Bir yörünge içerisinde İki parçaya bölünmüş eksen gibiyim Anlamlaşan kelimelerim Anlamlaştıkça anlamsızlaşan sözlerim İkisinin arasındadır gidip gelmelerim Bir cümlede en işsiz özne olmaktır görevim Orada bile geçmez ismim Gözden ırak ne de olsa gizliyim Bazen düşünürüm Islanır arada kirpiklerim Belki yazar arada kalemim Susar gözlerim konuşur dilim Sustukça severim konuştukça silerim Bir yörünge içerisinde İki parçaya bölünmüş eksen gibiyim
Ümitsizlik gemisinin meçhul yolunda yolculuk yapan hayali insan suretleri, işte yaşadığımız çağ tam da bu tarifin içinde. İnsanlık can’lı kalmak nefes almak için çırpınıyor…
Kimisi kırılan kanadının, kimisi yaldızı olmayan eskimiş paltosunun, kimisi de ekmeğinin derdinde. Acımasız olan hayat mı yoksa bu düzensiz çarkın dişlileri mi? İyi de bu dişler neden herkese farklı açıdan batıyor? Zavallı kalbim diyen, akılsız başım diyen mi dersin, yoksa o başın cezasını çeken ayaklar mı suçlu? Suç ve ceza nerede… Kim masum, kim suçlu, kim cezası olmayan bir masumiyetin suçlusu yapılmış.
Hüzün
Her şey birbirine karışmış bir zaman da yaşamak “yaş almak”tan ibaret sayılmış. Mecburi istikametler, zaruri ihtiyaçlar ama sevgi ve şefkatin yokluğunun çepeçevre sardığı dünyalar, o dünyalar her gün evimize sığıyor, hüznü yalancı bir tv ekranının monitöründe kaybediyor insanlık. Adı üstünde yal’ancı’ mutluluklar, anı kurtarıyor ama geride çok şeyi kaybettiriyor. İnsanı ayakta diri ve daim tutan hüzündür, güç kaybederiz onu kaybettikçe. İşte her gün güç kaybediyoruz ve o geçiçi gülüşmeler, kahkahaların izinde yok oluyor hüznümüz. Sonra ne mi oluyor? Acımasızlaşıyoruz ve böylece hislerimiz canlılığını yitiriyor. Günün sonunda “beni anlamıyorsun” naraları atılıyor yüzümüze yüzümüze. Anlaşılır olmak, anlayabilmek kalbe ait bir duygu,hüznünü kaybetmiş bir kalp sadece kendi acısını görür, ayna olamaz ki bir başka yüreğin acısına. Acımız bir canın acısında can bulamadıktan sonra insan olmanın var olan herhangi bir canlıdan ne farkı kalır.
Umut
Dolap gibi dönmekten içine dönmeye fırsatı kalmayan insanlık… Bu insanlık hepimizin onu biz var ettik, herkes gönül kapısının önündeki pişmanlıkları, kiri pası dışarı attı durdu. Gün gelip hayat rüzgarı o sevimsiz tozu dumana katıp kapımıza geri getirdiğinde anladık, önce içimizi temizlemekten başlamalı. Bu temizliği içten içe yapmalı. Her şeyin başladığı yerden, gönülden…
İçimize dönmeliyiz, ey kayıp sularda umut arayan umarsız hayatlar.
Nereye bir rüzgâr esse oraya çarpıyorum. Durmuyor içimdeki heyecan gökyüzündeki yıldızlar gibi neşeleniyorum. Ah kalbim! O kadar merhametli ki yağmur bulutlarını bile yere yavaşça indiriyor üstüme sıçramasın diye. Bir falezin kenarında durup “Hey! burdayım baksana bana” diyebilmek kadar özgürce yaşıyorum bu dünyayı. Taşın üstünde bir taş bırakmadan küçükken hep beraber oynadığımız oyunlara “ bana da öğretir misin?” der gibi sırtıma kadar uzanan bu saçlarımı örerek oyunuma devam ediyorum.
