli. Son asırda insan, en çok mutluluğu arar oldu. Kah maziye dönerek, kah müstakbele umut bağlayarak. Hava kalmamışken meskeninde, kah pencereyi açarak, kah yalnızlık kamburundan sıyrılıp kuşlar gibi olabilmek için bir sadrın gölgesinde, kah acziyetten hasıl olan kağıtlara meyyal..

Birçok köşeden ademi aramak. Aramak boynuna dolamak. Adem lügatte yokluk demekken, olmayan aranır mı hiç? Olmayanı arayıp bulan var mıdır evvelden? Mutluluk, ne aramızda ne de aramanızda. Aramakla var olacak olan değildir. Ancak inşaası mümkündür. Saadet sende. Bedeninde, elinde, kelamında, sadrında.. Ya mutlusundur, ya mutsuz tabusuna karşın, insan tüm imkanlarla beraber saadetini inşa edebilecek varlıktır. Alemi ekranlarımıza sığdırdığımız takvimlerde, saadeti de sadrımıza sığdırmak pek mümkün. Alıp da karşımıza oturttuğumuz saadet! Sen bensin, ben de sen. Hısımlığa ne hacet? Sen bende kaim ol, ben sende said. Eğer dilimizin ilk mührü anne-babalarımız bizlerden razı ise saadet anahtarımızdır. Birini severek saadetin temelleri atılabilir mesela. Sonra sevdiğini sevenleri severek.. Bu kör silsile ile devam etsek yola. Birini diğerinden kayıramayacak kadar kör bir silsile.. Şükrü ve sabrı damarlarımızda akıtsak. Seher vaktine vurgun olsak. Bu alemde var olma mertebemiz, son treni kaçırırcasına hızlı ve keşke kaçırsam da burda kalsam diyecek kadar müsterih olsa. Tüm bunlara sığınak bulursak sadrımızda, saadet bizde kaim olacaktır. Son olarak da nefsim için istediğimi kardeşim için de dilediğim vakit elbet felaha ereceğizdir..

*Vech: Yüz, çehre
*Müstakbel: Gelecek
*Mesken: Yer, mekan
*Sadr: Göğüs
*Acziyet: Yapamama hali
*Meyyal: Meyilli, yönelen
*Saadet: Mutluluk
*Hacet: İhtiyaç
*Said: Mutlu
*Silsile: Birbirine bağlı, zincir

Ah! Bir Gün

Sokaklarda sürünen yapraklar gibi

Birde;

yaşamamak kaygısı,

Bedenim yorgun, ruhum ihtiyar

Bilmemek istercesine ağır ayaklarım…

 

Ve işte hepsi orada olacak

Kaybettiklerimiz,

Aradıklarımız,

Sustuklarımız ,

Haykırdıklarımız,

Ve bir kapı var  bir çıkış yok.

 

Zaman gelir mi hep bir gölge misali peşimden

Kaçmak mümkün mü ölümden…

Ha bitti , ha bitecek ömrümüz,

Ne duruyorsun?

 

İçe dönük yaşanan dünyanın,

Meçhul dolu gönül yolcusu..

 

Ah! Bir gün,

Aynaya baktım, sahiden yaşlanıyorum

İnsanlar yaşlanıyor:

Ölüm  gelecek!

Ölüme  inanalı çok oldu bayım. 

 

Benim de bir Hikâyem Var!

