29.7 C
İstanbul
Çarşamba, Ağustos 13, 2025

Oyun Tavsiyesi: Football Manager

Birçoğumuz için futbol, 22 adamın bir top peşinden koşmasından çok daha fazlası. Bir yaşam biçimi. Hafta sonu planlarımızı maç saatlerine göre yaparız. Ve genellikle bu durum yüzünden eşimiz veyahut sevgilimizle tartışırız.
Maç izlerken hepimiz teknik direktörleri eleştirir, biz olsak daha iyi yönetiriz diye içimizden geçiririz. Football Manager bize bu meydan okuma için gerçekçi bir simülasyon sunuyor.
Football Manager ile hafta sonları yaşadığımız heyecanı 7 gün 24 saat bilgisayar ve telefon ekranlarından yaşayabilir, kendimizi futbol camiasının efsanevi bir menajeri haline getirebiliriz. O halde hadi bu meydan okumaya daha yakından bakalım.

Football Manager’in Tarihçesi

Football Manager efsanesi 1992 yılında İngiltere’de iki kardeşin yatak odasında “Championship Manager” olarak doğdu. Paul ve Oliver Colyer kardeşler Everton taraftarıydı. Oyunun ilk çıktığı 90’lı yıllarda “Premier Manager” rüzgarı esmekteydi. Fakat “Championship Manager” gençler arasında yavaş yavaş yayılmaya başlıyordu. Gösterişsiz, oldukça sade bir ara yüz ve oynanışla piyasaya çıkan “Championship Manager” yıldan yıla kendini güncelleyerek 2005 yılına kadar geldi. 2005 yılında yapımcı SI ile dağıtıcı Eidos arasında fikir ayrılıkları meydana geldi. Oyunun isim hakkı Eidos’un elindeydi. SI veri tabanını alarak SEGA‘ya gitti. SEGA ile varılan ortaklık sonucu FOOTBALL  MANAGER doğdu. 2005’te doğan FM efsanesi bir nesli hayallerine kavuşturmaya devam ediyor.

Oyuna Genel Bir Bakış

Football Manager, birçoğumuzun hayali olan kulüp yönetme fırsatını bizlere tanıyor. Oyunda gelişmiş veri tabanı ve geniş scout ekibini oluşturduğu veriler oldukça gerçekçi. Öyle ki takımımıza genç yetenek olarak aldığımız oyuncular birkaç yıl sonra gerçek hayatta Avrupa’nın dev kulüplerinde forma giyme ihtimali oldukça yüksek.
Oyun simülatörü ile kariyerimize başladığımız takımın tüm iç dinamiklerine hakim olabiliyoruz. Öyle ki futbolcular antrenman programımızdan memnun olmayarak veyahut sürekli yedek kaldıklarında arkamızdan konuşabilir, takımın iç huzurunu bozabilir. Bu durumda başarıya giden yolda bize çelme takabilir. (Oyunun gerçekliğini varın siz düşünün 🙂 )

İster hayalinizdeki kulübü alıp şampiyonluk yarışına katılın, isterseniz alt liglerden bir takım ile kariyerinize başlayıp basamakları teker teker çıkın. Tercih size kalmış.

Football Manager’e Yeni Başlayacaklar İçin Altın Değerinde İpuçları

  1. Oyunu ilk defa oynayacaksanız şampiyonluk yarışı veren yahut ligde kalma mücadelesi verecek takımları almayın. Orta sıralarda mücadele edecek olan bir takım almanız oyun sistemini çözme sürecinde sizin için daha avantajlı olacaktır. (Şampiyonluk ve düşme stresi yaşarken oyunu çözmeniz zorlaşacaktır.)
  2. Yeni başladığınız kulüpte oyunculara göre taktiksel diziliş yapın. Oynamayı sevdiğiniz taktikler her takım için uygun olmayabilir.
  3. Genç yeteneklere yatım yapın. Mali sıkıntıların yaşandığı takımlarda önceliğiniz maddi kaynaklar yaratmak olsun. Genç oyuncuları parlatarak oldukça iyi bonservis bedelleri sağlayabilirsiniz.
  4. Oyuncularla aranızı iyi tutun. Takım içi huzursuzluk takımın performansını olumsuz etkileyecektir.
  5. Antrenman takvimini iyi oluşturun. Sezon öncesi kampında fiziksel yüklemeler uzun lig maratonunda takımınıza zindelik katacaktır. Fakat lig döneminde yoğun fiziksel antrenmanlardan kaçının. Maçlar oynanırken yapacağınız yoğun antrenmanlar takımınızın maçlarda erken yorulmasına ve yoğun fikstürde oyuncularınızı sakatlanmasına sebep olabilir.
  6. Teknik ekibinizi eksiksiz oluşturun. Teknik ekibinizin eksiksiz olması size kolaylık sağlayacaktır. Herkes işini yaptığı sürece takımınız emin adımlarla zirveye yürüyecektir.

Sizlerde hayalinizi gerçekleştirebilir, bu meydan okumaya katılarak  birer Marcelo Bielsa, Pep Guardiola, Aykut Kocaman ve Fatih Terim olabilirsiniz.

