27.7 C
İstanbul
Çarşamba, Ağustos 13, 2025

Kendini İhlal Etmek

Hiç hayatınıza seyirci kaldığınızı düşündünüz mü?
Size biçilen rolü oynadığınızı, hayatınızı başka şeylerin yönlendirdiğini hiç düşündünüz mü?
Kendiniz olma hakkınız var mı?

Bu fotoğraf, çok yerinde bir imge. Adeta kendi hayatımızda kenarda kalmayı anlatıyor. Korkan, kendi gibi olamayan biri o çöp adam.

Oysa en doğal hakkınız değil midir kendiniz olmak?
“Hak, bireyin, diğer insanların kendi hayatlarını yaşama şekline müdahale etmeden, kendi yaşamına yön verme özgürlüğüdür.” şeklinde bir tanım yapılmış. Tanımın neresinden tutsak elimizde kalıyor.
“Kendi yaşamına yön vermek.” Ne kadar havalı ve şahane bir cümle! Peki ne kadar geçerli?
Hayatımızın yönetmeni olmak şöyle dursun, çoğu zaman sete çay getiren biri kadar bile içinde olamıyoruz konunun.

İnsanlar “Hakkına sahip çıkmalısın!” der…

Ama zaten hakkınız, size ait değil mi? Ölü biri yaşama hakkım var diyebilir mi? Diyemez, çünkü zaten o hal yok onda. O zaman bu ‘sahip çık’ mevzusu, ‘kimsenin o hakkı senin elinden almasına izin verme’ demek.
Biri sizin hakkınız olanı neden alır, çalar demek daha yerinde belki?

Belki de abartıyorum, bilmiyorum ama insanların haddini aşması, hakkımı yemesi beni epey rahatsız ediyor. Sanki bana ait olan özel bir alana gelmiş de yerleşmişler gibi öfke hissediyorum. Sonra sınırlarımı ihlal etmelerine izin verdiğim için (isteyerek ya da istemeyerek) kendime sinirleniyorum ve üzülüyorum.

Yaşadığımız sürece nasıl bedenimizin hakkını vermek zorundaysak, kendimiz olmanın hakkını da vermemiz gerekir. Ama bu kadar da kolay değil, epey zor. İnsanlara laf anlatmak zor.
Sana ne benden, benim hayatımdan, demek zor.
Herkesi bir kenara bırakalım, biz kendi içimizde “benim hayatım, benim karar verme hakkım, benim seçim hakkım, benim hata yapma hakkım” diyemiyoruz çoğu zaman, zor geliyor.

Neden biliyor musunuz?
Bilmiyoruz ki haklarımızı, sınırlarımızı veya biliyoruz ama sahip çıkıp benimsemiyoruz.
Bilsek de ifade etmek, insanların tepkilerini düşünmek bize korkutucu geliyor.

Acaba şu yaptığım doğru mu’lar,
suçluluk duygusu,
aşırı yorgunluk,
genel bi can sıkıntısı,
fedakarlık,
herkese evet deyip uyumlanmak,
insanların sizi kullanması,
içte bir çelişki… oluyorsa hakkınız yeniyordur.

Hata yapma hakkınız, hayır deme hakkınız, dinlenme hakkınız, tercih yapma hakkınız ve daha nicesi.


Düşünün ki…

Düşünün, birileri sizin eve, bahçenize girmişler, sizin gel keyfim gel! Arabasını park etmiş, mangalını yakmış, köpeğini kedisini toplamış getirmiş.
Bu, hak yemek değil midir?
Sizin olanı ihlal etmek değil midir?
Sizin hakkınız olanı sizden esirgemek değil midir?
Böyle haddini bilmeyenleri bir süpürge ile kovalayıp, sınırlarınızı güçlendirmeniz lazım. Tabii sizin hakkınızı bol bol yiyenler gıcıklık yapacak o ayrı.
Ama şunu düşünün sahipsiz evler harabedir, yıkıktır, serserilere mekan olur. İzbe, terk edilmiş. Çünkü sahibi yok, o bile sahip çıkmamış gitmiş de başkası mı sahip çıkacak?
Hadi diyelim sahibi var evin, ama yaşlı ya da felçli yani gücü yetmiyor, onun meyvelerini de başkası toplar, afiyetle yer. Bahçesine çöp atarlar, halı silkelerler, bir şey yapamaz.
Ev, bahçe sizin olan hakkınız,
Hakkın, mülkün sahibi ise sizsiniz.
Belki de metrekarelerce araziniz, eviniz, odanız, havuzunuz var ama anahtarları, kontrolü başkalarında. Olamaz mı?

Kısaca, biz kendi hakkımıza sahip çıkmazsak kimse çıkmayacak.
Kimse bize haklarımızı altın tepside sunmayacak.

Unutmayın, tek bir ömrümüz var, kendimiz olabileceğimiz tek kısa ömür…

Kasvet

Olmayacak olana ısrarımız,
Hayatın oldurmamasına ısrarı ile yarışıyor.
Bizler zamanla yarışıyoruz.
Ruhlar dumanla,
Beyinler samanla tanışıyor.
Bir kasvet ki bedenimiz hızla alışıyor…
Kimimizin yaşı 20’leri aşkın,
Ruhlarımız 40’la bakışıyor.
Kiminin yaşı 40’ları bulmuş.
Zamanı nefesle çakışıyor.
Bu bitmek bilmeyen meşgalelerle,
Kimler neden uğraşıyor…
Bugün geçtiğimiz geceye,
Varamamanın imkansızlığı ile tanıştım!
Soğuk, kararlı, kasvetli ve tek renkli.
Dünyayı salmak lazımmış demek ki.
Bize kalmaz derdi, demek gerekli.
Dünyasını döndürdüğümüz yıldızlar bizimle mi yarışıyor?
Kim bilir bugün kimler,
Alemde son demini yaşıyor!

