27.7 C
İstanbul
Pazartesi, Ağustos 18, 2025

İç Beyanları – 2

Sarı sıcak bir güneşin altında kavrulurken bir ağacın gölgesi kucak açar sana. Ansızın başlayan bir yağmurda ıslanmamaya çabalarken dallı budaklı bir ağacın gövdesi saklar seni.

Ağaçlar gerçek bir öğretmendir. Göğe doğru uzanan dalları, koca gövdeleri, renk renk çiçekleriyle çok şey anlatır. Sekoya Ağacı, insanın yükselişinin ve heybetinin bir sınırı olduğunu öğretir. Gökkuşağı Okaliptüs Ağacı, Dünya’da her rengin birbiriyle ahenkli yaşayabileceğini ve hiçbirinin birbirinden fazlası olmadığını öğretir. Ormangülü Ağacı her şeyin fazlasının zarar olduğunu öğretendir. Ormangülünün gövdesinde deli bal vardır. Kaynağı, görüntüsü ve tadı ne kadar büyüleyici olursa olsun fazla tüketildiğinde zehirler. Deli balın fazlası zehir; her şeyin fazlası zarardır.

Ormangülüm.. Sessiz bir rüzgâr var içimde. Yapraklarını ve gövdemi koruyamıyorum. Seni bilmediğim bir şehrin hiç gitmediğim bir bahçesinde, yüzünü güneşe kapatıp geceye açan çiçeklerin arasında bırakıyorum. İçimin ayazında ruhuma dökülmüş pembe çiçeklerini gövdemden gözlerime topluyor, seni göz kapaklarımda taşımayı seçiyorum. Köklerin ruhuma bir pranga artık. Senin köklerin içimdeyken ben hiçbir yere kök salamıyorum. Ayaklarım sağlam basmıyor yollara, hiçbir yere ait olamamanın sancısı sarıyor ruhumu. Yürüyorum ama dünya ezberlemiyor adımlarımı.

Daha önce ayağımın hiç basmadığı bir toprakta büyüyeceksin artık. Bakışlarımı çevirdiğim hiçbir yere dalının, yaprağının gölgesi düşmeyecek. Görmeyeceğim büyüdüğünü. Ama sen hep büyümeye devam edeceksin. Çünkü sen Ormangülü Ağacısın ve Ormangülü daima tohum bırakır toprağa. Büyümeye ve çoğalmaya hep devam eder.

Seni içimden alıp bilmediğim bir bahçeye sürmüş olsam da hala göz kapaklarımda resmin. Sen pembe olan her şeydesin; ilkbahar çiçeği kokusundasın, kocaman gövdesi olan ağaçların gölgesindesin, hiç bilmediğim şehirlerin bahçelerisin, sürgünsün, fazla olan her şeyin zarar olduğunu öğretensin. Bense yaralı bir gövde, cılız bir sesleniş, kapalı duran her kapı. Eskimiş ve değişmemiş her şeyde beni bulacaksın. Bazen dalına konan minik bir kuşun neşeli sesi, bazen rüzgârın ürküten sesi, bazen gölgene saklanıp şarkılar mırıldanan küçük bir çocuğun sesi benzeyecek bana. Sen ise Dünya’daki tüm sessizliklerde saklı kalacaksın.

Affettim

Affettim, onunla birlikte herkesi. Bütün cam kırıklarımı kolye yapıp boynuma taktım. Affettim; gelmeyen baharı, yağmayan yağmuru, çiçek açmayan dalı, yeşermeyen çimeni, uçmayan kuşu, kanat çırpmayan martıyı… Peşimden gelen tüm acılara kucak açtım. Acılarımın alnından öptüm. Yaralarımı tek tek ilikledim, her sabah bin umutla uyandım. Yaralarım gülsün diye türküler mırıldandım. Bana yaşattıklarını ona yaşatma düşüncemden vazgeçtim. Benden aldıklarını ona hediye ettim. Gözyaşlarımdan çiçek yetiştirdim. Bahçem, rengarenk çiçek oldu. Karanlıklardan çıkıp aydınlıklara vardım. Ben; herkesi affettim, ödetmek isteğimden, yaşattıklarını yaşatmak düşüncemden, ben yaşamayı seçtim. Doğa çok yaratıcı, ona verdim ne isterse nasıl isterse iyi olmayı, özgür olmayı seçtim. Kanatlarım çıkmadı, bacaklarımı kanat ettim de eğilmeden, bükülmeden onurumla içimdeki iyi insanı besleyerek istedikleri gibi nefret, kin dolu olmamak için başarmalarına izin vermeyerek hayatlarından, hayatıma giderek başardım. Ne bedel ne diyet her günümü son günümmüş gibi yaşıyorum. Kötülüklerden, kötülerden böyle intikam alıyorum.