Her Şeye Biraz Sen Katmışım

En çok da yazdığım şiirlere

Dinlediğim şarkılar’da

Her anıma, her saniyeme

Sen kattım biraz kendime…

Deydi mi peki dersin?

Bilemiyorum,

Sen gittin benden

Seni her şeyime kattığım halde…

Gittin…

Sayfalara sardım,

Sayfaları karıştırdım,

Yazdığım şiirleri silmek istedim.

Yüreğinin kıyısına dalgalar vurduğunda.

İstedim ki beni hatırla

uzun zaman oldu,

aklıma sen geldikçe bir yarım sanki hala boşlukta…

Sustu dudağımdaki şarkı, ellerimdeki kalem.

İçimde binlerce sen kanıyor her gece…

Kimse bilmiyor… Kimse duymuyor…

Her şeye biraz sen katılmışım ondandır.

Bu,

yazdığım son satırlar sana…

artık, ne ismim, ne şiirlerim,

ne ben , çıkmayacak karşına…

7 Perdelik Bir Oyundur Dünya: 7 Şekspir Müzikali

Bütün dünya bir sahnedir
Ve kadın erkek ancak birer oyuncu
Sırası gelen girer
Sırası gelen çıkar
Nice roller oynar ömür boyu

Size tek kelimeyle şahane bir müzikal önerisiyle geldim. Evet evet eğer şanslıysanız ve daha önceden izleme fırsatına sahip olmuşsanız eminim ki aklınıza geleni anlatacak, önereceğim. 7 Şekspir Müzikali. Shakespeare’in Sonnets (Soneler), The Passionate Pilgrim -XII (Şiir) (Ateşli Yolcu – XII), As You Like It (Beğendiğiniz Gibi), The Winter’s Tale (Kış Masalı), King Lear (Kral Lear), Hamlet, Prince of Denmark (Hamlet), A Midsummer Night’s Dream (Bir Yazdönümü Gecesi Rüyası), Troilus and Cressida (Troilus ve Kressida), Romeo and Juliet (Romeo ve Juliet), Much Ado About Nothing (Kuru Gürültü), King Henry the Fifth (V. Henry), Othello, the Moor of Venice (Othello), Antony and Cleopatra (Antonius ve Cleopatra)T, he Tempest (Fırtına), Julius Caesar, The First Part of King Henry the Fourth (IV. Henry – I. Bölüm), King Richard the Second (II. Richard), Macbeth, Pericles eserlerinden alıntılarla yazılmış, ataerkil toplumda bir erkeğin hayatının 7 evresini anlatan ve Haluk Bilginer efsanesi aracılığı ile de bizlere ulaştırılmış  muhteşem bir eser.

Yedi perdelik bir ömürdür
Yedisinden yetmişine bir erkeğin oyunu

İlk önce/Annesinin kucağında süt emen, ağlayan ve kusan bir bebektir
Sonra elinde okul çantası sabah sabah mahmur gözlerle…
Sonra aşık olur/Körük gibi iç çeker…
Derken asker! /Eser gürler/Atıp tutar/Bir bardak suda fırtına kopar…
Sonra yargıçtır…
Daha sonra 6.çağ başlar…
Ve ikinci çocukla her şey sona erer…

Haluk Bilginer’in oyunculuğu ile Shakespeare’in sanatı harmanlanır da üstüne söz söylemek düşer mi?.. Yaklaşık 2 saatlik bu oyun göz açıp kapayıncaya kadar bitecek sonra tekrar, tekrar, tekrar açıp izleyeceksiniz eminim ki… Cümlelerimi Shakespear’in sözleriyle noktalarken Turgut Uyar’ın şu sözü dolaşıyor zihnimde
‘Düşünüyorum da biz, büyüyerek çocukluk etmişiz…’ 

BURALARIN HAKİMİ BEN OLSAYDIM
HER ŞEYİ TERSİNE ÇEVİRİRDİM
TİCARETİ YASAKLARDIM
HAKİMİN ADI BİLE OLMAZDI
ZENGİN OLMAZ, YOKSUL OLMAZ
KÖLE OLMAZ, SÖZLEŞME OLMAZ
MİRAS OLMAZ, SINIR OLMAZ
TARIM, BAĞ BAH…
MÜLK OLMAZDI MÜLK
MISIRA MADENE ŞARABA YAĞA İHTİYAÇ OLMAZDI
ÇALIŞMAK ORTADAN KALKAR KİMSE ÇALIŞMAZDI
HERKESİN TEMBELLİK HAKKI OLURDU
HERKES MASUM
HERKES SAF
HÜKMEDEN OLMAZDI
DOĞA ÜRETİRDİ  GEREKLİ OLAN HER ŞEYİ
BİZ HİÇ TER DÖKMEDEN
HEM DE HİÇ
İHANET CİNAYET BIÇAK MIZRAK KILIÇ HANÇER
TOP TÜFEK OLMAZ
MAKİNAYA İHTİYAÇ KALMAZDI
BİZDE OLMAYANI DOĞA BİZE CÖMERTÇE BOL BOL VERİR
BENİM MASUM İNSANLARIM AÇ KALMAZDI
 
 
 
 

Lafügüzaf

Köşe bucak
Alsam nefesimi
Koysam bir bavula
Taşar mı dersin yarına?