An, Hayat ve Muhasebe Üzerine Notlar

Bugün 30 mart, günlerden salı. Saat 22.24 tam olarak. Birazdan yirmi beş olacak sonra otuz, sonra altmış ve saat on bir olacak. Sonra yarın, sonra bir hafta, bir ay ve bir yıl geçecek şu dakikanın geçtiği gibi. Bak şimdi yirmi altı oldu. Yirmi beş çoktan geçmiş bile. Gelecekte dönüp baktığımda anlayacağım sanırım geçen vakti, geçerken değil. Her zamanki gibi yani. O anda kıymetini bilmeyip gidince anlayacağım arkada kalanların kıymetini. Peki neden? Bu soruyu arada soruyorum kendime. Cevabım yok şu an. Belki yeterince vakit kaybedersem verebilirim (ya da bulurum) sorunun cevabını. Ve çeviririm başımı artık öne. Birde bakmışım ki yol bitmiş. Cevabı buldum ama ne anlamı kaldıdevam etmeyeceğim yolda haritaya? Ne hacet var rehbere, kaybola kaybola gelmişken son durağa, değil mi? Ne hacet!

Bakıyorum şimdi ardıma, çok değil 7300 gün geçmiş. Kaçını hatırlıyorum? Bilmem. Kaçını doyasıya (ya da gereğince) yaşadım? Sanırım bunu tahmin edebilirim; çok az.

Sonra tekrar soruyorum kendime, peki nasıl çoğaltırım bu günleri? Yaşadığım gibi yaşayarak mı? Yoksa geçmişle yaşayarak mı? Yoksa gelecek (mi bilinmez) hayallerle yaşayarak mı? Yoksa geçmişin tercümanlığında, geleceği hesaba katarak anı yaşayarak mı? Sanırım cevap sonuncusu. Hatırlıyorum da bunu birkaç kere denemiştim. Sahi bir yerde okuyup etkilenmişim. Rivayetle şöyle diyordu yazar, “ Yarın ölecekmiş gibi hayat sonrası için, hiç ölmeyecekmiş gibi bu hayat için çalışın.” Yani yarın ne olacağı meçhul, sen sen ol anı yaşa! Şu anda yap yapacağını. Erteleme! Yarına kim sağ kim selamet.

Nefesin varken, aklın işliyorken, fikirlerin akıyorken, imkanın, kanın canın hala varken, yok olmadan değerlendir hayatı. Eldekiler elden ne zaman gider bilmiyoruz. Bir tek şey biliyoruz aslında; şu an varız. Var edenin varlığıyla yaşa şu anı, yok etmeden yok olmayan. Sonra deme, ben yarın için hazırlanıyordum. Yarın yok, geçmiş yok oldu. Şu an var ve sende varsın.

O halde severek yaşa. Çünkü hayat sevince güzel. Hayatı, onu vereni, diğer hayatları, dün ve yarını değil şu anı sev. Edersin muhalefetini sâir düşüncelere. Ama varlığı sev. Onu sevmeyen kahrolsun zaten. Yaratılanı yaratandan ötürü sev işte. Arama başka sebep. Vaktin varken sev, kendini de. Ve seviyorsan eğer kendini, yaşa şu hayatı ânınca. Gerektiği ve gerektirdiğince. Yapmazsan eğer lazım olanı, “Tüh!” dersin dünde kalana ve yok olana. Yani bir hiçe. Yarın yapayım da deme, çünkü yok o, meçhullük ipiyle düğümlü. Belki açamaya vaktin olmaz onu.

Böyle söylüyorum işte kendime. Yani tüm hitabım nefsime, sonra insanlara. Söylemesi kolay tabii. Başarabilene helal olsun!

Şimdi önümde bir toz yığını var. Üflüyorum onları ve uçup gittiler. Çok garip değil mi? Onlara benzettim hayatı ve insanları… Bir gün varlar, diğer bir gün bakmışsın uçup gitmişler toz misali. Ee, bize düşen ibret almak tabii. İbret alabilene helal olsun!

Evimdeyim, artık ne kadar benimse… Koltuğa oturmuş, çekmişim masayı önüme. Küçük bir ışık eşliğinde dönüyor kalemim satırlar arasında, düşüncelerim hasebince. Bitince bitecek ve yok olacak. Düşünce ve hayaller, gelecek ve var olacak mı belli değil. Bense oturmuşum karanlık bir akşamın ufkunda, dalıyorum derin düşüncelere ve işte yaşıyorum hâlâ…

İyi geceler dileklerim ne düne ne bugüne. Çünkü o da bitti. Zaten baki kalabilene helal olsun!  

Nisan’ın Açık Kalbi

Desem ki…

“Desem ki vakitlerden bir nisan akşamıdır”

Bütün insanlar kalpten ibaret. Kimileri kalbiyle düşünür, hisseder, güler; onların kalbi sahiden çarpar, âşık olur, ağlar, diler, sever, acır, sızlar. Annem “Kimilerinki kurumuş yaprak gibidir, dokununca dağılır, ellenmez, yaklaşamazsın. Kimilerinki taş gibidir, ağır, sert, kapalı. Öyle ki kendi bile taşıyamaz.” derdi.

