Gece olduğunda ve karanlık çöktüğünde
Uykum gelirken gözlerim kısılır
Aniden ürperip kalktığımda,bir şeyler beni inandırır
Delirmiş olduğuma, rüyadan uyandığıma
Bu bazen bir robot bazen bir örümcek
Gerçek mi değil mi “hızlı düşün, kolay seç”
Derken yine gözümü açıp kapatırım.
İşte o anda ölüm nefessizliğine kapılırım.
Anlayamam nedir beni kandıran
Olmayan şeyleri varmış gibi inandıran
Güçsüz kaldım bu saçma kararsızlıktan
Dermansız bu hastalığa sahip olmaktan
Artık anladım
Karanlık beni hapsetti. Yakacak bu bedenimi bir daha ki sefere
Umut dolu yarınlar, hayatıma sevgi katan güzel varlıklar
GÖRÜŞMEMEK ÜZERE…
Bir şiir tahayyül ediyorum ufukları delip gelen Asr-ı saadetten yahut modern çağın ötesinden Zamansız, amansız; hudutlara sığmaz bir şiir Bir şiir meftunların ahenginden, mana iskeletinden
Yazamıyorum, yazamayacağım onu biliyorum Onu, onun serabıyla ona yazarken diliyorum Ümidime heyula vururken bilekçeler Ümidime gölgelerde âb-ı hayat gizliyorum
Ruhu yeni ayrılmış bedenin lisan-ı hâliyle Kaskatı ve buz gibi halet-i ruhiye Müstehzi nazarıyla ezerken hanemi o şiir Kibrine güller serip, gülümseyip acizane
Onu O’na giderken yazacağım, elimde mürekkep izi O’na hasret, gurbet ilde; çözülmez vatan gizi Ona hasrettim sözlerimi, tecessüm etse bir an O’na onu sunsam hasretime delil tezi
Süveyda kalbimde büyür adım adım Sözcükleri heybemde senelerce sakladım Onu yazarken mahcup olmamak için ona Onun hayalini gövdeme uzvum gibi bağladım
O belki de şu an teşekkül ediyor inceden O, son şiirim; bilinmez şairi ölmeden Onu yazabilmek için yaşayabilmek gerek Yaşamayı bilmedim, yaşadım O’nu bilmeden
Hayattan gram zevk alamamaktan o kadar yoruldum ki, bunu yansıtamıyorum bile artık. Birilerinin, bir şeylerin peşinde koşmak o kadar yorucu bir hâl aldı ki artık, gram çabalayasım, şu kısmı da başarırsam her şey güzel olur diyesim hiç kalmadı. Hayatın içerisinde kaldığım her vakit daha da iyi anlıyorum bazı noktaları. Düzenin içerisindeki gidişatın küçük parçalarıyız sadece biz, etkimiz yok denecek kadar az. Birileri çarkı döndürüyor, biz ise birilerinin başı dönmesin, ama çark da dönmeye devam etsin diye uğraşıyoruz. Olan bize oluyor sürekli. Bizim canımız yanıyor, bizim bugünlerimiz dünlerimiz kadar sıradan kalıyor. Çöp kenarına atılan çiçekten farksızız, türlü umutlar ile ele alınıp kimsenin kalbine ulaşamadan bir kenarı atılıyoruz. Ulaşamayacağımız her şey gözümüzün içine sokularak yaşanıyor bir başkaları tarafından. Bizler ise her gün kendimizi kandırarak tekrar uyanıp tekrar hayat telaşesine emin adımlarla koşuyoruz. Kimilerinin parmak dahi oynatmadan ulaştıklarına her tarafımızı yırtsak dahi ulaşamayacağımızı bilerek gözümüzü kapatıyoruz akşamları, bu kalbimizden bıçaklanmış gibi hissettiriyor bize, ne hikmetse ölmüyor, ölemiyoruz, bu hayatta kalıp daha da parçalanıyoruz.