Değer mi feda ettiklerin
Emanet bir cana
Canlar acır mı canana?
Toprak altında

Artık lafügüzaf
Geçti dermanım,
Soldu goncam,
Geçti feryadım, figanım

Her kucak
Oldu yanan bir ocak
Od’umu aldım ben!
Varsın yansın gayrı.

O Gün Bugündür: “Şeb-i Yeldâ”

En uzun gecelerin de mutlak bir sabahı vardır diye giriş yapalım… Her şey hayata dair, hayatın içinden… Merhaba yılın Şeb-i Yeldâ’sı, nasıl geldin kış gündönümü?

Her şey dönüyor kendi ekseninde ve yönünü biliyor. Bir tek ben (mi) bilmiyorum ya da tersini yapıyorum bu hayatta.

Yılın en uzun gecesi ne zaman? 21 Aralık.

İşte o gecenin en uzun olduğu zamana biz “Şeb-i Yeldâ” diyoruz. Karanlık gece, uzun gece…

Şimdi gelelim Sâbit’in beyitine dersem “Geleneksel ‘Müneccimle muvakkıt ne bilir’ içerikli beyit paylaşım günlerini sen mi başlattın(!)” diye içinizden söylenmezsiniz inşallah efendim.

Şeb-i Yeldâyı müneccimle muvakkıt ne bilir,

Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç sâ’at.

(En uzun geceyi ne yıldız bilimciler ne de vakit tayin eden memurlar bilir. Gecelerin kaç saat olduğunu gama müptela olanlara sor.)

Gerçekten de “Şeb-i Yeldâ” hasret çekenlerin, aşka düşenlerin, bir şeyi düşünenlerin, hastaların bitmeyen gecesidir. Bu satırlardan sonra içimdeki bastırılmış gama müptela huyumu uyandırırım, uyutmam, kaç gece? Bilemem.

Yani bu aralar iyi bakmalı yüreklere. İyice sarıp sarmalı, korumalı kıştan ki gönül, kışı yaşamasın. Çünkü gönül kışı yaşıyorsa şeb-i yeldâ hiç bitmez.

Amma ki gönül kışı yaşamıyorsa, aklıma gelen bir tane daha buna benzer bir beyiti de Yahya Kemal söylemiş. Çok güzel bir beyittir:

Şeb-i yeldâda uzar fecre kadar kıssa-i aşk,

Tâ ki Mecnûn bitirir nutkunu Leylâ söyler.

(Aşk hikâyesi, yılın en uzun gecesinde bile şafak sökene kadar sürer; Öyle ki Mecnûn sözünü bitirse Leylâ başlar, ama biz Leylâ sussa Mecnûn anlatır.)

Ne olacak o zaman gönül gözüyle mi göreceğiz alacakaranlıkta bir belirip bir yiten içimizdekileri? Ya kara kış dostun gönlüne göz açtırmazsa ne olacak? Gönlünüz, gözünüz kışın soğuğu görmesin.

Şimdi baktım saat kaç? Bu gece uzundu ve “Dualar, dilekler sıralansa nasıl olurdu?” diye düşündüm. Yalnızca kendimiz için değil bütünün hayrını düşünerek. Görünmez bağlarla bağlaydık birbirimize, tüm insanlık, tüm yaşam belirtisi taşıyan her şey, gökyüzü, okyanus, toprak…

Saat olmuş bilmem kaç? Sıralayalım, sıralayalım hepsini yüreğimizde ve zihnimizde. Her biri çekmecenin bir gözünde şimdi. Çıkarlar mı oradan, “Bak ben buradayım!” derler mi gece bitmeden?

Ne önemi var, insan ne istediğini bile bilse yeter değil miydi? Oluru olmazı hep O’ndan. Bize düşen istemek, verirse şükretmek gönülden, vermez ise yine şükredip bir bildiği var demekti.

Karanlıktan sonra mutlaka Güneşin doğacağını, ruhsal dünyamızda ise her an ışığı seçebileceğimizi hatırlatır mısın Şeb-i Yeldâ?

En uzun gündüz, yok mu senin şiirini yazan? soruma cevap geleceğini umuyorum. Gündüzler şairlerin üvey evlatları mıdır yoksa(!) Düşün hey ben, hangi “Aralık”tan çıkacaksın, o gün bugündür Şeb-i Yeldâ…

Biz Çocuklar

Zamanın mahur bestesi yazılmışken son çağda
Biz tazeliğini yitiremeyen çocuklardık
Dalgalar döverken sahil kasabamızı
Biz hayallerine set vurdurmayan çocuklardık
Süzülürken bir kartal tam tepemizde
Biz kuzumuzu vermeyen çocuklardık
Hayatını satar olmuşken o sokağın çocukları
Biz hayallerini satmayan çocuklardık
Bir mahur beste dinletisinde
Kasabamızı döven dalga sesinde
Bir kartalın gölgesinde
Hayatımızı satmaz iken umut çeşmesinde
Biz hala o gemiyi bekleyen çocuklardandık

Anthony Burgess’in İlham Dolu Hikâyesi

Bir şeyler yapmak istiyoruz. Evet, bir hayalimiz var ve onu gerçekleştirmek istiyoruz. Bir kaç kere kalkışmışız, başarısız olsak da yapabileceğimize inanıyoruz. Kendimizi o konuda yetenekli görüyoruz ama… Ama bir şey eksik! Olmuyor işte! Ol-mu-yor! Ne eksik? Çalışma masası mı? Güzel bir manzara mı? Yemek mi? Kahve mi? Yoksa hayallerimize yeterince değer mi vermiyoruz? Neden motivasyonumuz yok?

