25.7 C
İstanbul
Cuma, Ağustos 8, 2025

Acı Bir Umut


Bir tutam umudumuz kaldı pembe dağların ardında.
Kanatları yolunmuş Anka’yı arıyoruz güneşin karanlığında.
Korlar dağlandı; kiminin sırtında, kiminin koynunda.
Ab-ı hayat taştı derelerden, israf oldu.

Teraziler, kılıçlar kayboldu gökyüzünde, yangında.
Niyazlar sulu sepken, umutlar toprak altında.
Tatlı su demokratları; kimi güneşlenir, kimi kış uykusunda.
Kalpten yük kalktı, beyne kan doldu.




Yanılma ve Yanılsama

Uzun fırtınaların ardından bir yokuşu tırmanma vakti gelip çatmıştır ve sen tüm enerjini fırtına ile savaşarak tüketeli çok olmuştur. Bir düzlük ararsın veya bir ev. Düzlük ne demektir, ev neresidir mesela? Uyuduğumuz yer midir ev, kafamızın içi midir yoksa sadece kıyafetlerimizin olduğu yer midir? Kavramları irdelemek deliye döndürür mü insanı? Düşünürsün. Düşüncenin sonu yoktur, durağı yoktur. 

Düşünce mi daha çok yanılır yoksa his mi? Düşünce daha çok yanılır, diye düşünürsün. Oysaki bu da bir düşüncedir. Yine de düşünmeye devam edersin: Düşünce dediğimiz, yedi başlı yılanın tekidir. Öyle ki hangi düşünceye sahip olmak istersen beynin o düşünceyi destekleyen argümanlar çıkarmaktan hiç çekinmeyecektir. Bu birbirine tamamen zıt iki düşünce için de geçerli olabilir. Hemen örneklendirelim: Bir insan ailesinden ilgi gördüğünü düşünürse aklına bir veya birden fazla güzel anı gelebilecekken eğer ailesinden ilgi görmediğini düşünürse kendisini yalnız hissettiği zamanları hatırlayacaktır. Bu yüzden düşünceler yönünde çok iddialı olmamak lazım. Bu da bir düşünce olduğundan iddialı olmamak konusunda da çok iddialı olmamak lazım gelir. Konu dağıldı… Ne diyorduk? Hislerin yanılma payı, diyorduk, düşüncelere göre daha azdır çünkü yanlış düşünebilirsin fakat yanlış hissetmek diye bir olay varsa bile bu cümleleri yazan beyin, hafızasında bu duruma rastlayamadı. Bilen varsa bildirsin…

Yeni bir fikre ihtiyacı olmadığını düşünen insanların hislerinin yanılma payı diğer insanlardaki paydan yüksek midir? Bana ne ki bundan… Neden böyle sorular gelir aklıma, hiç anlamam. Yine de mutlak bir cevabı olmayan sorular hoşuma gider. Ne de olsa mutlak doğrular ve mutlak yanlışlar hiçbir zaman var olmamışlardır. Hem matematik de kısmen keşif, kısmen icattır. 

Bu kafa hiç susmaz. Zaten bir sussa sağ kulağında işitme problemi olan arkadaşımın, sağ tarafında oturan insanlardan cümlelerini yinelemesini sürekli istediği zamanlardaki gibi davranmayı keseceğim. 

Bize ortaokulda giriş, gelişme ve sonuç paragraflarından bahsettiler. Belli ki bu işte pek iyi değilim. Zaten demiştim ya, çok da iddialı olmamak lazım. Sonuçta “Sevdiğin kadar sevilirsin.” mısrası da “Ve zaten genellikle o daha az sever seni/Senin onu sevdiğinden.” mısraları da Can Yücel’e aittir. 

Çok da ehemmiyetli değil.

Hayat bir yanılsamadır ve bu da dahil olmak üzere bütün bitişler bir veda gerektirebilir. Fakat ne yazık, bunun için bir veda cümlem bile yok. 

Taşra Kültürü Bağlamında Onur Ünlü’nün “Sen Aydınlatırsın Geceyi” Filmine Bir Bakış

Yarayla alay eder yaralanmamış olan
Bak nasıl da sararıp soluvermiş tanrıça kederlerden.
Sen çok daha parlaksın çünkü;
Sen tüm göklerdeki yıldızların ilki
Sen aydınlatırsın geceyi.

-Shakespeare

Sen Aydınlatırsın Geceyi, Türk Sineması’nın genç yönetmenlerinden Onur Ünlü’ nün 2013 yılı yapımı filmidir. Taşra dokusu, çizgi roman estetiği, arabesk anlatısı ve kahvehane kültürüyle “Fantastik Sinema” türünü birçok açıdan yapı bozumuna uğratan Onur Ünlü, filmi sanatsal ve entelektüel açıdan Türk sinemasında görülmemiş bir kalıba sokuyor.