Küçükken hiç sorumluluğumuz yoktu. O kadar mutluyduk ki akşam eve girmek istemezdik. Şimdilerde gözü yaşlı birçok insan görüyorum sokak ve caddelerde. Garip ve masum bir nefes alıyorum. Sırlı tuğlalarda yaşamış insanlarla anılarını paylaşıyoruz. Bu sefer bir kılıç ustasının o kılıcı kılıç yapana kadar verdiği emeği konuşuyoruz. Günümüz aydın olsun ustam! Kılıcın keskin duan kabul olsun.
Gelirken Ustanın Kim Olduğunu Sormayı Unutma!
Sığamıyorum bu mekâna. Ustam derdi ki “yaptığın iş kendineyse öğrendiğin başkasına”. Her hâlime şükrediyorum böyle bir zamanda böyle bir ustam var. Yaptığın iş evde, okulda yani günlük hayatta uğraştıklarındı. Öğrendiğin başkasına ise işin ustası olduktan sonra anlattıkların… Çırak olmak zor değil ki ustan insan gibi olduktan sonra… Demiri sert döversen, demirin sana vereceği cevap “canım yanıyor” yavaş yaparsan da aynı. Kısaca demirle geçinmek kolay iş değil. Güzel davranacaksın işine. Güzellik işinin başarılı olmasına sebeptir. İşini güzel yaparsan bereketi bol olur. İnsanlardan takdirin eksik olmaz. Tüm aynalarda vicdanın seninle yüzleşmek için sırasını beklemek zorunda kalmaz.
Akşam Olunca Mavi’de buluşalım.
Gazetelerde adını okudum. Bir müziğin notasını hissedince fonu kimin yaptığını merak edersin ya bende nerelere imza attığını merak ediyorum. Acaba bu şirince insan nelere imza attı? Bir tebessüm istiyorum senden. Aniden kaybolma dünyadan. İçimize karış biraz. Yok deme! Papatyalarla çekindiğin fotoğrafı galerime kaydettim. Hayatıma bir renk gerekiyordu, ben de düşündüm papatyaları ne kadar çok sevdiğini hatırladım. Sonra güzel bir söz yazıp armağan ettim uzaktan yakına. Hani, “Albino umutlar” diye bir kitap yazmıştın, siyah bir kabı ve içinde benden bir parça sevgi vardı. Hatırladın mı? Duygusal davranmıyorum hemen panik olma. Yunus gibi yaşıyorum da ondan bu hissiyatım. Sırra ermek üzere gelen ben, yolları açmaya gelen ben, işini düzgün yapmayı öğren diyen ben, kara kaplı kitabın olsun da defterin olmasın diyen ben.
Özetle; Seninle bir gün bir yerde karşılaşırsak çadırını kurup benimle dağların yamacına doğru yürümeni isterim. Yanımda bulunduğun zaman mavi saçlarının geceye selam vermesiyle ve kalbinden geçeni yazarken sevdiğin bir şairden şiir okumanı istiyorum. Yeşil, mavi ve semaverin karşısında bana aklından geçeni anlat yeter. Tabii sen de istiyorsan… Umarım beni anlıyor ve seviyorsundur. Çünkü bu gözlere kocaman bir yürek yakışır! Adıyla ve mavisiyle… Neyse ki, her zaman ki yerde buluşuyoruz. Sosyal ağlarda. Olsun bu da muhteşem. Kız kulesine benzer gülüşünle… Ne yazayım artık bilemedim… Sonra yine görüşürüz.