Bu yazıda sizlerle Otomatik Portakal kitabının yazarı Anthony Burgess’in hikayesini paylaşacağım. Belki onun hikayesinden kendimize bir pay çıkarırız. Anthony 40 yaşındayken beyninde tümör olduğunu ve bunun kendisini bir yıl içerisinde öldüreceğini öğrendi. Maddi durumu iyi değildi ve öldüğünde eşine bırakabilecek bir birikimi yoktu. Anthony profesyonel bir roman yazarı değildi ama her zaman hayalinde bir romancı olmak vardı. Bu konuda da yetenekli olduğunu düşünüyordu. Tabi ki hayaller ertelene ertelene yaş 40 olmuştu. Artık arka plana attığı hayallerini su yüzüne çıkarma vakti gelmişti. Böylece en azında eşine telif hakkı olan bir kaç yazı bırakabilecekti.

Yazı makinesine kağıtları yerleştirdi ve ilk romanını bu şekilde yazmaya başladı. Yazdığının basılacağı kesin değildi ancak denemekten de başka şansı yoktu. “1960 ocağıydı,” diyordu “Konulan tanıya göre, önümde yaşayabileceğim bir kış, bir ilkbahar ve bir yaz vardı. O yıl, yapraklar dökülmeye başladığında ben de ölmüş olacaktım.” Bu şartlar altında, Şu an İngiliz Edebiyatı’nın önde gelen yazarlarından biri olan Burgess bir yıl bitmeden beş buçuk roman yazmayı başarmıştı.

Sonrasında ne mi oldu? Yanlış teşhis konulduğu anlaşıldı. Ancak bu o zamana kadar Burgess çoktan tanınan bir yazar olmuştu. Toplamda 50’den fazla roman ve hikaye yazdı. Bu olayda 40 yıl boyunca yazmak isteyip yazamayan ama 1 yıl içerisinde beş buçuk roman yazan Burgess’e bakınca benim aklıma iki durum geliyor. Bambu ağaçlarını bilirsiniz, Bambu ağacını Çinliler şöyle yetiştirir: Önce ağacın tohumu ekilir; sulanır ve gübrelenir. Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz. “sulanır ve gübrelenir.” İkinci yılda da tohumda herhangi bir değişiklik olmaz. “sulanır ve gübrelenir.” Üçüncü yılda yine tohumda herhangi bir değişiklik olmaz. Sabırla ” sulanır ve gübrelenir.” Dördüncü yılda da her yıl yapılan işlem tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir. Fakat inatçı tohum bu yılda da filiz vermez. Beşinci yılda da Çinliler yine büyük bir sabırla bambuya su ve gübre vermeye devam ederler. Ve nihayet beşinci yılın sonlarına doğru bambu yeşermeye başlar ve altı hafta gibi kısa bir sürede yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır. Burgess’in 40 yaşına kadar birikim yaptı. O, hayal silahına barut koydu 40 yıl. Fakat barut koymakla silah ateş almaz, o silahı ateşleyen neydi? Tabi ki o da zorluk, acı ve baskıydı. Artık ne zaman öleceğini biliyordu, zamanı kısıtlıydı ve hiçbir şey hazır değildi. İşte kendini zorunlu hissetmesi yıllardır doldurduğu silahını ateşledi. Stresi yönetebildiğimizde, o enerjiyi evirdiğimizde o bize baskı yapamaz. Aksine biz ona basıp yükseliriz. Şimdi hayal ettiğimiz şeye gideceğiz madem, birikimimizi kontrol edelim ve zamanımızın tükendiğini bilelim.

Kalmalar Lazım Bize Şimdi

“Bir gün akşam olur biz de gideriz.” demiş şair.

Gitmeye meyillidir insan. Kalıp mücadele etmektense, gitmek, kaçmak hep daha kolay olmuştur. Bir sıkıntıyı, kusuru, yanlışı düzeltmek yerine ya ona ayak uydurmuş, ya sadece susmuş, ya da terk etmişizdir orayı, belki de o insanı.

Kalmak zordur, emek ister, fedakarlık, çaba, özveri ister. Konuşmak, anlatmak; dinlemek ve anlamak ister. Oysa çantanı alıp, giyip kapı önündeki ayakkabılarını, arkana bile bakmadan gitmek işine gelir insanın.

“Buradayım.” demekten daha kolaydır, “Hoşçakal, gidiyorum.” demek. Kucaklaşmaktansa, el sallamayı yeğler insan. Uzaktan izleyerek çekeceği hasreti, yanında kalarak yaşayacağı sıkıntıya değişiverir.

Kolay gider insan, çabuk vazgeçer. Mühim olansa, bizi biz yapan vazgeçişlerdir. Bizi bizden alan, koparan, mücadeleden vazgeçmeler değil. Çekip gitmeler, elvedalar değil.