Filmin ana karakteri olan Cemal, Manisa’nın Akhisar kasabasında babası ile birlikte yaşayan ve kendilerine ait olan berber dükkanında çalışan ve arada bir amatör futbol maçlarında yan hakemlik yapan bir gençtir. Yıllar önce evlerinde çıkan bir yangında annesi ve kardeşlerini kaybetmiştir. Cemal’in yaşadığı bu taşrada, Cemal dahil hemen hemen herkesin kendine özgü olağanüstü güçleri vardır: Bunlar, filmin ana karakteri Cemal gibi duvarların ardını görebilen ve duvarların içinden geçebilen, parmakları ile ateş edebilen, tele kinetik güçleri olan, dört metrelik boya sahip olan, zamanı durdurabilen, yarı saydam görünebilen ve ölümsüz olan insanlardır. Bu olağanüstü güçlere sahip olan insanlar, süper kahraman gibi yaşamazlar ve gündelik sıradan hayatlarına devam ederler. Cemal, günün birinde aynı kasabada yaşayan Yasemin’e aşık olur ve onunla evlenir. Ancak girdiği bir kıskançlık krizi sonucu Yasemin’i kaybeder. Cemal, yaptıklarına pişman olup, ona tekrar kavuşmak için çabalar. Yaşananların taşrada geçmesi, filmin temelini atar. Burada taşradan bahsetmek de fayda görüyorum. Kasaba veya taşra; bir mekân ve yaşam pratiği olarak sıradanlık, rutin ve tekdüzeliğin hüküm sürdüğü bir alandır. Daha da açmak gerekirse taşra karşısında konumlanan merkez kavramı olmaksızın bir anlam taşımayan ancak merkez kavramıyla birlikte kullanıldığında anlamlı hale gelen bir kavramdır. Diğer taraftan merkez için de aynı durum geçerlidir. Merkezin özne olduğu durumda merkezi tanımlayan öteki de taşra olmaktadır. Türk Dil Kurumunun yayımladığı Güncel Türkçe Sözlük’te yapılan “bir ülkenin başkenti veya en önemli şehirleri dışındaki yerlerin hepsi” tanımı en dar anlamıyla taşrayı coğrafi ve idari bir birim olarak tanımlar. Ancak yapılan tanımın devamındaki “dışarlık” kelimesi taşrayı tek kelimeyle en geniş anlamda ifade eder. Taşra, her anlamda dışarda olandır. Ekonomik, sosyal, kültürel ve bireysel anlamda dışarıda olmayı simgeler. Dışarıda olmak, bağımsız, kapalı ya da kendi halinde olmak anlamına gelmez. Merkezin dışındadır ancak merkeze bağlı bir şekilde tanımlanmaktadır. Taşra için en uygun niteleme, onun paradoksal bir biçimde “içerideki dışarı” olduğunu söylemektir. Deyiş yerindeyse boyun eğdirilmiş, evcilleştirilmiş ötekidir. Taşranın diğer özelliği, merkez karşısında hep ikincil durumda bulunmasıdır. Merkez neyi ifade ediyorsa taşra ona ikincil olmanın kabusunu yaşar. Yoksunluk, taşrayı tanımlamakta diğer kavramdır. Türkiye özelinden bakıldığında 1980’li yıllardan itibaren tüketimin zirveye çıktığı neoliberal dönem, yeni iletişim teknolojileriyle birlikte ortaya çıktığı yoksunluk duygusunun mekan sınırı tanımaksızın her alana yansımasına ve böylece taşra olgusunun bireysel bir davranış ve düşünüş biçimi haline gelmesine yol açmış ve “bireyin taşrası” ya da “insanın taşrası” olarak ifade edilen bu durum edebiyat ve sinemanın temel konularından biri hâline gelmiştir. Filmin geçtiği Akhisar da farklı bir kültürel etkileşim sonucunda dönüşüm geçiremeyecek kadar “dışarıda” olan bir taşra yerleşkesidir. Bu taşra mekânının dışarıdalığı ve sabitliği, içinde yaşayan insanları bayağılığa sürükleyen bir kültürel bağlama iter. Cemal’i filmin başından itibaren donuk ve şaşkın bakışlarla etrafını izlemesine ve intiharın eşiğine sürüklemesine neden olan da bu sıradanlığın onu boğmasıdır. Cemal bu nedenle bileklerini keserek intiharı dener. Ölmeyi başaramadıktan sonra da sıradanlığa olan tahammülsüzlüğü ve boğulma hissi devam eder. Cemal’in arkadaşı Samim (Nadir Sarıbacak) ile gittiği keklik avı sonrası kahvehanede gerçekleştirdikleri kısa diyalog, Cemal ile taşra sıradanlığı arasındaki iki farklı algının çatışmasını çok net bir biçimde örneklendirir: Samim: Cemo bana yardım etmen lazım lan. Tüyo ver bana. Bak bu amatör ligi ben takip ediyorum, yani hazırlıklı olmam lazım. Fırsatı kaçırmayayım diyorum, yani oyuna falan alırlarsa. Hain kene var oğlum. Bu Kız Şevket’in iddia oyununu anlattım ya sana. Tüyo vermen lazım yani. Bak, hakem makem arkadaşın yok mudur senin, hı?
Cemal: Hani geçen kuşu vurdun ya sen…
Samim: Ne kuşu lan? Cemal: Ava gitmiştik ya hani. Samim: He keklik avına. Cemal: Vurdun ya sen onu orada…
Samim: He vurdum. Cemal: O kuş hani vardı da, yok ya artık… Samim: He yok, sattım ben onu Nejat ağabeye. Cemal: Yok ya şimdi burada… Annemler de yok.Kardeşlerim… Vardılar da hep, yoklar ya hep. Samim: He yoklar. Cemal: Biz buradayız. Sen varsın, bunlar da var. Duruyoruz ya böyle…
Samim: Hı?
Cemal: Hiç olmasaydık ya biz, ne olacaktı o zaman?Samim: Nasıl lan? Cemal: Sen hiç olmasaydın, bu dünyalara hiç gelmemiş olsaydın? Bütün bu şehir, bunlar, şunu bunu bilemeyecektin ya… Ne olacaktı o zaman? Samim: Ne ne olacaktı? (Gülerek) Ne ne olacaktı lan? Olmasaydık ne olacaktı? Olmayacaktık. (Gülmesini tutmaya çalışarak) Ne olacaktı? Nazım: Oğlum Cemal âşık mı oldun lan sen? Nereden geliyor lan aklına böyle şeyler? Diyalog boyunca Cemal iç sıkıntısının yarattığı varoluşsal sorular üzerine konuşurken, kahvehanede ona iştirak eden Samim, sıradan ve gündelik olanla Cemal’i boğmaya çalışmaktadır. Taşra insanları hayatın rutin akışı içinde sürüklenmekte ve bu akış içinde Cemal’in havada olan ayaklarını yere indirmeye çabalamaktadırlar. Cemal orada var olmak ve yok olmak gibi cevabını bulamayacağı sorular içinde boğuşurken, kasaba insanları okey oynamaya ve Cemal’in her felsefi sorusuna gündelik olanla karşılık vermeye devam etmektedirler. Sorular ve cevapların uyumsuzluğu farklı evrenlerden seslendirilmesinden ileri gelir. Cemal varoluşunu sorunsallaştırmış ve temas ettiği tüm varlıkları kendi özü karşısında yabancılaştırmıştır. “Kendinde varlık” olan kahvehane insanları ise kendi dar evrenleri olan bu taşra yerleşiminde bir “kendi için varlık” olarak Cemal’i konumlandıramamaktadırlar. Bu diyaloğun sonunda ise Nazım, bu olağandışı davranışlarının neticesinde Cemal’e bir anlam veremez ve sonunda ona âşık teşhisi koyar. Âşık olmak; psikolojik, sosyolojik ve davranışsal olarak rutin olandan kopuştur. Bu nedenle kahvehane insanları normal dışı davranışlar ve söylemler geliştiren Cemal’e âşık olup olmadığını sorarlar. Filmde biçimsel olarak aktardığı bir diğer rutinden kopuş nedeni de kitaplardır. Nazım, “Nereden geliyor lan aklına böyle şeyler?” diye sorduktan sonra kahvehaneden sokaktaki ikinci el kitaplar olan bir tezgâha kesme yapılır. Önce yakın planda Shakespeare’in “Sen Aydınlatırsın Geceyi” başlıklı şiir kitabı; ardından Dostoyevski, Gorki ve Oğuz Atay gibi yazarların kitapları seyirciye sunulur. Farklı düşünmek, varlığının ayırdına varmak ve bunlar neticesinde rutinden kopmak için edebiyat vasıtasıyla insanın kendisini tanıması gerekir. Cemal besi çiftliğine ikinci gidişinde Yasemin ile çarpışır ve orada ona âşık olur. Yasemin ile Cemal’in aşkı bu bakımdan rastlantısaldır. Filmdeki ilk çiftlik sekansında da aynı kadrajın içine girerler, fakat birbirlerini fark etmeleri ikinci çiftlik sekansında çarpışmaları ile gerçekleşir. Artık Cemal için yaşamın kısır döngüsü kırılmıştır. Filmde daha önce bu “döngü”, Cemal’in dönen nesnelere gözlerinin takılı kalması ile görselleştirilir. Filmin başında Cemal berber dükkânının önünde otururken karşısındaki nalbur dükkânındaki dönen baca kapağına gözleri dalar ve içeri girip intihara teşebbüs eder. Nazım’ın dükkânına gittiğinde dönen bileme taşına veya bir tepedeki rüzgâr türbinlerine de bakar ve orada öylece kalakalır. Kasabanın hekimi İrfan ile gerçekleştirdikleri bir psikolojik destek seansında da dönen nesneler ile ilgili şunları söyle: “Bazen bir tekerlek dönüyor benim kafamda, ama ben kendim döndürüyorum o tekerleği. Nasıl desem, böyle tekerlek hayal ediyorum aklımda. Sonra o tekerleği döndürmeye başlıyorum, ama tekerleği durduramıyorum sonrasında. Gözlerimi açıyorum tekerlek dursun diye. Tekerlek durmuyor, dönüyor. Sonra tekrar kapatıyorum gözlerimi. Durmadan dönüyor.” Cemal âşık olana kadar tıpkı kendi hayalinde kurguladığı tekerleği durduramaması gibi kendi hayatındaki sıradanlığı ve rutini de sonlandıramaz. Fakat âşık olduktan sonra döngü sekteye uğrar. Cemal Yasemin’i motosikleti ile takip ederken Yasemin tele kinetik güçleri ile Cemal’i düşürür. Cemal doğrulduğunda motosikletinin tekerleğinin hala döndüğünü görür ve eliyle tutarak tekerleği durdurur. Dönen tekerleği durdurmak Cemal’i mutlu eder. Cemal’in Yasemin’e evlilik teklif etmesinden sonra filmin zamanında bir sıçrama olur. Cemal ve Yasemin evlenmişlerdir. Fakat bu sıçramanın ardından Cemal’in mutluluğunu bozan bir sorun ortaya çıkar. Dündar Bey’in ilişki yaşadığı sekreteri Çiğdem, arkadaşı olan Yasemin ile aynı altın kolyeyi takmaktadırlar. Cemal bunu fark ettiği anda kıskançlık krizine girecektir. Cemal, Yasemin ile Çiğdem’in aynı kolyeyi taktıklarını fark ettiği sırada gözü odadaki tavan vantilatörüne takılır. Devridaim nesnelere bakakalmak, Cemal’in tekrar kasaba sıradanlığına döndüğünü gösterir. Cemal âşık olduğu kadınla evlenmiş olmasına rağmen, daha önceki hayatına geri dönmüştür. Yine evde oturup televizyon izlemekte ve ona soyulan elmaları yemektedir. Tek fark elmaları soyan kişinin artık babası yerine karısı olmasıdır. Karısını kıskanması ve bunun sonucunda onu dövmesi, Cemal’in tekrar varoluş bunalımına girmesine neden olur. Psikolojik seansa tekrar başlar fakat bu kez Cemal, hekimin öfke patlaması ile karşılaşır. İrfan, karısını dövdüğü için Cemal’e küfürler ve hakaretler savurur. Cemal’in yanı sıra diğer kasaba insanlarına da küfretmektedir. Yani İrfan’ın öfkesi yalnızca Cemal’in yanlış davranışına değil, topyekûn kasabanın davranış kalıplarına karşıdır. İçinde yaşadıkları kasabaya ve bu kasabanın insanı boğan teamüllerine nefretini kusar. Sekansın sonunda Cemal’in odadaki masa üstü vantilatöre bakakaldığını fark eder ve vantilatöre vurarak durdurmak ister. Fakat vantilatör masadan düşmesine rağmen yerde çalışmaya ve devir daim etmeye devam etmektedir. Yaşadığı hadiselerin karmaşası karşısında bocalayan Cemal, son çare olarak ilkokul öğretmeni Vildan Hanım’dan akıl almaya gider. Yönetmene göre Vildan Hanım filmde aklı temsil etmektedir ve bu yüzden irrasyonalitenin ortasında, orada olmasına rağmen gözle görülemez. Cemal, öğretmeninin tavsiyesine uyarak Shakespeare’in bir sonesi ile karısından özür diler. Bu duygusal sahnede de bir başkası olarak Cemal’in babası Yakup araya girecek, fakat Cemal bu kez anın halesini yitirmemesi için eyleme geçecektir. Tüm kasabayı kapının dışında bıraktıktan sonra karısıyla yalnız kalıp şiirini bitirdiğinde Yasemin birden kusar. Çünkü Yasemin hamiledir. Cemal eyleme geçmesine, karşı koymasına rağmen başkalarının temasından kurtulamaz. Cemal, çevresine karşı film boyunca pasif ve umursamaz bir tavır içinde olmasına rağmen başkalarının varlığından kurtulamaz. Başkaları, Cemal’i kasaba sıradanlığıyla boğmaktadır. Kendisini nesne konumuna indirgeyen bakışa karşı aktif bir karşı koyuşa geçmesinin ardından ise bu kez eylemleri ile belirleyemediği yazgısı ile mücadele etmek zorunda kalacaktır. Başkalarının varlığı, seslerin bile kirlenerek ben’e ulaşmasına neden olur. Çünkü başkaları özne konumundaki ben’i nesne konumuna indirger. Bu durum kişinin kendisine ve çeperine yabancılaşmasına neden olur. Bu yüzden karakterler için en dayanılmaz anlar, dünyada yaşayanların onlar hakkında düşündüklerini duymaları olur. Filmin sonunda Cemal “başkalarına rağmen karısına kavuşmak için bir plan yapmıştır. Ellerini kavuşturarak zamanı durdurabilen Defne’nin ellerini keserek ondan alır ve Yasemin’in bulunduğu yolcu uçağının altına gelerek zamanı durdurur. Cemal, tıpkı Yasemin ile ilk tanıştıkları günkü gibi antidepresan ilaçlarını avuç avuç içerek uçmayı ve bu yolla yolcu uçağının içindeki karısına kavuşmayı dener. Fakat bu kez uçamaz. Kamera kendisinden yavaş yavaş uzaklaşır ve göğe yükselir. Zaman durmuştur ve belki de zamanın akışını tekrar başlatabilecek tek kişi olan Cemal da ilaç zehirlenmesinden ölecektir. Anlamını yitirmiş kasabada hayatın anlamını arayan tek ruh da bedeninden ayrılıp göğe yükselmektedir. Cemal: “Bu kadar şey kimin? Bütün bu topraklar, ağaçlar, kuşlar, bütün bunlar kimin için? Kimin bütün bunlar? Biz bütün şeylerin neresinde yaşıyoruz Yasemin?” diye sorar ve “Bunları hiç bilemiyorum ben.” diyerek cevaplar. Uçamayacağını anladığında ise Defne’nin kopuk kollarını bir araya getirir, fakat tam olarak kavuşturup zamanın akışını başlatmaz. Dünya ve içinde yaşayan insanlar tıpkı Yasemin’in uçağı gibi askıdadır.

Sen Aydınlatırsın Geceyi filmine veya Onur Ünlü sinemasına dair söylenebilecek en genel yargı, bu filmlerin absürt (saçma) felsefesinin çağrışımları ile dolu olduğudur. Absürtlük genellikle mantığın veya nedenselliğin terk edildiği anlarda ortaya çıkar. Onur Ünlü karakterleri eylemlerini bir neden-sonuç ilişkisi içinde gerçekleştirmezler. Karakterlerin başlarına gelen ve kendi inisiyatiflerinde olmayan olaylar da ileride izleyiciyi mantıksal bir çıkarıma ulaştırabilecek makûl sonuçlar doğurmaz. Cemal gittikçe rasyonellikten ve nedensellikten uzaklaşan absürt karakterlerdir. Vardıkları nokta ise yaşamın sebepsizliği, gereksizliği, fazladanlığı ve saçmalığıdır. Cemal, yaşamın absürtlüğü karşısında bulantı yaşar. Burada varoluşsal iç sıkıntısı olarak anlaşılması gereken bulantı, olumsuz bir anlam ifade etmez. “Kendinde varlık” ile karşılaşıp onun bütünlüğünün farkına varan “kendi için varlık”, önce bu yolla kendi eksikliklerinin farkına varır. Sonra kendinde varlığın bütünlüğü ile kendisini tamamlamaya çalışır, fakat bunu başaramayacağını anlaması bulantıya neden olur. Bulantının bir başka nedeni de dünyadaki sebepsizliğin ve fazladanlığın mantıklı bir izahı olmamasıdır. Cemal Yasemin’e “Biliyorum ben seni hiç hak etmiyorum, ama kimler neyi hak ediyor ki? Bu kadar şey kimin? Bütün bu topraklar, ağaçlar, kuşlar, bütün bunlar kimin için? Kimin bütün bunlar?” diye sorar. Dünyanın ve üzerinde var olan her cismin insan için bir anlam taşıması ve her var olanın mantıklı bir neden ve gaye ile orada olması akıl ile açıklanamadığı için var olanların fazladan, gereksiz ve nedensiz olduğu anlamına gelir. Yazımı yönetmenin filme başladığı Euripides’in “İnsan endişeden yaratılmıştır.” sözüyle bitiriyorum.

Sahi Biz Hiç Sevdik Mi?

Bilmiyorum...
Bilmezlerin içerisinde tutunduğum tek dalımdı sevgi,
Sevmekten
korkar mı insan?
Sahi korkmaz ya korkmamalı.
Ama doğru ama yanlış.
En çokta neyi öğrendim
bilir misiniz? Her sabah yeniden umut etmeyi...

Haftalık Keşif Listesi – II

Serimizin ikinci haftasına gelmiş bulunmaktayız. Zaman ne de çabuk geçti değil mi? Umarım geçen hafta sizler için hazırlamış olduğumuz önerileri beğenmişsinizdir. Bu hafta da yine bomba gibi önerilerle sizinleyiz.

Haftanın Dizisi

The Legend of the Blue Sea

The Legend of the Blue Sea, Güney Kore yapımı bir dizidir. Kore dizilerine karşı benim de bir ön yargım vardı, fakat bu dizi sayesinde bütün ön yargılarımı kırdım. İlk izlediğim Kore dizisi bu olmasa belki yine tüm ön yargılarım devam edecekti. Konusuna değinecek olursak şunları söyleyebiliriz: Klasik bir Joseon efsanesinden esinlenerek yapılmıştır. Başrollerde bir deniz kızı ve dolandırıcı bir çocuğu görüyoruz. Bu ikisi arasındaki aşkı anlatıyor. Ama bu aşk o bildiğimiz klasik aşkın ötesinde. Özellikle dizinin genelinde yeniden doğuş konusunu görmemiz bu diziyi sıradanlıktan kurtarıyor diyebilirim. Ben çok severek izledim. Umarım sizler de beğenirsiniz.

Haftanın Filmi

Edebiyat ve Patates Turtası Derneği

Edebiyat ve Patates Turtası Derneği, Mike Newell tarafından yönetilen, Don Roos ve Tom Bezucha tarafından yazılan bir romantik drama filmidir. Senaryosu, Mary Ann Shaffer ve Annie Barrows tarafından yazılan aynı isimli bir romandan uyarlanmıştır. Olay 1946 yılında geçmektedir. 2. Dünya Savaşı sırasında Alman işgali altında olan Guernsey adasında yaşayan bir kişiyle mektuplaşan Londra’lı bir yazarı anlatıyor. Bu filmde insanın kitap okuma iştiyakını artıran bir tablo çıkıyor karşımıza. O zor zamanlarda kitapların, insanların neredeyse tükenmekte olan ümitlerini tekrar nasıl yeşerttiğini gözler önüne serip bize de büyük bir mesaj veriyor. Şimdiden iyi seyirler.