Dünya hayatı gökten inen su gibidir. Tüm canlılar bu suyun verdiği canla yeniden umuda bağlanır. Aldığı her nefeste sığınacak bir liman arayan ve bulduğu ilk limana sığınan kişiler, üç beş günlük dünya hayatını sevenler ile bir uçurumu kendilerine kardeş olarak görmezler. Her nesil kendine has mahsulü bu coğrafyadan toplar ve rızkının peşinden gitmek için ticaret ile uğraşır veya bu çileli sandıkları yolda kalbi nefes ile dolmuş insanların sırlı sözlerini dinleyip rehberlik ettiği için teşekkür ederlerdi. Umudum bu dünyada farklı şekillerde nefesini tüketen insanlara yürümeyi öğretmekle geçti. Bu anlamsız çağın yeni yarınlarına uyanmak ve uyumak için bekleyenler, her yarınının ve dünün gölgesiyle geçmiş ve geleceği yaşarlar. Sözde kendimden kaçıyorum. Bir tayın ayak seslerinin verdiği ürpertiyle gelen esintinin arasında dünya hâlinin vermiş olduğu söz sanatlarını birazcık kullanmaya çalışıyor, yeni yeşerecek ağaçları, bitkileri Dineverî ve İbnü’l Baytar’ın verdiği suyla sulamayı ihmal etmiyorum.

İki Dünya Varsa Sebebi Bizleriz.

Bu dünyada kim pişmek isterse yaradan onu ilmiyle pişirir, “oldum” diye ortalıkta dolaşırsa aynı şekilde verdiği ilmi unutkanlıkla cezalandırırmış çünkü ilim kullanmasını bilene güzel ve bağlayıcıdır. Ölçüsüz, hikmetsiz, cesaretsiz bir günde paylaşarak gökyüzüne yiyeceğini takdim ediyorum. Nihayet yeryüzünün kıyameti andıran bir yandan da gülen yüzü kendini gösterdi. Tarifsiz olan yüreğimdeki küçük bir kıpırtıydı. Kendimden çıkıp yine kendime doğru gidiyorum. Kimse bilmiyor anlamını… Korkularımın yerini karanlık sokağa bırakıyorum. Tam da bu yüzden kimse anlamaz beni. Ben ki ne ben! Tüm ihtirasların içinde yabancı bir ülkede gibi kendi kafama göre günümü geçiyorum. Neredeydin ki onca zaman hiç umurumda olmadı doğrusu. Alın yazısı hiçbir yerde bu kadar düşüncesiz ve acımasız olmamıştı.

Yalnızca şimdiki ana sahibim.  Ne geçmiş ne de gelecek benim kontrolümde değil. Günlerim gülün nasıl kırmızıya, beyaza, sarıya dönüştüğünü düşünmekle vaktimi alıyor. Yüreğimde unutulmuş bir çocuk yaşıyor. Derdim ağrısıyla durulmaz bir dalga gibi sağa sola dağılıyor. Bu ne biçim dermandır, yarama merhem olmaz. Sen gidince bir nimet kazandım sandım da yanılmışım meğer. Alın teriyle buğdayları topladım. Değirmene götürürken çıkardığın yangını gördüm. Toprağı nadasa bırakmayı mı tercih etmiştin, bilemedim. Yağan karı bardağa doldurup gelen misafire su ikram ettim. Belki benden haber getirmiştir. Gül kokusu, bir an yüzüne gülümseme getirmişti. Bana ise seni hatırlattı. Biraz yürürsem geçer dediğim o his beni sokak ortasında ağlattı. Eve geldiğimde aynada kendime çok söz verdim. Bundan sonra acıma da sevincime de gülecektim.

Ben Çıkmazı Olan Sokakların Şiiriyim.

Çok yola girdim hepsi tek yöndü. Hayatın “tadı” markaydı. Tencereye koyduğum yemeğe tat veriyordu. Oysaki bana hayatımı şekerli yapacak bir malzeme lazımdı. Köşe bucak gölgene tenin ne zaman düşecek diye bekledim. Ufak bir kısmı yayınlanmıştı bu bölümün ve yine bana kendine gel diyordun. Çaldığın fon güzelmiş. Konu değiştirme! Her zaman aynısını yapıyorsun ne zaman akıllanacaksın? Hiçbir zaman… İnsanlar da değişirmiş mevsimler gibi. Bir gün bakarsın sıcak, ertesi gün buz gibi… Hep aynı cümleleri duymaktan, konuşmaktan, yazmaktan, okumaktan yoruldum.