Birini anlatırken, “Hani uzun boylu diyoruz, hani renkli gözlü, hani kıvırcık saçları var, hani şurada çalışıyor, yahu falancanın eşi, şurda oturuyorlar, hani şurdan mezun, şunlardan, bunlardan…” Öyle tanıyoruz insanları, onlar da bizi öyle tanıyor. Sonra beklemediğimiz bir şey oluyor, bir kırılma anı, bir şaşkınlık… Ve diyoruz ki “Onu hiç tanıyamamışım…”
Tanışalım dediğimiz anda daha önce hiç bakmayı akıl edemediğimiz yere bakmamız lazım: Kalbine… Düşünsene, senden bahsediyorlar ve diyorlar ki: “Hani çok güzel bir kalbi var, hatırladın mı?” Böyle bahsedilen birini kim unutabilir ki?

Onu size anlatmaya başlasam ağzımdan ilk çıkan özelliği “açık kalpli”liği. Kasım Abi ve Bir Aralık’tan sonra biraz içime döneyim derken bambaşka bir insana dönüştüm ben’de. Onu görür görmez şaşırdım kaldım işte. Uzun bir (g)öz teması, güneşli günlerin kahkahası, umutlu sıcak masallar gibi bir selamla girişi vardı:

“Çiçekli günlere hakkını veren herkese merhaba!”

Bulunduğum yerdeki insanlarla aynı anda ruhumuzdaki çiçeklenişleri hissetmişizdir.

“Ben, ben…” dilim tutulmuştu sanki. Tıkanmıştım heyecandan.

“Sen… Kalbin leylak saati.” demez mi bana göz kırparken.

Gülmeye başladım, tutamadım kendimi. Ve benimle aynı tepkiyi vermiş olması derin bir nefes aldırdı.

“Nisan”

Gözlerimi kapayıp bu ismi bir kez daha içimden geçirdim ve tanımaya çalıştım. Evet bugün o gelecekti, hoş gelecekti, ağaçların çiçek açıp kuşların ötüşüyle müjdelediği, o içimize bahar getirişinden anlamalıydım. Eşyaların üzerinde gezen parmak uçlarıyla dokunuşları, kalbini gözlerinde taşıyan birisine denk gelmek ümidiyle insanlarla yüz yüze gelişi… Hepsine aşinayım. Kasım Abim demişti: “Bana Nisan’ı hatırlatıyorsun, ona çok benziyorsun bu yüzden ağır abla olamazsın.” Bu bahar mevsimi mi yoksa ayna mevsimi mi sorum havada asılı kaldı. Odada Nisan’ın sesi içime yansıma yaptı.

“Yağmur yağsa, bardaktan boşanırcasına, bizi sırılsıklam edecek bir yağmur yağsa…”

“Çıksak şu kapıdan ama biz olarak değil.” dedim.

Pencerenin önünden kalkıp hemen masaya yanıma geldi. Bu kıpır kıpır kıpırtıyı biliyorum. “Pantolonunun altına pijama, ayağına iki kat çorap giyip kendini garantiye almış, lastik çizmeli, gocuklu, gözleri ışıl ışıl çocuklar gibi çıksak…” dedi.

Ben de “Bir sokak ötede buluşsak…” dedim gülerek.

“Evet aynı mahallenin çocukları olsak mesela.” dedi ve sözünü kestirmeden devam etti: “Yaaamur suyu saçı uzatıyormuş deyip saçlarımızı ıslatmaya çalışsak. Tek katlı evlerin saçak altlarına, yan yana, ip gibi dizilip beklesek yağmurun dinmesini. (Düşünüyorum da, saçak altı bile yok artık, modern dünya bize yağmurdan sığınacak yer bile bırakmamış.) İçimizden biri ‘Yağmur yağınca melekler iniyormuş gökten’ dese. O her şeye inanan kalplerimizle inanıp korksak, sağa sola bakınıp melekleri arasak. Ağzımızı havaya açıp yağmur yakalamaya çalışsak… Kuru yerlere basmak yerine, inadına yağmur birikintilerine bassak. Kedi yavrusu gibi dönsek eve… Olmaz mı?”

Olmaz mı! Nasıl mutlu ediyor beni. O zaman diriltiyorsun çocukluğu, seninle yaşıyor, cebinde bir küçük kız taşıyorsun sanki. İşte o zaman olaylar karşısında çocuklar gibi düşünebiliyorsun, sudan sebeplerle çocuklar gibi mutlu olabiliyorsun.

Demek ki “Nisan Yağmuru”nu yaşamak böyle bir şey dedim; merak, bilinmeyen ve hassasiyet.

“Kalbine gerekli hassasiyeti gösterebilmiş olanlar, kalplerini geniş tutar Çocuk Hanım. Bu dünyayı böyle de sevebilir. Bu dünya üzerinde kalbinde iyilik, gözünde ışık ve yüreğinde merhameti olan her insan için kalbinde yer açabilir. Hiç tanımadığı insanlar için üzülebilir, hiç tanımadığı insanlar için sevinebilir. Hiç görmediği insanların acısını taa içinde hissedebilir.” diyerek ellerini göğsünde birleştirmişti.

Bana ‘Çocuk Hanım’ demişti. Bunu derken ne hissetmişti? Hayır ben şu anda ne hissediyorum?
“…Bırak ben söyleyeyim güzelliğini
Rüzgârla, nehirlerle, kuşlarla beraber…”
diyordu Nisan.

Penceremin önüne bir sandalye çekip oturuyorum. O an kaç kişinin daha sırf bu ‘tarifsizlik’ için pencere önünde durduğunu düşünüyorum. Başka bir yerde, tanımadığım birinin benimle aynı anda aynı hazzı duymaktan ve onunla habersizce bir duygu birliği yaşıyor olmaktan keyif alıyorum bu şiirde.