(Bu güzel film yorumu için yazarımız Emir Çakır’a çok teşekkür ediyoruz.)

Haftanın Kitabı

Sabahattin Ali – Kürk Mantolu Madonna

Öncelikle şunu demeliyim ki bütün duyguları yansıtması ve yaşatması bakımından bana çok şey kattığı aşikâr. İlk okuduğum zaman Raif neden böyle davranıyor, neden bu kadar soğuk kanlı diye beni düşündürdü. Sonra ortalara yaklaşınca hikâyesi beni benden aldı.
Kürk Mantolu Madonna ile tanıştığı an beni hem bir merak hem de bir heyecan bastı. Gerçek mi, yoksa bir tablodan ibaret mi? Taa ki okuyup ilerleyene kadar bu soru beynimi kemirip durdu. Sadece bir tablodan ibaret olmadığını ileriki sayfalarda gördüm. Kesinlikle okunması gereken kitapların başında diyebilirim. Şimdiden keyifli okumalar dilerim.

(Bu güzel kitap yorumu için yazarımız Dilber Taş’a çok teşekkür ediyoruz.)

Haftanın Müziği

Leonard Cohen – Lover, Lover, Lover

Bu şarkıyı yazarımız Alican Beşerler’in önerisi ile dinleme fırsatı buldum ve böyle bir şarkıyı daha önce keşfetmediğim için çok üzüldüm. Şarkı her ne kadar hareketli görünse de sözlerini okuduğumda bana karanlık bir tarafının da olduğunu hissettirdi. Sizler dinleyince neler hissedeceksiniz acaba? Yorumlarda bizlerle mutlaka paylaşın, ben çok merak ediyorum sizlere ne düşündürttüğünü bu şarkının.

Haftanın Oyunu

Kukla

Gerek çocuklar, gerek büyükler için olsun bence kendimize minik kuklalar yapıp ailemizle harika vakitler geçirebiliriz. Bunun için bize gereken şeyler; çorap, düğme, iplik, yapıştırıcı ve biraz hayal gücü. Artık kuklanızla aklınıza gelen her türlü oyunu ailecek oynayabilirsiniz.

Haftanın Belgeseli

Cooked

İzlemesi oldukça zevkli olan bu belgesel Michael Pollen’in kitabından esinlenilmiş ve aynı zamanda da kendisinin sunduğu 4 bölümlük seridir. Genel olarak doğada bulunan dört elementin yemekle birleşerek kültüre dahil olmasını anlatıyor. Bu belgeselle insan evriminde yemeğin önemini daha iyi anlayabiliyoruz. Özellikle yemek severlere duyrulur.

(Bu belgesel yorumu için yazarımız Aysu Aliyeva’ya çok teşekkür ediyoruz.)

Eskiler’e Özlem

  • Alışamadım yeniye yeniliklere
  • Şimdi herşey bol, her şey var.
  • Ama o eski dostluklar, İnsanlar, mahalleler, semtler, samimiyetler yok.
  • Sahi ne ara yabancılaştık?
  • Ne ara koptuk?
  • Alışamadık eskiye eskilere,
  • Halende kulağımda çınlayayan
  • O eski çocukların gazeteleri ellerine alıp
  • Yazıyor yazıyor demelerine,
  • İşte yaşamak, çabalamak o çocuğun gözlerinde idi.
  • İnsan tanımaz oldu kimseyi apartmandan.
  • Eski ilk yazılar nasıldı hatırla
  • Acep nerelerde tükendi.
  • Sokaklarda çığlık çığlığa,
  • Bir yarı aydınlıkta kaldık.
  • Eski eskileri özledik.
  • O güzelim muhabbet, sohbetleri,
  • Özlem kokuyor, eskiler.
  • Herşey eskiden güzel idi.
  • Şimdiki insanların bu halleri yok?
  • Ne çok yaşamak telaşı vardır.
  • Hiç bir zaman bu telaşa alışamadım.
  • Teknoloji geliştikçe rahatlık batı.
  • İnsan zamanla insanlık duygusunu kaybetti…
  • Var la yok arası bir hal
  • Çok şey değişti.
  • Yarınlara birşey kalmadı o zamanlardan.
  • Şimdi herkes yorgun, üzgün, bitkin, meşgul
  • Nasıl bir tezatlık içerisindeyiz
  • Kayboluyorum bu tezatlıkta.
  • Yeni yarınlarda…
  • İnsan eskiyi özler mi?
  • Ben özledim.

Eğitim ve Öğretmen

Eğitimin Tanımı ve Önemi

Eğitim, anne karnında başlayıp ölene kadar devam eden insan hayatını kolaylaştırmakla beraber öğrenme hazzını tattıran bir disiplin sürecidir. İnsan, öğrenmeye aç bir varlık olarak bu sürece dahil olur ve hayatını bu öğrenme süreçleriyle şekillendirir. Eğitim, insanın toplum içindeki yerini bulabilmesi ve kişisel gelişimini tamamlayabilmesi adına kritik bir rol oynar.

Öğretmenin Rolü: Rehberlik ve İlham Verme

Öğretmen, eğitilmeye aç bireylere yol göstererek eğitim almalarına katkıda bulunan kişidir. Zorla hiçbir şey öğretilemeyeceği için öğrenciyi eğitime teşvik eden bir rol model hükmündedir. Öğretmenin temel görevi sadece bilgi aktarmak değil, aynı zamanda öğrencilerin öğrenme sürecinde onları doğru yönlendirmek ve içsel motivasyonlarını keşfetmelerine yardımcı olmaktır. Öğrencinin öğrenmeye olan ilgisi öğretmenin kişisel tutumu ve yaklaşımına doğrudan bağlıdır. Bu yüzden öğretmen, dersi sevdiren, herkesin etkin katılımına olanak sağlayan, başarısızlıkları sorgulayan ve çözüm üreten bir model olmalıdır.

Etkili Öğretmenlik: Hitabet ve Teknolojinin Rolü

Etkili bir öğretmen, hitabeti ve diksiyonu ile öğrenciyi büyüleyerek bilgi dünyasına girmesini sağlayan ve kullandığı teknolojiyle bunu en verimli hale getiren kişidir. Bir öğretmenin öğrencilerin ilgisini çekebilmesi ve onlara öğrenmeyi sevdirebilmesi için diksiyon, hitabet yeteneği ve teknoloji kullanımını etkin bir şekilde kullanması gerekir. Öğretim sürecine katkı sağlayacak her türlü teknoloji sınıf ortamlarına dahil edilmelidir. Bu, öğrencilerin öğrenme sürecini kolaylaştırır, onların derse olan ilgisini artırır ve öğrenmeyi daha verimli hale getirir.

Öğrencinin Bireysel Farklılıkları ve Eğitimde Adalet

Fakat şunu iyi bilmeli ki hiçbir öğrenci her şeyi bilmek zorunda değildir. Herkesin ilgi ve becerisi farklıdır ve bu olağan bir durumdur. Eğitimde başarıyı sadece bir alanla sınırlamak, öğrencinin doğal yeteneklerine aykırıdır. Her birey, farklı bir alanda başarı gösterebilir ve bu farklılıkların kabul edilmesi gerekir. Öğrenciye ilgi alanı ve becerilerine göre bir eğitim ortamı sunulmalıdır. Siz boyalarla kendi iç alemine seslenen resim âşığı bir öğrenciye fizik formüllerini ezberlemeye zorlarsanız, o öğrenci hem becerisi olduğu resimden hem de zorlandığı fizikten nefret edecektir.

Eğitimde Doğal Yeteneklerin ve İlgi Alanlarının Önemi

Doğuştan gelen yeteneklere göre eğitim verilerek her alanda uzman kişiler yetiştirilebilir. Eğitimin amacı, bireylerin potansiyellerini en yüksek seviyede ortaya çıkarmalarına yardımcı olmaktır. Bu nedenle öğretmen, öğrencinin doğuştan gelen yeteneklerini gözlemlemeli ve bu yetenekler doğrultusunda eğitim sürecini şekillendirmelidir. Aynı zamanda öğretmen, öğrencinin kişisel ilgilerini ve eğilimlerini göz önünde bulundurmalı, ona uygun öğrenme yolları sunmalıdır. Her birey farklıdır ve bu farkları dikkate almak, öğrencinin eğitim sürecine daha etkin katılımını sağlar.

Öğrenciyi Tanımak ve Gözlem Yapmanın Gücü

Bir öğretmenin öğrencilere karşı sorumluluğu, onları gözlemleyerek kabiliyetleri doğrultusunda yönlendirmektir. Her öğrenci, farklı bir dünyaya sahiptir ve öğretmen bu dünyaya uygun yaklaşımlar geliştirmelidir. Öğrenci, elinden geçtiği öğretmenle doktor, ressam, şair vb. olabilmektedir. Bu durumda öğretmenin herkese eşit davranarak gözlem yapması büyük bir sorumluluktur. Öğrenciyi tanımak ve ona uygun bir eğitim ortamı yaratmak, öğretmenin en önemli görevlerinden biridir. Öğretmen, öğrencinin güçlü yanlarını fark etmeli ve onları bu alanlarda daha da geliştirmelidir.

Öğretmenin Sorumluluğu: Her Öğrenciye Eşit Fırsatlar Sunmak

Her öğretmen işini severek ve hakkıyla yaparsa, öğrenciler de onların yetiştirdiği taze ağaçlar olarak bu millete meyvesini verecektir. Bir öğretmenin en önemli sorumluluğu, her öğrenciye eşit fırsatlar sunarak onların potansiyellerini en üst seviyeye çıkarabilmektir. Öğrencilerin başarılı olabilmesi için gerekli olan tüm imkanlar sağlanmalı ve her öğrenciye bireysel olarak yaklaşılmalıdır. Bu yaklaşım, öğrencilerin özgüvenlerini geliştirir ve onları daha başarılı kılar. Öğrencinin başarıları, öğretmenin ona ne kadar güven verdiği ve eğitimde sunduğu fırsatlar doğrultusunda şekillenir.

Sonuç: Eğitimde Başarı ve Gelecek Nesiller

Eğitim, sadece bir bilgi aktarımı değil, aynı zamanda bir kişisel gelişim yolculuğudur. Her öğretmen, bu yolculuğa rehberlik eden bir ışık olmalıdır. Öğrencilerin hayatlarında iz bırakacak, onlara sadece akademik bilgiler vermekle kalmayıp aynı zamanda hayatı daha iyi anlamalarını sağlayacak bir öğretmenlik yaklaşımı benimsenmelidir. Eğitim, insanın kendini keşfetmesi, gelişmesi ve topluma katkı sağlayacak bireyler haline gelmesi için bir araçtır. Öğretmenler, bu sürecin en önemli yapı taşlarıdır ve doğru bir eğitim yaklaşımıyla öğrencilerin geleceğini şekillendirirler.

Aşk, Bir Varoluş Kaygısının Tezahürü mü?