Bu dünyada dilce susup, bedence konuşanlar varmış. Haklılarda… İnsan neydi ki? Ne olacaktı? Sen şimdi içinden söyleniyorsundur. Ama söylenme! Diyorum ki, bugün alıp başımızı çok uzaklara gidelim.  Manisa’da üzüm bağlarının etrafında son sözümü söyleyip, Harput kalesinde kendimize bir yer ediniriz. Kale içi ile kitapların içi hep aynıdır. Yeter ki sen doğru vakitte uyumayı, gezmeyi, çalışmayı bil! Mumu söndürdükten sonra kalbinin üstünde uyuma. Kalp hastalanır. Ruhunu yitirmiş bir devirde niçin gezersin ki? Kolay anlaşılmayacak fasılanın içinde kendime sancak ararım.

Geçmiş ve Gelecek Beni Arıyor.

Geçmişten gelen bir söz de ben olsaydım, dağlar, denizler hatta ölüm bile yorulduysa, yapılacak olan en güzel anlaşmanın “ barış” olduğuna karar versek nasıl olurdu? Nerede bir mazlum görsem kendimi zalim zannederim. Aradaki fark sadece ben değildim. Tüm dünyanın kalbindeki vebaydı. Bir araziyi kaplamış bir madene bu kadar saygı duyarsan, özünü kaybetmiş bir dilenciden farkın olmaz veya olmayacaktı… Cennetten sürgün edilmiş Âdemoğluna Habil ve Kabil menkıbesi okutulurdu. Aşk, güzellik, toprak kavgası ve sonrasında Kabil Habil’in canına kıyarken kendi mutluluğunu unuttu. Bir anlık öfke ve kıskançlık hayatına kuş gibi kondu ve hayatın gözlerinin önünde göç etmişti. Şimdi ne yapsan boş! Ne demiş Mevlana “bülbül güle, karga çöplüğe götürür”

O zaman ruhunu arındır yoran duygulardan…

İçimizdeki Boşluk

Sanki içimizde bir boşluk var…
Ve biz insanlar sürekli o boşluğu doldurmak içip uğraşıp duruyoruz.

Kimi o boşluğu parayla doldurmaya çalışıyor. Kazandıkça daha fazla kazanmanın peşinde koşuyor. Elindekini de biriktiriyor, saklıyor, gözünü para hırsı bürüyor.
Kimi o boşluğu eşya ile doldurmaya çalışıyor, aldıkça alıyor. Eskisi bitmeden yenisi, modası geçmeden diğeri derken dolapları, çekmeceleri tıka basa, tavan arası…doluyor.
Kimi o boşluğu insanla doldurmaya çalışıyor, eşine dostuna sevgilisine yapışıyor adeta. Sürekli ‘biri beni arasın, önemsesin, benimle ilgilensin’ istiyor.
Ya da sürekli biriyle temas halinde olmayı tercih ediyor.
Kimi o boşluğu bilgi ile doldurmaya çalışıyor. Okuyor, öğreniyor, kurstan kursa atölyeden atölyeye koşup duruyor. Sertifikalar, diplomalar, belgeler… birikiyor.
Yarım kalmış hobiler, tamamlanmamış çizimler, bir köşeye atılmış spor malzemeleri.. ise hevesin bittiğinin kanıtı.
Kimi o boşluğu fiziği üzerinden tamamlamaya çalışıyor. İpek kirpikten porselen makyaja, diyetten egzersize, protein tozuyla kas yapmaya.. böyle uğraşıp duruyor.
Kimi de tam tersi yedikçe yiyor, sanki yedikçe ruhu doyacakmış gibi midesinin esiri oluyor.

