23.4 C
İstanbul
Cumartesi, Ağustos 9, 2025

Defiato ‘dan 150 TL’lik 2000BWF Coin Hediye!

Yılbaşına Özel 2000 Coin BEDAVA

Bu Yılbaşında hediyeler Defiato‘dan.

Airdrop : 2000 BWF Token = Değeri ~20$

BWF Token, Bittrex borsasında listeli şekilde yer alıyor. 
Dilerseniz, 2000 BWF Tokenin değerini oradan doğrulayabilirsiniz.
Kesinlikle Kimlik Doğrulama Gerekmemektedir!

Adım Adım Yapacaklarımız (Çok Basit)

– https://www.defiato.com  Bu Linkten GMAIL hesabınız ile kayıt oluyoruz. 

– Mail onayını yaptıktan sonra siteden çıkış yapıyorsunuz…

– Sitedeki hesabınızdan çıkış yaptıktan sonra Christmass Gift bu linkten tekrar AYNI GMAIL hesabı ile LOGIN WITH GOOGLE (Google ile giriş yap diyerek) giriş yapıyorsunuz ve BİTTİ =)

2000 BWF Coini 14 Ocakta Çekim yapabiliyoruz… ❤️

Kimlik Onayına filan gerek yok…

Üye Ol: https://defiato.com/signup?r=NRH8JT

Bedava Bitcoin Kazan

9 Kere Leyla Filminden Lilith Efsanesi

Lilith Efsanesi

9 Kere Leyla filminden sonra gündemde olan Lilith Efsanesi tarihte feminizmin temellerini atan bir efsane olarak bilinir. Lilith Sümer, Pers, Babil mitolojilerinde vampir, baykuş ve yılan olarak tasvir edilir. Gılgamış Destanı‘nda kötü ruhlu bir dişi olarak yer alır. Rönesans Dönemi’nde ise birçok ünlü esere konu olur.

Efsaneye göre Adem’in Havvâ’dan önceki ilk eşi olan kızıl saçlı Lilith tüm kötülüklerin anasıdır.

Lilith, Adem ile aynı şekilde aynı topraktan geldiği için eşit olduklarını savunur ve ona itaat etmek istemez. Ancak bir türlü anlaşamazlar ve sonunda Lilith cennetten kaçışın tek yolu olan Tanrı’nın yasak ismini söylerek cennetten kaçar. Bu kaçışla birlikte dışlananlardan kabul edilir ve şimdi ki Kızıldeniz’de bir mağarada bulunan İblisler ile yaşamaya başlar. Günde yüz çocuk doğurduğu ve bu çocukların cin, şeytan, vampir olduğu söylenir. 

İnanışa göre ona kötülüklerin anası denmesinin ve dünyada bu kadar çok kötülük olmasının sebebi bu çocuklardır. Tanrı, Lilith‘e Senoy, Sansenoy ve Samengelof adında üç melek göndererek geri dönmesini ve itaat etmesini, eğer dönmezse her gün bir çocuğunu öldüreceklerini söylerler. Ancak Lilith bu çağrıyı geri çevirir ve geri dönmez. Bunun üzerine melekler her gün Lilith‘in kötülüğü yayan bir çocuğunu öldürür.

Tanrı yalnız kalan Adem için Havvâ’yı yaratır. Ancak bu kez eşit olmamaları adına Adem’i uyutup onun kaburga kemiğinden yaratmıştır. Adem’in Havvâ ile olan bu birlikteliğini kıskanan ve çocuklarının acısını çeken Lilith intikam almak için yılan formuna bürünür ve cennete gider. Havvâ’yı yasak meyveyi yemesi için kandırır. Yasak elmayı yiyen Adem ve Havvâ cennetten kovularak dünyada ölümlü olarak yaşamaya başlar. Lilith ise ölümsüzdür ve Adem ve Havvâ’nın çocuklarını öldürmeye başlar. Söylentilere göre erkekleri sekiz, kızları yirminci gün içinde öldürür.

Lilith İslamiyet’te yer almaz ancak Türk Mitolojisi’nde “Albastı”, “Albız” veya “Al Karısı” olarak bilinir. Birçok batıl inanca da yol açmıştır. Türk adetlerinde lohusa kadını al basmasın diye yanında dini kitap bulundurulur, kırmızı kurdele takılır ve yalnız bırakılmaz. Akşamları çocuk kıyafetleri çamaşır ipinde bırakılmaz. Çünkü bunları gören Lilith‘in o evde bir çocuk olduğunu anlayıp öldürmesinden endişe edilir.

9 Kere Leyla’da Lilith

Yönetmenliğini Ezel Akay’ın yaptığı başrollerinde Demet Akbağ, Haluk Bilginer, Elçin Sangu, Fırat Tanış, Alican Yücesoy‘un yer aldığı geçtiğimiz hafta vizyona giren 9 Kere Leyla filmi Lilith efsanesini konu ediniyor.

Filmin başında şu konuşmayı dinliyoruz:

Yine kan revan içinde her yer. Cinayetin keşfi. Düşünsene erkeğin biri çıkıyor ve cinayet işlemeyi keşfediyor. Kardeşini öldürüyor. İcada bak. Bunların bildiği tek şey öldürmek. Öldürecek kimse kalmasa kendilerini öldürürler. Halbuki kadın aşkı buldu. Onlar ne yaptı? Onlara aşık olmaz yetmez. Kendini ispatlayacak ya. Uğruna ölürüm diye kandırabileceği kadın lazım. Sonra… Çok sevmiyordu, öldürdüm. Beni sevmiyordu, öldürdüm. Başkasını sevdi, öldürdüm. Ya aşkın cinayeti olur mu? Aşkın sevişmesi olur… Adem dünyayı güzelleştirdi ben kadınlara musallat oldum. Ha? Hadi oradan! Aslında yazıyı bulan bendim. Ekip biçmeyi önce ben öğrendim, öğrettim. 

Yıllardır evli olan Adem (Haluk Bilginer) ve Leyla (Demet Akbağ) evlilik terapisti Nergis’e (Elçin Sangu) giderler. Bu görüşmede Adem, Nergis’e aşık olur. Nergis ise zengin bir arkeolog olan Adem’in parasına aşık olur ve ilişkileri başlar. Bu yasak ilişkideki tek engel ise Leyla’dır. Adem Leyla’ya boşanmak istediğini söyler ancak Leyla kocasına aşıktır ve boşanmak istemez. 

Nergis ise Adem’i ayrılmakla ve avukat Hâris (Alican Yücesoy) ile evlenmekle tehdit eder. Bunun üzerine Adem, Leyla’yı öldürmeye karar verir ve bunu kaza süsü vererek yapmayı planlar. Leyla’yı tam dokuz kez kaza süsü vererek öldürmeye çalışır. Tüm bu olayların arasında ise Adem’in bir servet ödeyerek müzayededen aldığı Lilith‘in el yazmaları tablosunu arayan Mahdum Bey (Fırat Tanış) de Adem’in başına bela olur.