Aşk; genellikle bir kişiye yöneltilen, duygusal, cinsel, bilişsel ve davranışsal bileşenlerden oluşan kompleks bir duygudur. Türk Dil Kurumu, aşkı “aşırı sevgi ve bağlılık duygusu, sevi, sevda, amor’’ biçiminde tanımlamaktadır. Zaman içerisinde meydana gelen kültürel ve toplumsal dönüşümler doğrultusunda aşk tanımları ve deneyimleri de farklılaşabilmektedir. Aşkın bir başkasına duyulan şiddetli, tutkulu bir sevgiyi içerdiği kanısı yaygındır. Aşk; biyolojik, psikolojik ve çevresel birçok ögenin etkileşimiyle ortaya çıkar. Aşkın ne olduğunun ve nasıl ortaya çıktığının anlaşılmasında nörobiyoloji ve psikoloji perspektiflerinin katkıları büyüktür. Biz insanlar, varlığımızı sürdürmek için bir diğerine ihtiyaç duyarız. Ötekiyle kurduğumuz ilişkilerde doğar, büyür ve gelişiriz. Birbirimizle kurduğumuz temasın önemli bir boyutunu da romantik ilişkiler ve bu bağlamda ortaya çıkması muhtemel aşk duygusu oluşturur. İnsanların çoğunun üzerinde kafa yorduğu ve görüş sahibi olduğu bir duygu olarak sık sık karşımıza çıkan aşk; hayatlarımızın bir döneminde karşılaştığımız, kıyısından yürüdüğümüz ya da derinliklerine daldığımız bir nehirdir. Binlerce yıldır konuşulagelmiş, bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalara konu olmuştur. Psikoloji, felsefe, edebiyat, biyoloji gibi çeşitli disiplinler tarafından ele alınarak açıklanmaya çalışılan aşkın günümüze kadar birçok tanımı yapılmış; farklı bakış açılarıyla yorumlanmış ve keskin bir tanım yapılamasa da bu duyguyu tanıma ve anlama konusunda önemli yol alınmıştır. Şimdiye kadar yapılan genelgeçer tanımlara rağmen aşk, yaşayana özgüdür. Aşk, kimileri tarafından göklere çıkarılan yüce bir duygu olarak yorumlanırken kimileri tarafından zayıflık ve tutsaklık biçiminde yorumlanan bir duygu olarak karşımıza çıkmaktadır. Aşk dediğimiz şey tam da bizi harekete geçiren şeydir, arzulamamızı sağlayan, bulacağım ötekinin gözünde olacağım demektir. Bilimi, kültürü, sanatı her şeyi bu duyguyu üretiyor. Aslında aşk, ben kimim sorusunu arama girişimidir. Daha doğrusu “Ben kimim?” sorusunu ötekinde arama girişimidir. Aşk, sahibine izini kaybettirmiş duygudur. Marcel Proust bunu şöyle açıklar: Aşk dediğimiz şey, benden çıkan ötekine giden ve ötekinden bana geri yansıyacak bir yüzey bulduğunda yansıyan ve bana geri geldiğinde ayaklarım yerden kesilmişcesine aşık olmamın nedeni onun benden çıktığı düşüncesini unutmuş olmamdır. Aslında bizim kültürümüzden bir sözle örneklemek gerekirse: “Gönül ota da…” Dikkat ederseniz nesne buna vesile oluyor. Aşk, sende olmayan bir şeyi onu talep etmeyen birine vermektir” demişti, 8. Seminer’de Jacques Lacan. Lacan şöyle diyordu: “Aşık olmak sizde bulunmayanı vermektir.” Bu şu anlama gelir: Aşık olmak eksikliğinizi fark edip onu ötekine vermektir, onu ötekine yerleştirmektir. Aslında aşk, ben’in kim olduğunu söyleyecek şey, aşk bize ait olmayan bizim sahip olmadığımız bizde olmayan şeyi ötekine vermektir. Bu da şu demek: Ben eksikliğimi ötekinde arıyorum, ötekine yerleştirdiğim şey, sende bu eksiklik var demek. Ondan diyoruz ya, bana hiçbir zaman benim seni gördüğüm yerden bakmıyorsun. Bakamaz çünkü onda da yok. Varoluşumuzu teyit etmenin yollarından bir tanesidir aşk. Bir varoluş kaygısının tezahürüdür aşk. Aşktaki nesne seçimi, (sahibine izini kaybettirdiği için seçilen şey) keyfidir. Seçilen şeyden alınan zevk, keyfidir ama rastlantısal değildir. Bir psikodinamik genetiği vardır. Bunu daha da açmak gerekirse Lacan tarafından yorumlanan klasik örneğe atıf yapılabilir: Goethe’nin romanında yer almaktadır, Charlotte’u etrafındaki çocukları beslerken ilk kez gördüğü anda, Genç Werther’in içinde ona karşı birdenbire yeşeren tutkudan söz ediyoruz. Burada aşka yol açan şey bir kadının annelik vasfıdır. Benim kendi deneyimimden verebileceğim bir başka örnek şöyledir: ellili yaşlarını sürmekte olan bir patron sekreterlik pozisyonu için başvuran kişilerle görüşüyordu, yirmili yaşlarda bir kadın içeri girdi ve adam kadına duraklamaksızın ilanıaşk etti. Adam onu ele geçiren şeyin ne olduğunu merak ederek psikanaliz sürecine başvurdu. Bu süreçte davranışını tetikleyen şeyin üzerindeki örtüyü kaldırdı: onda yirmi yaşındayken gittiği ilk iş görüşmesindeki kendi hallerini hatırlatan izlere rastlamıştı. Bir bakıma kendi kendine aşık olmuştu. Bu iki örnekte aşkın Freud tarafından ayırt edilen iki yönünü görüyoruz: ya anne örneğinde olduğu gibi sizi koruyan kişiye aşık olursunuz ya da kendi narsistik imgenize… Aşık olmak sahip olduklarınızı vermek değildir, eşyalar ve hediyeler vermek değildir, aşık olmak sahip olmadığınız başka bir şeyi, sizi aşan bir şeyi vermek demektir. Bunun adı fallustur. Fallus varlıktaki eksikliktir. Fallus olmayan bir şey, biz eksiğiz, ölümlüyüz, sınırlıyız bir kere. İşte burada devreye erkeksi ve kadınsı(feminen) pozisyon devreye girer. Buradaki erkeksi pozisyon, onu varmış gibi yapma, imite etme, taklit etmedir. Tabi burada erkeksi ve feminen pozisyonlara bir cinsiyet olayı gibi de bakmamak lazım çünkü bir kadın da erkeksi pozisyonda olabilir. Kadınsı olan eksikliği kabul etmek gibi gerçeğe yakın bir pozisyondur. Tabii ki o da iğdiş yaşıyor, onu aşmaya çalışıyor. Bunu yapabilmek için eksik olduğunuzu, ya da Freud’un bir zamanlar söylemiş olduğu gibi ‘iğdiş’ olduğunuzu varsaymanız gerekmektedir. Ve bu tavır özü itibarı ile feminendir. Kişi yalnızca feminen bir duruşla gerçekten aşık olabilir. Aşk feminenleştirir. Aşkın bir erkekte daima biraz komik durmasının nedeni de budur. Bende de olmayan bu şey ilk karşılaşmada vurur bizi. Hiç hesapta yokken bir şey karışımıza çıkmıştır ve bizi kendisine çekmiştir. Bir bakış, bir söz, bir mimik, bir hareket… Genel olarak ifade edersek bende de olmayan bir eksik… Renata Salecl, Seçme İkilemi kitabının “Aşk Seçimleri” başlıklı kısmında şöyle diyor:“Başka bir insanın en büyük cazibe nesnesi haline gelmesi için önkoşul olan arzu, dürtü ve fantezilerle ilgilidir. Çoğu zaman içimizde farkında olmadığımız bir şeye hitap eden davranışlara, görünüşlere ve acayipliklere aşık oluruz. Aşk, rasyonel niyetlerimizi altüst edebilen bilinç dışı seçimlerimize fazlasıyla bağlıdır.” “İçimizde farkında olmadığımız bir şeye hitap etmek…” ve “Rasyonel niyetlerimizi altüst eden bilinç dışı seçime bağlı olan aşk…” Bu sözlerle bir eksikliğe vurgu yapıyor Salecl. Psikanalist Juan David Nasio, aşkın, sevilenin bilinç dışımızdaki düşlemsel varlığı olduğunu belirtir. Ne demektir bu? Sevilenin bilinç dışımdaki varlığı bana kendimi yansıtan içsel bir aynadır. Badiou, Lacan’a atıfta bulunarak gerçek içinde aşkın bir özseverlik olduğunu, iki kişi arasındaki bu görünür bağın ise simgesele vurgu yaparak düşsel olduğunu ifade eder. Yazıyı Şems-i Tebrizi’nin bir sözüyle bitirmek istiyorum:
“Ey aşk! Seni senelerce yaban ellerde, hoyrat dillerde aradım. Oysa bendeymişsin bilememişim. Oyalanmışım. Kalakalmışım”

Sartre Penceresinden Varoluşçuluk Nedir?


Varoluşçuluk tek bir tanım cümlesi ile açıklanamayan girift ve komplike bir kavramdır. Hemen hemen tüm varoluşçu düşünürler bu kavramın tanımından kaçınmış, bazı felsefe yazarları ise başı sonu belli bir tanım cümlesi yazmak yerine farklı felsefe terimlerine başvurarak bu kavramı tanımlamaya çalışmışlardır. Örneğin: R. Verneaux varoluşçuluğu; ussal felsefenin soyut düşüncesine karşıt olarak insan üzerine yoğunlaşmış somut ve tanıtlamalı düşünce çabası olarak tanımlar. Bu tanımda Verneaux varoluşçuluğun insan merkezli yönünü esas alan bir tanım yapmıştır fakat insan merkezli olması varoluşçuluğun yalnızca bir yönüne tekabül eder. Bununla birlikte varoluşçuluk felsefeciler tarafından sık sık tek bir kelime ile somutlaştırılmıştır. Söz gelişi Weil’e göre varoluşçuluk bir bunalım, Mounier’ye göre umutsuzluk, Hamelin’e göre bunaltı, Banfi’ye kötümserlik, Wahl’a göre başkaldırış, Marcel’e göre özgürlük, Lukacs’a göre idealizm (düşüncülük), Benda’ya göre usdışılık (irrationalisme), Foulquié’ye göre saçmalık felsefesidir. Tüm bu ifadeler varoluşçuluğun tanımı olmaktan çok birer yargı ifadesi olarak da adlandırılabilir.