Kimsin Sen?

KİMSİN SEN?

Nesin sen?
Kimsin sen?
Ne istiyorsun yüreğimden

Söyle kimdin sen?
Kimin yüreğinden çıktın?
Neden ben?
Uzak neresiydi?
Bilemiyorum.
Ölüm müydü?
Şiir miydi?
Ülke miydi?
Yakın mıydı?
Yoksa Bu kadar yakın ve bu kadar uzak mıydı?
Asıl olan…

Benim bir yanım talandı
Bir yanım viran
Benim bir yanım şiir
Bir yanım sendi.

Kimsin sen?
Kimdin sen?
Neden geldin?
Şarap gibi
Aşk gibi
Şiir gibi
Ben alışmıştım sana
Hayata alışır gibi
Neden gittin neden?

Madem gideceksin
N’olur alma ışığımı
Dokunma yüreğime
Sessizce çek
Ve git.

Bu son şiirdir sana,
Bu son serzeniş,
Bu son yakarış.

İki Şiir (Ters) Bir Dize (Düz)

Geceler mi uzun yoksa içimde ki dertler mi uzatıyor geceyi ?
Unuttuğum bir şey mi var yoksa hatırlayamadığım gerçek sen misin?
İçimde bir ürperti mi canlanıyor yoksa içten içe korkutmak mı hedefin?
Söylesene beni duyuyor musun yoksa hissettiklerimle mi canlanıyor hayalin?
Sıra sıra şarkılar mı düşüyor hatırıma yoksa seni, bana hatırlatmak mı niyetin?
İki şiir (ters) bir dize (düz) diye örüyorum seni…
İnan böyle olmayacak, hatırımda kalanlar ile hatırlayacağım seni…
İki şiir (ters) bir dize (düz)  diye örüyorum seni…
Benliğimde çıkan yeni bir fırtınanın esiri oluyor bedenim
İki şiir (ters) bir dize (düz) diye örüyorum seni…
Bir yangın yerinde, kül oluyor örüp örüp söktüklerim
Ve İki şiir (ters) bir dize (düz) diye örüyorum seni…
İnan böyle olmayacak, hasretin içimdeki fırtınanın habercisi
Gel artık, ya bir serçe ağlayacak
Ya da adını unutacak bedenim.

Sessizlik

Ayrı düşmüşler sanki ,

Ya da sessizlik,

Sıkışıp kalmışlar Gönül Dağımda

 

Benim içimde öyle bir sessizlik var ki!

Benim dışım sükut,

İçimde ise kıyametler kopuyor.

Olmayınca olmuyor

Benimkisi de öyle bir şey işte..

 

 

Bir  rüzgar ıslık çalarsa çatında

Haykırışımı duy,

Oysa gönül hep iyi dileklerden yana değil mi?

Velhasıl olmayınca olmuyor…

 

 

Bazen kaleme kâğıda küsüp susasım geliyor

Geride bıraktığın ne varsa yakasım geliyor

Olmayınca Olmuyor…

 

Oysa seni gönlüme alıp,

Yaşamak vardı doludizgin.

Bavul

Hazırım gitmeye.

Açtım bavulumu

Koydum içine üst baş için birkaç sevgi

Kışları için hasret sıkıştırdım.

Sıkıştırdım çünkü en çok o yer kapladı.

Ayaklarım çok üşür benim prangalarımı da aldım yanıma.

Hazırım gitmeye inan.

Yolluk için anılarımı aldım.

Karanlıkta kalmayayım diye öğütlerini koydum.

Kendime bakayım diye yalnızlığı koydum.

Yolda uyurum belki diye kokunu aldım.

Kaybolmayayım diye umudu koydum.

Harcarım belki diye biraz hayal aldım.

Her şeyi aldım.

Bakma öyle hazırım diyorum…

Ah son bir şey.

Geri dönebileyim diye vefayı da koyayım.

İşte tamam gidebilirim artık.

Hoş’ça’ kal.

Memleketim

Memleketim, asi bakışlı sözüm, şiirim.
Toroslardan esen nağmeli rüzgarlarımın bekçisi,
Anlatılamayacak bir kokuya ev sahipliği yapan,
Memleketim, asi bakışlı sözüm, şiirim.

Memleketim, halı tezgahında dokunan, ilmek ilmek emeksin.
Çukurova’mın verdiği en güzel meyvesin,
Duyulamayacak bir sevdaya türküsün,
Memleketim, halı tezgahında dokunan, ilmek ilmek emeksin.