Şunu bileceğiz önce, kalkmak kadar düşmek de vardır hayatta. Gülmek kadar ağlamak da…

Düşeceğiz; ağlayacağız. Gün gelecek, kalkacağız ve güleceğiz. Fakat gitmeden, vazgeçmeden, bırakmadan, beraber.

Çünkü kalbin ilacı, dilindedir insanın. Bakışı teselli, sözü şifâ, varlığı huzurdur yoldaşın.

Kalmalar lazım bize şimdi, yan yana atılan kahkahalar, beraber akıtılan gözyaşları, el ele meydan okumak lazım hayata, gitmeler değil.

Kucaklaşmalar lazım bize şimdi, vedalar, hoşçakallar değil.

Edebiyatın Güzel Abileri: Yedi Güzel Adam

Yedi adam biri bir gün
bir aşk bir gün
gereğini belledi
ölüm girse koynuna
Ayırmaz aşkı yanından

Siz diyin Yedi Güzel Adam ben diyim Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Rasim Özdenören, Nuri Pakdil, Mehmet Akif İnan, Alaeddin Özdenören ve Ali Kutlay. Türk edebiyatına adını altın harflerle kazımış yedi güzel insan, yedi güzel abi, yedi güzel dost, yedi güzel sırdaş, yedi güzel yoldaş… Dizi bu 7 kıymetli kalemin hayatlarını bizlere sunmakta. 1950’li yıllarda Kahramanmaraş Lisesi’nde yolları kesişen yedi güzel yüreğin 1970’li yıllara uzanan öyküsünü anlatmakta. Her köşesi buram buram edebiyat, huzur kokan dizi bizleri ilerleyen bölümlerde üstat Necip Fazıl Kısakürek‘le de buluşturuyor. Olaylar daha çok şair Adil Erdem Bayazıt ve şair Abdurrahman Cahit Zarifoğlu penceresinde gelişse de geriye dönüşlerle her birinin hayatlarından özel anlara şahit oluyoruz.

Yazlar bilirim memleketime özgü
Yiğit köy delikanlılarının
İncir çekirdeği meselelerle birbirlerini kurşunladıkları

Dizi Erdem Bayazıt’ın lise öğrenimini tamamladığı Kara Lise‘ye atanması ve düğünüyle başlar. Lise yıllarını beraber geçirdikleri, anılarına ortak olan Zehra da öğretmen olmuş ve Kara Lise’de görev yapmaya başlamıştır çoktan. Ülkede sağ sol çatışmaları devam etmekte, lise öğrencileri tabiri caizse maşa gibi kullanılmaktadır. Olaylar iki pırıl pırıl genç Kahraman ve Cevat üzerinden ilerler. Cevat henüz kendini bulamamış, babası ile sorunları olan bir gençken devrimci Kenan Hoca’nın yönlendirmeleri ile sol gruba kayar, Kahraman ise ülkücülerin arasına. İlerleyen bölümlerde Hakkı üzerinden de Alevi Sünni meseleleri boy göstermeye ve anlatılmaya başlanacaktır. Erdem’in düğünü ile yıllar sonra tekrar bir araya gelen yedi güzel kalem bir daha kopmayacaktır.

Yaslan göğsüme sevdiğim
Benim gönlüm gök gibidir açık deniz gibidir
Pas tutmaz benim içim yeryüzü gibidir
Toprak gibidir
Sen ki bulut gibisin
Ay gibisin güneş gibi bazen

Gelelim nahif şairimiz Erdem Bayazıt’a… Bayazıt ailesinin geniş konağına gelin gelir Naciye. Küçüklüklerinden bu yana içten içe Bayazıt’a yanık olan evin yardımcısı Emine’yse bu evlilik müessesinin dağılması, tadının kaçması yolunda elinden gelen her şeye başvurur. Konağın afacanı Emine’nin oğlu Kerim ise sizi edebiyat kokulu sokaklardan alıp yüzünüze gülümseme konduracaktır her cümlesiyle. Naciye ile Erdem’in aşkı öyle derin, öyle sevgi ve bağlılık dolu, öyle anlayışlıdır ki izleyen herkes böylesi bir sevda hikâyesine nail olmanın hayalini taşır yüreğinde.

Sesin eksik, ev ıssız bir sokak bu günlerde
Titriyor hikâyesi lambalarda, kaçağı bol sevgimizin…
Nerde, hangi ağacın gölgesinde oh diyor ki şimdi yüreğim ?
Bir erkek için baba olmakla ölçülmüyor mu hayatın yükü ?
Sırtından atıp gittiğin ergen yüzlü, zarif oğlunun canında
Menfi bir özleme dönüyor artık yokluğun…

Cahit Zarifoğlu… Hayatımın en büyük şanssızlığı onun olmadığı bir yüzyılda olmak. Onu tanımak, oturup iki kelam etmek için neleri vermezdim. Bilinmezin şairidir Zarifoğlu. Buzdağının yegane sevgilisidir. Artist’tir. Aristo’dur. Zehra’nın biricik ulaşılmazı, Erdem’in kıymetli dostu, Sait Baba’nın kardeşi, Berat Hanım’ın kıymetlisi, zarif eşidir. Gerçek hayatta böyle bir bağlantı olmasa da dizi uzun bir süre Zehra’nın Cahit’e olan aşkı ve karşılık bulamaması ile devam eder. Zarifoğlu’nun yüreğindeki baba hasreti ve babasına olan öfkesi bile sık sık bizlerle buluşup, ortak acılarımıza, ortak yangınlarımıza bazen har olacak bazen su serpecektir… 

Âşıkam meftûn-u cânân olmayan bilmez beni
Hançer-i aşk ile kurbân olmayan bilmez beni
Anlamaz ahvalimi her sûfî-meşreb müddeî
Bâde-nûş-i bezm-i irfân olmayan bilmez beni.