Varoluşçu felsefenin tanımlanamaz oluşunun en büyük nedenlerinden biri varoluşçu olarak anılan birçok düşünürün ortak bir felsefe biçimi ve içeriği oluşturmamasından kaynaklanmaktadır. Şu anda varoluşçu olduğuna kanaat getirilen filozoflar sadece belli başlı temalar etrafında birleşirler. Gerçekten ne kadar varoluşçu düşünür varsa o kadar varoluşçuluk vardır. Bununla birlikte diğer felsefe ekollerine benzer bir felsefi birliktelik bizzat varoluşçuluğun muhtevasına ters düşer. Çünkü varoluşçuluk tek tek ele alındığında birer felsefe dizgesi olabilecek birçok temayı çevreleyen bir örüntü felsefedir. Hemen hemen tüm felsefe ekollerinde öncül düşünürler o felsefenin genel hatlarını ortaya koyar, ardından gelen düşünürler de bu öncüllerde gördükleri eksik veya yanlışlıkların modifikasyonu çerçevesinde felsefeyi sistemleştirirler. Fakat varoluşçu felsefenin metotları ve gelişim çizgisi farklıdır. Varoluşçuluk, sistem kurucu bir felsefe değil, sistem yıkıcı bir felsefedir. Özcü felsefe dalları gibi kendi içerisinde dikey alt birimlere doğru gelişmez, daima yatay bir seyir izler. Varoluşçu felsefenin yegâne ulamı teist ve ateist varoluşçuluktan ibarettir. Varoluşçu felsefe sabit, genelgeçer olanla ilgilenmez. Her zaman her durumda geçerli olmayan sürekli değişim içerisindeki olgular yaratır. Çünkü varoluşçuluk, karşılaştığı durum gereği davranış geliştiren yaptığı eylemlerin doğruluğu ancak yapılan eylemin zamanına ve şartlarına göre belirlenebilen bir varlığa, insana yönelen bir felsefedir. Tüm varoluşçular philosophia perennise, tüm zamanların üstündeki ölümsüz felsefeye karşı çıkmış, aklın egemenliğine kesin bir tavır almışlardır. Aklın egemenliği, doğa bilimleri gibi kesin veriler ortaya koyabilecek yöntemli araştırma süreçleri için söz konusu olabilir. Varoluşçu felsefenin dizgelerini doğa bilimlerinde veya Aristoteles felsefesinde olduğu gibi ortaya koymak imkânsızdır. Varoluş, hakkında konuşulamayandır. Zira o, özün değişmez yapısı karşısında değişeni, süreksiz olanı temsil eder. Bu konuşulamayan durum; varolan, somut, reel olanla ilgilenen varoluş felsefesinin soyutlayamama sorunudur. Varlık, bir noktada soyutlanamayacak hızda değişir. Varoluş bir durum değil, bir edimdir; olabilirden gerçeğe geçiş etkenliğidir. Sözcüğün kendi yapısının da gösterdiği gibi, varolmak ‘exister’ bir andaki durumumuzun dışında (ex), daha önce sadece olabilir olanın bulunduğu alana geçip yerleşmek (sistere) demektir. Varoluş felsefesi de varlık hakkında değişmeyen, her koşulda ve durumda geçerli olan bilgiyi aramak gibi beyhude bir çabaya girmez, bunun yerine bizzat değişimin kendisini tefsir eder. Varoluşçuluk bir eylem felsefesidir, soyut kavramlarla ilgilenmez, dünyada var olan varoluşlarla ilgilenir. İnsan için tek dayanağın kendisi olduğunu ileri sürer ve her şey için insanı sorumlu tutar. Bizim ortadan çekilmemiz, biz olmadan bizim için var olamayan bu evreni gerçeğin dışına çıkarır. İnsanın ana aktör olduğu felsefe iyi bir amaca dönüktür. İnsan ve onu var eden eylemleri felsefe konusu edilmelidir. Bu nedenle varoluşçuluk insanı eyleme çağırır. Bu, varoluşçuluğu özcü felsefelerden ayıran en temel özelliktir ve Sartre varoluşçuluğunu eleştiren hemen hemen tüm felsefecilerin dikkatinden kaçar. Varoluşçuluğu “anlatma” iddiasında olan ender varoluşçulardan biri Sartre’dır. Fakat o da bu kavramın ne olduğunu aktarmaktan ziyade ne olmadığı üzerinden bir açıklama getirmiş ve onu en belirgin birkaç tematik başlık etrafında nesneleştirmiştir. 1946 yılında gerçekleştirdiği “Varoluşçuluk Bir Hümanizmadır” adlı konuşmasında “Varoluşçuluk nedir?” (Sartre, 2013: 36) diye sorar ve ardından “Varoluşçuluk, varoluşun özden önce gelmesidir.” anlamına gelebilecek açıklamasına başlar. Peki varoluş özden önce gelir, ne demek? Bu argüman varoluşçu felsefeyi Antik Yunan filozoflarından itibaren tüm felsefe tarihi boyunca farklı bağlamlar ve kavramlar aracılığı ile aynı noktaya varılan “özcü felsefenin” karşısında konumlandırır. Platon’un duyular dünyası (varoluş) ve fikirler dünyası (öz) ayrımının ardından gerçek dünyanın üzerinde yaşadığımız duyular dünyası değil, ideler dünyası olduğu fikri tüm bu adı geçen felsefe tarihinin başlangıç noktasıdır ve yüzyıllar sonra Kant ve Hegel’e kadar farkı biçimlerde gerçekleşmiştir. Descartes, “düşünüyorum” üzerinde durmuş fakat “varım”ı unutmuştur. İnsan, maddi ve manevi varlığını bedeninde bütünler. Öz ile varoluş arasında fiziksel bir ayrımdan söz edilemez. Varoluşçuluk, mağaranın ötesindeki ideler dünyasını keşfetmek yerine insan ve onun varlığı üzerine çalışır. Varlığın dışında, zamandan ve uzamdan bağımsız bir öz arayışı beyhude bir çabadır. Klasik Batı felsefesi insanın varoluşunu açıklamak için insanın dünya üzerinde varolmasından önce onu belirleyen bir insan doğasının varlığını ileri sürer. Bu iddia Platon’dan Hristiyan ve Yahudi öğretisine, oradan Hobbes’e kadar uzanır. İnsan, doğası gereği sonsuz iştahı nedeniyle sadece menfaati için hareket eden ve bundan dolayı zararlı olabilecek bir varlık olarak doğar. Bunun önüne geçmek için sıkı bir dini eğitime, otoriter bir devlete ve toplumsal baskıya ihtiyaç vardır. Bu yolla tümden değişmesi imkânsız olan insan doğası kontrol altına alınmış olur. Aynı mantık üzerinden yola çıkan, fakat yukarıda aktarılanın tersi bir sonuca varan Taocular, Budistler, hümanistler veya Jung, Fromm ve Maslow gibi modern psikanalistler ise insan doğasının saf iyiye ve gelişime yatkın olduğunu, uygun koşullar içinde insanlığın daima gelişim göstereceğini düşünürler. Sosyoloji, psikanaliz, komünizm veya kapitalizm bu eğilimin farklı nedenleri üzerine durup farklı çözümler aramaktan başka radikal bir konsept geliştirmezler. Varoluşçu felsefe ise insanları daha onlar var olmadan önce belirleyen hiçbir şeyi kabul etmez. Doğası gereği olmamak, insanları diğer varlıklardan ayıran temel niteliktir. Özü önceleyen klasik felsefelerin aksine varoluşu önceleyen varoluşçu felsefe aslında felsefe tarihi boyunca ilk defa bir felsefenin insanı öncelemesidir çünkü bir eşyanın veya bir hayvanın özü dünyadaki maddesel varoluşundan önce gelirken yalnızca insan için varoluş özden önce gelir. Yapılmış bir nesneyi, söz gelişi bir kitabı ya da bir kâğıt keseceğini ele alalım. Bu nesneyi bir kavramdan esinlenen (ilham alan) bir zanaatçı yapmıştır. Zanaatçı onu yaparken bir yandan kâğıt keseceği kavramına, öbür yandan da bu kavramla birleşen bir üretim tekniğine, bir yapış reçetesine başvurur. Böylece kâğıt keseceği hem belli bir biçimde yapılmış bir nesne hem de belli bir işe yarayan bir eşya olur. Neye yarayacağını bilmeden kâğıt keseceği yapmaya kalkan bir kimse tasarlanamaz. Bu demektir ki kâğıt keseceğinin özü (yani onu yapmayı ve tanımlamayı sağlayan reçetelerin, tekniklerin, niteliklerin hepsi) onun varlaşmasından önce gelir.

Varoluşçuluk, insanı kâğıt keseceğinden ayıran her şeydir. Sartre’a göre kâğıt keseceği gibi insan olmayan tüm varlıklar kendinde varlıktır. Ne ise odurlar. Özlerinin belirlediği çerçeve içinde varlık gösterirler. İnsan varlıkları ise bu biçime sahip değildir; onlar henüz gerçekleştirilmemiş bir geleceğe doğru açık bir form taşırlar. Sadece insanlar kendisi için varlık olma imkânına sahiptirler. Bu, insanların da kendinde varlık olabilecekleri anlamına gelir. Cevabı bulunamayan veya cevabı olmayan sorular sormaktan kaçınan insan, kendisini gerçekleştirmek yerine dini ve toplumsal buyruklar etrafında kendisine ait bir öz yaratmış ve yüzyıllarca o öze uygun olarak varlık göstermiştir. Antik dünyanın insanı kendini evrenin bir üyesi, bir parçası olarak duyuyordu. Orta Çağ’ın insanı kendini Tanrı’ya bağlamıştı. Yeni Çağ insanı aklın gücüne, insanlık idesinin gücüne inanarak, tarihin anlamlı düzenine inanarak, bir ilerleme iyimserliği içindeydi. Günümüzde ise insan, bütün bu dayanaklarını yitirmiştir, bu dayanaklar kırılmıştır artık. Evrenin büyüsü çözülmüş, Tanrı’nın yitirilmesiyle insan, evrenin ekseni olmuştur ve bunun sonucu da insan kendi kendisi için sorunsal olmuştur. Sartre’ın tanrıtanımazlığı, felsefesine temel dayanak olan “varoluşun özden önceliği”nin temel dayanağıdır. Çünkü eğer tanrı olsaydı, insan varoluşunun bir nedeni olur ve insan seçim yapmak zorunda kalmadan olması gereken şey olurdu ya da seçim yapmak zorunda olduğunda bile hangi seçeneği tercih ederse etsin öyle olması gerektiği için onu tercih etmiş olacaktı. Fakat gerçekte insan varlığı ve yaşamı bu şekilde açıklanabilir mi? Sartre, insansal eylemin bilinçsiz bir belirlemeye bırakılmasını reddeder. Çünkü insan nedensiz yere dünyaya gelmiştir. Dünyaya gelmeyi seçmeyen insan, yaşamı boyunca korku ve şaşkınlık içinde yaşar. Varoluşçu için usavurum mutsuzluk doğurur. Çünkü insanın yaşama ve dünyaya ilişkin sorduğu sayısız soru yanıtsız kalır, insan sorularıyla baş başa huzursuz yaşar. Yalnızca yaşama karşı umutsuz olmak gerçekçidir; onun ötesine duyulan umut aslında bitimsiz bir umutsuzluğa işarettir. İnsanı bitkilerden veya eşyalardan ayıran temel nokta kendisini gerçekleştirme yetisidir. Bir eşya hangi amaç için imal edildiğinin bilincinde değildir, bunun kararını da kendisi veremez. Fakat insan daima dünyada ne işe yaradığının sorusunu sormaya ve cevabı olmayan bu soru karşısında mutsuz olmaya mahkûmdur. Dini ve toplumsal bağlar insanı varoluşunun farkına varmadan yaşamasına neden olur. Yaşamak daha çok yaşamsal etkinliklerini gerçekleştirmek hatta biyolojik işlevlerini sürdürmek olarak anlaşılabilirken varolmak kendini bilinçle kendi olarak koymak anlamına gelir. Bu yüzden Gabriel Marcel şöyle der: “Yaşamak diye bir şey var, bir de varolmak diye bir şey var: Ben varolmayı seçtim.” Kendisini sorunsallaştırmaya başlamasından itibaren artık insan ne değilse o olan ve ne ise o olmayan bir varlık olarak dünyaya atılmışlığının ve oradaki yalnızlığının ayırdına varır. Yaptığı her eylemin tek dayanağı kendisidir ve bu yüzden kendi yarattığı sonuçlar onu ne değilse o olan “biricik” varlığa dönüştürür. İnsan eylemlerini düzenleyen ve önceleyen etkenler insanı aslında olmadığı kalıplara sokar, kendisini ve eylemlerini değersizleştirir. Kant ahlâk adına Tanrı’yı gerekli kılıyordu. Ona göre ancak bir Tanrı varsa, en yüksek iyi gerçekleşebilirdi, ahlâklı olmak da ödevimizdi. Hartmann (Nicolai) ise aynı ahlâk adına, bir Tanrı’nın var olmamasının gerekli olduğunu söyler. Bir sorumluluğun, bir özgürlüğün olabilmesi için, Tanrı var olmamalıdır. Tanrı’nın varlığı ahlâksal eylemin değerini düşürür, insanı aşağı, oluşmamış bir varlık haline sokar ve özgürlüğünü yok eder. Tanrı’nın bir plana göre yarattığı bir dünya içinde insan ahlâksal bir varlık olarak ortadan kaldırılmıştır ona göre. Kendisi için varlık olmak varoluşsal bir sorumluluk gerektirir. İnsan yaptığı ve yapmadığı tüm eylemlerinden sorumludur çünkü eylemlerinin dayanağı kendisidir. Ne var ki biz; insan sorumludur derken yalnızca kendinden sorumludur demek istemiyoruz, bütün insanlardan sorumludur demek istiyoruz. Çünkü bir insan yapacağı eylemin olumlu ve olumsuz yansımasını öngörmek zorunda olduğu gibi diğer insanların eylemlerinin sorumluluğunu da üstlenir. Sartre varoluşçuluğuna sosyalistler tarafından yöneltilen öznelci olma eleştirilerini haksız çıkaran husus tam da bu evrensel sorumluluk anlayışında ortaya çıkar. İnsan, evrensel sorumluluk anlayışıyla kendi dünyasını yaratır fakat bu yaratım süreci öncelikle insanın mental ve fiziksel olarak eksik bir varlık olduğunun keşfedilmesiyle başlar. İnsan kendi için varlık olarak bir eksiklikler varlığıdır. İnsanın bunu görmesi yani eksikliklerinin farkına varması, onun kendi dünyasını kurarak var edecek olan değerlerinin oluşumu bakımından bir hareket noktasını oluşturur. Kendinde varlık, varlığının gereğini yapmak için her hangi bir varoluşsal eksiklik yaşamaz. Yaşayacağı tek eksiklik olması gerektiği şey olamadığı için olabilir, bir makasın körelmesi gibi. Fakat kendi için varlık, yaşamı boyunca eksikliklerinin ayırdına varacak ve bu hiç bitmeyeceğini bildiği ihtiyacını gidermek için çabalayacaktır.

Varoluşsal sorumluluk ve kendi için varlığın kendini gerçekleştirmesi hakkında düşünmek, kendi için varlığın içine doğduğu koşulları göz önünde bulundurmayı gerektirir. İnsan, yaşamının başlangıcından sonuna kadar kendi inisiyatifinde olmayan durumlar karşısında kalır. Yaptığı tercihler bu içinde bulunduğu durumlar çerçevesinde anlam kazanır. Bize göre insan her şeyden önce durumu ile belirlenen bir varlıktır; biyolojik, ekonomik, politik, kültürel vb. durumlarıyla bireşimsel bir bütün oluşturur. İnsan üstüne yargı verirken durumunu göz önünde bulundurmak şarttır çünkü olanaklarını belirleyen, onu biçimleyen bu durumdur. Bu nedenle bir insanın ekonomik veya kültürel koşulu onun özgür seçimlerini önceler fakat seçimlerinin özgürlüğüne halel getirmez. Sartre, insana ait tüm olgulara koşulları çerçevesinde yaklaşır. Tarih ona göre, varlığın değil verili koşullar içindeki insan eylemlerinin tarihidir.