Memleketim, kar beyaz pamuğum, ırmağım.
Tarlalarında çalışan emekçim, bekçim
Seyhan’ından ve Ceyhan’ından kaçmayan balık
Memleketim, kar beyaz pamuğum, ırmağım.

Memleketim, hilalin yıldızla bir olduğu sevgilim.
Sen anamın su verdiği, en güzel çiçeksin,
Babamın mukadder misafirisin,
Memleketim, hilalin yıldızla bir olduğu sevgilim.

Memleketim, sen atalarımın bana yadigarısın.
Amcamın babalığısın, halamın varlığı,
Dayımın delikanlılığısın, teyzemin analığı,
Memleketim, sen atalarımın bana yadigarısın.

Memleketim, sen benim kardeşimsin
Sen MEMLEKETİMSİN…
Asi bakışlı sözüm, şiirimsin…

Nehirkent: Adalet İçin Mücadele Etmek

O dönemin toplum sistemi bizi bir birlik olmaya itti. Zorbalara, haksızlıklara, kaybedişlere karşı duracak bir birlik. Henüz küçük olduğumuzdan vasfımıza uygun bir sıfat bulduk kendimize; Yavru Kurtlar. Biz, insanları dalayan ısırganlara, sinsi hırsızlara, bir arkadaşımıza sözlü yada fiili saldırıda bulunan zorbalara karşı nice cephelerde mevzi alıp savaştık. Kah sopalarımızla, kah sözlerimizle, kah kaçarak verdik bu mücadeleyi. Kaçmak bir mücadele ya da savaş mıdır demeyin sakın! Zira karşı taraf kalabalıksa ve stratejik bir üstünlüğe sahipse kaçıp onlardan kurtulmakta bizim tarafımızdan başarı onların tarafından başarısızlık olması hasebiyle bir zaferdi. En azından biz öyle düşünürdük. Adalet için savaşırdık kısacası. Her ne kadar adalet kavramı kafamızda tam şekillenmemişse de bir gururumuz vardı. Onu çiğnemek adaleti yıkmak demekti bizim için. Arkadaşımıza da yapılsa savunurduk.

Adalet demişken, mesela o zamanlar sizden büyük bir kişiyle taso oynarken kazanıp her şeyini keyerseniz, o büyük olan rakip size sitem edip, “Sen kimi keyiyorsun abisi? Yarın gel tekrar oynayacağız,” deyip tasolarını geri alması adalete uygun bir davranıştı. Çünkü o büyüktü, bir çok imtiyaza sahipti. Yine bakıyorum mesela küçüklerin toplu olarak oynanılan oyunlarda fasulye olması da adaletin bir getirisiydi. Böylece onlar hiç ebe olmayıp daima oyunda kalırlardı. Büyüklere saygı küçüklere sevgi buydu işte. Adalet buydu..!

Savaşlarımız demiştim, üç yavru kurt olarak verdiğimiz savaşlar. Bunlardan biri Büyük İskenderiye Harbi mesela. Dört büyük mahalleliye karşı göğüslerimizi gere gere verdiğimiz bu savaş bir hakaret ve bir sömürü girişiminden çıkmıştı. Bir diğer mücadelemiz ise 2. Park Hattı’ydı. O gün aramızda dördüncü bir kurt vardı. Bilmeyerek sınırları ihlal etmiş ve rakipleri üstümüze çekmişti. Şimdi düşünüyorum da büyük mücadeleydi. Sinsi kurtla beraber 9 süvari birlikten, gördüğümüz küçük bir hataları üzerine müthiş bir stratejiyle kurtulmuştuk. Bu ve daha bunun gibi bir çok mücadelemiz olmuştu. İnandığımız adalet uğruna. Üç kişiydik, üç yavru kurttuk; Usta kurt, Sinsi kurt ve ben, Obur kurt.

Gizlilik üzere yemin ettiğimizi hatırlamıyorum ama yine de kimseye söylemedik kurduğumuz bu cemiyeti. Bu yüzden şimdi de kimliklerimizi açıklamayacağım. Israr etmeyin yani. Nehirkent’te kurulan bu cemiyetin daha birçok macerası vardır. Belki sonra bir tane daha anlatırım size. O zamana kadar siz siz olun iyi ve hoşçakalın.