Yazlar ne güzel seninle Kışlar uçsuz bucaksız Bir güz sabahı ellerimiz cebinde Şems senin ellerinde Zira ellerin, ellerin sıcacıktı derinde…
Elzemdi varlığın ve zehirdi yokluğu Zemheride ebemkuşağı Bozkırda buğday taneleri Duyar mısın seslendiğim geceleri Yoksa, keşfetmekten tükendin mi yeni heceleri…
Yoksa yorgun mu düştü gönlün Kaçtın mı bu sevgiden, yüceliğinden Taşıyamaz mi sandın El kadar gönlün Dağ kadar gördüğün Dağ kadar gördüğüm Dağ kadar kördüğüm…
Uçurtma prensi ! Kırıldı çıtaların Ve meltem tutup yorgun göğsünden Getirmedi bana bi buse senden…
Uçurtma prensi Süzül gökler boyu ve tut göklerde bulduğun çocukluğumu Zira sen uç diye Zira sen…
Uçurtma Prensi -2-
…uçurtma prensi neredesin? Şimşek çaktı, gök ağladı dün gece… Gözlerimi kapadım ellerine açmak için ellerinde bahar oluverdi zemheri…
Sığdıramadım dünyalara İçimdeki seni yeğlerdim gölgende yaşamayı ebedi
uçurtma prensi! Git demedim fakat dönme sakın geri…
Uçurtma Prensi -3-
Sesinde bir değişiklik var bugünlerde.. Yorgun gibi, içine içine konuşuyorsun sanki. Sanki ben elini bıraktım ama sen beni bırakma der gibi. Sanki pişman gibi, çokça çaresiz biraz da yarım gibi. Yoksa sen de mi yarım kaldın uçurtma prensi, beni yarım bıraktığın gibi? Sahi neden kaçırıyorum gözbebeklerimi senden. Çok mu korkunçsun. Yoksa kötü adam mısın sen. Siyahlar giyinen silahlı adamlardan mısın? Hiçsin bence sen… E insan niye korkar ki hiçlikten? Neden korkuyorum ki senden? Neden kaçıyorum? Hoş senden kaçmak, ebemkuşağı altında yağmura saklanmak gibi. Gülümserken güneş, sırılsıklam oluyorsun bir anda. Yaşadığım şehir, yanımdaki insanlar, hobilerim değişiyor belki ama yıllardır ne o ebemkuşağı değişti ne de yağmurun şiddeti…
Özlüyor musun beni? Isıttığın ellerimi, göğsünde yatarken ettiğimiz sohbetleri, aşkla -hiç ayırmadan- gözlerine bakan gözlerimi, sesimdeki sıcaklığı, içimdeki huzuru… Özlüyor musun ?.. Ben alışamadım be uçurtma prensi, fotoğraflardan seni kırpmaya, rehberimde değişen adına, mutlu olduğum an arayıp heyecanla anlatamamaya, gök gürleyince yanına koşmamaya alışamadım…
Kapatıyorum şimdi bu defterleri. Ne bileyim gör istedim dünya gözüyle 2-3 güzel laf. Bil istedim. Laf dedim yine bak, söz demeye varmıyor dilim.. Ben çok yoruldum be uçurtma prensi. Aldığım her nefesten çok yoruldum. Attığım her adımda gömdüğüm yerden el kaldırıp “Ben burdayım he unutma sakın!” demenden çok yoruldum. Ben seni attıkça içimden, içime atmaktan çok yoruldum… İçine bakamadığım gözlerinden çok yoruldum. İnanır mısın o çok sevdiğim sahiller, denizler var ya. Kıyısında yürümekten bile yoruldum bak. Hoş belki de onlar yoruldu dinlemekten…
Neyse biz en iyisi gezegenleri ayıralım seninle. Yolu ayırsak bi kestirme bulur çıkarsın karşıma sen biliyorum. Koskoca galakside de meteor olup çarpmazsın ya !? Çarpmazsın dimi… Uçurtma prensi, ne diyeceğim bak sana. Sen sıcak seversin, yardım etmeyi seversin, iyiliği seversin. Gitsen ya sen Afrika’ya. Hem uçurtma da dağıtırsın oradaki çocuklara… Aman ha dikkat et, çıtaları sağlam olmasın benimki gibi(!)…
Amcaya soruyorlar; “Hiç âşık oldunuz mu?” “Evet, oldum” diyor amca. “Ne kadar sürdü, neler yaşadınız, acı çektiniz mi?” “2 sene sürdü, ne acı çektim anlatamam, ömrüm kocadı” diyor. “Ama o bilseydi yüreğimi, içimi, koşa koşa gelirdi. Yani eğer görseydi…” Amca devam ediyor: “Ne yurtlar, semtler değiştirdim unutabilmek için…” “Unuttunuz mu peki?” Acıklı ve titremekli bir ses tonuyla “Hayır” diyebiliyor.
