12.5 C
İstanbul
Cuma, Mayıs 16, 2025

2-Yeşilçam Köşesi

Yeşilçam Filmleri

Neşeli Günler
1978 yapımı bir Türk filmidir. Senaryosunu Sadık Şendil’in yazdığı filmin yönetmeni Orhan Aksoy’dur. Başrollerini, Türk sinemasının iki büyük emektarı Münir Özkul ve Adile Naşit’in turşucu rolünde oynadığı film, geçimsiz bir çiftin ayrılmasını ve gelişen olayları komik bir dille anlatmaktadır. Filmin bir diğer önemli ismi ise Ziya rolüyle müthiş bir performans gösteren Şener Şen’dir. Oyuncu kadrosunun kalitesi ve sevilen senaryosu ile 1970’li yıllardaki başarılı Türk komedi filmleri arasında yerini almıştır.
Hababam Sınıfı
Yönetmenliğini Ertem Eğilmez’in üstlendiği, Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı romanından uyarlanan 1975 çıkışlı Türk filmi.
Çiçek Abbas
Sinan Çetin’in yönetmenliğini yaptığı ve baş rollerinde İlyas Salman, Şener Şen ve Pembe Mutlu’nun yer aldığı, 1982 yapımı bir komedi – drama filmidir.
Al Yazmalım
Atıf Yılmaz tarafından yönetilen, başrollerinde Kadir İnanır ve Türkân Şoray’ın oynadığı, 1977 tarihli film. Türk sinemasının başyapıtlarından biri olarak sayılmaktadır. Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un 1970 yılında yayımlanan aynı adlı romanından uyarlanmıştır. Filmin özgün müziğini Cahit Berkay bestelemiştir.
Ah Nerede
1975 yapımlı Türk romantik komedi filmidir. Tarık Akan ve Gülşen Bubikoğlu’nun başrollerini paylaştığı filmdir.
Oh Olsun
1973 yapımı bir Türk filmi. Senaryosunu Sadık Şendil’in yazdığı filmin yapımcılığını ve yönetmenliğini ise Ertem Eğilmez üstlenmiştir. Başrolleri ise Tarık Akan ve Hale Soygazi paylaşmaktadır. Film müziği sözü ve müziği Oktay Yurdatapan’a ait olan ve Füsun Önal’ın yorumladığı fimle aynı ismi taşıyan “Oh Olsun” şarkısıdır.
Sakar Şakir
Kemal Sunal’ın canlandırdığı Sakar Şakir, 1977 yılında Yeşilköy’de çekildi.
Köyden İndim Şehire
Yönetmenliğini Ertem Eğilmez’in yaptığı, 1974, Türkiye yapımı komedi filmi. Salak Milyoner filminin devamı niteliğindedir. Baş rollerini Kemal Sunal, Zeki Alasya, Metin Akpınar ve Halit Akçatepe’nin paylaştığı filmde, köylerinde gömülü olan defineyi bulduktan sonra, altınları bozdurmak için Ankara’ya gelen dört kardeşin hikâyesi anlatılmaktadır.
Süt Kardeşler
Yönetmenliğini Ertem Eğilmez’in yaptığı, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Gulyabani isimli romanından uyarlanan, 1976 yılı yapımı bir Türk filmidir.
Mavi Boncuk
1 Ocak 1975 tarihinde vizyona giren, Ertem Eğilmez’in yönetmenliğini ve yapımcılığını üstlendiği ve aynı zamanda Zeki Alasya ve Sadık Şendil ile birlikte senaryosunu yazdığı, Başrollerinde Emel Sayın, Tarık Akan, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe, Münir Özkul, Kemal Sunal, Adile Naşit ve Perran Kutman’ın gibi yıldızların oynadığı Türk Komedi filmidir.