Dediğine Bak

Yıl 2021. Biz hala kibirden arınamıyoruz. Hala bir “üstten bakma” çabası içerisindeyiz. Çoğumuz da eşit ve hoşgörülü olduğunu düşünürken bu hareketi yapıyor. Sanki sürekli kendimizi bir şeyleri eleştirmek zorundaymış gibi hissediyoruz. Sosyal medya platformlarında da popüler başlıklar arasında bu konu var. Hatta bazen bu hareketlerin adına sayfalar bile açılıyor. Daha kendi hayatımızın bile yönetimini yapamazken, başka insanların hayatlarını karalama kampanyalarında başrolde oluyoruz. İnsanların kendi hayatlarını bir nebze olsun sevebilmek, güzelleştirebilmek için yaptıkları çay, kahve sunumlarını eleştiriyor, evlerine kendi zevklerine göre aldıkları eşyalara iğreti ile bakabiliyoruz. Benzer bir tepki ile karşılaştığımızda ise hemen alınıyor, kırılıyoruz. Peki biz alındığımız, kırıldığımız hareketleri neden başkalarına yapıyoruz?

Bana göre bu sorunun cevabı kendi iç dünyamızda olan huzursuzluklarımız. Dışımız her ne kadar mutlu olduğumuzu ifade etse de içimizde bir yerlerde belki de sevilmemenin, önemsenmemenin, verilen değerin karşılığını alamamaktan doğan kıskançlıklar yatıyor. Oysaki bu duyguların en çok bizi yıprattığının farkına genel olarak çok geç varıyoruz. Güncel dünyamıza baktığımızda bu ve benzer davranışlara gün içerisinde en çok kullandığımız sosyal medya platformlarında, internette belki de arkadaşlarımızla olan konuşmalarımızda sıklıkla rastlayabiliyoruz. Bazen birisinin başarısızlığı, kötü durumda kalması bizi mutlu ederken, bir başka kişinin birikimi, işi, başarısı, yükselişi bizim günlerce kendimizi üzmemize sebep olabiliyor. Oysa biz bu davranışlara, düşüncelere sahipken en çok da insani benliğimizden, özümüzden uzaklaşıyoruz.

Yüzyıllardır Türk kimliği en merhametli, en vicdanlı kimlikler arasında yer alırken son zamanlarda bu kimliklerimizden ne kadar uzaklaştığımızı görmek için bir haber kanalı, bir gazete açmak yeterli oluyor. Özümüze dönebilmek için bir an önce kınama, aşağılama davranışlarımızı saygı duyma, empati yapma gibi davranışlarla değiştirmemiz gerekiyor. Biz alt nesillerimize üstten bakma davranışlarımızı aşılamaya devam ettiğimiz sürece yıllar sonra bizi biz eden kimliklerimizden hiçbir zerre kalmayabilir. Unutmayın
“Bir şeyler değiştirmek isteyen insan önce kendinden başlamalıdır (SOKRATES)”.

Konuya farklı bir açıdan daha bakmak isterseniz Sevim KEBELİ ve Murat Umut İNAN’ın konu ile alakalı yazmış oldukları “GELİN EVİ’NİN KADINLARI: TÜRKİYE’DEKİ TOPLUMSAL CİNSİYET ROLLERİNİN MEDYADAKİ TEMSİLİ” adlı aşağıda linki bulunan makaleye de bakmanızı öneririm.

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/961388

Göç Yolundaki Kuşlar

Daha önceden yurt edinmiş ve gönüllerine inancı yerleştirmiş kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler. Onlara verilen hiçbir zorlukta üzülmez, bu zorluğun içinde dünyalarına bülbül veya kartal deyip yolcunun yolunda olması gerektiğini bundan dolayı söylerler. Kendileri zorluk içinde bulunsalar bile varlığın içinde kendilerine yeni bir kervan yolu inşa ederlerdi.

Kuşların göç yolunda seyrettiğim “gizliliğinin” son durağıydım. Umudumun yeniden yeşermeye başladığı ikindi vakti, yüreğimdeki buruk acının en tatlı ve içine kapanık hâliydim. Öylece pencereden bakarken iç dünyamı bir ileri bir geri giden dalgalara teslim ediyordum. Buraya tarih atmıyorum. Çünkü kuşlar kafeslere yakışmıyor dostum. Kuşlar özgürlüğün aynasıdır. Bense kuşların sahibine gidiyorum. Canımı kuşların yolunda köprü yaptım. Kanatlarının renklerine nasibimi bağladım. Dünyada bulunan hiçbir şeyi kuşların samimiyetine değişmedim.

Kuşlar Özgürlüğün Aynasıdır.

Kuşlar, benim doğamın bir parçası ve yalnızlığın ötesinde sarayların, köşklerin, etrafı surlarla çevrili sığınakların, kuş kafeslerinin diğer yüzüyüm. İçi harabeye benzer insanın şu dünyada nasıl bir yaşam sürdüğü, ruhundaki sıkıntıyı nasıl denize döktüğünü, bütün gününü sıkışan kalbine nefes aramak için nasıl bir derman arardı, bilmiyorduk.