Mesele ne semtte, ne yerde, ne de kıtalar arası bir ülkede. Mesele gönül denen söz dinlemezde…
Hayat ne garip değil mi? Çoğu şeye hakimiyetlik kurabiliyorken aşka kuramıyorsun, öyle bir kavrıyor ki seni, kolay kolay bırakmıyor. Önce içinden çıkaracaksın buna gücün yetiyorsa, parçalayıp atacaksın… Öyle yoldan geçen, bu derde düşmeyen anlayamaz ki bunun tarifini verelim. Sen de; diken, ben diyeyim; bıçak yarası. Aşk acıtıyormuş sebepsizce, huzursuzca, sıkışırcasına bir kutuya…
Yenilmesi ve mücadele vermesi en zor meslek bu bence. Bunu diğerlerinden farklı kılan ise hakimiyet duygusu, karşı koyamama hissiyatı… Kalp sever, akıl idare eder. Varla yok arası bir ârâflık söz konusu. Gözlerle anlaşılabilen, yürekle algılanılabilen özel bir meslek… Bu mesleğin de diğerleriyle ortak yönleri elbette var. Yokuş olan yolun sonunu göremezsin. Kalp gözüyle bakman gerek o yola ki becerebilesin çıkabilmeyi… Mücadele etmelisin ki, kıymetini bilip zorluklarını kavrayasın. Zamanla önüne çıkacak zorluklara pes etmeyip, daha da sıkı yapışmalısın işine, aşına, sevgine… Aşk da böyle işte. Tırnaklarınla kazıyarak geleceksin. Torpilsiz, kendi adımlarınla… Ondan sonra anlayacaksın işte aşkın kıymetini ve karşındakine olan dirayetini.
Yıkılmam artık geldim karşına diyeceksin Geldim kapına buyur edersen içeri Geldim kalbine… Düstursuz girilmez hiçbir haneye bunu da unutmayasın… Nasipse olur elbet, ama neydi; “Kader, gayrete âşıktı” Haydi kalalım edeplice, selâmetle…
Yeni bir yıl taptaze yüklendi hesabımıza sıra bizde şimdi.
Umutlarımızı saklı yerlerinden çıkarıp parlatma zamanı, üzerlerindeki tozu silkelemeliyiz bir güzel.
Belki kapkara oldu geçirdiğin günler ama bak cümle içinde bile “geçirdiğin” oluyor o günler.
İlk kendi elini tut sıkı sıkıya.
Elbet karşına çıkacak yine tümsekler, gülümseyerek karşılayacaksın belki de bu sefer.
Hem demiyor mu büyüklerimiz “kara gün kararıp kalmaz” diye. Tutun bu öğüde.
Karlar yağar belki dağ taş aydınlanır,
Yağmur iner damla damla bereket olur.
Çiçek açar bütün dallar meyveye durur.
Ve sonra güneş çıkar, içimizi ısıtan bütün sıcaklığıyla.
Bunca düzen şaşar mı hiç?
Bunca düzende şaşılır mı hiç?
Sen de aç pencereni girsin bütün güzellikler içeri.
İzin ver rüzgara okşasın saçını, şarkı söyleyen uğultusuyla.