Adem’in küçükken üzerine düşen dayısının korkusu film boyunca peşimizi bırakmıyor. Her öldürme planınında renkli takım elbiseleriyle farklı şarkılar söyleyerek dans eden, rüya ve bayılma serüveni yaşayan Adem’in komik maceralarına yakından tanık oluyoruz. Çizgili pijamalı dayı ise uzun süre hafızalarımıza kazınıyor. 

Kızıl saçları, beyaz teni, filmin giriş konuşmasıyla Elçin Sangu‘yu Lilith sanmamız isteniyor. Ancak filmin sonunda mitolojiden alışık olduğumuz Lilith‘ten çok daha farklı bir Lilith görüyoruz. Önemli bir mesajı da Lilith‘in temsil ettiği feminizmle birlikte muhteşem bir kadın gücü oluyor. 

“Hiç erkek pilot, erkek yazar, erkek doktor diye bir şey duydun mu? Utanmasalar, ‘İnsan, bir de yanına ‘Kadın İnsan’ diyecekler!”

Ava giderken avlanan Adem ardında iki kadın bırakıyor ve aralarında şöyle bir diyalog da geçiyor:

Nergis: Bu kadar şeyden sonra nefret etmediniz mi erkeklerden? 

Leyla: Olur mu öyle şey? Cinsiyet meselesi değil, zihniyet meselesi bu.

Unutmak Yıllar Alır, Hatırlamak Bir An: Suskunlar

Kime koşarsın canın yandığında?

“34 yaşındayım, bir seni sevdim çok saçma. Çok saçma ulan buradasın dokunamıyorum çok saçma” repliğinden ibaret kimi için Suskunlar kimi içinse “İçerde dokudunlar mı oğlum sana” sahnesinden… Fakat hep popüler olanın dışında, kuytu köşe dingin bir yerde bulmaz mıyız kendimizi?

Siz diyin Ecevit, Bilal, İbo, Zeki ben diyim Şerif, Sarı, Iska, Yanık… Bu 4 küçük ufaklık ve onların biriciği Ahu’nun masum bir haylazlığıyla başlar dizi. Sonra olanlar olur ardı ardına.. Haylazlığın sonu hapishaneye, hapishane kapısı Takoz’a, Yarasa’ya, Gazanfer’e, Sait’e açılır. Dayaklar, işkenceler birbirini kovalarken artık hapishaneden çıkış vakti gelmiştir ki her şeyin bittiği fakat her şeyin yeniden başladığı, hayatlarının onlara sunabileceği en kötü geceyi yaşarlar. Takoz, Şerif ve diğerlerine tecavüz eder. Birbirlerini bir daha görmemek tekrar o geceyi hatırlamamak için birbirlerine söz verirler ve yollarını ayırırlar…

En çok sevdiğin, en zor anında yanına koştuğundur.

Yıllar ne Ahu, Sarı ve Iska’yı ayırabilmiştir. Ne Şerif’ten karanlığın korkusunu silebilmiştir. Her biri hayatlarına yeni yollar çizerken Yanık, kız istemeye gideceği günün sabahında özel şoförlüğünü yaptığı arabada o ismi duyar ve geçmişin tüm karanlık kapıları tekrar aralanır… Özcan Tiryaki ya da namıdiğer Yarasa Yanığın kurşunlara dizilirken haberini gören Sarı, Iska ve Şerif tekrar,ayrılmamak/ayrılamamak üzere bir araya gelir…

Unutmak yıllar alır,hatırlamak bir an

Şimdi Ahu’nun Şerif’le Sarı arasında gitgelli aşk ikilemi. Sarı’nın öfkeli intikam planlarına karşı çıkmaya çalışan Şerif’in Takoz, Sait ve diğerlerini adalete teslim etmekle çocukluğundan kaybettikleri arasındaki gitgelleri. Iska’nın herkesin yüreğine değen masum bakışları ve gözyaşları ve çok daha fazlası izlerken yüreğinize dokunacak sahnelerle can bulur.

Günlerce haftalarca anlatabileceğim nadir diziler arasında Suskunlar, mana yüklü, her şeyiyle çok kıymetli… Göz yaşınız göz pınarlarınıza geldiği an sakın çaba harcamayın durdurmak için, Ahmet Kaya en güzel ezgileriyle bir anda çıkıverir ortaya ve döker yaşları usulca… He bir de öneri iyisiyle kötüsüyle olsun ki samimiyetimiz, güvenimiz artsın. Bana kalırsa 2.sezon 1.sezonun hatırına izlenir;naçizane fikrim. Ha bir de çocukluklarını canlandıran çocuklar, yetenekleriyle gönülleri fethedecek benden söylemesi.Keyifli seyirler dileyip en sevdiğim sahnelerden birini size bırakırken dizinin her anında hissedilen ve final sahnesine de eşlik eden o cümle geçiyor zihnimden…

Bizim sonumuz ta en başından belliydi

Âşık Sümmâni: Ervah-ı Ezelden

Âşık Sümmâni: Ervah-ı Ezelden - Sözleri, Ne Demek? Grup Abdal
Âşık Sümmâni: Ervah-ı Ezelden - Sözleri, Ne Demek? Grup Abdal

Şâirim,

Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası,

Ayak seslerinden tanırım.

Ne zaman bir köy türküsü duysam,

Şairliğimden utanırım.

Bedri Rahmi Eyüboğlu

Âşık Sümmâni Kimdir?

Âşık Sümmâni: Ervah-ı Ezelden

1861 yılı Erzurum Narman ilçesi Samikale doğumludur. Asıl adı Hüseyin olan Âşık Sümmâni, okuma yazma öğrenememiş ve bir eğitim almamıştır. Uzun süre çobanlık yapan Âşık Sümmâni, hayali sevgilisi Gülperi’yi bulmak için yazdığı ve içerisinde koşmalarının da olduğu Sümmâni ile Gülperi hikâyesiyle ünlüdür. Kendi adıyla anılan türkü ağzının sahibidir. 11 yaşında gördüğü rüya ile aşk ateşine düşmüş, rüyasında gördüğü Gülperi’yi ömrü boyunca aramıştır. 11 yaşında yine dönemin büyük şairlerinden olan Âşık Erbabi ile karşılaşmış kendisini ustası olarak kabul etmiş, ilk eğitimini Âşık Erbabi‘den almıştır. Şiirlerinde daha çok aşk, sevgi, tasavvuf ve nasihat konularını işlemiş olan şair, genellikle şiirlerini hece ölçüsüyle yazmıştır. Aruz vezni ile yazdığı çokça şiiri mevcuttur. Ancak 11’lik hece ölçüsü ile yazdığı şiirleri hafızalarda daha çok yer etmiştir. Birçok halk şairi ile karşılaşmıştır. Ancak Aşık Şenlik ile yaptığı karşılaşmalar Erzurum ve Kars’ta dillere pelesenk olmuş dizelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. 5 Şubat 1915 yılında hayata gözlerini yuman Sümmâni, Samikale köyündeki mütevazı türbesinde ebedi istirahatine devam etmektedir.