Takvanın üstünlüğünü Yunus’un izinden gelenlerle yaşar, aşk ile dünya arasında yeni bir yol izlemek için neyin içinde gönül sadakası vererek gidenlerden olmak istiyordum. Gözlerimin sabah uyanış hâli bir kuşun uyanış haliyle aynı mıydı, bilmiyorum. Hep bahsediyorum “Bir yaşanmışlığı ve isteklerimiz bizi esir almaya kalktığı bu güz mevsiminde yeniden başarmakla yeniden canlandırmak, güzeldir; kuşları öğrenmek hepsinden de güzeldir.” Huzurun aynası olmak, çevrendekilere tebessüm etmek, ailen hatta tüm kâinat yaşarken kıymetini bilmek, kuşlar ile tanışmakla onların bir yudum suya muhtaçlığını anlamak aynı memlekette saklıdır.

Yani kendinize merhamet edin! Hayvanlara merhamet edin! Merhamet duygusunun değeri diğer duygularla asla karşılaştırılamaz. Merhamet kucağında büyüttüğün bir bebek gibidir. Merhametin büyüdükçe saygın, sevgin ve mutluluğunda büyüyecektir.

Düşünmenin Yarısı Hayvan Dostlarımızdır.

Bu gece yıldızlara bakarken yine bir kuşu düşündüm. Bir kuş nasıl yaşıyordu? Ne yiyor ve ne içiyordu? Hepsini düşünmekten çok yoruldum. Beynimde oluşan hassasiyet durmuyordu. Kuşların nasıl dostları vardı, nasıl bir coğrafya da yaşayıp seviniyorlardı? Bir gölgenin altında sekerek giden kuşları görünce gülümsememe engel olamıyorum. Hayatın verdiği en içten armağandı. Özgürlüğün verdiği cesaret kuşların emanetiydi. Cesaretin verdiği güven de insanların hediyesiydi. Beraber mutlu ve merhametli yaşamak böyle olsa gerek. Gözünü kırpmadan onların mutluğunu, özgürlüğünü bazen de ağlamaklı bakışlarına bakmak nasıl tarif edilir sadece hissediyorum.

Nefes Almak Basit Değildir.

Yaşamak dediğin iki nefes alıp vermek olmamalıydı. Bir yerlerde bir şeyler eksikti. İnsanın yaşamak için bir nedeni olmalıydı. Toprağa serilmiş bir tohum gibiyim bugünlerde. Birileri içimdeki duyguları ayıklasa da yeniden kuşlarla yolculuğa çıkıp eksik olanları tamamlamayı istiyordum. Toprağın suyu özlediği anı hayatın yokluğuna benzetiyorum. Sayıları unuttum bu devirde. Çünkü yokluk var! Kanayan bir yara gibi canımı acıtıyor. Duyanlar duymayanlara söylesin. Bu devirde kuşlar ruhunun doyurulmasını istiyor. Şimdi ne demek diye soracaksanız derdi yaşayan iyi bilir. Onların elinden tutmaya gidiyorum. Kuşlar uçmayı öğrenirken!

Sevmiş Miydim Sizi Hiç?

İnsan sevmelere hasret.

Kanatlarımdaki prangalardan kurtuldum da kalbimdeki zincirleri kıramadım. Beynimle kalbim arasında mağlup kalan ben oldum.

İçimde sevmeler var benim. Hem eskilerin sevgisine özenen hem de kalbinin buzlarını eritemeyen bir ben var bu benlikte. Bir insana, minicik bir umuda..

Yüreğim hapsolmuş kendi derdine. İçerlemiş kendince. Sen sev desem de vazgeçmiş bir kere. Duvarlar örmüş gizlemiş benliğini, en büyük mutluluğunu satırlarına bırakmış.

Gözlerime bakma yâr. Kendini ele verir. Her bir gözyaşı binlerce ben anlatır sana.

Kayboldum

Kendimi bulmak için en derinlerine

Bakıyorum

Ve bulduğum her ‘kitabın’ içinde daha çok kayboluyorum..

Okuduğum yeri biliyorum ama

Gördüğüm kitaplar farklı..

Her sayfada kayboluyorum.

Tanıdık biri mi gördüm sanki?

Yok değil..

Benzettim sadece,

Her defasında bir sevinç gebe olurmuş

Okuduğum kitapta…

Ben her kitabın sayfasında kayboldum.

Her okuduğumda

Gömüldüm kalbimin bir yanına…

Ne güne sığar oldum okumaya

Ne geceye,

Ve okurken aldığım her nefeste kayboluyorum..

Ben en çok yazanı unuttum

Kaybold’u anlayacağın

Kayboldum.