Melanie Klein’ın “Haset ve Şükran” Adlı Eserine Eleştirel Bir Bakış

Freud sonrası psikanalizin önemli isimlerinden Melanie Klein, “Haset ve Şükran” adlı eserinde hasedin nasıl bir libidinal arzu içerisinden geçtiğini gösterir. Hasedin yıkıcı itkilerin oral-sadist ve anal-sadist bir ifadesi olduğunu ve yaşamın başından beri etkili olan bu tavrın aynı zamanda bünyesel bir temele dayandığını ortaya koyar. Haset ve kıskançlık genelde birbiriyle karıştırılmaktadır. Şahsi fikrim günlük hayatta kıskançlık denilen birçok durumun aslında haset olduğu yönünde. Haset iki kişi arasındadır ve kişinin arzu duyduğu nesne onda değil, başka birindedir. Temel düşünce, neden onda ve neden onda olan o şey ona haz vermektedir. Başkasında olan bu arzu duyulan nesnenin ona verdiği hazzın sonucunda kişi kızgınlık duyar. Bu kızgınlık masumane değil yıkıcı, bozucu, kirletici itkiler taşır. Dolayısıyla hasette özne bir kişiyle ilgilidir. Kıskançlıkta da durum iki kişiyle değil, üç kişiyle sınırlıdır. Özne, nesne (başka bir kişi ve ona karşı duyulan sevgi) ve bir kişi daha vardır. Sevgi duyulan kişi dışındaki kişi yani rakibi, öznenin sahip olduğu nesneyi ya ondan alıp koparmıştır ya da ondan almaya yönelik bir düşüncesi veya eylemi olduğu düşüncesine sahiptir. Dolayısıyla tehlikenin olması bile başlı başına kıskançlık için yeterlidir. Çocuk analizinin ve aynı zamanda İngiliz Nesne İlişkileri Okulunun kurucusu olan Melanie Klein insan doğasının saldırgan yönüne özel bir önem atfeder.

Ona göre, nesnenin hasetle bozulması demek olan paranoid-şizoid konumun sözel dünyasını bilince açmak ancak bilinç dışının dilini bilince tercüme etmek sayesinde gerçekleşebilir. Fakat bunun içinde kendi bilinçli dünyamızın sözcüklerini kullanmamız gerekir. Dolayısıyla Klein açısından yıkıcı itkileri, hasedi ve açgözlülüğü hafifleten etken: haz ve bunun yol açtığı şükrandır. Zira Kleincı psikanalizde nesne ilişkilerinin gelişimsel sürecinin ortaya çıkardığı içgüdüsel davranış kalıpları, kendilerine vücut veren fantazmatik içsel nesnelerin doğal sonucudur. İçsel nesneler içselleştirilmiş nesnelerdir. İçsel nesneleri biz Freud’un çalışmalarında görsek de onu bugünkü anlamıyla kavramsallaştıran ve kuramsallaştıran Klein’dir. Nesne her şeyden önce özne için bireysel duygusal anlamı olan şeydir, duygusal deneyimin tümüdür. Bronstein bu anlamda içsel nesneleri anlamak için bu kavramın geçtiği ilk yere, Freud’un metinlerine dönmeyi teklif etmektedir. Nesne dürtü konseptinde ilk karşımıza çıkar, içgüdünün hedefi olarak nesneden bahsediyoruz. Nesne dürtünün tatmin nesnesidir. Burada önemli nokta dürtü ve nesne arasında asli bir bağ yok. Bu şu demektir, dürtünün cinsel yönelimi nesneden bağımsız olarak ona yönelmiştir. Zaten nesne Freud’un perspektifinde nesne dürtünün ekonomisi, yönü, şiddeti gibi bileşenlerindendir. Freud 1914’te “Narsizm Üzerine- Giriş” metninde egonun libidinal arzuların nesnesine dönüştüğünü söylemektedir. Burada Freud bireylerin nasıl sevgi nesnelerini kendi modelleri üzerine kurduklarını anlatmaktadır. Burada ego hem bir aygıt hem bir nesne olarak tanımlanmaktadır. Ama “Yas ve Melankoli” isimli çalışmasında alışagelinen dürtü üzerine fokuslanan bakışı bu sefer daha çok nesneye dönmüş bulunmaktadır. Bu tez tam da Klein’i etkileyen noktadır. Freud, “Yas ve Melankoli”de vurguladığı diğer nokta yas hallerinde özdeşleşme-identifikasyondan bahseder. Ego yastan eziyet çeker çünkü dünya fakirleşmiş ve boşalmıştır. Burada sevilen nesne kaybedilmiştir. Melankolide görülen kendi suçlama aslında içselleştirilmiş sevilen nesneye yönelik suçlamadır. Freud bu özdeşleşmeyi fiziki içe alma-sindirme anı oral dönemin mental bir süreci olarak introjeksiyon olarak ele alır. Aynı zamanda regresyonun hangi evrede fiksasyon olduğuna işaret eden de bir nokta: oral dönem. Bu özdeşleşme aynı zamanda bağlanmanın da ilk formudur. İşte buradaki kavramsallaştırma Klein’in düşüncesindeki ana çizgilere de işaret eder. Bahsi geçen nesneden anlaşılması gereken sadece gerçek dış nesne veya algılanan nesne değil, aynı zamanda egonun özdeşmesi olarak nesnedir. Bu sebeple denebilir ki içselleştirme zihni organize etmede yapısal rolü vardır. Bu sebeple melankolide suçlanan nesne içselleştirildiği için kendini suçlamaya dönüşmüştür.Kleinci nesnenin ego yapısı üzerindeki temel etkisi Freudyen teoriden alınmıştır ama “nesne” nosyonu ve üzerine inşa edilen kuram daha da ileri götürülmüştür. Buradaki önemli noktalar arkaik dönem düşünsel faaliyetler ve egonun kaygıyla baş etme kapasitesi, ölüm ve yaşam dürtüleri (tabii ki burada içgüdü kapsamında düşünülmelidir. Yani Freudyen bakıştaki gibi bileşenlere ayrılanlar olarak değil, bir bütün yapı olarak var olandan bahsediyoruz), egonun geliştirdiği savunma mekanizmaları, doğum öncesi fanteziler (bunlar sonradan bilinç dışının da parçası olarak kalacak) ve paranoid-şizoid ve depresif konumları içerir.Klein’nin kuramında da bebek kendisinden kaynaklanan libido ve agresyonu nesneye yükler. Bu nesneye ilk yatırım da sayılır. Sonra yansıtmayla yatırım yapılmış nesne içselleştirilir-introjection. Bebek ilk haz evresi oral dönemde ağızdan alındığı gibi ağzı üzerinden dünyayı da fantezi dünyasında içselleştirilir. Normallikte bebeği doyuran ilk kısmi nesne olan meme ilk içselleştirilmiş nesnedir.Klein teorisine göre temel olan dış dünyadaki nesneyle olan ilk ilişkimizdir. Bu nesnenin tümü değil kısmidir, memedir. Bebek memenin verdiği sütü ve memenin kendisini içine alır. Bu dil öncesi evredir. Memeyle kurulan ilişkilerde dil öncesi baskın süreçler ve fantazmların olduğu dönemdir. Bu içselleştirilmiş memenin ve bu memeyle kurulan ilişkinin niteliği, bu memenin iyilik durumu iyi, seven annenin öncül temsil ve niteliklerini taşır. Bu temel ilişki de öznenin umut, güven ve iyiliğe inanç güvenin temeli ve hatta yaratıcılığın öncüldür. Bu içsel nesnenin prototipi aynı zamanda doğumundan itibaren sahnede olan ölüm içgüdüsüne karşı egonu destekleyecek yaşam içgüdüsü güdümünde introjekte edilecek. Bu içselleştirme denilen süreç aslında yeniden içselleştirme sürecidir. Çünkü bebek kendi olanı nesneye yansıtır ondan sonra içselleştirir. Böylelikle içselleştirilen sadece iyi nesne değil, bebeğin kendisiyle getirdiği agresyon ve açığa çıkmış agresyon potansiyeli nesneye yansıtılarak içselleştirilme sürecidir. Böylelikle egonun yapısında temel işlevi olacak ilk kısmı nesnenin kötü yanları da içselleştirilmiş olacak. Not etmek lazım ki bu kısmi nesneler bebeğin yaşamının ilk, kaotik ve dezorganize olduğu dönemde yani kabaca ilk 6 aydır. Bu da Kleinyen kuramda paranoid-şizoid konumdur. Bu evrede meme ilk kısmı nesne yarılmıştır: Tümden iyi ve tümden kötü olarak. Bu tümden kötü meme çocuğu aç bırakan, istediğinde orada olmayan memedir ama aynı zamanda kendi agresyonunu yansıtıp içselleştirdiği nesnedir. Yani egonun diğer bileşeni de kötü memeyle kurulan ilişki ve içselleştirilen kötü memedir de. Klein birçok metninde bazen self, bazen birey olarak kullansa da ego bizim metinde Klein’in de genelde topolojideki yapısal olan egodur. Yukarıda yazıldığı üzere egonun parçası olacak ilk kısmi nesnenin iyi yanının yanı sıra kötü kısmı da egonun üzerindeki etki açıdan tamı değildir. Zira agresyon dürtü bağlamının yanı sıra hostalite ve frustrisyon insan doğasının parçası olarak ölüm içgüdüsü de temel işlev görmektedir. Ama eğer işleyen süreç patolojik olmazsa bebek ilk 6 aydan sonra kötü ve iyi memenin aslında tek bir meme olduğunu farkına varacaktır. Bu yarma işlemi de splitting olarak ilkel savunma mekanizması olarak bilinmektedir. Bebek memenin tek olduğunu gerçekliğini fark edince depresif konuma geçmektedir. Bu hem de annenin bir bütün olarak algılanması olacaktır. Bu sebeple aslında içselleştirilmiş nesnelerin çocukluğun iki temel figürü: baba ve anne temelde ilk kısmi nesnenin izlerini taşımaktadırlar. Zira annesel ilişkinin niteliği babasal ilişkinin niteliğini belirlediği üzere temelde memeyle kurulan ilişki tüm nesne ilişkilerin prototipini oluşturmaktadır Kleinyen kuramda.Klein, nesne ilişkileri kuramının öncü ve kurucularından sayılmaktadır. Bu bağlamda Freud zamanında ama Freud’ün metapsikolojisindeki dürtü odaklanmasından neredeyse paradigmatik kayma yaşayarak ödip dönemden preödip döneme odaklanmış ve dürtünün kendisinden onun hedefi olan nesnesine, bilinçdışı nesnesine yönelmiştir(Burada Lacan’ın post-freudyenlere eleştirisinin anlamını da görebiliriz). Klein insan “kaderini” ödip sürecinde çıkışla oluşan ruhsal aygıtın yapılanmasına bağlayan Freüd’un kuramını bir önceye, daha ilkel ve birincil(primer) süreçlerin eşiğinde işleyen döneme inerek ödip’in kaderini preödipteki nesne ilişkileri üzerinden okumuştur. Klein’i kuramı kabaca ilk bir seneye ve bunu da kaba taslak olarak ilk ve sonraki olacak şekilde iki 6 aya bölmüştür. Bu iki süre “konum” olarak tanımlanmış ve Freud’ün tanımladığı tüm psikeseksüel gelişim aşaması bu iki konumda teleskopaj denen yapıda iç-içe geçmiş şekilde bulunmaktadır. İlk konum (kabaca 6 ay) paranoid-şizoid konumdur. Buradan daha önceki genel psikolojiden bilgisinden gelen çağrışımlar, paranoiya ve şizofrenide tipik seyri olan hostilite kuramsal zeminin bulacaktır. Nitekim Klein bu konumun tipik savunma mekanizmaları yarılma ve yansıtmalı özdeşimi(Otto Kernberg yansıtmalı özdeşimi her zaman psikotik spekturumdaki patolojilerin savunma mekanizması olduğu düşüncesine itiraz eder) bu konumun yapısal özelliklerinden olan ilk nesnenin öncülü olan meme, kismi nesneyle olan ilişkideki paranoid-şizoid süreçlerdeki mekanizmalar olarak tanımlamaktadır. Bu konumda eğer çocuk kendi kalıtsal özellikleri dolayısıyla ya da annesel primer bakım dolayısıyla bir yoksunluk (ama çocuğun kalıtsal kapasitesi kimi patolojik yoksunlukları telafi etmede de işe yarayabilir) yaşarsa ilk kısmi nesne zulmedici nesneye dönüşerek içselleştirilir(ilk kısmi nesne iyi veya kötü olsun her zaman ödip sürecinin varisi olarak süper egonun bileşeni olarak içselleştirilir) (introvert). Eğer bebek ilk nesneyle güvenli ilişki kuramazsa geliştirdiği aşırı haset duygusu erken suçluluk duygusunu geliştirir ve bu ilk konumda bununla baş edemez. Yani bu suçluk duygusu da zulmedilme olarak görülür. Bu sebeple yansıtmalı özdeşim mekanizmasını kullanır. Bu süreçteki aşırı haset oral doyumu engeller ve bu da erken genital eğilimlerin devreye girmesiyle sonuçlanır. Bu demektir ki oral evre genitalleşir, evreler birbirine karışarak her evreye has fantezileri bulanıklaştırır. Yani genital evre oral kaygı sıkıntıların izlerin taşır kendi evresinde. Bu orallikten kaçış olarak genitallik güvensizlik ve dengesizliği tetiklediği gibi saplantılı mastürbasyonu ve aşırı seks düşkünlüğüne yol açabilir. Bu anlamda genitalliğin vaktinden önce ortaya çıkması suçluluğun erken başlamasına işaret edebilir ve bu da kendi sırasında paranoid ve şizoid vakalarda görülen bir durumdur.