“Açık olmaya ihtiyaç hissediyor insan.” diyerek toprak kokan avuçlarında çiçekler köklenmişti. “Adım adım açıldıkça öğreniyoruz tohumdan yeşermeyi, adım adım açıldıkça öğreniyoruz köklenmeyi. Adım adım açıldıkça öğreniyoruz kabullenişlerin benimseyişindeki hislenişleri…”

Şu an karşımda gerçekten avuçlarıyla kalbimi tutan birisi vardı. Ve bunlar oldukça “Nisan’ın açık kalbi” sayesinde arkadaki anlamı, manayı biliyorum artık. Fark ediyorum ki ne kadar çok güvenirsek, ne kadar çok kabul verirsek, ne kadar çok açık olursak o kadar mutlu oluyoruz yazın sıcaklığını da katıp.

“Nisan olmak ister misin?”
“Bir Nisan mı?”
“Hep Nisan ve tek lisan olmaktan bahsediyorum.” dedi. “Ve neden sonra…”

‘Bu kadar çok sevme, üzülürsün. Sevdiğini belli etme, kullanılırsın. Çok sevmek zayıflıktır, sen güçlü ol.’ diyecekler. Bu güçlü ama yalnız olanların, sevgisini kendine saklamış ve ‘tek başına’ kalmışların doğrusu.

“İnanma. Genişlet kalbini. Herkese yer aç. Sev ve sevdiğini söyle. Birine seni seviyorum dediğinde, karşındakinin “Ben de seni seviyorum.” deme ihtimali çok yüksektir. Eğer sevdiğini söylemezsen, sevildiğini duyma ihtimalin de aynı oranda düşer. Ne ki, zayıf diyeceklermiş… Varsın öyle olsun, sen kalbinin hakkını ver.” sözleriyle hem Nisanlığını hem insanlığını gösterdi apaçık.

Saçlarına papatyalardan taçlar takılası bir Nisan tanıyorum. Çiçeklere seni seviyorum diyen, umutları filizlendiren sıcaklığıyla, denizleri, dağları, bahar havasını ciğerlerimize çektiğimiz o tertemiz ve açık kalbini tanıyorum. Nisan’ı benimsiyorum ve seviyorum.

Kalbinin hakkını vererek, çiçekli günlere hakkını veren herkese merhaba! dedim bile.

Kelimeleri Anlamak

Ah kelimeler… İncecik bir satır üzerine oturmuş
Üstü başı toz toprak olmuş kelimeler
Yara almış, o şiirden o şiire konu olmuş heceler
Gönlün sızısına yoldaş, dilin meramına tercüman
Ruhi ve fiziki kurallarına uymadan
Bazen geceleri uyumadan
Gözlerden süzülen yaşlara, hâl takat konduramadan
Sarılıp, öpen, okşayan, tesellisi daima
üzerimizde var olan kelimeler…

Şükür

Ay süzülürken gökte, dallar eğilirken rüzgarlara
Sinemden sinene koşacak olan canhıraş kuşlar
Elektrikler kesintiye uğradığında her hücremde
Küçücük bir mumun alevi velveleye veriyor içimi
Seher türküsü mırıldanıyor gökyüzü
Avucunda turunculuklar; güneşe bütün hazırlıklar

Gün doğumuna yakın cıvıldaşıyor kuşlar, tıkırtıları duyuluyor çatının üzerinde. Onlar da neşeli, bu girizgâh ortama ayak uydurmak için. Balkonun demirlerine geliyorlar bakınaraktan. Başlarını sallıyorlar sağa sola, sonra gizlice kanat çırpıyorlar penceremin önüne. İçeriden yavaşça izliyorum onları, hiç kıpırdamadan usulca… Yemlerini yemenin heyecanıyla hareket ediyorlar… Günümün güzellemesi için illa lüks ortamlara gerek kalmıyor. Günün doğumu, kuşların cıvıltısı, bana bir gün daha bahşedilmiş olmasının sıcaklığı kaplıyor bedenimi… Bir kez daha şükrediyorum yaşamın bu esrarengiz mucizesine. Bir kez daha acziyetimi kucaklıyorum sımsıkı…

Sabır, şükür ve dua ile kalalım vesselâm…

Dizi Önerisi: Babylon Berlin

Popüler kültüre meze olmamış nadide bir eser

Babylon Berlin, I. Dünya Savaşında asker olarak görev yapmış ve hala savaşın verdiği psikolojik sarsıntıyı üstünden atamamış dedektif Gereon Rath’ın hikayesini anlatan Alman yapımı polisiye bir dizi. 

Yönetmenliğini Tom Tykwer, Achim von Borries ve Henk Handloegten’in  üstlendiği ve başrollerini Volker Bruch ve Liv Lisa Fries’in paylaştığı Babylon Berlin’in ilk iki sezonun senaryosu Volker Kutscher’in 2008’de yazdığı Islak Balık: Gereon Rath’ın İlk Vakası adlı polisiye romanından uyarlandı. ( Vikipedi) 

Babylon Berlin polisiye bir dizi olmasının ötesinde I.Dünya Savaşı sonrası Almanya’nın kültürel, toplumsal ve siyasal atmosferi hakkında izleyiciye oldukça geniş bir alan sunar. Dizide dönemin Almanya’sında Komünist Parti üyelerinin ve Troçki yanlısı grupların örgütlenme biçimine dikkat çeker ve II.Dünya Savaşının zeminini oluşturan toplumsal, siyasal olaylar da ustalıkla izleyiciye sunulur. Ayrıca dönemin kültür- sanat faaliyetleri de dizinin üstünde durduğu konulardan biridir. 

2017 yapımı olan ve üç sezon süren dizi, popüler kültüre meze olmamış nadir eserlerden biri. Babylon Berlin; tarih severler, özellikle Almanya tarihine ilgi duyan izleyiciler için başyapıt niteliğinde bir dizi.