Anlamak Sevmekten Geçiyor

Dışarısı soğuk, buz kesecek ellerimiz
Ama bazı insanların yüreği sımsıcak
Onlarla olunca ısınıyor hücrelerimiz
Isınıyor yabani yaşantımız
Isınıyor yabana atılan hayatlarımız
Bazen sobanın sıcaklığı yetmiyor
Yüreğimizin ısınmasına
İçimizin sesini haykırmasına

Velhasıl; insanın yüreği ısındı mı bir kez
Hep o sıcaklığı arıyor
Hep o naifliği
Önceden görmeyen, hissetmeyen
ne anlasın bu tarifi…
Ne anlasın, görmeyenin bir hasretle,
görenin bin hasretle kucaklama isteğini…

Sevmeyene sevmeyi anlatamazsın
Duymayana duyduramazsın
Kalbinin voltajını,
sînenin dozajını gösteremezsin
Anlamak yaşamaktan geçiyor aziz insan!
Yaşamak ise; hunharca sevmekten…

Tıka basa sevgiyle doyur bedenini
Bazen canının çekmediği elbet olur
Mecalsiz olup yüreğinin sevgiyi kaldıramadığı
Ama isyan etme, sabret
Burun kıvırma, şükret
Senin bulduğun sevgiyi bulamayanlar da var…

Bir an, bir bakışa
Kalbinin kanatlanıp uçuşuna
Bir ömür adanır
Dokunamayana, kıyamayana
Kalbinin en güzel odasında taht ayırana
Bir bakışıyla yüreğini yakana
Bir yürek adanır
Kaybetme, kıymet bil emi…

En güzel yarınlar,
Yüreğimizin kıymetini bilene emanet
Selametle, dostça, hoşça kalalım…

Sevmek Zamanı

Resmin sen değilsin ki… Resmin benim dünyama ait bir şey. Ben seni değil, resmini tanıyorum. Belki sen benim bütün güzel düşüncelerimi yıkarsın, izin ver ben onu seveyim.

On-on beş dakikadır düşünüyorum başlığı ne olsa bu yazının diye. Hikâyesi, kurgusu hem o kadar amiyane deyimiyle aykırı hem öylesine duru ve berrak ki ne yazsam eksik kalırdı. Yazabileceğim her şey spoiler olacakmış gibi hissediyorum. Filmin baş karakteri boyacı Halil çalıştığı büyük bir evin duvarında Meral ‘in resmini görür ve resmine aşık olur.

Fakat hikâye akıllara gelen şekliyle devam etmez. Meral ise Halil ‘in resmine böylesine aşık olmasına hem şaşırır hem de içten içe mutlu olur ve karşılık vermek ister. Halil bu durum karşısında gayet net ve vakur bir tavırla cevap verir: “Hayır sana ait bir mesele değil bu. Resminle benim aramdaki bir durum seni ilgilendirmez. Ben senin resmine aşığım.” Film Halil, resim ve Meral çerçevesinde devam eder. Halil her ne kadar Meral ‘den uzak durmaya, resmine olan aşkının onda hayal kırıklığına uğrayacağına inansa da zamanla ustasının ve Meral ‘in ardı ardına iteklemeleriyle kendini toparlar ve cesaret eder Meral ‘in hayatına ortak olmaya. Meral ‘in etrafında dolaşan bir başka kişi ise onu rahat bırakmayacaktır. Ki Meral ‘in babası Halil ‘e müspet bir dönüşte bulunmamıştır.
….

Buraya kadar konunun yeterince ilginizi çektiği ve daha fazla bir şeyler söyleyip spoiler vermemek gerektiği kanaatindeyim. Bu arada bana kalırsa Halil gayet de haklıydı. Ki zaten insanlara karşı hissettiğimiz çoğu şeyin mimarı bizler değil miyiz? Halil ‘in duyduğu aşk için Meral ‘in fotoğrafı kâfi değil mi? Hem efsaneler, destanlar hikayeler veliler aşıklar da dememiş mi “Seversin, kavuşamazsın aşk olur” diye. Belki de kavuşmak bozumudur aşkın. Hem insanın dokunduğu her şeye gaflet bulaşıyor kardeşim. Kim ne derse desin. Meral Halil ‘in aşkına karşılık verdi de ne oldu? Mutlu mu oldular?

Velhasıl siz bu filmi izleyin bir düşünün bakalım Halil haklı mı değil mi? He bir de hangi öneri yazısına girsek yabancı yabancı filmler diziler. Bizim ne güzel filmlerimiz var siyah beyaz. Şiir tadında…
Keyifli seyirler dilerim güzel insanlar.. Allah’a emanet.