Ervah-ı Ezelden Sözleri

Ervah-ı ezelde levh-i kalemde,
Bu benim bahtımı kara yazmışlar.
Bilirim güldürmez devr-i âlemde,
Bir günümü yüz bin zâra yazmışlar.


Ervah-ı Ezel, ruhların ilk yaratıldığı zamandır. Ervah ruh, ezel ise başlangıcı belli olmayan, öncesizlik anlamına gelir. Buna “kâlû belâ” da denir. Burada “kâlû belâ”yı açıklamakta yarar görüyorum. Allah dünyayı ve içindeki varlıkları yaratmadan evvel, öncelikle gelmiş ve gelecek bütün insanların ruhlarını yaratmıştır. Tüm ruhları bir âlemde bir araya getirmiştir. Daha sonra hepsini birden huzurunda toplayarak “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuştur. Ruhlar da “Evet, sen bizim Rabbimizsin.” diye cevap vermişlerdir. “Ancak sana ibâdet eder, senden yardım dileriz.” demişlerdir. İşte bu konuşmanın vuku bulduğu zamana, kâlû belâ denir. Lev, levhadan gelmektedir. Lev-i kalem ise levhayı yazan kalem manasına gelir. İnsanın kaderinin, var olduğu sürece gerçekleşecek olayların yazılı olduğu levhayı yazan kalemdir. Buna levh-i mahfuz da denir. Dolayısıyla, ervah-ı ezelden levh-i kalemden ifadesi ruhların ilk yaratıldığı, Rablerine söz verdikleri ve bu sözleriyle birlikte kaderlerinin yazılıp muhafaza altına alındığı anı nitelemek için kullanılıyor. Bir tanıma ve söz verme olduğu için, insanın bu dünyadaki sorumluluğunun da kaynağını oluşturuyor. Sümmâni kaderini anlatmak için şu dizeyi kurmuş: Bilirim güldürmez devr-i alemde, bir günümü yüz bin zâra yazmışlar. Zâr Farsçada inleme, ağlama manasına gelen bir kelimedir. Her gününün yüz bin sıkıntı olduğunu dile getirmektedir.

Dünyayı sevenler velî değildir,
Canı terk edenler deli değildir,
İnsanoğlu gamdan hâli değildir,
Her birini bir efkâra yazmışlar.

Erbab-ı garez: garez duyan, kötülük ve kin besleyen insanları temsil etmektedir. İkinci dizede de nefsinden vazgeçip ilahi aşka yönelenleri anlatmıştır. ”İnsanoğlu gamdan hâli değildir.” Hâli: tenha, boş, sahipsiz, ıssız, içinde bir şey olmama anlamını taşır. “İnsanoğlu gamdan hali değildir” ifadesi gamdan uzak değildir veya gam ile doludur manasına gelir. Her insanın levh-i mahfuzuna yazılmış bir efkarı, bir derdi var demektedir.

Nedir bu sevdanın nihayetinde,
Yâdlar gezer yârin vilayetinde,
Herkes diyârında muhabbetinde,
Bilmem bizi ne civara yazmışlar.

Arif bilir aşk ehlinin hâlini,
Kaldırır gönlünden kîyl-ü kâlini,
Herkes dosta yazmış arz-ı hâlini,
Benimkini ürüzgâra yazmışlar.

Arif olan aşkı yaşamış, görmüş, özümsemiş olanın halinden anlar. Gönlünden dedikoduyu, vesveseyi (yani kîyl-ü kâli) kaldırır. Arzuhalci; arz-ı hâl demek, dilekçe, istek temenni anlamına gelir. Herkes dosta yazmış, benimkini ürüzgara yazmışlar. Bu dizede bir kabulleniş söz konusudur. Devamında Sümmâni bu kabullenişi şu ifadelerle sorgulamaya gitmiştir:

Olaydı dünyada ikbâlim yaver,
El etse sevdiğim acep el ne der?
Bilmem tecelli mi, yoksa ki kader,
Beni bir vefasız yâre yazmışlar.

Yazanlar Leyla vü Mecnûn kitabın,
Sümmâni’yi bir kenara yazmışlar.

https://youtu.be/dR8enIV2GWw
 

Var

Bir zulüm var gecede,
Damla damla büyüyen.
Akıtır gözünden yaşı,
Adam gibi dinleyen.
Bir ah var gecede,
Kalpleri delerek geçen.
Bir zemheri var dîlde,
Üfledikçe sönmeyen.
Bir  ses var gecede,
Uykuları böldüren.
Kan mı damlıyor nedir,
Yoksa gözyaşım mı dökülen?
Bir özlem var gecede,
Bulutları sevmeyen.
Hüzün mü gökyüzündeki
Yoksa yüzün mü bana gülen?
Bir gül var gecede,
Burcu burcu kokmak isteyen,
Hürriyet mi bu gelen,
Yoksa dikenler mi penceremi süsleyen?
Bir ayrılık var gecede,
Vuslata hiç eremeyen.
Ferman-ı ilahî mi,
Yoksa mahşer mi kapıma gelen?
Bir sehpa, bir tabure var gecede,
Vurulmayı bekleyen.
Sehpa mı suçlu olan,
Yoksa insanlık mı çürüyen?

Güzel Bir Aile Babası İsmail Akıncı: Bizim Hikâye

Ben bu filmi bir kaç kez görmüştüm, ama bir türlü izlemeye vakit ayıramadım. Daha doğrusu böyle bir fırsatı kaçırmak istemedim. En azından günlük izlenilebilir bir film Bizim Hikâye. Bu filmden ders alacak, ve çok güzel bir aileye tanıklık edeceksiniz.

Çok iyi bir aile babasıydı İsmail, eşi Nimet hamileydi. Nereden bilecekti kapı çalındığında kötü bir haber alacağını, ama işte o kapı çaldı. Karşısında askerleri görünce tedirgin oldu. Eşini sordular, eşi bahçede belirdi. Ne olduğunu bilmeden kelepçeyi taktılar. Orada benim dikkatimi çeken en önemli husus eşinin gitmesine engel olan kadına jandarmaların: “Bir sus be kadın!” demesiydi beni çok üzen… Eşi İsmail, 12 Eylül 1980 döneminde ceza evine girer. Nimet hanım üç çocuğunu büyütür ve okutur.

Ha bu arada cezası neydi sorar gibisiniz? Cezası bir kadını öldürmek değildi. Hırsızlık da değildi. İnanamayacaksınız belki ama cezası yazdığı bir kitaptı sadece…

Avukat olan büyük oğlu Ahmet, babasının davasıyla ilgilendi. Haksız yere onca sene yattığını ve suçsuz yere yattığını söyleyerek İdae-i itibar davasını açarak günlüğü aldı.

Ne güzel diyor İsmail efendi oğluna : “İlk düşüşte vazgeçersen hiç bir zaman yapamazsın. Ne kadar düşersen düş kalkmayı bileceksin. Asla pes etmeyeceksin….. Herhalde bir babanın evladına en iyi ayağa kaldırmayı söyleten bir cümle. Pes etme.