Çok yorulduk geçen yıllarda ama kim zincir vurabilir ki umuda?
Burası dünya; varsayalım uçsuz bucaksız tarla
Arpa eksende senin lavantada…
Buğday başakları başlarını sallıyorlar sana, senin bu tarla gülümse
Kaldır başını bak göğe
Başla şimdi umudu, mutluluğu ekmeye
Yarın başlarsın hepsini dermeye.
Yaradan elbet haberdar yarandan.
İmkansız değil inan.
İmkansız kılan sadece insan.
Gözlerini açıp tekrardan bakmayı dene. Sen de fark etmiyor musun insanların bitmek bilmeyen feryatlarını ve istemsizce devam ettirdikleri yakarışlarını? Hala umut kokan düşüncelerin tez zamanda bizlerin yardımına koşacağını düşünmektesin. Umut alçaktır aslında, umut en soysuz hainden bile daha soysuz ve haindir. Sakat doğan bir çocuğun umudu olmaz tıpkı bu dünyaya gözlerini sakat bir şekilde açmasının bir sebebi olmadığı gibi. Ölüm, kimi insanlar için kurtulmanın da ötesi iken neden hala intiharların az olduğundan haberin var mı? Çünkü insanlar acıya alışmış varlıklardır. Harap olmak, kimileri tarafından azarlanmak ve ihanete uğramak tıpkı üç öğün yemek yemeleri gibi sıradan hayatlarının bir parçası haline gelmiştir. Birileri sen hayatını bir düzene oturtmak için binbir kez attığın takladan ziyade sadece bu hayata gözlerini açıyorlar ve istedikleri her şey ellerinin altında oluyor, üstelik sakat da doğmuyorlar. Şimdi sen bu adaletsiz düzenin bir parçası iken hala umudun bizim yörüngelerimize dahil olduktan sonra bizleri sırtladığı gibi gökyüzüne çıkarıp müthiş manzaranın tadına varmamızı sağlayacağını düşünmektesin. Fakat bilmelisin ki umut bir sihirbazın bizler mest olalım diye şapkasından çıkardığı tavşan, öksüz bir çocuğun annesi veya babası gibidir artık bizler için; Yoktur aslında ve sahtedir tamamen. Ve bizler bu gerekçeyle asla o tavşana veyahut ebeveynlere ulaşamayacağız.
Aşk doğduğu için mi ihtiyaç duydu birbirine insanlar, bilhassa iytiyaç duyduğu için mi doğurdu aşkı insanlar?
Aşk, insanlığın yeryüzünde can bulmasıyla doğdu. İnsanlar çoğaldıkça aşk büyüdü, büyüdükçe değişti ve günümüze kadar kendini narin gönüllerin içerisinde muhafaza etti.
Aşkın var olduğu bir dünyanın, oluk oluk kana bulanması, yağmur yerine gözyaşıyla yeşermesi ne tuhaf değil mi? Bu insanlar; hayatları boyunca sanki hiçbir varlığı sevmemiş, sanki hiçbir zaman kalpleri aşkın aleviyle yanmamış gibilerdir… Oysaki aşk, her gönlün kapısına uğrar ama her gönül aşkı misafir etme cüretini kendinde bulmaz ve gönlünün tersiyle kovar kapısından.