 

Yeryüzünde Kırgın Bir Çocuk Kalmayıncaya Kadar…

Merhabalar,

Bu hafta için zinciri koparmak istemediğimden geçen haftadan devamla “Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları” eserlerini hazırlamıştım. Birbirinden bağımsız fakat bir o kadar da birbirini takip eden eserler favorimdir her zaman. Zihnim bilgileri daha düzenli yerleştiriyor, her okuduğum hazmedilerek yerleşiyor diye düşünürüm.

Geçen hafta okuyucularımdan yeteri kadar  yorum ve geribildirim olmaması pek ilgi çekici bir çalışma yapmamış olduğumu düşündürdüğünden dolayı bu hafta biraz daha renkli yazmak istemiştim. Fakat bu sabah sosyal medyadan okuduğum, bir yazar ile okuyucusu arasındaki diyalog, çalışmamı yeniden yapmama vesile oldu. Defne Kaman’ın Maceralarını paylaştığım çalışmamı beklemeye alıp bu hafta, okuyan herkesi şöyle bir ters yüz eden bir kitabı anlatmak istedim.

Sosyal Medya Paylaşımlarının Dokunuşu

Bu sabah sosyal medyadan kıymetli yazar, düşünür Nihan Kaya ile bir okuyucusu arasındaki etkileşim ilgimi çekti. Detaylara girmeyeceğim. Olayın özeti şöyle; Nihan Hanım’ın “İyi Aile Yoktur” kitabını okumuş bir beyefendi başlangıçta sivri bir dille eleştirdiği ve direnç gösterdiği için özür mesajı yazmış. Devamına gerekçelerini sıralamış. Sonunda da manipüle edilmeye ve susturulmaya alışmışlığımızın içimizdeki duyguları açığa çıkarmaya engel olduğunu kabul ederek Nihan Hanım’a teşekkür etmiş.

Nihan Hanım ise her zamanki nahifliği ve kibarlığı ve savunduğu fikirler hakkındaki netliği ile;” hiçbir eleştiriyi kişisel almıyorum; bana öfkeli olduklarını düşünen kimselerle aynı yaradan mustarip olduğumuzu biliyorum. Bunu görebilen herkesi kucaklamaya hazırım” şeklinde muhataplarını ince düşünmeye sevk etmiş.

Benim açımdan istifadeli bir etkileşim oldu doğrusu.

İyi Aile Mi Yoktur?

Yazarımız Nihan Kaya Boğaziçi Üni İngiliz Dili Edebiyatı mezunu olsa da tüm mesaisini Psikanaliz üzerine harcamış, halen MEF Üni Psikoloji bölümünde dersler veren kıymetli bir düşünür. Kitaplarının hemen hepsi klişeleşmiş toplum düzensizlikleri ve özellikle de çocukların haklılığı ile ilgili çok emek verilmiş ve dolayısıyla okunmayı gerçekten hak eden kitaplar.

Bunlardan birisi de İyi Aile Yoktur adlı eserdir. Kitabın içeriği de adı kadar “nasıl yani?” dedirtiyor doğrusu. Çünkü bugüne kadar gelen asla değişmez zannettiğimiz pek çok alışkanlık, gelenek, örf ve anane denilen mevzuların kararlı hamlelerle düzeltilebileceğini, dönüştürülebileceğini, geliştirilebileceğini anlatıyor.

Kitabın bendeki 6. Baskısı toplamda dört bölümden oluşuyor. Her bölümde okuyanın yeniden kendini keşfetmesine vesile olan örnekler, sorunlar, çözüm önerileri yer alıyor.

“Çocukluk Bir Cehennemdir “başlıklı birinci bölümde hemen her kuşağın yaşadığı çocukluk travmalarını konu etmiş yazarımız. Kurumsallaştırılmış ve kutsallaştırılmış bir ana-babalığın çocuğa verdiği zararları “olamaz” demeden açıklıyor. Her çocuğun kayıtsız şartsız sevgi ve olduğu gibi kabul edilmeye layık olduğunu, bunun olmaması halinde çocuğun gerçekten öldüğünü gayet yalın bir dille izah ediyor.

Yer yer Alice Miller’den alıntılar yapan yazar, çocuğun hem sevgiyi hem ilgiyi hem de kötü muameleyi en başından beri hissettiğini çocuğun duyarlılığı çerçevesinde anlatıyor. Çocuğa en çok zarar veren şeylerin, çocuğa zarar verdiği öğretilmiş şeyler olmadığını, çocuğun mutlak itaatle büyütülmesinin çocuğa verilecek en büyük ahlaksızlık olarak nitelendiriyor; Winnicott’un tabiriyle elbette.