Mücadele etmek, pes etmemek en iyi babanın, en güzel evladı olmak ve kalabilmek, en güzel şekilde babayı temsil etmek bu olsa gerek… Her baba oğlunu böyle olmasını, böyle yetişmesini ve gurur duymasını ister, kim istemez ki!

Aslında eskiden her şey güzeldi de bir o rütbeli olanlar yok mu ne üstünlük taslıyorlardı… Hepiniz adi suçlularsınız diyor komutan, ama orda hiç bir suça karışmayan bir adam vardı.

Soruyor İsmail Akıncı’ya komutan: “İsmin ne ve suçun ne?” Cevap veriyor: “İsmim İsmail Akıncı suçum yazar olmak.” Aslında her şey bu kelimede açık ve net. Yazar olmak suçtu o zamanlar… Bu sahne beni benden aldı.

Filmde en önemli husus bence; bir kadının her şeye rağmen dik dürüşü, her şeye göğüs geren, çocukları için ayakta kalan ve savaşan bir kadının duruşu sergilenmektedir. Bir kadın her şeye rağmen savaş ediyorsa, edebiliyorsa en büyük yardımcısı çocuklarıdır.

Ne güzel diyor Musa amca, İsmail’in risalesi bu… Ahmet, annen bunu sana verdiğine göre “Ya gönlün aşka düştü, ya da yolun aşka döndü.”

Aslında filmde anlatılan çok güzel şeyler var. Tesettür ile açık olmanın öneminin olmadığı, sadece insanlığın önemli olması gerektiğini vurgulamaktadır. En dikkat çekilecek bir bölüm daha da kuşkusuz ki gerçek aşklar olması filmde. Bu da filmi daha ilgi çekici yapmış…

Bu sözlerle bitirmek isterim:

İsmail Akıncı’dan,

Canım çocuklarım, size annenizle tanışma hikâyemizi anlatamadım, doğrudur. Çünkü sizi doyuncaya kadar göremedim. İlk gülüşleriniz kaldı aklımda…

Etkisinde kaldığım bir film oldu. Sizlerin de izlemenizi, o güzel hikâyeye eşlik etmenizi çok isterim.

Sosyal Medya Platformu Twitter, 2020’nin Enlerini Açıkladı!

Twitter’da en çok beğeni alan tweet

Twitter’da en çok beğeni alan tweet bu yıl hayatını kaybeden Chadwick Boseman ‘ın resmi Twitter hesabından paylaşılan tweet oldu. Tweet, aynı zamanda en çok retweetin de sahibi oldu.

2020’de en çok konuşulan isimler

Eski ABD başkanı Donald Trump birinciliği elinde bulundurdu.

1) Donald Trump
2) Joe Biden
3) George Floyd
4) Kobe Bryant
5) Barack Obama
6) BTS
7) Narendra Modi
8) Kanye West
9) Elon Musk
10) Kamala Harris

2020’de en çok konuşulan spor kulüpleri

Bu yıl Los Angeles Lakers en çok konuşulan kulüp olurken, aynı zamanda NBA şampiyonu da oldu.

1) Los Angeles Lakers
2) Manchester United
3) Barcelona
4) Dodgers
5) Real Madrid
6) Liverpool
7) Flamengo
8) Arsenal
9) Chelsea
10) Paris Saint-Germain

2020’de en çok konuşulan spor organizasyonları

NFL Super Bowl en çok konuşulan organizasyon olarak birinciliği elinde bulundurdu.

2020’de en çok konuşulan TV dizi ve programları

Brezilya ‘da yayınlanan versiyonuyla Big Brother en çok konuşulan TV programı oldu.

2020’de en çok kullanılan yiyecek emojileri

2020’de en çok kullanılan emojiler

Hüznün ve Aşkın Hikâyesi: Serenad

Haklı olanı güçlü kılamadığımız için güçlü olanı haklı kılıyoruz.

Serenad-Zülfü Livaneli

Serenad, Zülfü Livaneli‘nin altıncı romanıdır. Serenad, 60 yıllık bir aşkın ve siyasi konuların incelendiği bir eserdir. Zülfü Livaneli, bu eserinde siyaset ve aşkı odak noktası olarak almıştır. Serenad’da romanın başkahramanlarından Profesör Maximilian Wagner’in karısı Nadia’ya duyduğu aşk ile ona yazdığı Serenad, kitaba ismini verir. “Serenad” ismi, roman kurgusunun tamamı göz önünde bulundurularak yazar tarafından bilinçli olarak seçilmiştir. Hüzünlü ve yarım kalan bir aşk hikâyesinin izleği olan Serenad, romanın sonuna dek anlatılan aşk hikâyesine okurların ilgi ve dikkatlerini canlı tutmaktadır. Schopenhauer’a göre aşk, “Bir başka benzeri olmayan bir yanılsamadır ki insanın dünyada sahip olduğu her şeyi gerçekte kendisini başka herhangi birisinden daha fazla tatmin etmeyecek bir kadını elde etmek uğruna feda etmesine neden olur.” Roman kavramının özünde aşk temasına sıkça rastlanır. Özellikle Türk romanında da aşk vazgeçilmez bir temadır.