Yedi Güzel Adam lise yıllarında Hamle Dergisi’ni çıkarmış bir araya gelmeleriyle de edebi çalışmalarına tekrar başlamışlardır. Sık sık bir araya geliyor ülkenin meseleleriyle, birbirleriyle aralarına sıfatlar koyularak bölünmeye çalışan gençliğin derdiyle, Müslüman alemin sorunlarıyla, Kudüs davasıyla dertleniyor sohbetler ediyorlar, söyleşiler düzenliyorlardır. Yazımı yavaştan sonlandırırken sırlarına sırdaş, yollarına yoldaş olmuş Yalnız Ardıç’ı anmadan edemeyeceğim. Size diziden en sevdiğim kesiti bırakırken, Nuri Abi’nin şu dizeleriyle veda ediyorum…

Gel
Anne ol
Çünkü anne
Bir çocuktan bir Kudüs yapar

Enginarın Kalbi

Cağaloğlu’na çıkmaya çalışırken
Dokuz kat yerleri hınca hınç yardığımız zamanlara
Git-gelli akıllarımıza karşın
Dinlediğimiz ertelenmemiş konferanslara
Ve ithaf edilebilir kan kırmızı bir yazma
Tüm iğne oyalarına

Mısır çarşısında süt mısır satan
Tezgahlar kadar bembeyaz saçlarını dilerdim tanrıdan
Cebimdeki son dört buçuk lirayı verecek kadar severdim
Kaçıracağım metroyu bilip
Yoldan dönecek kadar severdim
Dehlizlere bırakacak kadar seni
Gökte bulabilecek kadar severdim
Hem sıcak bir çorba hem sıcak bir sohbet
İçin gidilebilecek saatleri de severdim

Babamı görür gibi olurdum piyasadan geçerken
Gara doğru koşar(a)dım ama yalnızca
Ellerimde boyu boyuma pothos’u isterdim
Bunu pontus rum duysa çekerdi kılıcını başlarımıza
Başlarım kılıcına diye söylendi bendeki iç ses
Kapayalım kulaklarımızı
Kapayalım ki kesilmesin başlarımız!

Harem vapuru yönünü şaşırmış
Akdenize doğru uçuyor beni de almadan
Tüh diye bağırdı bu sefer dış ses
Takıldık yine gişelerde memurlara
Ben yalnızca
İnsanlar konuşur sanırdım

Kendimize İyi Bak

Bütün bir evreni içine alabilen
Bütün gizi, bütün açığı
Bütün divaneliği kapsayan
Kalp
Sahi nedir bizi dinleyen?
Nedir bizim içimizi dindiren?
Duyduklarımız mı yoksa,
Duymak zorunda kaldıklarımız mı?

Küçük bir çocuğun gözlerindeki o masumiyetlik
Adını koyamadığımız, içimizi deldiren bir his
Geceleri uyutmayan,
Bazen dinlendiren
Bazen sevindiren
Ama çoğu kez kanatan şey neydi?
Kırılan bir vazo tamir edilebiliyorken
Onun tamiri de mümkün olamaz mıydı?
Yoksa yine belli olur muydu kusurları
Kendini çok çabuk ele verebiliyorken…

Bazen bahçesinde rengarenk çiçekler açtıran
Gökyüzünü maviye boyayabilen
Bir tuval miydi içimizde?

  Bütün bu soruların cevaplarını herkes kendi içinde verebiliyordur umarım, öyle ki herkes aynı göremiyor bazı şeyleri. Kimi sağından bakar kimi solundan kimi ise soluğundan… Ama herkes bakar bir taraftan… Herkesin penceresi farklıdır. Herkesin olayı, herkesin sorunu farklıdır. Herkesin acısı kendinedir bu evrende ama herkeste vardır o kalp denen organ. Her ne kadar herkes farklı olsa da hisler birdir…

  Bir çiçeğe baktığımızda bile onda ibretlik bir şeyler görebiliyorsak anlayabiliyoruzdur evreni. Yolda yürürken bakarsak insanlara, düşünürsek kimsenin göründüğü gibi olmadığını, anlarız o zaman… Kim bilir bizim derdimizi nimet sayacak nice insan vardır yeryüzünde. Yeter ki biz farkına varalım kendimizin, biz bize yetelim, biz bizi koruyalım.