Çünkü aşk, “bir sırdır” her insan bu sırrın yüküyle yaşayamaz. Yüksüz insanlar, o sırra erenleri hiçbir zaman aralarında görmek istemezler. Onların, yani hastalıklı ve eksik ruhların nezdinde aşk denen çılgınlık; tamamen bir palavra, delilik ve ölümcül bir hastalıktır. Asıl delilik; aşkı bir mevsime sığdırmak, zülüfleri amber kokan bir dilberin gözlerine hapsetmek, onu yanmamış bir kalbin içinde aramaktır…
“Aşk, ne yaz ne kış… Aşk, mevsimsiz sevip zamansız ve mekânsız gitmektir. Aşk sendeki seni ararken, sensizlikte kaybolmaktır…”
Yüreğini ilmek ilmek işleyen bir sızıyla Şeyh Hamid-i Veli, sükutu konuşturan nefesi, kelimelere can veren dili ile yerin ve semanın delilerine haykırdı:
“Aşktı beni benden eden, aşktı beni ben eden. Yandım. Yakıldım. Çamurdum can oldum. Hamurdum nan oldum. Yürek alevsiz yanar, ocak ateşsiz. İnsan, ateşi; aşk insanı yakar. Nanı ateş pişirir insanı aşk.
Yandım. Yakıldım. Aktım. Duruldum. Ateştim kor oldum. Var idim yok oldum. Aşk isterse zindan ışık, aşk isterse sır ayan. Ne ben varım ne sen. Ben sadece yokluğum. Sadece yokluk.! Yandım. Yakıldım. Öldüm. Oldum. Zerreydim hiç oldum. Aşktım sır oldum. Hak ile olmaktan hiç vazgeçmedim. Vazgeçecek değilim. Sen de vazgeç sırrı ayan etmekten. Sonra ‘ Kimsin? ‘ diye. Ben sadece sırrım, sadece sır.!
Aşkın sırrı söyledi sözü ve sustu.”
Böylesine sonsuz bir kudrete erişen gönüller için dünya; ne boş bir mabed, ne müşa’şa bir dergahtır…
Aşkı doğuran ve doğurduğu için ihtiyaç duyan gönüllerin yolları birdir.
Bu yolun sonunda dizlerinin üzerine çöküp;
“Ben bir aşığım, her aşk bir bedel ister. En hafif bedel ise baş vermektir. Ben, aşkın kıyametinde özümü köz etmekle kefaretimi ödedim.” diyen yoldaşlara denk gelesiniz.
Bu yazıyı, aşkı doğuran ve büyüten bir dosta ithaf ediyorum.
Gönlünüzün derinliklerinde bir kişiye güller açmış, o gülleri yavaş yavaş büyütüp gonca yapmışken; bir anda aslında size yaprak değil de diken olduğunu fark edersiniz. Bu dikenlerin size yavaş yavaş batıp acıttığını kimi zaman kısa kimi zaman da uzun bir süre anlayamamış olursunuz. Nereden bakarsanız bakın ha kısa ha uzun zaman; gül aynı gül, diken aynı diken, yıkım aynı yıkım. Demem o ki; gübresini bol verip bir anda yada az verip yavaş yavaş büyütmeniz yıkımı değiştirmiyor siz aynı gülleri açtıktan sonra. Kısacası verdiğiniz ve görmeyi beklediğiniz değer ölçüsünde tepetaklak olursunuz. Her açıdan böyledir bu. İster arkadaş, dost, ister aşk , ister aile yada aklınıza ne geliyorsa ondan olsun. Her zaman her yerde milyon kere söylemişimdir; yaşamınıza kattığınız her insanın hayatınızdan çıkma zamanı vardır. Erken ya da geç. Fiziksel olarak da olabilir bu duygusal olarak da. Birisi yanınızdadır ama aslında içinizde ona karşı tek bir his yoktur. Sevgiden nefrete hiç bir his. Nötrleşmek, yani hayatınızdan çıkarmaktır bu. Çevre kalabalık olsa ne olur anlatmaya gücünüz olmadıktan, anlaşılmadıktan sonra. Belki fiziksel değil ama yalnız geldiniz, yalnız yaşıyorsunuz, yalnız gideceksiniz. O halde konuklarınızı özenle seçip beklentilerinizi ona göre belirlemelisiniz.