Maya Duran, İstanbul Üniversitesi’nde halkla ilişkiler departmanında çalışan ve rektör hakkında çıkan haberleri medyadan takip edip ona bilgi veren sözleşmeli bir memurdur. Eşinden boşanmıştır ve oğlunun velayeti ile birlikte tüm sorumluluğu Maya’ya aittir. Birlikte yaşadığı ergenlik çağındaki oğlu Kerem ile aralarında kopuk bir ilişki vardır. Çalışan, çocuk yetiştiren ve hayatın zorluklarıyla tek başına mücadele etmek zorunda olan Maya Duran, romanda kimi yönleriyle güçlü kimi yönleriyle hassas bir kadın profili çizmektedir. 2001 yılının şubat ayında soğuk bir İstanbul gününde İstanbul Üniversitesi’ne konuk olarak gelen Hukuk Profesörü Maximillian Wagner’i karşılama ve onunla ilgilenme görevi Maya’ya verilir. Maya, buna benzer karşılamaları ve misafirlerle ilgilenme işini çoğu kez yapmıştır. Maya için bu durum sıradan bir görevdir. Ancak profesörü tanıdıkça ve onun yaşadıklarını öğrenince hem acıklı bir aşk hikâyesine tanıklık eder hem de kendi ailesine ilişkin bazı gerçekleri öğrenir. Prof. Maximillian Wagner 87 yaşında ve Alman asıllı bir Amerikalıdır. Daha önce 1930′lu yıllarda İstanbul Üniversitesi’nde hocalık yapmıştır. Profesörün İstanbul’da olmasından İngiliz istihbaratından Türk İstihbaratına kadar pek çok kimse memnun değildir. Öncelikle Türk istihbarat görevlileri onu izlemeye almışlardır. Max ile Şile’ye gittikleri gün Türk istihbaratçıları Maya’nın evini ziyaret edip, oğlunu kullanarak Maya’ya gözdağı vermişlerdir. Maya bu durumdan üst düzey asker olan abisi tarafından kurtarılmıştır. Daha sonrasında Maya ile iletişime geçen İngiliz istihbarat birimleri de Maya’dan Wagner hakkında bilgi isterler. Maya ve oğlu Kerem de Wagner ile ilgili araştırmalar yaparlar ve onun gerçekte kim olduğunu merak ederler. Profesör ile Maya’nın ilk yakınlaşması Profesörün gitmesine az bir süre kaldığında yaptıkları Şile ziyaretinde başlar. Maya, Profesör ve Şoför Süleyman Şile’ye doğru yılın en soğuk gününde yol alırlar. Daha önce ziyaret ettiği Şile’yi yazın bile sevmeyen Maya, bu gezintiye bir anlam veremez. Şile yakınlarında Profesör diğerlerinden ayrılarak deniz kenarına iner ve kemanını çalmaya başlar. Yanında, üzerinde “Für Nadia (Nadia için)” yazan küçük çelenk de vardır. Çelengi denize atar ve kemanını çalmaya başlar. Ancak yaşlı adam soğuğa daha fazla dayanamaz ve soğuktan bayılır. Max, Maya ve Süleyman’ın yardımıyla yakındaki bir otele götürülür, donmak üzeredir. Bu esnada araba da bozulunca Süleyman yardım çağırmaya gider. Maya, vücut sıcaklığı giderek düşen ve baygın olan Profesör’e yardım etmek için soyunarak onunla aynı yatağa girer ve vücut ısısını ona bu şekilde aktarmaya çalışır ancak Süleyman döndüğünde olanları yanlış anlar. Bu olayı üniversite yönetimine anlatan Süleyman daha sonra Maya’nın başına dert açacaktır. Proseför’ü donmaktan kurtararak hayata döndüren ve sonrasında onu hastaneye götüren Maya, doktor olan arkadaşı Filiz’den yardım ister. Maya, Profesöre yapılan tetkiklerde, onun kanser olduğunu ve az ömrü kaldığını öğrenir. Maya, yaşlı, hüzünlü ve bir de kanser olduğunu öğrendiği adamın Şile’de deniz kıyısında ne işi olduğunu ve baygınken sayıkladığı ismin kime ait olduğunu çok merak eder. Maya’ya bir hayat borçlu olan Profesör, Maya’ya hayat hikâyesini anlatmaya başlar. Anlattıkları Maya’yı derinden etkileyecektir. Nazi Almanya’sında, Hitler Dönemi’nde bir üniversite öğretim üyesi olarak çalışan ari Alman olan Wagner, Yahudi bir genç kıza âşık olur. Bu genç kızın adı Nadia’dır. Max, Nadia’ya olan aşkını itiraf eder ve kısa bir süre sonra evlenirler. Evlendikten sonra Nadia “Deborah” ismini alarak Yahudi kimliğini saklamaya çalışır. Hitler’in dayattıkları, artık dayanılmaz hale gelip de Scurla Raporu ile Deborah’ın gerçek kimliğinin ortaya çıkma korkusundan dolayı Max ve Deborah Paris’e ve oradan da Türkiye’ye gitmeye ve orada özgürce yaşamaya karar verirler. Ancak olaylar istedikleri gibi gelişmez. Max’ın bir anlığına Nadia’nın yanında olmadığı sırada Nadia’nın Yahudi geçmişi anlaşılarak, trenden Hitler’in askerleri tarafından indirilmiştir. Max mecburen Nadiasız Fransa’ya gelmiş, oradan da pek çok Yahudi arkadaşlarının bulunduğu İstanbul’a geçmiştir. İstanbul’a geldikten sonra Max aynı zamanda hamile olan karısını Hitler’in işkencelerinden kurtarmak için pek çok yola başvurur. İlk aşama olarak karısına onun Katolik olduğunu gösteren bir vaftiz belgesi çıkartır ve tanıdıkları aracılığıyla karısının Nazi kampından memleketi olan Romanya’ya gönderilmesini sağlar. Ancak Romanya da Nazi egemenliği altındadır ve Nadia’nın bir an önce oradan uzaklaşıp İstanbul’a gelmesi gereklidir. Bunun için de ticaretle uğraşan komşusu Rober Arditi’den Romanya’da bulunan karısına ulaşması konusunda yardım ister. Bay Arditi Romanya’daki tüccarlar aracılığıyla Nadia’ya İstanbul’a gelmesi için parayı ve Max’ın Nadia’ya yazdığı mektubu gönderir. Kendisine gönderilen parayı ve mektubu alan Nadia, Köstance limanından kalkacak bir gemiyle İstanbul’a gelmek üzere “Struma” adlı gemiye biner. Struma Olayı: II. Dünya Savaşı sırasında, Nazilerden kaçan Yahudileri Filistin’e götürmek üzere Romanya’dan yola çıkan Struma gemisinin, İstanbul açıklarında Sovyet denizaltısı tarafından batırılması İstanbul açıklarında motoru bozulan ve yolcularının karaya çıkmasına izin verilmemesi sonucu, 768 kişi hayatını kaybeder. Struma’nın batışı, II. Dünya Savaşı’nın denizde en fazla sivil kayba yol açan olayı olarak tarihe geçmiştir. Yanında Katolik olduğunu gösteren Max’ın temin ettiği belgeler de vardır. Gemi yolculuk sırasında arıza yaptığı için İstanbul’da demir atar. Gemiden kimsenin inmesine izin verilmez çünkü dönemin İstanbul hükümeti böyle bir karar almıştır. Gemi iki buçuk ay İstanbul açıklarında kaldıktan sonra Rus denizaltı tarafından havaya uçurulur. Gemideki 769 kişiden sadece David adlı bir genç kurtulur ve Nadia hayatını kaybeder. Max’ın Şile sahilinde kemanla çaldığı parça Nadia için bestelediği ve evlenme teklif ederken çaldığı parçadır. Wagner bu parçayı Schubert’in Serenadı’ndan esinlenerek büyük aşkı Nadia’ya yazmıştır. Şile’ye gittikleri gün olan 24 Şubat ise Nadia’nın ölüm yıl dönümüdür.

Dinlediği bu gerçek hayat hikâyesi Maya’yı derinden etkiler.Maya, Nadia ile birlikte ailesini de düşünür. Babaannesi Semahat (Mari) hanım bir Ermeni, anneannesi Ayşe (Maya) ise Mavi Alay’dan canını zor kurtarmış Kırımlı bir Türk kadınıdır. Maya bu şanssız üç kadın içinde dinini değiştirmek zorunda olmadığı için anneannesini şanslı sayar. Max’ın Amerika’ya geri dönüşünden sonra Maya şoför Süleyman’ın anlattıklarından dolayı zor günler geçirir. İşinden istifa eder. Yaptığı yolculuk ve ziyaretlerle Max’la ilgili birçok bilgiye daha ulaşır. Ulaştıklarının en önemlisi de arşivde saklanan “Serenad Für Nadia”nın orijinalidir. Maya Amerika’ya giderek elindeki notaları Max’a ulaştırır. Hastanede olan Max çok geçmeden ölür. Max’ın vasiyeti üzerine külleri Maya tarafından Şile sahiline getirilerek denize serpiştirilir. Bu şekilde iki sevgili Max ve Nadia kavuşmuş olur.