Bunu okuyan kişi, bu aramızda kalsın olur mu? Benim dinlediklerim, okuyup yazdıklarım, görmek istediklerim pek anlaşılmaz da. Anlayan çıkmaz yani yakınımda… Ama sana anlatacağım işte!
Bazı zamanlarda bir şeyler yazmak, kelimelerin anlamını daraltır ya hani… Öyle daraldım, öyle kırıldım ki bende yazmayı bırakıp dinledim! Curcuna usüllü hayatın koşuşturmasında, nihavent perdelerinin ardından suskunca dinle(n)dim.
Gönül nedir bilene? Devamını bir Sadettin Kaynak klâsiğinde buluyorum. Garipsemeyin ama ilk kez duydum bu şarkı sözlerini. Fark ettim ki, bu ay bunu ne çok dinledim(!) Gizli gizli, süklüm püklüm, sırılsıklam, aygın baygın, göz kapaklarımda taşıdığım bu sözler kirpik uçlarımda donmuş, şuursuz bir şuûnsuz gibi her seferinde. Bilmem bu eserin bestesinde, siz de kendinizi bir buhar odası dinginliği ve gözleri açamayasıca mestlik bir demlenişle hissedecek misiniz?
Gönül nedir bilene gönül veresim gelir Gönülden bilmeyene hissiz diyesim gelir
Baygınlığa yaklaşık derin bir huzur… Uykuya benzer bir iç geçiriş, sarhoşsu bir mahmurluk… Keşkelerin bastırıldığı düş dalışları… Yaşıyor musun diye gönlünü avuçlarına alıp, “Alacak verecek sevgisi var.” tutuşuyla…
Aşk nedir, sevda nedir, bunu bilmek gerekir Bunu bilen aşıkı her gün göresim gelir
İşte bu eseri yorumlamak böyle puslu ve uslu bir his. Her dinlediğimde, neredeyse bu sözlere her eşlik edişimde şarkı sonunda gözlerimi zar zor açabiliyorum. (Ki büyü bozulmasın diye sadece içimden mırıldanıyorum.) Hatta bir seferki okuyuşumda şarkı biter bitmez bir süre uzanıp kalakalmıştım olduğum yerde gözüm kapalı halde.
Bu ne sihir! Sanat Allah’ın en büyük nimeti en… Ve ben bu nimete çoook düpedüz aşığım. Her gün bu halimi göresim gelir gelmez…
Beni anlamazlar dedim ya anlamazlar tabii(!) Bana, Leyla mı oldun, diyorlar sonra dinlediklerime bakarak. Başkaları ne biliyor ki? Oysa “Leyla kim tanımıyorum, o benden ben ondan bihaber.” demiştim bir satır(!) Bu yüzden gizlice dinlerim gönlümün el verdiğince.
Neyse… Bugün yazamayacağım daha fazla ama videonun 2.41 dakikasına kendi bakış açımla ikindi mayhoşluğunda gönlümü açtım.
Ah benim bir müzik tınısına tanıdık çıkan yankısı gönlüm!
Şşşşşşşşşş!
Ah şu gönüller yok mu? Bizi birbirimize bağlayan taptaze gönüllerimiz. Yeşillenmiş(mi)dir, iyileşmiş(mi)dir, hislenmiş(mi)dir… Şimdi bu şarkıyı susar da tekrar dinlerim, (h)içlenirim ve kendime gelirim.
Bu yazıyı okuyan kişi, dilerim bu “hâl” size de yansır efendim.
Dağları, dereleri beklemekten yollardan olduk
Nergisleri, gülleri koklamaktan mavi koydan kaybolduk
Nicedir sevdamız kayıp, gök yüzünde artık siyah beyaz uçurtmalar
Diller kör, insanlık yabanî, boşaymış dağın ardına koşuşturmalar
Ağarmış seherin taşlanmış kederleriyle bezenmiş keyfiyet
Mefkûre yaydan çıkmış, alevler içinde küspe hürriyet
Nihayet, olduğunuzu söylediğiniz insanlar değilsiniz.
Kurulmuş hayallerin, yitik hatırları sarsın bedenlerinizi, kalpsizsiniz.