Şiir her ne kadar akıl eylemi gibi gözükse de kalbinden dökülüyordur mısralar. Can kulağıyla dinlediğin tüm şiirleri kalbin dinliyordur belki. Sesin değil de sözün yükseliyordur kalbin dile geldiğinde. Öyle ya nahoş yüksek sesler hâkim şimdilerde, peki ya sözü yükseltenler, ruha ferahlık verenler, halden anlayanlar, yüreğe yakin ( kesin, sağlam, doğru. ) olanlar nerede?
Onlardan bir ses niteliğinde mısralar paylaşacağım sizlerle, sanırım güzellikler bazen saklı kalıyor. Ben saklı değil de bilinsin, okunsun değil de dokunsun istedim. Ruhunuza dokunması dileğiyle.
Aşk, akıl için bir sırrı kadim,
Maşuk, aşık için bir ism-i azim,
Sekarat girdabındaki bir derviş gibi,
Aşık, maşukun adını tesbih eder de, eder…
Ama ne içinde erir, ne sonuna erer,
Ne O’nu geçer, ne O’ndan geçer,
Halkın gözünde değersiz bir derbeder, akılsız bir meczuptur O,
Halbuki uçsuz bucaksız, dipsiz kenarsız, hadsiz hudutsuz bir alemde mahpustur, mahkumdur, mahcuptur O.
Hiç kimse bilmez, bilemez.
Aşk bir kemendi esaret gibi görünür sana ama,
Aslında o maddeyi manaya, cesedi ruha, aklı kalbe, görüneni görünmeyene bağlayan bir miraç-ı hürriyettir.
Bir yanın zelil olsa da, bir yanın azizdir.
Bir yandan yaksa da Aşk, bir yandan serindir.
Tıpkı bir afyonu manevi gibi içine girmekle kalmaz, iliklerine siner,
Sonrası bir meftanın sekarat hissizliği sanki.
Artık donsan da, yansan da fark yok gibi
Hâsılı kelam, aşk İlahtan insana lütfedilmiş bir haldir,
Bunun üzerine söylenecek her söz ne idüğü belirsiz kıyl-ü kaldir.
Evet mendil satan çocuktan mendil almayın, ona bir miktar para, çikolata ve mümkünse çay verin
Mendil satan çocuklar birer sis gibi çöküyor akşam vakitleri ülkelerin sokaklarına. Satılan şeylerin mendil değil günahlarımız olduğunu ve onların da çocuk değil birer mitolojik varlık olduğunu anlıyoruz çok geçmeden. Farklı ülkelerin farklı köşelerinde yoksulluk ve yalnızlık kendine pay biçiyor. Bir çocuğa yavaşça yaklaşıp annen baban nerede diye sorduğunuzda “babam öldü, annem de az ileride” cevabına rastlıyorsunuz ve daha siz sormadan kirayı ödeyemediklerini, oraya daha yeni geldiklerini, henüz hiç para kazanamadıklarını işitiyorsunuz bir bir. Hayret ediyorum bir çocuğun tek nefeste bunları anlatışına. Düşünmeden söylendiği belli olan cümleleri annesinin mi ezberlettiğini soruyorum mahcubiyetle. Hayır diyor. Hayır ben kendim gördüm. İlk kez kandırılmak istiyorum, ilk kez duyduğumun doğru olmamasını diliyorum tanrıdan. Ben kandırılmaya hazırım yeter ki yoksul küçük kızlar bot ve mont giyebilsin. Bunu al mendil istemiyorum ama bana söz ver yarın kendine çikolata alacaksın. Söz abla… söz. Evet, bu şehrin köpekleri bile daha bir geda bakıyor gözlerinize. Muhtemelen görmüyorsunuz çünkü gözlerinizi kaçırıyorsunuz. Uzaktaki satıcıları atlatmak için şerit değiştirir gibi yolunuzu değiştiriyorsunuz bu çocukları her gördüğünüzde. Görmezseniz vicdanlarınızın size dayattığı hükümden kaçacağınıza inanıyorsunuz. Akşam haberlerindeyse soğuktan donan çocukları gördüğünüzde cıkcıklamalarınız kesilmiyor, lanetler yağdırıyorsunuz. Çünkü çok daha uzak kalıyor bir bardak çayla çocukların yanına gitmek… Allahım; çocukları, köpekleri ve kedileri koru.