“Çocuk; anne ve babanın birleşiminden olmasına rağmen onlardan ayrı olan, bunun için de onlardan ayrı olabildiği ölçüde değerli olabilen bir varoluş biçimini temsil eder “diyerek çocuğun hayata, ailesine ve elbette ki kendisine olan entegrasyon sürecini çarpıcı ve akılda kalıcı örneklerle açıklıyor.

Çocuklarına şefkat kisvesi altında baskı uygulayan anne babaların çocuklarına verdikleri zararı görmemelerinin nedenlerini sıralayarak birinci bölümü tamamlıyor.

“Modern Eğitimin Tarihçesi” başlıklı ikinci bölümde ise tarih boyunca topluma katkı sağlamış kişilerin öğrenim süreçleri ile birlikte toplumlardaki çarpık ve faydasız  eğitim öğretim sürecini sert bir dille eleştiriyor.

Her bireyin içindeki yaratıcı enerjiyi gerçekleştirmesinin aslında kendisini gerçekleştirmek olduğunu, halihazırdaki sistemlerin buna imkan vermediğini anlatıyor. Edison’un annesinin oğlunu okuldan almakla ve onun içindeki yaratıcılığı gerçekleştirmesine sağladığı kolaylık ve desteğin asıl fedakarlık olduğunu bizim annelerimizin “saçını süpürge etmek” kutsalını yıkarak gözler önüne seriyor. Akılları düşünmeye adeta zorluyor.

Çocuğun ruh dünyasına etkileyen her şeyin çocuğun davranışlarına muhakkak yansıyacağını anlatırken, anne babaların neden çocuklarını tanımak zorunda olduğunun altını çiziyor. Doğru olan hareket çocuğu dışardaki insanlardan korumak değil, çocuğun kendisini korumayı öğretmek olduğunu bir kez daha dillendiriyor.

Doğumhaneler” ile ligili detayların değerlendirildiği üçüncü bölümde ise doğumhanelerin genel dizaynı hakkındaki haklı eleştirilerini okuyup o pencereden de bakmaya başlıyoruz. Çocuğu doğurmuş olmanın çocuk üzerinde tahakküm kurmanın geçerli sebebi olmadığını, böyle bir yaklaşımın kendi davranışlarının sorumluluğunu üstlenmeme gibi bir dengesizlik olduğunu vurguluyor. Alice Miller’in “Çocukluk Yaralarıyla Yüzleşmek” adlı kitabında Freud’un hemen bütün hastalarının çocukken istismar yaşadığını anlattığını fakat o günün toplumunun buna tahammül edemediği için bu iddiasını geri çektiğini anlattığını okurken ister istemez çevremizdeki herkesin davranışlarını gözümüzün önüne seriyor.

Ayrıca birtakım kutsallarla alakalı ince dokunuşların olduğu bölümleri okurken, önyargısız yaklaşmanızı, söz konusu kutsallarla ilgili bütün bildiklerinizi bir kenara bırakarak sadece konu ile alakalı bütünlük içerisinde okumanızı tavsiye ederim

Koşulsuz sevginin konu edildiği dördüncü ve son bölümde ise gerçek sevginin çok boyutlu özelliklerini okuyoruz. Sartre ’ye göre “sevgi, karşımızdaki kişi bizi sevmediğinde de bundan etkilenmeden kalıyorsa, değişmiyor, azalmıyorsa bu gerçek sevgidir” derken, anne babaların çocuklarını sevmenin bir fedakârlık olduğunu düşünmelerini eleştiriyor.

Bir zamanların çocuklarının anne baba olduktan sonra çocukken karşılaştıkları her şeyi kendi çocuklarına yaşatmaması için mutlaka okumalı diyorum. Geçmişi affetme sürecinin kıymet ve değerlendirmelerinin anne babaların çocuklarını kıskanma şiddetleri ile doğru orantılı olduğunu gayet net ve berrak bir üslupla anlatan harika bir eser çünkü.

Doğmamış Çocuğa Mektup

Kitabın ek bölümünde ise enfes tespit ve öneriler, tavsiyeler, temennilerle, sevgi dolu bir mektup bulunuyor.

“Sevgili çocuğum,

Seni ben istedim, ben çağırdım. Hamileliğim boyunca yaşadığım sıkıntılardan senin hiçbir suçun yok. Bunları düşünemediysem, göze alamadıysam bütün suç benim….

Hakkında hiçbir şey bilmiyorum ve sen bu bilinmezliklerinle güzelsin. Sen kim olduğunu kendin anlatacaksın; anlattığın şeye kulak verebilmek için elimden geleni yapacağım.”

Ne kadar samimi, ne kadar içten bir mektup değil mi?

Böyle bir mektubun muhatabı olan bir çocuk olarak dünyaya gelmek de bir şans elbette.

Mutlu hafta sonları.

İstifadeli okumalar dilerim.