1-Yeşilçam Köşesi

Yeşil Çam Oyuncuları

Kemal Sunal
11 Kasım 1944 yılında İstanbul Küçükpazar semtinde dünyaya gelmiştir. Kemal Sunal’ın annesi Saime Sunal, babası ise Mustafa Sunal’dır. Aslen Malatyalı olan Kemal Sunal’ın iki kardeşi vardır. Cemil Sunal ve Cengiz Sunal’dır. İlkokulu Mimar Sinan ilk okulunda okuyan Kemal Sunal liseyi o yıl meşhur Vefa Lisesi’nde okudu. Çünkü o yıllarda tiyatro kulübü topluluğu vardı. Kemal Sunal’ın oyunculuk aşkı o zaman başladı.
Türkan Şoray
Türkan Şoray ( 28 Haziran 1945, İstanbul), Türk oyuncu, senarist ve yönetmen. Türk sinemasında “Sultan” lakabıyla anılmaktadır. 1960’larda sinema ile tanışmış, ilk sinema ödülü 1964 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Acı Hayat filmiyle en başarılı kadın oyuncu ödülünü almıştır. Toplamda 222 filmde rol alan Türkan Şoray, bu sayıyla dünyanın ‘en çok film çeviren‘ kadın oyuncusudur.
Zeki Alasya
Zeki Alasya 18 Nisan 1943’te İstanbul’da doğmuş, 8 Mayıs 2015’te vefat etmiştir.
Cüneyt Arkın
7 Eylül 1937 yılında dünyaya gelmiştir. Usta isim Başak burcudur. Boyu ise 1.82 cm’dir. Aslen baba tarafından Eskişehir, Odunpazarı, Karaçay Köyü nüfusuna kayıtlıdır. Babası İstiklal Savaşı gazileri arasında yer alan Hacı Yakup, annesi ise Halise Hanım’dır. Yoksul bir ailenin evladı olan Cüneyt Arkın’ın gerçek ismi ise Fahrettin Cüreklibatur’dur. Annesi 1983’te, babası ise 1988 yılında yaşamlarını yitirmişlerdir.
Sadri Alışık
Sadri Alışık 5 Mart 1925 yılında İstanbul’da doğdu. Asıl adı Sadrettin olmasına rağmen, annesi Saffet Hanım ve babası Rafet Kaptan onu hep Sadri diye çağırırlardı. Babası kaptan olduğundan haftada bir iki kez eve gelebiliyordu. Bu yüzden ailenin sorumluluğu ve idaresi anne Saffet Hanımda idi. Sadri Alışık sekiz yaşındayken kız kardeşi Nevin dünyaya geldi. Sadri Alışık’ın içindeki oyunculuk aşkı küçük yaşlarda kendini göstermeye başlamıştı. Arkadaşları bilye oynayıp, uçurtma uçururken, o piyesler hazırlayıp mahalle arkadaşlarına oyunlarını sunardı. Altı-yedi yaşlarındayken bir sünnet gecesinde Naşid Özcan Tiyatrosu’nu izledi. O günden sonra tiyatroya olan tutkusu başladı.
Adile Naşit
Asıl adı Adile Keskiner olan Adile Naşit 17 Haziran 1930 yılında İstanbul’da doğmuştur. Adile Ana, Masalcı Teyze diye de bilinirdi. Özgün adı ise Adela’dır. Tiyatrocu bir aileden gelen Adile Naşit’in babası ünlü komedyen Komik-i Şehir Naşit, annesi de Ermeni tiyatro oyuncusu Amelya Hanım’dır. Ağabeyi Selim Naşit ve 1950’de evlendiği eşi Ziya Keskiner de tiyatro sanatçısıdır. Sinema dünyasında, Rıfat Ilgaz’ın ünlü eseri Hababam Sınıfı’ndan uyarlanan filmlerdeki müstahdem Hafize Ana rolü ile olduğu kadar, Münir Özkul ile karşılıklı oynadığı filmlerdeki “Anne” rolleriyle de ünlendi.
Tarık Akan
Tarık Akan, gerçek adıyla Tarık Tahsin Üregül 13 Aralık 1949 yılında İstanbul’da, ailesinin üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldi. İlkokula babası subay olduğu için görev nedeniyle önce Erzurum’da başladı, sonra babasının tayininin çıkması nedeniyle ilkokulu Kayseri’de tamamladı. Babası emekli olduktan sonra yeniden İstanbul Bakırköy’e taşındılar. Ortaokul ve liseyi Bakırköy’de okuyan Akan, liseden sonra Yıldız Teknik Üniversitesi’nin Makine Mühendisliği bölümüne gitti. Makine mühendisliğinin ardından Gazetecilik Yüksek Okulu’nu kazandı ve mezun oldu. Sinema hayatından önce Bakırköy’deki plajlarda hem cankurtaranlık yaptı. Aynı zamanda sokaklarda işportacılık da yaptı. Ses Dergisi’nin 1970 yılında düzenlediği Sinema Artist Yarışması’na katıldı ve birinci oldu.
Münir Özkul
Münir, 15 Ağustos 1925’te İstanbul Bakırköy’de bir paşa torunu olarak doğdu. İki kız çocuğundan sonra dünyaya gelmesiyle bir anda ailesinin göz bebeği oldu. Evin bütün kadınları Münir’in üzerine titriyordu. Paşalıktan gelen soyları öyle devam etmeliydi. Ailesi kararını vermişti, Münir tıpkı paşa dedesi gibi bir paşa olacaktı. Ama o Türk Sinemasında Mahmut Hoca oldu.
Metin Akpınar
Metin Akpınar, 2 Kasım 1942, Aksaray/İstanbul doğumludur.
Tiyatro ve sinema sanatçısıdır. Pertevniyal Lisesi’nde eğitim gördü. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Edebiyat Fakültesi’nde eğitim gördü. 1962’de Türk Talebe Birliği’nde amatör olarak tiyatroya başladı. İki yıl sonra ilk kez profesyonel bir oyunda yer aldı ve bu tarihten sonra önemli tiyatro yapımlarında rol aldı.
Yılmaz Güney
1 Nisan 1937’de Adana’nın Yenice köyünde dünyaya geldi. Babası Urfa Siverekli Zaza, annesi ise  Kürt kökenlidir. İlk ve orta öğrenimini Adana’da tamamlayan Güney, çocukluk yıllarında pamuk işçiliğinde gazoz ve simit satımı gibi çeşitli işlerde çalıştı. Film afiş arabalarını dolaşırdı Adana sokaklarında.