Normalde bu suçluluk duygusu depresif konumun sonunda bebeğe saldırganlığın dışarıdan değil kendisinden kaynaklandığını fark etmesiyle baş edilebilir suçluluk duygusuyla depresif konuma geçer. Ama suçluluk duygusu aşırı olursa baş edilemez durum içsel nesnenin zulmedici niteliğini belirleyicisi olur. Bu ilk kısmi nesneyle kurulan ilişki sonradan içselleştirilecek ve süper egonun öncülü olarak işlev görecektir. Bu ilk kısmi nesneyle kurulan ilişki yaşamın tümüne yayılacak güven duygusu meselesiyle yakında ve direk ilişkili olarak kendini gösterecektir. Bu süreçten preödip sürecin ödipal dönemde nasıl fundamental bir rolü olduğunu görebilmekteyiz. Yani anneyle ve öncesinde anne memesiyle olan ilişki ondan sonraki tüm nesnelerle olan ilişkilerin kaderini belirleyecektir, aynı ödip döneminde babayla olan ilişkinin belirleyiciliği gibi. Diğer değimle güvenli olmayan içselleştirilmiş nesne annenin içindeki penis fantezisi, annesel özdeşimde o penis zulmedici nitelikleri taşıyacaktır, aynı ilk kısmi nesnede olduğu gibi. Bu sebeple Freud’un kadınların penis hasedinin etiyolojisinde işaret etmediği yeni bir bileşen, yapısal mesele bulunmaktadır. Penis hasedinin öncülü memeye duyulan primer hasettir. Yani memeye duyulan haset penise aktarılabildiği gibi ayni paralellikte anneye duyulan haset, babaya ve babayla olan ilişkide de kendini gösterecektir. Bu babayla olan ilişkinin bir senaryosunda annenin içindeki penis, (annenin sahip olduğu erkek ) kadının gelecek ilişkilerinde her kazanılmış erkeğin anneyle olan çatışmanın rövanşı olarak görülecektir. Ama buradaki tipik olan kazanılmış, ulaşılmış her erkeğin hemen akabinde değerini kaybetmiş olacağıdır.

Semayı Sadrına Sığdıramayanlar

Eli mızraplı gecenin karşısında çırılçıplak süzülen benliğim. Kırk beş senelik bir ağırlık omuzlarımda. Bilinmezlerle oyaladığım bir de küçüğüm. Odamın tavanında, her biri bir renk olan bin bir el uzatılmış. Şairin beynindeki cinlerin düğünü, şimdi odamın tenhalarında. Tadı biraz acı gecelerin. Aslını kaybediyor uyku, dikenimsi hâl alıyor pencerem. Kilometrelerce öteye gidiyor karşı apartman. Sakinler bir adım ötede. Memleketin oluyor karşı komşun.

 Toprağın kadar özümsüyorsun birbirini. Mesafenin varlığı inkar edilemez ancak kapının altından aydınlatıyor hüzmeleri eşin, dostun. Sancılı imtihanların devası pek bir kıymetli. Şakaklarımı mesken edinmiş baş parmağımın izi. Bulduğun ilk aynada başlayan derin yüz analizleri bir yana vakitten vakte hasretsin vechine. Yeni bir semptomun dürtmesiyle irkiliyorsun, inliyorsun. Vücudunda gezmesine izin veriyorsun bir yabancının. Ecnebi topraklarının huyunu almış, dil bilmezsin iz bilmezsin.

Bilinmezliğin çukurunda kendi yalnız akvaryumunda çırpına dur. Göğsüne oturan yumru tahtı ele geçirmiş, naralar atıyor. Şaha kalkmanın deryasındayken, sen biriylesin. Semayı sadrına sığdıramayan biri. Şafi olandan gelecek şifa tek kanat kelebek avuçlarında. Bir açıp bir kapatma oyunu oynarken şahitlik ediyorsun ona. Serçeye çalan kalbimin ritmi telefonun ardındaki yabancıya dargın. Ân olmaya dahi sabredemeden geçip giden tüm ânlara dargın. Hastalığa sağlığa imza atan iki bedenden birinin soluk sayışına şahitlik ediyorum. Ağlıyorum, içimdeki bu yumruya teşekkür ediyorum. Baki olana bir düğüm daha yakın, fani olan bu aleme bir adım uzağız..

Tanrılar Yok Olmaya Mahkumdur

Bir ölü ayaklanıyor, Günaha bulaşmış sokaklarda
Bir ölü, yürüyor yalınayak
Bir çocuğun gülümsemesinde idam ediliyor umutlar
Yeminler boşa Tanrılar acılarımızdan ibaret.
İyi niyetlerim firarda.
Tanrım sana gelen yollar labirent
Bekareti bozulmamış gecelerin doğurduğu çocuk ve ben;
Ahmağıyız bu yolların.
Tanrım yürüdükçe uzaklaşıyorum senden
Acılarım azaldıkça küçülüyorsun
Çünkü sen ihtiyaçsın ve ben muhtaçlıktan hür bir köle..
Yavruağzı isyanlarım ve maviye boyalı ziyanlarım var
Aklım karışıyor Tanrım, ama biliyorum ki;
Benim sana olduğum kadar sen de bana muhtaçsın.
Neden Tanrım?
Şiirime tecavüz ederken aşktan nasiplenmemiş gözler
Müsveddesi oldun yarattığın bu karanlığın.
Harf harf inlerken imgelerim
Sen kör bir güneşin sağır sıcaklığında seyrettin beni
En mahrem duygularım erirken gözlerinin
Gölgesine
Sen kirpik kirpik soydun ruhumu ve serdin gözler önüne
Üstelik seni ben yaratmışken..
İyi dinle beni Tanrım
Bu gece dökeceğim içimi çünkü bu sana dair son gece
Bir şiirle yarattığım seni bir şiirle yok ediyorum
Benden bu kadar Tanrım ben ALLAH’a gidiyorum..

Dilhâne

Bir anlam beliriyor aniden
Savruluyor düşünceler inceden
Usulca koparıyor anılar kendini derinlerden
En çaresiz, en dipsiz kuyulardan
Yorgun, bulanık, belirsiz…
Kopmuş dalından, savrulmuş fütursuzca
Bütün bu hengamenin ortasında
Yapayalnız kalıveriyor
Ah cânım, şeker pembem, yavru ağzım
İyiliğin hası, yüreğimin güzelliği
Sana ne oldu da, düşürdüler gönlünü?

Sen, sen değilsin bu sessizlikle
Sen, sen değildin bu sensizlikte…

Sana kim değdi, kim yüklendi bağrına?
Seni kim serdi, kim sürdü diyarlarından?
Oysaki sen en incesiydin sevgilerin
En içteni, en ahseni…
Yuvan oldu gördüklerin,
Düşün oldu düşündüklerin
Kabûlün oldu duydukların
En sonunda yine veremin oldu saydıkların

Sen, sen değilsin bu sessizlikle
Sen, sen değildin bu sensizlikte…

Tanrıya Mektup – 1

Sevgili Tanrım

Korkuyorum, senin varlığından da yokluğundan da. Yollarımı her zaman karıştırıyorum, gece geç vakitlere kadar ağlıyorum, neden bir kez bile doğruyu seçemiyorum? Peki neden en güçsüz taraftayım? Bilemiyorum.

Bu sefer düştüğümde beni kaldırmayacak mısın? Koşuyorum, ayaklarım kanıyor yaralarıma ortak olamayacak mısın? Işığın olmadan yolumu bulamıyorum, beni karanlıkta mı bırakacaksın?

Seni ne kadar üzdüm, kırdım bilmiyorum ama beni affetmeyecek misin? Her zaman tek başıma olduğumu biliyorsun, beni sen de mi yalnız bırakıp gideceksin?

Ruhum sevgine açken, senden hep umut beklerken, tam da sana en lazımken bana arkanı döneceksin?

Elim gün geçtikçe boş kalıyor. Yaşamaya olan sevgim yok oluyor. Kalbimi avuçlarının içine alıp onarmayacak mısın?

Bitiyorum. Tüm bunların sonuna geliyorum. Yanında bana bir yer ayırmayacak mısın? Ve ışığı en yakından görüyorum. Benimle ölümde buluşmayacak mısın?

Çokça sevgiler ile…

-NİSANUR ER

“Ahlat Ağacı” Filmindeki Baba-Oğul İlişkisine Psikodinamik Yaklaşım

(…) ahlat ahların ağacıydı, yaşlanmaya başlayanların,
itiraf edilememiş aşkların,
evde kalmış kızların.
ahlat ahların ağacıydı,
cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
öyleydi işte.
(Madak, 2012: 20)

Ahlat Ağacı, yönetmenliğini Nuri Bilge Ceylan’ın gerçekleştirdiği dram türündeki 2018 çıkışlı sinema filmidir. Bu çalışma baba ve oğul ilişkisini psikodinamik açıdan ele almaktadır. Film, Sinan’ın üniversitede sınıf öğretmenliği bölümünü bitirerek eve, Çanakkale’nin Çan ilçesine dönüşüyle başlıyor. Başlangıçta Sinan ile babası İdris’in ortak yönü sınıf öğretmeni olması gibi gözükür. İdris doğaya tutkun, paragöz olmayan, duyarlı, romantik, kasabadakilerden daha fazla kitap okuyan, geleceğe dönük umutları ve hayalleri olan tarım ve hayvancılıkla ilgili fikirleri olan biridir. Bu fikirlere Rus edebiyatında rastlarız. Özellikle Dostoyevski ve Tolstoy romanlarına baktığımızda sayfalarca yazarların tarımla ve hayvancılıkla ilgili fikirlerini görürüz. İdris, eşi Asuman’ı da bu fikirleriyle tavlamıştır. Asuman onun kasabadaki diğer erkekler gibi olmamasından dolayı İdris’e aşık olur. Ama eş terapisinden bilinir ki bir insanın bir insana aşık olmasına sebep olan özellikler o ilişkinin sonunda ayrılmasına sebep olan özellikler olur çoğunlukla.