Szondi Kişilik Testi, Léopold Szondi tarafından tasarlanmıştır. Testin amacı; kişiliğiniz, bastırılmış duygularınız ve bilinçaltınız hakkında bazı ipuçları vermektir.
Gönlü buruk şiirlerin Yüreği yaralı gecelerin Pençesini geçirmiş günler Vahşi ormanlarda tutsak edilmiş Şiddetli fırtınalara maruz kalmış Yüreği yangın yeri odacıklarının Hazan vaktidir yine gecenin biriktiği vakit
Yüzün, ellerimin en nadide hatırası Elin, tutabileceğim en amansız his Kalbin, sevebileceğim son durak Yolun, varabileceğim tek burak Sen… Var olduğum, tek hayat
Yazamıyorum kalemim kırık Tutamıyorum kulpu kırık Nerden toparlasam oradan dağılacak İçi pişip kızaran, dışı pişmeyen kurabiye gibiyiz Dokunsalar darmaduman olacağız gibi Yaşamak için, birkaç nevale yetecek gibi Ölmek için ise, bir çift göz…
Gökyüzünün kararmaya yüz tuttuğu bir devrin kırmızı yürekli siyahisiyim ben. Kızıl, kanlı bıçaklı dilimin ucundan çift başlı bir çatal yükselir; zehirler kelimeleri, zehirler mavilikleri. Ey kuzgun başlı kartal! Karşında işte tüm heybetiyle çaputlar bağladığın ağaç ve boynunu denize asmış kahverengi, çürük, tahtaları eksik kayık. Ve içinde ben, yalnızlık olgusunun ikiz kardeşi. Beyaz bulutlar kümelenirken tepemde, üzerimde uçan göçmen kuşlara sorarım; özlemle bezenmiş ayrılıklar yutabilir mi gönülsüz gönülsüz doğan güneşi? Sevgilisi kamerden ayrılalı şems bir daha serpmedi aydınlığını üzerime. Karanlık ihtilaller çıkardı mavi gökyüzümün güzel çehresinde. Ve ağardı saçları semanın, yüzü kararırken. Ayrılığın ağırlığı ölçülebilir mi? Ayrılamak… Süt tenli bir anneden, elleri nasır tutmuş bir babadan, bir sevgiliden veyahut yüzündeki kadın çehreli kamerden. Ölçülemez bana sorarsanız. Sekiz oktavlık isyan şarkıları boyarken annemin beyazlığını siyahlara, ayrılığın yalnızlığından korkan çocuk o an büyüdü, kabuklarını parçalarken.
Ve işte benim ben! Altımda uçsuz bucaksız siyah bir deniz. Üstümde güneşini kaybetmiş bir gök. Karşımda umutlar bağladığım kökleri kurumuş bir ağaç ve kulağımda canhıraşane çığlıklar; çıldırmış olmalı göçmen kuşlar. Yalan söyledim. Yalnızlıktan korkan çocuk büyümedi bir türlü. Yalnızca mahkûm edildi karanlığın kızgın sularının girdabına. Çok şey denedim geçen süre zarfında… Kağıttan dört kayık yaptım; kayığım denizdeki tek yalnız kayık değil demek için. Ağacıma ışıklar astım; güneş beni terk etse ne olur; benim ışığım bana yeter dedim. İçerisinde bulunduğum siyahlıklara inat bulutlardan bir tutam beyaz kumaş çaldım, üstüm paklanırsa kırmızı yüreğim belki gösterir kendini kıyafetimin altından. Tepemdeki kuşlar söyledi; kırmızı yürek siyah bir tene yakışmıyormuş… Denedim, ama olmadı… Ayrılıklarımın her bir kertesini boyayan yalnızlık haricindeki her şey, yalnız bıraktı beni. Göçmen kuşlar sevda türkülerini başka yerlerde tüttürmek için gitti. Gitsinler, onlar zaten yabancıydı tenimin siyahına. Kağıttan kayıklarım battı. Batsınlar, kağıttan hayır mı varmış! Daha yazılanların ağırlığını bile kaldıramayan kağıt, yalnızlığıma dost olacakmış (!) Güldürme beni Şüheda. Çok şey öğrendim geçen süre boyunca… Üç yaşında şiir yüzlü kadınlar gördüm. Otuz üç yaşında ağıt okuyan analar. İlk ağıdı komşum Hasibe’den dinledim. Bir ayrılık ağıdı; oğul ölmüş. İkinci ağıdı nenem Gülüzar’dan dinledim; ah oğul neden gittin. Annemin yüzünün deltalarında kahır gördüm, cefa içtim. Ve en müphem duygular beliriverdi göğüs kafesimde. Geçen 33 yıl boyunca ayrılık ağıtları ile büyüyen çocuk, ayrılığın göğüne terk edildi; siyah bir denizin içinde kırık bir kayıkta. Ne demiş Rumi; “Gel de birbirimizin kadrini bilelim. Çünkü ansızın ayrılacağız birbirimizden.”