Kalbim

  Sana çok nutuklar çektim şimdiye kadar. Bana hep ‘tamam’ dedin ama yine bildiğini okudun. Onun için her şeye rağmen şimdilik sana yine bir ricada bulunacağım; “Hatanı gör, adımını atarken iyi düşün, zira gelecekte pişman olabilirsin. Ola ki pişman olursan üstüne ah alma, ondan dolayı pişmanlık yaşama isterim. Bütün hatalarına rağmen seni seviyorum çünkü sen orada sevdiklerimi taşıyorsun… Kendimize iyi bak.”

İmkânsızın Efsunu: Ağlatan Qafe

Tanrım! Bu ne ağır imtihan, ne dayanılmaz bir gece… Râyihası nakış nakış, Janset gibi berceste. İmkânsız efsunu görür gibi, bastırır göğsüne akordiyonu. An durur, saat durur ve dünyadaki tüm acılar son bulur. Şamil, başlar aşkın ritimlerini yaratmaya; gözyaşıyla, alev alev yanan ruyhuyla…

Çerkez diyarında küçük bir köyde,
Dünyalar güzeli Janset yaşardı.
Bazen bir melekti bazen bir ayde,
Kırlarda ceylanlar gibi koşardı…

Köyün en güzeli ay parçasıydı,
Beyazdan beyazdı ipeksi teni.
Civardaki güzellerin hasıydı,
Kendine bağlardı bir kez göreni…

Bir gün yolu düştü o küçük köye,
Yakışıklı, babayiğit Şamil’in.
Gözleri takıldı gördüğü şeye,
Meftunu olmuştu o an güzelin…

Şamil çok sevmişti güzel Janset’i,
Janset tutulmuştu yiğit Şamil’e.
Çok ağırdı bu sevdanın diyeti.
Sonu ayrılıktı sonu hep çile…

Babası Janset’i verdi zengine,
Şamil akordeon çaldı düğünde.
Büründü sevenler hüznün rengine.
Ağlatan bir şarkı doğdu bu günde…

Yürekler titreten ağlatan kafe,
Şamil’in hüzünlü melodisiydi.
Dillerden düşmeyen bu hüzzam beste,
Aslında sevdanın yürek sesiydi…

Şiir: Mehmet Çakır

Leyla’nın İzinde Şifa Bulmuş Bir Mecnun’un Öyküsü: Allah Yakındır

Ey aşk! Ateştir senin nesebin…
Niteliğin dumandır kaynağın ise rüzgar
Su tufana dönüştü toprak da küle
Senin kokunla ateş rüzgara karıştı
Şirin’siz her saray bisütûn gibi viranedir
Ferhat’sız her dağ bir saman çöpüdür rüzgarda
Yedi nesil öteye tüm atalarımız gâmdı
Bize miras kalan hep sonsuz keder oldu
Rüzgar esince toprağımızdan senin kokun geliyor.

Sadece Sen kalacaksın;
Biz hepimiz gidince…

Kendi dünyasında ufacık bir çocuğu yaşatan masum, saf ve berrak bir adam; Rıza… Aşk, aniden kalbine aheste aheste nüfuz eder. Önce amansız bir hastalık tutar bedenini, şifa nöbetleri ve hemen akabinde Leyla’nın o nurlu silüeti peyda olur alemin üzerine. Rıza’nın çocuk kalbi, aşkın külleri arasında gark olur, hırpalanır ve kirli bir çamur gibi kirletir ufak dünyasını.

Öyle bir meleğin inişine şahit olur ki alem, hiçbir Mecnun böylesi duru bir güzellikle karşılaşmamıştır. Zavallı Rıza, tutulur kalır o güzelliğin nezdinde; kendini unutur, kalbini çöle vurur…

Leyla’sı derman vermez, iz bırakmaz, aşkına yoldaşlık etmez. Rıza, gün geçtikçe düşmektedir. Puslu, zifiri bir gecenin koynunda, aşkına umut veren bir şuâ aramaktadır…

İran sinemasını sevenlere muhteşem bir film önerisinde bulunmak istedim. Film, (Allah Yakındır) 2006 yılında vizyona girmiş, yönetmenliğini Ali Vazirian yapmıştır. Zihnen henüz olgunlaşmamış Rıza, ölen abisinden kalan motosiklet ile taksicilik yapmaktadır. Bir gün yine işe çıktığı esnada genç bir kadınla karşılaşır. Genç kadın, yakın bir köyde öğretmenlik yapmaktadır. Otobüs ile ulaşım olmadığı için Rıza’nın motosikletine biner. Rıza, genç öğretmeni gördüğü ilk andan itibaren tutulup kalır. Çocuksu ve masum aşkı, Batı sinemasının bedensel aşklarının yanında izleyiciyi hayrete düşürecek ve utandıracak cinsten. İzlerken aşkın en temiz, en masum ve en doruk noktasının seyrine varacaksınız. Ayrıca filmde yer alan şiirsel, mistik sahneler ruhunuza öylesine iyi gelecek ki, film sona erdiğinde kalbiniz koca bir hiçlik duygusuyla yanıp tutuşacak. Aşkın şiirle can bulduğu muazzam bir film sizleri bekliyor…

İyi seyirler…

Bir Kitap Önerisi: Masumiyet Müzesi

Hayatımın en mutlu ânıymış , bilmiyordum .