Hepinize merhabalar! Bu yazıda 2020 yılının ağustos ayında buluştuğumuz bir kitaptan bahsedeceğim size. Selçuk Topal’ın yazdığı Kaostan Kozmosa Evrenin Hikâyesi adlı kitap…
Öncelikle şunu belirtmeliyim, bu kitap içinde yaşadığımız evrene yolculuk için âdeta bir bilet!
Peki bu kitapta nelerden bahsedilmiş? Gelin birkaçını ben size yazayım.
Söyleşi tadında yazılmış cümleler sayesinde uzay hakkında bilgi sahibi olmadan önce, Selçuk Topal’ın bu kitabı yazma amacını okuyoruz.
Kitabın başlarında bizi bazı kelimelerin (asteroit, meteorit, bolit, paralaks, parsek…) tanımları karşılıyor. Kitabın devamını daha iyi anlayabilmemiz adına bize rehberlik eden tanım cümlelerinin ardından böyle bir kitabın başlangıcına çok yakıştırdığım “Mitoslardan Felsefeye ve Bilime” adlı bir bölüme giriş yapıyoruz. Selçuk Topal; tam olarak bu bölümde, okurun içinde kitabın devamını okumak için büyük bir istek oluşturuyor.
Kitapta; iz bırakan astronomlardan, astronomi ile astroloji arasındaki ilişkiden, astrolojinin geçersizliğinden, hepimizin bildiği o bazı efsanelerin bilimsel açıklamalarından bahsediliyor. Merak uyandıran birçok soruya açıklayıcı cevaplar alıyoruz. İşte cevabını bu kitapta bulabileceğiniz bazı sorular:
“Güneş aniden bir kara deliğe dönüşürse ne olur?”
“Dünya daha hızlı veya daha yavaş dönerse ne olur?”
“Kara deliğe düşersek ne olur?”
“1920’lerde, evrenin hâlâ kendi galaksimizden ibaret olduğunu sandığımız o yıllarda, galaksimiz ve evrenin genel yapısı üzerine yapılan yenilikçi tartışmalar nelerdi?”
“Genel görelilik teorisi hangi yollarla test edildi?”
Sorulardan da tahmin edildiği üzere, bu kitap uzay bilimlerine meraklı insanlar için muhteşem bir rehber.
Bize bilgi vermenin yanı sıra bizi düşündüren bir kitap. Evrenin büyüklüğü/insanoğlunun küçüklüğü, evrendeki konumumuz ve biraz da felsefe derken dolu dolu bir okuma gerçekleştirmiş oluyoruz.
Bu kitabı okurken dikkatimi çeken diğer bir nokta şuydu: Kitapta uzay bilimleri hakkında bir eğitimi olmayan, bu bilgileri kendisinden çok uzak zanneden bana bile her şey tertemiz açıklanmıştı. Okurken aldığım onca bilgiye rağmen bilgi bombardımanına tutulmuş hissetmemiştim, hatta kitapta geçen her “İnanılmaz değil mi!” cümlesi bana Selçuk Topal’ın söyleşisindeymişim yahut YouTube üzerinden bir videosunu izliyormuşum hissi verdi. Dolayısıyla bu kitabın herkese hitap ettiğini söylemek mümkün. Öyleyse benim kalemim, kitaptaki kozmik aforizmalardan birini buraya yazsın ve burada sussun. Size keyifli okumalar dilerim!
“Evren bile kusursuz değilken insanoğlunun kendini kusursuz sanması kadar ahmakça bir şey yoktur. Keza evrenin kusuru bizzat insanoğludur…”