Bir Savaş Günlüğü

Coğrafya kaderdir! (İbn-i Haldun)

Birazdan okuyacaklarınız sizi ürkütmesin. Bu yazı tamamen bir genç kızın örselenmiş duygularını, günden güne bir ölüye dönüşen bedenini, yaşama olan umutsuz penceresini anlatıyor. Bu defa masum bir genç kız anlatıyor, bizler ise büyük sükunetle onu dinliyoruz. Ortadoğu’nun üzerinde dolaşan kara bulutların ve kanatlı silahların yıktığı bir hayat hikayesi. Savaşların sebep olduğu binlerce parçalanmış hayat arasından yalnızca bir tanesi…

Nedir bizi diğer insanlardan ayrı kılan? Bunu nefes aldığım ilk andan itibaren sorgulamaya başladığımı düşünüyorum. Bence benim kaderime mahkûm edilmiş herkesin sorgulaması gereken bir soru bu…

Üç kardeşim vardı, eniştem ve ablam da bizimle yaşıyorlardı. Mutluyduk; tıpkı bu kanlı dünyada gülümsemeyi başarabilen diğer insanlar gibi… Tenime iğne battığında tıpkı diğer insanlar gibi acımı apaçık belli ediyordum. Bilebilir miydim, iğne acısına hasret kalacağım günlerin önümde olduğunu? Bilsem gözyaşı harcar mıydım, o an ki küçük iğne acısına…

Hayalim vardı. Ah, o karanlığın orta yerine yuva kurmuş, kaderimin hiçbir zaman bana reva görmediği imkânsız hayal. “İnsanlar yaşadıkça alışır acılara, Allah kimseye taşıyacağından ağır yük vermezmiş” derlerdi büyüklerimiz. Evet, hâlâ nefes aldığıma göre alıştım demek ki. Ama taşıyamıyorum, omuzlarım ağrıyor, yürüyemiyorum. Mesela geceleri uyuyamıyorum, kâbuslardan dolayı değil; kulağımı delip geçen kanlı gürültüler yüzünden!