Tedirgin’im Ben

Düşlerim tutsak
Yüreğim sürgün
İçimde bir çocuk
Tedirgin
Suskunum vurgunum
Tedirginim ben
Haylanmaz uslanmaz
Tedirgin…


Herkesin bazı şarkıları vardır… Şarkıdan geçmiştir, ötesindedir artık. Bir çınar olmuştur köklerini toprağın en derinlerine atıp geniş bir gövdeyle semaya uzanan, yaslanıp güvende hissettiği. Bir omuz olmuştur huzurlu bir kalp atımı duyarken artık taşıyamadığı kafasını koyduğu. Ardı ardına berbat geçen günlerin olayların üzerine kahvesini yudumlarken dalıp gittiği anda ona dost olan, omzuna elini koyup sımsıkı tutarken “Neler geldi gitti bu da esip gürleyip gidecek, sen bu kasırgaya boyun eğecek dal değilsin.” diyen. Bazense en güzel günlerinde hatırlamak ,unutmamak adına dinlediği…

Öyle bir şarkı işte “Tedirgin“…

Bir de hani döner dolaşır başa geliriz ya. Kimde öğrendiysek sevgiyi yıllar sonra benzerinde buluruz aradığımız sıcaklığı, güveni. Kimde öğrendiysek acıyı, duvar saati yaşamı öğütür öğütür yine benzerini getirir çat diye karşımıza.. Kimde aldıysak ilk yaramızı, benzerinde soyulur kabuğu seneler sonra. O yüzden “Benim sonum dünden belli” dedikçe Ahmet Kaya, bir derin nefes alır götürür bizi en derinlerimize, en gizli anlara. O ürkek, tedirgin çocukluğumuza…

Kimimize her köşesi Ahmet Kaya kokan “Suskunlar” dizisi getirmiştir bu şarkıyı, kimimiz kendi rüzgarında savrulup giderken aramış, bulmuşuzdur şahidimiz, ortağımız olsun diye. Kimimizinse hiç ummadığı anda karşısına çıkmıştır. Bense bugün tuttum en güzel hediye paketlerimle süsledim sunuyorum sizlere. Sarılasınız, yaslanasınız diye…

Her şarkısı yüreğime dokunur, en özel anların şahididir Ahmet Kaya şarkıları. Anlayamam hiç bu çelişkiyi fakat hiç çekinmeden mükemmel ezgiler arasına serpilen o sözler ateşi harlarken, öte yandan da bir ferah nefes olur. Sizinle en özelimi paylaştım bugün, en sevdiğim şarkıyı, en güvenilir bölgemi.. Dinlerken hep yolda olacaksınız hiç şüphesiz, eskilere, uzaklara, acılara, umutlara…

Sarı sıcak yazlar uzak
Dost uzanan eller uzak
Karanlıklar kurmuş tuzak
Benim sonum dünden belli


Ve bazen de, kayıp dostluklara ,sevgilere, sevgililere…
Hoşça kalın..

Şeytan Dünya’ya İnerse: Lucifer

Lucifer, fantastik polisiye komedi – dram dizisidir. Dizinin senaryosu The Sandman isimli çizgi roman serisinden esinlenilmiştir. Dizi beş sezon şeklinde Netflix platformunda yayınlanmaktadır.

Dikkat Spoiler İçerir!

Lucifer, cehennemin efendisi yani şeytandır. Ama artık cehennemin efendisi olmaktan sıkılmıştır. Bu yüzden cehennemi terk edip, yardımcısı olan Maze ile beraber ışıltılı ve ihtişamlı olan Los Angeles‘a gelir. Bu ihtişamlı şehirde “Lux” adında bir mekân açar. Fakat kardeşi Amenadiel (Melek) ve babası (Tanrı) onun peşini bir türlü bırakmazlar. Dünya’da dedektif olarak görev yapan Chloe Decker ile tanışır ve onunla birlikte çalışarak Chloe‘nin suçluları yakalamasına yardımcı olur. Chloe onun hayatında aslında bir dönüm noktasıdır. Şeytan bir insana aşık olur. İleriki sezonlarda neden Chloe‘i ile tanıştıklarını ve neden ona aşık olduğunu daha net bir şekilde anlıyoruz.

Peki Lucifer Ne Demektir?

Lucifer, Latince bir kelimedir. Lux (ışık) ve ferre (taşımak) kelimelerinden türetilmiş, ışık getiren anlamında kullanılmıştır. (Açmış olduğu mekânın isminin “Lux” olması da hiç tesadüf değil demek ki.) Hristiyanlıkta Şeytan‘ı tasvir etmek için kullanılmış olan bir isimdir.

Neden Bu Diziyi İzlemeliyim?

Beni en çok bu dizide Lucifer‘ın konuşma şekli, o alaycı yapısı ve duygusallığı etkiledi. Bu diziye başladığımda oturup sabahlara kadar izlediğimi anımsıyorum, düşünün insanı ne kadar içine çekiyor. Eğer sınav zamanındaysanız bu diziyi sınav sonrasına saklayın derim. Benden ufak bir tavsiye. 😉

Lucifer herkesin bildiği şeytana hiç benzemiyor. Şeytan hepimizin de bildiği gibi insanları kötülüğe sevk eder. Oysa burada şeytan ismi altında karşımıza çıkan Lucifer, insanlara kötülüğe davet etmiyor. Aksine kötüleri cezalandırıyor. Bir de onun çok güzel bir özelliği var: asla yalan söyleyemiyor.

Diziye bakıldığında aslında bir çok gönderme olduğunu da fark ediyoruz: Adem ile Havva hikâyesine, Habil ile Kabil hikâyesine, Azrail’e…

Lucifer başına gelen her şey için babasını (Tanrı’yı) suçluyor dizide. Fakat en sonunda anlıyor ki suçlaması gereken kişi aslında kendisidir. Yani problem kendindedir. Aslında bu bizler için güzel bir göndermedir. Ortada bir problem varsa eğer kişi önce bu problemin nedenini kendisinde aramalıdır.

Dizinin tek kötü yanı bana göre kötü örnek oluşturabilecek pek çok unsurun bir arada bulunması. Onun haricinde dizide bir problem olduğunu söyleyemem. En azından bana göre öyle. Eğer aranızda izleyenler varsa mutlaka düşüncelerini yorum kısmına yazıp paylaşsınlar. Sizlerin düşüncelerini de çok merak ediyorum. Henüz izlememiş olanlara ise keyifli izlemeler dileyip alta dizinin fragmanını bırakıyorum.