İçli içli Pinokyo’nun idamına ağlamıştım. Yalnız kalmıştı Gepetto Usta. Oysaki huysuz Pinokyo yalancının tekiydi; yalan söylemişti sana, Gepetto! Şimdiki yalancıların uzamıyor burnu. Uzasaydı eğer ayrılıklarımın sır perdesini aralardım. Özlem duymazdım geç(me)mişe. Hasibe sorardı oğluna neden öldüğünü. Suskun duvarların sessizliğinin yalanında boğulmazdı daha fazla. Gülüzar yakmazdı acıklı ağıtlar; uzasaydı ölüm haberi getiren kargaların burnu. Güneş tekrar aydınlatırdı göğümü; uzasaydı kamerin yanı başındaki huysuz yıldızın burnu. Neymiş başka galaksilerin güneşlerine vurgunmuş. Külliyen yalan! Ben ayrılıkların bağrında büyümüş yalnızlık güftesi. Yanı başımda kurumuş bir ağaç, altımda karalar bağlamış deniz, üstümde yüzü ağaran sema ve annemin ayrılığınının mayasında yoğurduğum ipe asılasıca yalnızlığım. Söyleyin lütfen! Hani her Adem’in kaburgasından yaratılır ya bir Havva. Ben Havva! Kaburgamdan yaratılacak mı bir Adem?
Aşk nedir ki?
Kim bilebilir ki hangi mevsimdeydi?
Benim yazımda susuz kalmış,
Bir avuç toprak gibiydi.
Benim kışımda gönüllere çığ düşüren,
Bir afet yeri gibiydi.
Aşk nedir ki?
Kim bilebilir ki hangi mevsimdeydi?
Bizim baharımızda iki kişilik,
Kalbimizde tek kişilik,
Düşündükçe ahirlikti.
Ne zaman ki bir ağacın gövdesine yaslasam başımı
Göz kapaklarım ağırlaşsa,
Uykuya meyletsem
Sen gelirsin gözümün ucuna
Rüya gibi güzel,
Rüya gibi kısa.
Senin kokunu her neredeyse bulur getirir rüzgar.
Dallara konan kuşlar
Adını öter durur.
Uğur böcekleri misafirim olur.
Senin esamen dahi yokken
Seni hisseder yapraklar
Titreyerek düşerler üzerime.
En çok gökyüzü tanır seni
Ona senin yüzünü gün gibi çizmişimdir.
Mavi bana hep seni hatırlatır.
Sen hep maviydin zaten.
Yolculuklar yaşanıyordu hayatta Kimisi isteyerek, kimisi denk gelerek Hayatı yol yapıyordu insanoğlu Sonunun ne olacağını bilmeyerek Mesela sayfaları yırtıyordu Yolun bir yerini yanlış çizerek Ama şunu bilmiyordu Bu hayata kasislerde gerek Gece saati kimsesiz sokaklarda Yanıp sönen ışıklar gibiydi hayat Kimisi isteyerek yanardı Kimisi istemeyerek