Kimi o boşluğu zihnini yorarak aşmaya çalışıyor, sezon sezon diziler, art arda filmler… Bu da yetmezse sigara, alkol, başka maddeler…

Kimi mükemmel olursa o boşluğu dolduracağını sanıyor, yeni bir dil öğrenirse, işi olursa, evlenirse, tatile çıkarsa, zengin olursa, çocuğu olursa… birçok şart cümlesi ile o boşluk dolacak sanıyor.


Gerçekten içimizde bir boşluk var mı?

Önce bunu düşünelim. Muhtemelen cevabımız evet. Çünkü insanız, geçmişten bugüne eksik kalan, yıpranan, incinen yönlerimiz var. Gerçekleşmemiş hayaller, acılar, kayıplar, ukdeler var.

Peki bu boşluğu doldurmak için, yukarıda saydığımız şeyler yeterli oluyor mu?

Şöyle bir misal vereyim: Gerçekten çok açsınız, mideniz kazınıyor. Buzdolabınız ağzına kadar dolu, etinden sütüne sebzesinden meyvesine her şey var.
Mutfağınız da yerli yerinde, temiz düzenli pırıl pırıl.
Açlığı hissettiğinizde malzemelerle ve tencere tava gibi araçlarla yemek yapmanız gerek.
Bu da yetmiyor, oturup çatal kaşıkla, elle o yemeği yemeniz gerek.
Hatta bu da yetmiyor, bir de çiğnememiş yutmanız, o besinden almanız gereken vitamini yağı şekeri… Almanız, onların da kanınıza karışması gerek.

İşte insandaki halde buna benziyor.
İnsan neye aç olduğunu, neye ihtiyacı olduğunu fark etmeli ki daha sonra mutfağında yemek yapıp yiyebilsin.

Biz açlıktan midemiz her guruldadığında, daha fazla erzak, daha fazla ekmek, daha fazla tencere, tava alsak işe yarar mı?
Yemek yapmayınca, yemeği yiyip çiğneyip sindirmeyince açlık gider mi?

Oysa biz her eksiklikte, o boşluğu her hissettiğimizde poşet poşet erzak alıp, doymayı bekliyoruz.
Emek vermeden, yemek yapmadan, sindirmeden, beklemeden…

Yeni bir iş, ev, para, şan şöhret ün sosyallik güzellik eğitim kariyer… Bir noktadan sonra tatmin etmiyor. Çünkü ruhumuzun neye ihtiyacı olduğunu anlayıp, ona yönelmek yerine; şu etten kemikten oluşan maddi bedenimizi ve ona bağlı kimliğimizi süslemekle, doldurmakla meşgul oluyoruz. Bu arada yoruluyoruz, yemek yapmaya ne hevesimiz ne mecalimiz kalıyor.

Sonunda ruhumuz aç, evlerimiz tıka basa dolu, zihinlerimiz karman çorman halde kalakalıyoruz.

Özgürlük ağır bir yüktür, ruhun yüklenmesi gereken büyük ve garip bir sorumluluk…

[ Ursula K. Le Guin]

Sensiz Mavi Çiçek

kedim uyuyor duvarda
inandım, bana ait değil
-miş gibi sanki biraz garip
tanrım diyorum, sarıları ve beyazları
ne de güzel yaratıyorsun
ve bana ne iyi insanlar gönderiyorsun
buna da inandım
falsolu kulunum ben senin

biraz yürüsem kemiklerin batardı etime
sevinince dikensiz ve apaçık omzun
yüreğini açardı sonsuz
muhacirlik ise uzuuunca bir yol
alnından başlayıp en-se köküne doğru

sanrıların da sancıların da
bir sohbetlik ömrü var derler
inandım
büşra ve nimet oldukça
sancılarım kalmayacak
mavi çiçek açmak biraz daha bekleyecek
şimdilerde sensiz pothos
hüküm sürmekte göğsüme