Buldum Seni


En güzel mısraların en derin manasında buldum seni.
Sokaklarda loş lambaların cümbüşü içinde buldum.
Esen rüzgarda kibritle yakmak kadar zordu.
Düşlerim miydi yoksa,
Soğuk rüzgarlarla meçhule savrulan?

Anlamanın ne olduğunu anladım.
Meğer gönül yolunu kaybetmiş,
Hasreti ile yandığım her şiirde
Ey bizi bekleyip bekleyip hüzünlenen çağ…

Gitme

Gitme
Ah! Güvenilmez ilkbahar güneşi gibisin
Bir varsın bir yoksun
Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç
Kimi sevsem sonbahar oluyor
Hicrana aldanmış kalbimde gezin
Mutluluk beklerken bir kara sevdanın esiri oldum
Canım sana mühürlenmiş
Çıkamam senin menzilinden
Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç
Senin gittiğin yollar bana dolanan yollar
Hicrana aldanmış kalbimde gezin
Yazık oldu ömrüme
Kar gibi üstüme yağdın
Kardan hafif yüreğim yalnız senin için çarptı
Aşk sırrına erdi ömrüm
Gönlümde aşkının telaşı var
Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç
Bir ipekli fular gibi boynuma dolan
Senin sevgin yüzyıllarca içimi ısıtsın
Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç

Havva

Göğe ne kadar yakın olduysan, ayakların da hep o kadar sağlam bastı yere.

Anlatılmayanı duyduğunda gökten, kelimeler fısıldandığında yüreğine; o zaman buldun kimliğini Âdem’de, ruhunun derinlerinde.

Karnında insanlığı taşıyan ey Havva! Bakir dünyanın nimetleriyle büyüttün kırk yavrunu,

canın yanmadı mı orta yerinden?

Rabbinden merhamet diledin ay ışığında; etraf ıssız, gece sessiz, sen kimsesiz, Âdem’ini aradın yeryüzünde yüzyıllar boyu.

Yalnızlık, tenhada bir sırtlan gibi peşinde, bir koca kurt olmuş hasret ağaçlarının ıslak dalları. Hangi yıldız gösterir yönünü, Çoban mı, Kervan mı; yoksa yüce Rabbinin merhameti aydınlatmış mıdır yolunu?

Bir ahû bakışın kâfi Âdem’e, sonrası meçhul bir hikâye…

O ne feci düşüştür gökten, ey Havva! Kanatların nerede?

Güneşli Günler…

Tüm gün duvarların arasından çıkabilmek için bir yol aramıştı. Kalbinde kayalarla geziyor gibi hissediyordu. Bunca vefasızlığın, ihanetin, nankörlüğün şelale gibi gürül gürül aktığı bir çağda dünyayı, sevmenin kurtaracağına inanıyordu. İnsanlara sevgiyle gittiği sürece aynı şekilde karşılık alacağından emin gibiydi. Yapması gereken işler taş misali zihnini ezerken, o insanlığı kurtarmanın çıkış yollarını düşünüyordu. Düşüncelerine öyle sadıktı ki gece 3’te de sabah güneş doğarken de aklındaki düşünce tekti. “Ne yapabilirim? Ağlayan bir çocuk kalmaması için, her çocuğun istediği düdüğü para vermeden çalabilmesi için, hiçbir annenin çocuğuna son bakışı olduğunu bakmaması ve o bakışla evladına sarılmaması için, bir babanın evlatlarına alamadığı ufacık bir eşya için kendinden nefret etmemesi için ne yapabilirim?”

Sorular her bakışta binlerce alt başlığa bölünürken, cevaplar da aynı oranda azalıyor gibiydi sanki. Öyle derin konulardı ki insan bazen kendini kaptırıp başka birisinin acısını sahiplenmek, onu bu acının bulunduğu yerlerden çekip kopartmak istiyordu. Fakat bunun bir çözüm yolundan ziyade daha büyük acılara yol açacağı en başından belli oluyordu. Bu acıları dindirecek güce sahip olanların olduğundandı bu acıların sonsuzluğu. Ne geçmişte bitmişti ne de gelecekte bitecekti. Sadece derdi insanlık ve iyilik yapmak olan kişilerin 18-20’li yaşlardaki hayallerini süslüyordu. Ama insan yine de bazı şeyleri kolayca kadere bırakamıyordu. Canı yanan kişiyi kendi canlarınla aynı kefeye koyduğun an hayat çabayı zorunlu hale getiriyordu sanki.

Yastığa kafasını koyduğu an sokakta üşüyen çocukları anımsıyordu, basit şeylere bile mırın kırın ettiğinde hayallerinde bile kendi konumuna erişemeyecek milyonlarca kişinin olduğunu hatırlamak ise kalbinde yumrular oluşturup kendine öfkelenmesine sebep oluyordu. Bazen hayata onu öğretmenlik gibi mükemmel bir mesleğe ittiği için şükrediyordu. Hayallerinde küçük bir dağ köyünde maddi yetersizliklere sahip olan öğrencilere ufak bir pencere açıp aslında dünyanın ne kadar büyük ve ne kadar fazla imkanlara sahip bir yer olduğunu göstermek istiyordu. İyilik ve kötülük asla tek başlarına değişime yol açmazdı. O da bunu bildiğinden iyiliklerin sayısını artırmaya çalışıyordu. Evet, belki kendisi bu süregelen düzeni tek başına değiştiremeyecekti ama o gözünden bile sakındığı pırıl pırıl öğrencileri…

Nesiller boyu sürmesini istediği iyilik tohumlarını serpmek için hayat altın tepside bir fırsat sunmuştu. Öğrencilerinin umut dolu tek bir sözü hatta fikirlerini anlattığında gözlerinde ve yüreğinde iyilik parıltısı canlanan her bir öğrenci onun gözünde “birey” haline dönüşmüştü. Çabalarının dünyayı ne kadar değiştireceğini görmek basit matematik işlemleri yapmak kadar kısa sürede sonuç vermeyecekti. Ama özel hayatında da yaptığı iyiliklerin karşılığını istemeyi sevmediğinden uzun süreli iyilik tohumlarının “iyilik nesillerine” dönüşmesini beklemek onu hiç de zorlamazdı. Belki bir kişinin denizi temizlemesi imkansızdı ama ya tüm insanlık birlik olursa?