Bir Gözden: Ahlat Ağacı

Hiç bir zaman hayalinizden vazgeçmeyin, kapılar yüzünüze kapansa dahi.

Başrollerinde Doğu Demirkol ve Murat Cemcir‘in yer aldığı Ahlat Ağacı, göz doldurur nitelikte “Sürreal” bir yaşama ev sahipliği yapar.

Zaman dediğin sessiz bir testeredir. Kime dost kime düşman olacağı belli olmaz.

Üniversite hayatını noktalayan ve yaşadığı kasabaya dönen Sinan, yazmış olduğu kitabını bastırmak için bir mücadeleye koyulur. bu mücadelede yoluna taş koyanlardan birisi de babası İdris’tir. İdris sevilen bir öğretmen iken kumara düşmüş ve bu durum tüm çevre ile yankılanmıştır, o itibar yerle bir olmuştur. Hali ile Sinan kimin kapısını çalsa geri gönderilmiştir.

“İnsan neden illa, en yakınında duran hayatı seçip, onu yaşamak zorunda ki? Halbuki hayatta öyle güzel şeyler var ki; kalabalık, ışıklı caddeler, güzel yemekler, uzaklara giden gemiler, aşklar, sarhoşluklar, yağmurda ıslanmalar…”

En son çare olarak babasının gözünden sakındığı köpeği satarak kitabını çıkarmayı başaran Sinan, askerlik serüvenine koyulur. O süreç içerisinde kimseden haber alamayan Sinan, memleketine geri döndüğünde babasını evi terk etmiş, köydeki küçük çiftliğe yerleşmiş olarak bulur.

Aslında o kadar önemli biri olmadığımız ortaya çıktığında neden üzülüyoruz ki?
Bunu temel bir aydınlanma hali olarak ele alabilsek daha iyi olmaz mı?
İnanmak dediğimiz şey sonuçta insanın içinde başlattığı bir eylemdir.
Ve güzelliğe, aşka inanmak kadar ayrılığa da inanmak, hazır olmak gerekir.
Yani her güzelliğin sonunda bir kopuş, ayrılık pusuda bekler.
Madem öyle, başımıza gelen bu gibi tatsızlıklara bizi kendi bilinmeyenlerimizle yüzleştiren hayırlı felaketler gözüyle bakmamız gerekmez mi?

Filmin sonu “Sürrealistlik“te zirve bir yapmış ve oyunculara da yansımıştır.
Bir müddet sonra İdris uyuya kalır ve “Sürreal” bir sahnede, Sinan’ın kuyuda kendini astığı görünür. Fakat bu sahne İdris’in uyanması ile kesilir. Oğlunun nerede olduğuna bakan İdris, Sinan’ın kuyunun sonunu bulmaya çalışmasını görür.

”Kaderinden kaçtığında, kaderine varırsın…’

Okunması Gereken Bir Kitap: Kürk Mantolu Madonna

Sabahattin Ali’den En İyi Yazım Tekniği İle…

Öncelikle şunu demeliyim: Bu kitabı okuduğumda bende oluşan o duygu yoğunluğu kitabın ne kadar iyi yazıldığının kanıtı zaten Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna isimli kitabının içeriğine göz attığım ve uzun zamandır okuduğum ama bir türlü unutamadığım içeriği sizlerle de paylaşmak isterim. Belki okumanıza ve merak etmenize yardımcı olur.

İlk kitabı okumaya başlandığında Raif Efendi’nin neden böyle davrandığı merak edilir. Önceden gelen bir soğuk kanlılık mı, yoksa yaşanılmış olanlardan sonra mı böyle görünmekte? Aslında Kürk Mantolu Madonna kitabı okumaya başlandığında bitirmeden bırakmak istemezsiniz, çünkü her sayfası insanı düşündürür ve merak ettirir. Şüphesiz ki Sabahattin Ali’nin her kitabı okunulmaya değer ve okunulması gerekir. Gerek yazım tekniği, gerek duyguyu insanlara geçirmesiyle çok iyi bir yazar olduğu yazdığı kitaplardan âşikar….

“Hayata en güvendiğim insana karşı duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı. Çünkü o benim için bütün insanlığın timsaliydi.”

Raif Efendi çok sevmişti, sadece gördüğü bir tabloyu ve kendisinin ona verdiği o güzel ismiyle hitap etmesiyle o onun Kürk Mantolu Madonnasıydı evet yanlış bir tabloya aşık olmuştu, okuduğum zaman bende bir tablo dan ibaret mi yoksa daha fazlası mı merak ettim. Bunun cevabı ileriki sayfalarda görecektim…. Raif sırf o tabloya bakabilmek için her gün geliyordu. Bir gün yine dalmıştı ve size şunu söylemek isterim. Bu kısmı hala daha aklımda. Aklıma geldikçe de güzel bir tebessüm oluşur bende. Devam edeyim. Dalmıştı tabloya ve yanına bir kadın yaklaştı şöyle dedi: “Merhaba efendim. Sabahtandır bakıyorsunuz tabloya, acaba birisine mi benzettiniz?” Raif ise birden ne söyleyeceğini kestirmeyerek, beraberinde: “Anneme benzettim.” der. Kadın: “Anneniz bu kadar güzel mi?” der. Gülerek ayrılır.

Uzun bir aradan sonra sokakta dolaşırken bir kadın yanından geçer ve Raif şaşar kalır. “Bu o kadın, o tabloda ki.” der. Arkasına bakar. Kadını göremez. “Hayal mi gördüm?” düşüncesine girer. Sırf onu, o sokakta gördüğü için her akşam orda olur yine görebilmesi umuduyla ve çok şükür görür onu ve peşine takılır, bir bara girdiğini görür. Kız da onu tanır ve yanına gelir. Raif şok içinde ona bakarken o şöyle der: “Beni tanıdın mı?” Raif kekeleyerek: “Şey tablodaki o güzel kadınsınız….”Kadın tebessüm ederek: “Hani o gece yanınıza gelmiştim. Ben de merak ettim benim tabloma o kadar güzel bakan beyefendiyi. Size hatta soru da sordum. Siz de anneme benzetiyorum dediniz.” Raif çok şaşırmıştı: “O gece siz miydiniz? Kusura bakmayın o an öyle söylediğim için.” Kadın: “Tabloya o kadar dalmıştınız ki benim o tablodaki olduğumu bile fark etmediniz…”

Sabahattin Ali bunu kaleme alırken en önemli hususu da bu bence her sayfasının diğer sayfasını merak etme özelliğinin olması. Sırf bu kitabı bitirmek ve çokça da merak ettiğim için sabahladım okuyup bitirene kadar…

Bir kadına aşık olmak ve elde edemediği Raif ve yanlış anlaşmalarla geçen bir hayat geçirmesi onu bu kadar soğuk kanlı yapmıştı.