allah’ım
tarık tufan’ı ve yusuf’u koru

İstemek Yetmiyor Bazen

İstemek yetmiyor bazen,
Yürekten iste.
Yollar sana gelecek sanıyorsan boşuna.
Gerekirse yol ol,
Ama bekleme.
Aynaya bakan o yüzü beğenmiyorsan
Sen ayna ol, sana bakan yüzleri sev.
Kapılar kapalıysa ardına kadar
Üzülme.
Belki de hücre hapsiydi girmeye çalıştığın.
Zorlama,
Zorlanma
Sesini duymayanlara sitem etme.
Heleki kuru bir kalabalıktan ibaretse etrafın.
Sen sessizliğin elinden tut yinede.
Sükûnetin hayrına olan inancını hiç kaybetme.
Tanımadık bir Bahçeden kopardiği gülü sana verene değil ,
Kendi bahçesinde emekle büyüttüğü gülü sana verene aç içini.
İnan bana gün gelir,
O gül sen olursun.

Mezarlık İstasyonu

MEZARLIK İSTASYONU

Her gece gözlerine ibadet edermişçesine,
Şiirler sayıklıyorum.
Işıkların uyku vakti gelince,
İşaret parmağımla suretini çiziyorum;
Gözlerimin dalıp dalıp hayalini seyrettiği duvarlara..
Derin derin nefesler alıyorum pencereden sızan havadan,
İçinden senin kokunu arıyormuşçasına.
Yatak denmez uyuduğum yere,
Daha çok istasyona benzetiyorum;
Aralıksız beklediğim için seni…
Mevsimler geçiyor.
Sonbaharda intihar eden yapraklar,
Sararan cesediyle düşüyorlar yollara…
Göçmen kuşlar terk etmek üzereyken istasyonumu,
Şakaklarıma sıçıyorlar,
“İyi şanslar!” dermişçesine..
İmla kılavuzunu öldüren şiirler yazdım,
Bazen mürekkebim bitince;
Kalemimin ucu batırdım,
Ayrılık hançerinin kanattığı yaralarıma…
Bu yüzdendir hasret tadı şiirlerimde…
Sahi!
Bir de seversin diye çiçeklerle süsledim,
İstasyonumun duraklarını…
Adlarını pek bilmem ama,
Hasret mevsiminde açıyorlar;
Gözyaşlarımdan emerek…
Saatlerin bir anlamı yoktur bu istasyonda,
Gözlerimin göresi gelince beklemeye başlıyorum işte…
Gelen giden olmasa da;
Üst üste kurup büyüttüğüm acılara sarılıp bekliyorum.
İstasyonumu ele geçiren sessizliğin bakireliğini,
İçimde kavga eden sesler bozuyor.
Bekleyişler uzadıkça,
Zaman celladı oluyor mecalimin…
İstasyonuma gömüyorlar beni…
Gelirken,
Sular mısın şiirlerimi?
Mezarlığa dönen istasyonumda,
Özlem çiçekleri kaplamış her tarafı…
Gelip temizler misin,
Mezarlığımdaki özlem çiçeklerini?

FATMA HAVİN KELEKÇİER

Âdem

Gözler kalbe pür dikkat
Şayan-ı aleme olmuş gök kuşak
Yolun sonu varsa
Varın sonuna kaç bucak
Göğün altı pencere, üstü gök kubbe
Yerin üstü vuslat, altı zelzele
Hesaplar yatarken ömre
Bize de var mıdır ki tezkere?..

Süzülen odur ki; gâm-ı dert, telaşa
Kanadı ol kıranda uç buluta, arşa
Hakkın var mıdır ki yemeğe, aşa
Bir kuru sevgi yeter de arta kala
Varını, yoğunu katar geçen hayata
Yoku varda süzer geçer başa

Oku büyük adam ol derler de

Aklı büyütüp, kalbi sığdıramaz bir yerlere
Düşüncesiz başın kıymeti gelmez kalbe
Sevgisiz büyüyen sevmeyi bilemez bile…