Hemen yanımda bulunan çadırda bir kadın yaşıyor. Daha önce görmedim, tanımıyorum. Ama her gece onun sessiz hıçkırıklarına şahit oluyor, ellerimle sımsıkı ağzımı kapatıyorum; benim kirli hıçkırıklarım onu ürkütmesin diye…

Hayatım boyunca bir yatağa sahip olmadım. Annem ve ablamın elleriyle yaptığı bir döşeğim vardı. Yumuşacıktı, huzurla kapatırdım gözlerimi, rüyalar görürdüm süslü ve beyaz…

Kim olduğumu merak ediyor olmalısın. Kimliksiz, isimsiz bir yabancıyım ben. Bir hiçten ibaret, belki de karşılaşsak yüzüme dahi bakmayacağın bir hayalet… Boş ver, bilme kimliğimi. Ruhumu şerha şerha yakan bir kimliğin ne önemi var?

Her şey, uyuduğum o andan itibaren başlamıştı. Benim kanlı hikayemin yaşandığı o gece; babam, eniştem ve 13 yaşındaki erkek kardeşimi koparmışlardı bizden. Babam olmadan nasıl yaşayacaktık? Eniştem olmadan ablam tutunabilecek miydi hayata? Annem dayanabilir miydi, kardeşim ne yapacaktı ben olmadan? Eline tutuşturulan silahla kimleri vuracaktı böyle…

Kardeşim karanlıktan çok korkardı, nasıl sığınacaktı şimdi gecenin zifiri ve kanlı karanlığına? Köyümüzdeki tüm erkekleri toplamış, savaş dedikleri bir batağa sürüklemişlerdi. Bizi kimden koruyorlardı böyle, hiçbir şey bilmiyorduk!

Bir gece hayatım değişti… Benim kıyametimin başladığı ve ömrümün sonuna kadar devam edeceği o gece gelmişti en nihayetinde. Pek bir şey bırakmadım hafızamda; silik silik çığlıklar, boylu boyunca uzanan acıların film şeridi kaldı geriye.

Simsiyah giyinen, ellerinde kocaman tüfekleri olan bir grup zebani bastı köyümüzü. Evlerimizi tarayıp, bizi tek tek kopardılar yuvamızdan. En son, yerde yarı baygın bir şekilde burnumun feci bir halde sızladığını hatırlıyorum. O his, o koku, o hava hâlâ zihnimde ve anlattıkça hissediyorum; yeniden yaşıyorum sanki…

Bacaklarımı hissetmiyordum, sanırım acıdan uyuşmuş haldelerdi. Boğazımda öyle bir acı vardı ki yutkunmakta inanılmaz güçlük çekiyordum. Tükürüğümde kan tadı vardı, kan yutuyordum sanki. Sol gözüm kapalıydı ve açılmıyordu. Açamıyordum ağrıdan… Sonrası müthiş bir acı ve dudağımdan sessizce dökülen bir ‘ah…’

Hayatım aniden cehenneme döndü. Ailem yoktu artık, yapayalnız bir mahşerin en orta yerinde unutulmuş gibiydim. Artık hiçbir anlamı kalmamıştı yaşamanın, cesaret denen kudret bende de olsaydı şu an huzurla uyuyor olacaktım…

Masumiyetim, gençliğim, ailem, yurdum ve kimliğim… Hiçbir şey kalmamıştı elimde, bilmediğim bir yurdun bizler için ayrılmış soğuk ve ailemden uzak zemininde yaşama tutunmaktan ibaretti hayatım. Yabancıydım; kendime bile. Ağlamak mı? O ne kutsal bir mucizedir Allah’ın kullarına bahşettiği. Benim dökecek gözyaşım bile yoktu, onu da hak etmiyordum artık.

“Yemekler geldi!”

Benim hayatım bu sesten ibaretti. Bu sesin getirdiği ekmek ve su sayesinde nefes alıyor, sessiz ve zararsız bir şekilde ölümün gelip elimden tutmasını bekliyordum…

“Ve her şey bittiğinde, hatırlayacağımız şey; düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır.” (Aliya İzzetbegoviç)

Genç kız sayısız kez tecavüze uğramış fakat bunu dile getirememişti. Sustuk o an; dünya sustu, alem sustu… İnsan hayatının ne denli değersiz olduğunu, bir cana kıymanın yalnızca birkaç saniye olduğunu, hayvanların ve savunmasız insanların bu dünyada yeri olmadığını tekrar edip durdu. Bir insanın hayatını elinden almak bu kadar basit miyidi?