Filmde bu özelliklerin İdris’i bir şekilde toplum dışına itmesi, toplum dışına iterken de hayallerinden boşalan yerin at yarışı yani kumarla doldurduğunu görürüz. Evini, arabasını her şeyini maaşına haciz gelecek kadar kumara yatırdığını görürüz. Uçan kuşa da borçlu olan İdris, bir çeyrek köfte yiyebilmek için oğlundan para isteyecek duruma gelir. İdris kendini o kadar kaybetmiştir ki İdris’i İdris yapan özelliklerden o kadar sıyrılmıştır ki değer erozyonuna uğramıştır ve kumar gibi küçük işlerle uğraşması da bundandır. Çok sevdiği öğretmenliğini bile çok berbat şekilde yapar. İdris bir nevi depresyondadır çünkü insanlar depresyon süreçlerinde yaptıkları işi değersizleştirirler, keyif aldıkları şeyleri bırakırlar, giderek bir çıkmazın içerisinde hallerinin ne olacaklarını düşünüp bu düşüncenin içerisine gömülürler. İdris kumarla özdeşleşmiş bir karakter, ne yapsa kumar oynuyor sanırız. Film boyunca bize çeşitli sahneler verilir ama bir kere bile kumar oynadığına tanık olmayız. Yönetmen âdeta bir şey yapıyor(kumar oynuyor) izlenimi verir ama yapmaz. İdris belki de sadece o hazzı hayal eder. Öte yandan bağımlılıkta genetik bir yatkınlık vardır. Yani bağımlı olan kişilerde bu bağımlılığın temeli 15 yaşına dayanır. 15 yaşından itibaren yer değiştirse bile devamlı olarak hayatın bir parçası olarak vardır. Kısacası bağımlılığın genetik kompetenti vardır. İdris’te ise kumar bağımlılığı bir hayal kırıklığıyla başlar. Hayal kırıklıkları ile geçen zaman dilimini, kumar coşkusunun, tutkusunun getirdiği heyecanla doldurmaya çalışıp bunu beceremeyip aslında artık hiçbir tutkusunun kalmadığı hayal kırıklarının tam anlamıyla ortadan kalktığı tek tutkusunun hiç kimsenin inanmadığı, babasının dahi kendisine inanmayıp hakaretler ettiği suyun çıkma olasılığının olmadığı yerden su çıkartmaya çalışan, kuyu kazan bir insana dönüşmesinde yani tutkusunu ve coşkusunu yine toprağa, doğaya yönelttiği biri olarak görürüz. Orada yaşam coşkusunu, yaşam enerjisini yani libidoyu bulur. İdris’i tekrar kendini iyi hissettiren, güzel şeyler yapabildiğini gördüğü yer doğadır. Çünkü doğayla tekrar bir şeyler yapabildiğini bunu gerçekleştirebildiği anlamda mutlu olduğunu ve iyi hissettiğini görürüz. Çünkü var olan andaki sorunlara takılıp kurban pozisyonuna girdiği zaman insanların ilerlemeleri pek mümkün değildir. İdris hayattaki duruşunu, kendisi için önemli değerlerini hatırlayınca bunları hayata geçirebilme gücü bulduktan sonra kendini iyi hisseder ve kuyudan su çıkmasa bile yine onlar(köylüler-İdris’in babası) haklı çıkmış olsa bile yine hayatı severek ve kendisiyle ilgili iç huzura sahip olarak geçirir. Sinan ise kasaba dünyası sevmeyen, büyük kente gitmek isteyen, büyük yazar olmak isteyen yani yazar olarak var olup kasaba kültüründen kurtulmak isteyen bir insandır. Kitabını hiçbir şekilde bastıramaz çünkü yeterli altyapı ve çevresi yoktur. Babasının çok sevdiği köpeği ve aile büyüğünün eski kitaplarını çalıp satar ve kitabı bastırır. O sırada askere gider, döndüğünde kitabı Ahlat Ağacı’nı tek okuyan kişinin nefret ve sevgi ilişkisi geliştirdiği babası olduğunu görür. Babası bu arada emekli olup köyde kuyunun yanındaki barakada yaşamaktadır. Kuyudan umudu kesmiştir çünkü su çıkmamaktadır. Hayattan umudunu kesmiş, onu tek hayatta tutan şeyin oğlu Sinan’ın yazmış olduğu Ahlat Ağacı adlı kitabı her gece tekrar tekrar okuyup altını çizmektir. İdris’in yeni yaşam sevinci budur. Tek okurunun babası olması aracılığıyla Sinan tekrar babasıyla manevi barış yapıp özdeşleşmeye girip ödipal dönemi sağlıklı bir şekilde atlatıp babasının hayalinin peşinden gitmeye karar verdiği bu da aynı zamanda kendisinin de tekrar sağlıklı hayaller kuracağı aşamaya geldiğini gösteren kuyu kazma eylemiyle verilir.

Freudyen psikanaliz, baba-oğul ilişkisini Sofokles’in yazdığı bir öyküden yola çıkarak tanımlamaktadır. Bu öyküye göre, bir kâhin Thebai şehrinin kralı Laios ile eşi Iokaste’nin doğacak olan çocuklarının Laios’u öldüreceğini söyler. Bunun üzerine çocuk doğar doğmaz dağa bırakılır. Korint Kralı Polybos tarafından büyütülen Oedipus isimli bu erkek çocuk, büyüdüğünde annesinin ve babasının gerçek annesi ve babası olmadığına dair söylentiler duyar. Gerçeği öğrenebilmek için Delphoi tapınağına doğru yola çıkar. Buradaki kâhinden, babasını öldürüp annesi ile evleneceğini öğrenen Oedipus, Korint’ten ayrılır. Yolda bir adamla tartışır ve onu öldürür. Oedipus, Thebai’ye ulaştığında Sphinks adlı canavarın sorduğu sorulara doğru yanıt veremeyenleri yediğini görür. Canavarın bilmecesine doğru yanıt veren ve onun yok olmasını sağlayan Oedipus’u halk krallıkla ödüllendirir. Bu şekilde Thebai Kralı olan ve bilmeden annesi Iokaste ile evlenen Oedipus, yıllar sonra şehri saran veba salgınının nedenini bir kâhine sorar. Babasını bilmeden öldürdüğünü ve annesiyle evli olduğunu bu kâhinden öğrenen Oedipus, iğneyle gözlerini kör eder. Iokaste ise kendini öldürür. Erkek çocuğun babasıyla ve annesiyle ilişkisinin irdelenmesinde Freud’un bu öyküden yola çıkarak geliştirdiği Oedipus karmaşası kuramı, erkek çocuğun annesine duyduğu sevgi nedeniyle babasını kıskanmasını ve bu doğrultuda babasıyla ilişkisindeki çelişkili duygularını nitelemek için kullanılmaktadır. Kuram, erkek çocukların babaya dair otoriteyle karşılaşmalarını; babalarını kendilerine rakip olarak görmelerini ve annelerinin ilgisini kazanmaya çalışmalarını konu edinmektedir. Freud’a göre, erkek çocukların dünyasında babaları büyük bir güç sahibidir, ancak anneye hissettikleri duygusal yakınlık, babalarını öldürme isteği duymalarına neden olmaktadır. Anne, erkek çocuğun düşünsel anlamda ilk sevgi nesnesi olduğu için çocuk, içinde anneye yönelik duygularını bastırmaya çalışmaktadır. Annesine sadece kendisinin sahip olmasını isteyen, babasını bu isteğinin önünde bir engel olarak gören erkek çocuk, baba, anneden uzaklaştığında rahatlamaktadır. Bu aşamada, babayı isteklerinin önünde bir engel ve rakip olarak görmesine rağmen erkek çocuk babaya da sevgi göstermektedir. Bu çift değerli duygular, erkek çocuğun bilinçdışında sürekli olarak bir arada yaşamaktadır. Freud’a göre, babanın rolü altı yaş öncesi olan Pre-Ödipal dönemde sevecen bir özdeşleşme figürü biçiminde ortaya çıkar. Ödipal dönemde çocuk kültürün düzenine girmeye başlar ve bu dönemle birlikte bilinçdışı da gelişir. Bilinçdışında çifte değerli duygularıyla yaşayan erkek çocuk, bir yandan babasını ortadan kaldırmayı amaçlarken diğer yandan ona karşı ruhunda bir sevgi barındırır. Annesine duyduğu düşünsel sevgi nedeniyle kendisine bir engel ve rakip olarak gördüğü babası tarafından cezalandırılacağı düşüncesini taşır. Ancak bu istek bilinç dışında varlığını sürdürdüğü için suçluluk duyar. Freudyen psikanalize göre erkek çocuk bir yandan babasını ortadan kaldırmayı amaçlayan bir kin ve nefret besler, diğer yandan babasına ilişkin bir sevgiyi ruhunda barındırır. Babası tarafından cezalandırılacağı korkusunu taşıdığı için annesi ile ilgili isteklerinden geri çekilir. Ancak bu istekler bilinç dışında varlığını sürdürdüğü için suçluluk duygusunun temeli de atılır. Freud’un Oedipus karmaşası olarak adlandırdığı bu dönemde, anne baba ve çocuk ilişkilerindeki aksaklıkların nedenleri yer alır ve bunların çözüme kavuşamaması ileriki yaşamın nevrotik belirtilerine neden olur. Bu karmaşanın üstesinden gelinebilmesiyle cinsel ve duygusal olarak yetişkin bir yapılanmaya ulaşılabilir. Freud’un kuramında bu dönemin amacı erkek çocuğun kendi cinsiyle, yani babasıyla özdeşleşmesini sağlamaktır. Bunun en iyi yolu da oğlun, rakip olarak gördüğü babasının yerine geçmeyi arzulamasıdır. Freud’a göre, kastrasyon endişesi yüzünden babasıyla ilişkisinde çatışma halinde kalmış bir erkek, özellikle ergenlik döneminde onunla barışmalıdır. Sinan’ın babadan kalan borçlarla uğraşması, metaforik olarak psikanalizde erkek çocuğun babasıyla ilişkisinden edindiği yüklerine gönderme yapar. Erkek çocuk için babanın kimlik kuruluş sürecindeki rolü, psikanalitik teoriye odaklanılarak ortaya konmakta, baba-oğul ilişkisi, Sigmund Freud’un Oedipus karmaşası kuramı çerçevesinde ele alınmaktadır. Bu kurama göre, oğullar babalarına hem hayranlık duyarlar hem de onlardan nefret ederler. Dolayısıyla baba figürünün sahip olduğu güce rağmen çocukların ona duydukları güvensizlik de söz konusu olmaktadır. Bu bağlamda, Freud’un kuramında erkek çocuklar, babalarını başlarına gelen şanssızlıkların nedeni olarak görürler. Ahlat Ağacı, başına gelen şanssızlıkların nedeni olarak gördüğü babasından ve onda cisimleşen taşradan uzaklaşmaya çalışan Sinan’ın çabasını ve bu doğrultuda tutunduğu edebiyat merakını anlatır; erkek çocuk için babadan kalan miraslardan kurtulmanın çıkışsız olduğunu; bu yolun ancak çorak toprakta bile olsa onun açtığı kuyuda su bulmaya çabalamakla aşılabileceğini gösterir. Freud, uygarlığın insan ve ilişkileri üzerindeki etkisini incelediği Uygarlığın Huzursuzluğu (1999) adlı çalışmasında, çocukluk döneminde biçimlenen ve yaşamın sonraki dönemlerinde de devam eden otorite imgelerini irdeler. Freud’a göre, çocukluk döneminde bireyin annesinin ve babasının gücüne ilişkin yaşadığı ve yarattığı arkaik imge, daha sonraki yaşantısında gücün ve otoritenin ne olduğu hakkındaki yargılarını biçimlendirir. Yetişkin olarak nitelendirilecek bir bireyin kendisi üzerinde bu denli etkili olan ebeveynlerinin güçlerinin farkında olacağı ancak bu güçten kendisini özerkleştirebileceği umulabilir. Ancak güç olgusunu bu nitelikte kavrayabilecek bireylerin sayısı pek de fazla değildir. Freud’a göre kitleler, otoriter kişilerle ilişkilerinde ilk çocukluk döneminin bu duygu karmaşasına geri dönüş yaşarlar. Sinan bir yandan babayı yok saymaya çalışırken tüm entelektüel birikimin temelini babasından alır. Tüm entelektüel meraklarını oluşturan tüm motivasyonunu sağlayan adam babasıdır. Tek okuru da üstelik babasıdır. Babasının bu samimiyetini gördüğü için onun bıraktığı kuyuyu devam ettirir.

İdris’in Sinan’a nasihat niteliğindeki son konuşmaları ise: “Var mı öyle pat diye hayale ulaşmak? Neler yaşadım, ne insanlar tanıdım. Çoğunu unutmuş olsam da unutuşun bile bir cazibesi var bence. İnsan biraz da zamanın içinde süzülmeli. İyi ve kötü anıları birbirine karışıp belirsizleşmeli ve silinip gitmeli. Silinmeyecek olanlar da var tabi. Zamana bir çentik atmak… Sen mesela kitabında değinmişsin bu zaman meselesine. Bu arada benden bahsettiğin bölümleri de okudum. Pek de iyi bahsetmemişsin. Eee öyle olacak tabi ya gençler önceki kuşakları eleştirecek. Öyle olacak ilerleme. Öyle değil mi?” Kısaca insanın kendi değerlerine sahip olması gerektiği ve bu değerlerin peşinden gitmesi, kendine uygun işleve, hedefe sahip olmasının erdemlilik olduğunu yönündedir. Yazımı Aristoteles’in Politikası’ndan alıntı yaparak sonlandırmak istiyorum: “Erdem söz konusu olduğu zaman, onu bilmek yeterli değildir. Ona sahip olmak ve yaşamak da gerekir.” Erdem bir etkinliktir, bir eylemdir. Ben dürüstüm, ben ahlaklıyım demekle ahlaklı ve dürüst olunmaz, bunu eyleme dökmek gerekir aksi takdirde hiçbir şey ifade etmez. Sinan da bunu, büyük bir coşkuyla babasıyla barışıp ortak bir eyleme döker. Belki hayal olabilecek bir eyleme, kuyuyu kazmaya…