Attığımız adımda bile kolaylıkla kötülükle karşılaşabileceğimiz bu devirde çarkı iyilerin tarafına çevirebilmek için en azından çaba göstermemiz gerekli. Çocuklarımızın, torunlarımızın sokaklarda güvenle oynayabildikleri, hak ettikleri şeylere kolayca ulaşabildikleri, hayata ve insanlığa dair hiçbir umutlarının tükenmediği güneşli günlere göz açmak niyetiyle…

Hangi Yolun Yolcususun

Yazmak benim için bir rahatlama biçimiydi önceleri, kendimi en özgür hissettiğim yerdi. Sanki kağıtla kalemin hükümdarıyım da istediğimi yazar istediğimi silerim zannediyordum, öyle de yapıyordum. Sanıyorum şuursuzluğun rehavetiydi o yaşadığım. Fakat son zamanlarda yazmak benim için o kadar müşkül hale geldi ki bırakın rahatlamayı yazdığım her harften korkar oldum. Bu korku içimde engelleyemedeğim bir rahatlık doğurdu ama aynı rahatlık aynı korkuyu kamçılamaktan alıkoymuyor kendini. Kelimeler birbiri içinde kayboldu farkındayım hemen toparlayayım.

Biraz Sitem

Birine bir denemenizi gösterdiğinizde yahut bir şiirinizi, ekseriyetle şu cevabı alırsınız ‘yani güzel olmuş da ben de yazarım bunu.’ Yazamazsın efendim. Eline neşter alan ameliyata koyulmuyorsa eline kalem alan da bir şeyler yazmaya koyulamaz. Bugün öyle büyük bir kirliliğin içindeyiz ki vallahi okumaktan da yazmaktan da korkar oldum. İnsanlara kendilerini ifade etmeleri için birçok platform sunuluyor, hatta şu anda da o platformların birinde okuyorsunuz yazımı. Bu kesinlikle çok güzel bir fırsat zira böyle platformlar ve dergiler yazarlık okuludur, bizi yetiştirir. Ama göz ardı ettiğimiz çok fazla mesele olduğunu düşünüyorum.

Nicelik olarak artan her şey nitelik olarak azalmaya mahkumdur. Bu kadar çok platform bu kadar çok yayınevi olması ne kadar iyidir düşünmek lazım. Bunu da öyle eline kalem alıp kendini yazar ilan etmiş biri olarak söylemiyorum, o unvanın altında ezilirim, lüzum yoktur ona sahip olmama; bunu size kitap neşretmek nasip olmuş biri olarak söylüyorum. Yayınevleri bugün (bir kısmını tenzih ederim) hiçbir edebi niteliği gözetmeksizin, yalnızca maddi gelir kaygısı ve gayesiyle tabiri caizse fütursuzca kitap basıyorlar.

Yine söylüyorum bu güzel bir şey gibi görünebilir, güzel bir fırsat gibi bakılabilir ama unutmamak lazım ki okunan her kelime insanların ruhuna tesir ediyor. Üstelik muhtevaya bakmadan kapak tasarımına bakılarak kitap alımının bu kadar yüksek olduğu bir ülkede 12-13 yaşındaki güzel kardeşlerim ne yazık ki bu bataklıkta kayboluyorlar. Bu duruma üzülmekten başka bir şey gelmiyor elimden, önüne nasıl geçilebilir bilmiyorum. En azından ve çok şükür ki bundan sonraki yazılarımda hep bu şuuru gözetecek olmam bir nebze içimi rahatlatıyor.

Biraz Şuur

Geçenlerde kitap okurken dikkatim dağılmış; uzun veya kısa ne kadar sürdüğünü ayırt edemediğim bir dalgınlıktan sonra dikkatimi topladığımda zihnimde bu fikirler kıpranmaya başladı. Evet kelimelerle aramız iyi birbirimizin halinden anlıyoruz. Bunda benim bir gram payım yoktur, olduğunu düşünmek nefsimin kibrini, ucbunu okşamaktan ötesine götürmez beni. Madem bu bana bahşedilmiş bir istidat bunun hesabı da sorulacaktır illa ki diye düşündüm bir an. Öyle ki dillerin bağlandığı ellerin ayakların şahitlik yapacağı o günde sorulmayacak mıdır bu ellerle ne yazdın, insanlara neyi anlattın diye; dedim.

Farz edelim ki uçurumun kenarında biri atlamak için son bir şey bekliyor, ufacık bir sebep. Senin bir şiirini duydu ve bıraktı kendini aşağıya, e hani ‘vesile olan yapan gibidir’ demişti Efendimiz, Allah rahmet eylesin… Ya da bilakis kafası karışık doğru olana yönelmek için tek bir kelime arayan bir insan senin bir şiirini okudu da doğru olana yöneldi. İşte bu iki örnek beni tekrar tekrar düşünmeye, yazdıklarımı ve yazacaklarımı gözden geçirmeye sevk etti. Üstat Necip Fazıl’ın şu sözleri geçti aklımdan:

Hakikati aramayan şiir, kelimelerin çelik çomağı.
Hakikate dokunmayan fikir, kuru laf kalabalığı.
Hakikatle zonklamayan kafa, çöplük..