Uzun süre etkisinden çıkamadığım, Orhan Pamuk’un en güzel eserlerinden biridir Masumiyet Müzesi… 

Kitap genel itibariyle Füsun ve Kemal arasındaki tarif edilemez aşk durumunu anlatıyor. Her aşk hikâyesinin mutlu sonla bitmediği, coğrafyanın bize binbir türlü oyunlar oynadığı gerçeği bir kez daha çıkıyor karşımıza. Çocukluktan aşina olduğu ancak yıllardır görmediği uzaktan akrabası Füsun’un Şanzelize butikte karşısına çıkmasıyla başlıyor her şey. Kemal dönüp arkasını gidemiyor ve ne olduysa bundan sonra oluyor. Bu aşkın, tutkunun anlık bir heves olmadığını anlıyoruz. Sanki Kemal’le birlikte biz de o aşkın hissiyatını dokuz yıl boyunca yaşıyoruz, dile kolay tamı tamına dokuz yıl…

Bazen kendinizi Çukurcuma’da Füsun’ların evinde televizyon izlerken, bazen de kendinizi Kemal’in yerine koyup Füsun’u düşünürken bulabilirsiniz. Velhasıl Kemal’in yaşadığı durum öyle bir hal alıyor ki adeta elinden gelse Füsun’un aldığı nefesi bile bir şeye doldurup saklayacak. 

Fazla detaya inmeden Masumiyet Müzesi nasıl anlatılır bilemiyorum. Okuyalı neredeyse iki yıl geçti üzerinden ama bazen  istemsizce kendimi Çukurcuma’da Füsun ile Kemal’i düşünürken buluyorum. Eğer duygularınızın varlığını hissetmeye ihtiyacınız varsa, ısrarla okumanızı tavsiye ediyorum. 

Okuduktan sonra da kendinizi Masumiyet Müzesini hayal ederken bulacağınız muhtemel. O yüzden aşağıya bir bağlantı bırakıyorum, buradan müzeyi gezebilirsiniz. Eğer ben kanlı canlı görmek istiyorum derseniz kitabın son sayfalarında, giderken kullanabileceğiniz bir harita var, ayrıca kitabın 485. sayfasında müzeye girerken kullanabileceğiniz bir bilet de mevcut. Bu detay beni çok etkilemişti. Bir kitap düşünün, bir müze yaratıyor ve öyle bir kitap ki bileti de içinde barınıyor.

Açılışı kitabın ilk cümlesiyle yaptığım gibi  kapanışı da yine kitabın son cümlesiyle yapmak isterim.

“Herkes bilsin, çok mutlu bir hayat yaşadım.”

Bozkırda Bir Anadolu Masalı: Gönül Dağı

Başrollerini Berk Atan ve Gülsim Ali İlhan‘ın üstlendiği Gönül Dağı, karşılarına çıkan tüm engellere rağmen bıkmadan, yılmadan hayallerinin peşinden koşan üç kuzenin öyküsünü anlatıyor.

Dizi hayatın gerçeklerini, zorluklarını ve imkansızlıklarını yansıtması bakımından oldukça samimi geldi bana.  Bu öykü Anadolu insanının öyküsü, hepimizin öyküsü. Dizideki türküler bile buram buram Anadolu insanı kokuyor. Efsaneleri, gelenekleri, alın terinin önemini bizlere bir kez daha anlatıyor bu dizi. Hayallerin ne kadar büyük olduğunun önemi yok diyor aslında bu dizi bizlere. Önemli olan bu hayaller karşısında verdiğimiz emek.

Gönül Dağı dizisi Taner’in çocukluk aşkı olan Dilek için bir uçak yapmaya başlamasıyla başlıyor. Tabii ki amcaoğulları olan Ramazan ve Veysel’de her zamanki gibi Taner’e yardım ediyorlar. Tabii en büyük payı olan Veysel’in eşi Cemile’yi de unutmamak gerek. 🙂 Tabii ki Dilek memleketine geri dönüyor, Gönül Dağı’ndan düşen taşları incelemek için. Yani o artık bir mühendis olmuştur. Dilek ve Taner karşılaştıkları ilk anda birbirlerini tanıyamazlar. Ama Taner çok etkilenir Dilek’ten, tabii onun Dilek olduğunu bilmez.

“İnsanın gökyüzündeki yıldızla, yeryüzündeki taşla arasında bir bağ vardır.”

Eee Gönül Dağı olur da onun bir hikâyesi olmaz mı hiç? Elbette var. Derler ki: Nerede bir aşığın, bir yetimin kalbi kırılsa Gönül Dağı’ndan bir parça taş kopar, ama büyük ama küçük.

“Ben bir güzel aşığım işte. Belki de aşkın kendisini seviyorum. Belki, belki de senin de ötende, senden de ziyade bir Asuman seviyorum.”

Ah Ramazan… Biz hep seni “Ne bakıyon dayı?”, “Gopek” laflarına güldük, söylediğin hüzünlü sözlerle de kalbimizi dağladın. Bizi hem laflarıyla güldüren, hem de ağlatan insan…

İzlerken bu hikâyeyi yaşayacak, hissedecek ve eninim ki gönülden bağlanacaksınız. Her cumartesi TRT 1 ekranlarında sakın kaçırmayın. 😉

İnsan Sevdiğine Benzermiş…