Boşuna yere her kesten kaçmış, boş yere bütün insanları kendinden uzaklaştırmışım; ama bundan sonra başka türlü yapabilir miyim? Artık hiçbir şeyin değişmesine imkanı yok… Lüzum da yok. Demek böyle olması icap ediyormuş. Yalnız söyleyebilsem…Bir kişiye olsun içimdekileri dökebilsem. Bunu sahiden istesem bile artık böyle bir insan bulmama imkân yok. Bende arayacak hal kalmadı. Kalsa da aramam…

Sabahattin Ali’nin güzel kitabından güzel bir alıntıyla kapattık…

Kitap okuyalım arkadaşlar, kitapla kalalım şu hengamenin içinde, kitaplara sarılalım. Kitap hediye edelim, en güzel hediye şüphesiz ki kitaptır.

Benim İç Dünyam

Burayı anlatmaktan hiç vazgeçmedim. Yaşamanın, tadına, zevkine, hüznüne, sevincine burada anlam verdim. Bu yolun sonunda belki başka şeyler olacak ama bundan ne olursa olsun vazgeçemedim. Ben adımı buraya yazdım. Burada öğrendim, burada yeniden doğdum ben. Bir parça yağmurdan sonra açan gökkuşağına burada arkadaş oldum. Hayvan seslerini ilk defa burada büyük hevesle dinledim. Dağın etrafından dolaşan sis bulutlarına hayatımı anlattım.

Karadeniz’in yağmurlarına, Ankara’nın ayazına, Erzurum’un dondurucu soğuğuna, hayatın Descartes oluşuna, ardından gelen rüzgâra bu mekânda hayran oldum. Diyorum ki hissetmek önemli bir eylemdir. Denemekten korkmamak da öyle… “Ben” denemekten korkmuyorum. Çünkü hata yapmazsam uzun ve yorucu bir yolculuğa çıkıp korkumu yenmezsem, sonrasında gelecek bir fırtına da nasıl ayakta kalırım? Hep anlatıyorum, birkaç kelimeyi denkleştirip anlatıyorum. Ama ne zaman dediğimi unutuyorum. Neydi ki acaba diye düşünürken, çevreme sormuş buluyorum. En son ne dedim ben?

Çekmecenin içinde ufkumu açacak birkaç nesne olmalı diyorum kendimce. Göz ucuyla kahve kutusuna denk geliyorum. Sıcacık yapıp içsem mi? Yağmurun verdiği serinlik karşısında… Dağ evleri her zaman en güzel evlerdir. Kimsecikler yoktur. Yalan üzerine, riya üzerine, duyacağın hiçbir şey yok etrafta. Bu çok güzel nefes olur ormanlara… Islanmış odun parçalarını sobada yakmaya çalışmak, şömine karşısında kurumak… Yaşamın kendisidir.

Ey güzel insan! Öğren nasıl cevap vereceğini…

Cevap vermek, ormanların sularıyla akıp gider. Yalnız dağın içinden çıkan cevapların, enerjisi daha mükemmeldir. Nefes almak için geldiysen bu dağ evine boşuna uğraşma. İnsan önce kendi beynine nefes aldıracak. Yoksa yaşamış yaşamamış neye yarar? Öyle değil mi?

Yaprakların üzerinde duran minik böcekleri kaç kişi görüyordu dersin? Ben görüyorum. Çünkü doğa ile el ele yürümek, koşmakla başkalaşım yaşadığımı anlar gibiyim. Yine de emin olmak güç bir durum. Doğa insanın kafasını çok karıştırır. Adım attığın yerde bir şey daha öğrenirsin. Bir daha bastığında yeni bir bilgi daha…

Hisset yeşili ve maviyi! Kapılıp git bu serinliğin deliklerine…

Bazı bölgelerde yeşilin, maviye özlemi vardır. Hatta bazı sular bile birbirine karışmaz. İşte doğa böylesine leziz bir yemeği andırır. Yedikçe bir daha istersin. İki durumda zor bir iştir. Yemek yemek mi? Yaşamak mı? Nefes almak mı? Düşünmenin üzerine bile çok tartışılır. Parmakların çamura dediği zaman temizlemek bir hayli pişmanlığı hatırlatır. Keşke buraya gelmeseydim. Sonrasında ne oldu? Unuttun gitti…

Vazgeçmedim! Çünkü bu benim Mostar’ımdı. Öğrenmek istersen eğer, Nevetra’yı hatırlat bana! Beklediğim sensin diyecek kadar vazgeçmedim bu hayalimden. Sen olsan da, olmasan da bu el bana uzanıyor ve tebessüm ediyordu. Kafamda tasarladıklarımı bildiğini sanıyorum. Beyaz ve ince parşömen kâğıdına papatyaları sarıyorum. Yoksa nasıl güzelleşir bu akşamüstleri…

Özetle;

Sonu olmayan bir yoldayız. Dik yokuşu çıkmak zor. Koca bir dünya, dar sokaklar, köşe başında bir şiir başlıyor. Dinleyelim! Bu çıkılmayan yolun şiirini…

Dar sokakların amansız bir mızıkacısı, amansız şiir yazanı vardır. Derdi Erciyes’i aşmış, çeşmede sayıklayıp durur… Ben derim ki, vazgeçme yaşamaktan, vazgeçme hayallerinden, vazgeçme fidan büyütmekten, vazgeçme şiir dinlemekten…

Boşuna – mıydı?

Boşuna-mıydı yaşanılan iyi kötü günler, Hiç mi hatırı yok yazdıklarımda. Silinip gitti birer birer Peki ya gitmeliyim?

Yapamıyorum işte durduramıyorum. Kendime hâkim olurken, Kalemimi durdurmamaktı. Asıl gerçek…

Ne desem de, ne söylesem de beyhude. Beyhude sanki onca tükettiğim mürekkeb. Beyhude onca mısra , Bu kaçıncı şiirim gibi.

Yeter Ki İste

Küçük dokunuşlar yapın insanlara
Elinizle, gönlünüzle, kalbinizle
İçten içe güzellik saçın
Gülümseyin her derdinize
Yardım edin her dertliye
Bulaştırın içinizdeki samimiyeti
Mutluluğun, huzurun her bir zerresini
Bazen canınız sıkılsın
Akıtın gözünüzün yaşını
Gönlünüzün hüznünü
Doldurun koca boşlukları
Küçücük dokunuşlarla…
İnanın umuda
En çıkılmaz anda bile inanın…
Vâr olmak için yok olun
Yanın, kavrulun, bildirmeyin içinizi kula!
Bazen bir veda gerekir
Daha güzellerine yer açmak için
Bazen de koca bir yıkıntı için, büyük mutluluk…
Savurun kumunuzu amansız gökyüzüne
Açın avucunuzu sizi herkeslerden sakınan
Sizi öncelik kılan Rabbinize
Herkes boş ver der
Ama O, “ol” der ve oluverir
Yeşeriverir bütün umutlar
Bir çiçek daha kırar taşı
Bütün imkansızlıklar yeşerir gönlünce


Yeter ki iste son hadde kadar
Yeter ki istemesini bil haddince…

?