Hangi davanın insanı, hangi yolun yolcususun?

Cahit Zarifoğlu da demişti ya, ‘Bir duruşu olmalı insanın, bir bakışı, bir anlayışı, bir aşkı, bir davası olmalı.’ diye. Bunu kendimize defalarca sormamız gerekir. Biz hangi davanın insanlarıyız. Yoksa kalemi eline almış etrafa rastgele kelimeler savuran, faydasız bir yaşamın yolcuları mıyız. Neyi anlatıyoruz, niye anlatıyoruz. Şu kısacık ömürde gaye gerçekten arkada eser bırakmak mıdır. Fütursuzca ve şuursuzca yazılmış satırlar acaba ardımızda bıraktığımız eserler midir yoksa bıraktığımız yüzlerce esir midir. Ben kendime hakkı anlatmayı, hakikati anlatmayı şiar bilirim. Yazdıklarım 100 kişiyi memnun etmese fakat 1 kişinin kafasını kurcalasa kâfidir. Bugün bu yazıyı da zihninizi biraz karıştırmak, yüreğinizi harekete geçirebilmek maksadıyla kaleme almaya çalıştım.

Evet yazmalıyız, yazmalıyım her daim fakat cümleler devrik değil yazdıktan sonra insanların iç dünyaları ve kafaları karışık ve devrik olmalı.
Öyle bir devriklik ki düzeltene kadar huzur vermeyen fakat düzelttikten sonra eski halini de özleten bir rahatsızlık içermeli.
Bu dünyaya yiyip içip ibadet edip sonra da ölmek üzere gelmedik. Öyle olsaydı sahabelerin mezarları Mekke’den Çin’e kadar uzanmazdı.
Anlayacağız sonra da anlatacağız.
Yönetmen filmini çekecek, ressam resmini çizecek, hakim hakkı savunarak hâl ile öğretecek, öğretmen öğrencisine yolunu gösterecek, bizler de yazacağız.
Yalnızca hakkı yalnızca Hakk için.

Var Dendi

Hayatın daha güzel, daha iyi ve insanların kötü olmadığı… Sen nasıl iyi düşünüyorsan insanların da senin hakkında iyi düşündükleri anlatılırdı. Belki hatırlarsınız ilkokuldayken, öğretmenlerimiz gözümüzde birer melekti. O kadar iyilerdi ki sanki yeryüzünde kanatsız melek olduklarına dahi  inanırdık. Biz insanlara iyi olmamızı ve hayatın her zaman bize karşı iyi olacağı anlatırlardı. Ayağımızın hiçbir zaman taşa değmeden yürüyeceğimizi hayatın daha güzel daha iyi şartlar vereceğini ve insanların kötü olmadığını, sen nasıl iyi düşünüyorsan onların da senin hakkında öyle iyi düşündükleri anlatırlardı. 

Anlattıkları zaman hayatta karşınızda negatif olayların çıkmayacağının garantisi verilirdi. Şu an büyüdük, geçmişimize dönüp baktığımız zaman bize anlatılanların acaba hangi birini yaşayabiliyoruz. İnsanların çok iyi olduğu, adaletin tam olduğu bir dünyada mıyız acaba! Ama bize dünyanın adaletli ve insanların iyi olduğu ‘VAR DENDİ.’ Fakat bunu da öğrenmeliyiz ki dünyanın yaşanılabilir ve bütün insanların iyi olduğunu söyleyen kişiler de iyi insanlar değillerdir. Herkesin yaptığı hataları onlarında yapabildiği, bize hayatı anlattıkları gibi olmadığı, hayatın belli bir süre sonra bizim için yaşanılmaz bir hale geldiğini görüyoruz. Çünkü toz pembe anlattıkları dünyayı göremiyoruz ve yaşayamıyoruz anlattıkları eşitlik yok. Kızların büyüyünce hayatta istedikleri kıyafetleri giyeceğini ve sevdiği meslekleri yapacağı anlatılırdı. Fakat zaman geçtikçe görüyoruz ki  kadınların eşit haklara sahip olmadığı istedikleri meslekleri yapamadıklarını, sevdiği ve beğendiği kıyafetleri giymediklerini görüyoruz. Fakat bize kadınların eşit haklara ve özgür oldukları VAR DENDİ. 

Küçük kalplerimize tertemiz bir dünya sığdırıyoruz ve büyüyene kadar o temiz duygularla biriktirdiğimiz dünyamızda, dünyanın gerçek yüzünü gördükçe o hayalini kurduğumuz dünyaya birer birer siyah nokta damlatıyoruz. Çünkü bizlere hep dünyanın iyi olduğu söylendi. 

Aslında bu yazının en başından beri dünyanın iyi olmadığını ve büyüdükçe kötü olduğunu şikâyet edip duruyoruz. Acaba gerçekten kötü olan dünya mı? Yoksa kötü olan insanlar mı?  

Bu iki soru karşısında kaldığımız zaman aklımıza gelen ilk şey insan karakterleri oluyor. 

Dünya’da biz yokken de gece gündüz vardı. Demek ki kötü olan biz insanlarız, dünya değil. Dünyaya kötülük salan bizleriz başkalarının görüşlerine ve düşüncelerine saygı duymayı bilmiyoruz, bir görüş bizim görüşlerimize uyum sağlıyor ise hemen o tarafı seçiyoruz. Çünkü başkalarının görüşlerini pek önemsemiyoruz. Hangi taraf bize uygunsa o tarafı savunuyoruz. Siyah ve beyaz olan dünyamıza başka renklere yer vermiyoruz, onları dışlıyoruz. 

Şimdi ben bu yazıda sizin savunduğunuz bir ekolu savunmazsam ve kendi ekolumu savunursam hemen eleştiri yağmuruna tutulurum. Çünkü sizin benimsediğiniz ekole bağlı değilim. İşte bakın dünya bize kötü davranmıyor, bizler birbirimize kötü davranıyoruz.  

Çünkü içimizde hep bir beğenilmek duygusu var o duygu var olduğu sürece asla kendimize ve karşımızdakilere iyi davranmayız. Hayatın, bize anlattıkları gibi karşımıza çıkmıyor ise biz kendimiz hayatı güzel yapalım. Gelecek nesillere hayatın iyi olduğunu anlattığımız zaman onlar da hayatın gerçeklerini gördüklerinde ve kötü düşüncelerin var olduğu, eşitliğin olmadığını, insanların haklarını eşit verilmediğini görmemeleri için hayatı güzel yaşayalım ve yaşatalım. Yoksa onlar da bizim gibi, hayatın güzel olduğuna dair bize ‘VAR DENDİ’ derler. 

smart

Bir Şairin Hezeyanı!

  • Ah! Biçare, hırpalanmış, ezilmiş hayat
  • İnsanların arasından bir çırpıda geçiyor hezeyanım
  • Biz bağışladıkça hatırladık
  • Hatırladıkça yandık
  • Yandıkça insandık…
  • Tasviri bozuk insanlar,
  • Hani sabah nerde?
  • Çocuk sesi kuş sesi
  • Yürekler sus pus.
  • Silip atıyorum sanıyordum meğerse biriktiriyormuşum.
  • Yanlışlar doğruyu götürür biliyorsun…
  • Bugün de vedasını etti ömrüme,
  • Tıpkı dün gibi, dünler gibi, tıpkı senin gibi,
  • Derken, yeniden başlar hezeyan.
  • Sendeleyip düşüyorum boşluğuna
  • Sonrası hezeyan!
  • Yazık ne yazık,
  • Bilmenin hezeyanını,
  • Yaşar insanlar.
  • Umutla titreyenler var.
  • Israrla ısrarla ağlayanlar,
  • Herkes unutmuş sanki
  • Velhasıl anlatamadığım korkularım, duygularım.
  • Bu bir şairin hezeyanıdır.
  • Hoyratlar koparsam da sesimi işitmez kimseler.
  • Beni ancak benim gibi olanlar anlarlar.

Başka Türlüsünün Olabileceği

Sen şimdi bir şey olsa da duygum değişsin diye bekliyorsun ya…
Dışsal bir güçle iyi olayım diyorsun ya…
Başka biri gelsin beni kaldırsın diye duruyorsun ya…
YAPMA! Başkası senden güçlü değil. Sende olmayan onda var değil.

Sen bir şey yap. Kendi gücün ol. Kendini kaldır. Çünkü yapabilirsin. Ben defalarca izledim bu senaryoyu. Kahraman her zaman kişinin kendisi olduğunda huzur buluyor.

?Seni her zaman en çok ben seveceğim.
?Sana her zaman destek olacağım.
?Senden şefkati hiç esirgemeyeceğim.
?Zorda kalsan ben senin için orada olacağım.
?İyi hissetmen için ne gerekiyorsa onu yapacağım.

NOT: Kendime.

Evet sevgili okurum bu not biricik kendine. Ben sadece hatırlatmak istedim. Kendime de tabii ki. Hayatımızda hoşnut olmadığımız bir şeyi değiştirmek için; tam olarak ne olacağını ya da nasıl olacağını bilmemiz gerekmez.

“Başka türlüsünün olabileceğini” bilmemiz yeter!

Peki yeter mi sence..?

Manolya

Ellerimi açıp geceyi arzuya
dönüştürdüğümde,
sen ve ben yeryüzünde ağıt yakarız.
Başlarımızda kan rengi tülbentlerle,
kılıçlar hep bel altından çekilir,
bir koku yayılır ki algılar incelir.

Bir çiçek yaprak döker nefesimle,
o manolyadır ki yaprakları çehresinde.
Barut ateşe yaklaşmak ister,
yakmak ve yanılmak ister,
o manolyadır ki kana kana su döker üzerime.
Bir dal kırılır toynaklar altında çiğnenir,
o manolyadır ki büyüsüyle birleştirir bizi.
Mahcubum günahkar kişiliğimi umursamam,
çaresizim ki arzum bir yanardağ olur
içimde fokurdayan,
o manolyadır ki nehir olur bana
akar bütün çıkıntılarımdan.

Ellerimi açıp güneşi aya çevirdiğimde,
bir tebessüm belirir çiçeğimde.
Sen ve ben gökyüzüne ninni söyleriz.
Sazını ağaca yaslamış ozanlar oluruz,
sözümüz gerçeğin aynasıdır o vakit.

Kemiklerim sırtıma batar olur
bıçaklarım hep aynı yerden,
o manolyadır ki okşar benliğimi.
Ben kaybolurum, yok olurum da,
iner sallanırım küsmüş ağaçlarda
o monolyadır ki uzatır yapraklarını.
Pislik kokarım ben,
gözlerim pis bakar sana
Vücudum kirden bir kaleye dönüşür.
O manolyadır ki güzel kokularla temizler beni.

Ellerimi açıp seni bana benzettiğimde,
bir tufan kopar on yaş çocuklarından
özüre başvurur her ağız.
Sen ve ben ağlarız saat on ikiye vurduğunda,
peri kızları olur masallarda koşarız
saçlarımız her gece birbirine dokunur
gözler kapanınca bir rüya belirir
beynimden kalbime akan küçük manolya tanesidir.