Son Uykuya Çeyrek Kala

Bağırmaktan söz eden kim, fısıltı bile ağır geliyor. Elleriyle ağzını kapatır gibi kafasının içindekileri susturmaya çalışıyor.

Mutluyum diyip kenara koyduğu hatıraların bir faydası yok şimdi.

Bütün bünyesini ele geçirmeden kanından çıkarması lazım zehirden farksız düşünceleri.

Başka bir şey düşünmeye çalıştıkça inadına yenik düşüyor ve öncekine göre daha etkili zuhur edecek şekilde geri dönüyor kürkçü dükkanına.

Bu yenik düşmelere epey vakit harcadıktan sonra aklına gelen ilk şeyi yapmaya koyuluyor.

Arka arkaya dizilmiş plaklar arasından seçiyor rastgele birini, koyuyor gramafona; fayda yok.

Eline bir kitap alıyor, ara vermeksizin gözlerini bir sağa sola ciddi bir şekilde dans ettiriyor, fayda yok.

Hem aklı hem aklı dışı kulağını patlatacak cinsten.

İçinden defalarca, içine sığmayınca korkunç çığlıklarla ‘susun’ diye bağırıyor.

Gözleri kaç defa bu manzaraya şahit oluyor ki? Hayretler içinde yağmurunu bırakıyor.

Sırtını verebileceği kimse yok; rengi solmuş, beti benzi atmış, dökük kırıntılarını yanına sermiş duvardan başka.

Savaş da görmüş hatta siperini bir an olsun elinden bırakmadan savaşmış bu adam, şimdi ellerini yukarı dönük vaziyette yere teslim ediyor. Ayaklarını birbirinden ayrı, eğik şekilde açıyor. Kan ter içinde kalmış yüzü, verdiği savaşın en üst noktada olduğuna dair şüphe bırakmıyordu.

Son demler, merhamet etmiş olsa gerek. Yavaş yavaş indi o noktadan. Şimdi biraz daha sakindi.

Gürültülü bir mekandan çıkmış gibi kulakları uğulduyordu. Etrafına birkaç saniye boş boş baktı.

Sonunda oldukça büyük çaba harcayarak düşe kalka kendini doğrultmanın yolunu buldu.

İlk başta yalpalayarak ardından demin derdine ortak olan duvardan destek alarak temkinli minik adımlarla ışığı kapatmaya gitti.

Kaybolan aydınlık daha temkinli yürütüyordu kendisini. Korkuyla dolanan eli sonunda yatağı buldu. Uzanıp üstünü sıkıca örttü, elleri ayakları buz kesmişti.

Çok yorulmuştu.

Son duası, tekrar gözlerini açabilmekti.

İki dakika geçmedi, uyudu.

Derinlik ve Uzaklık Algısı Nedir?

Nesneleri algılama yeteneğimiz kadar günlük hayatımızı kolaylaştıran bir diğer önemli iki etmen de derinlik ve uzaklık algısıdır. Günlük hayatta bu iki kavramı sürekli değerlendiririz. Ağaçlık bir yerden geçerken uzaklık algımız ağaçlara çarpmaktan kaçınmamıza yardım ederken, yolda yağmur suyunun birikmiş olduğu bir çukuru görünce bunun atlayarak mı ya da basılarak mı geçeceğine karar vermek için de derinlik algımızı kullanırız. Önemli bir algısal olgu olarak, derinlik ve uzaklık algısı, nesneleri üç boyutlu ve değişken uzaklıklarda konumlanmış olarak tanıma yeteneğidir (Uba ve Huang, 1999; s.108). Nesnelerin uzaklık ve derinliğini belirlemek için hem tek gözümüze bağlı algısal ipuçlarını hem de iki göze bağlı algısal ipuçlarını kullanırız. Yeri gelmişken şuna değinmek istiyorum; iki göze bağlı ipuçlarını kullanan canlılar tek göze bağlı ipuçlarını kullananlara göre fiziksel üstünlüklere sahiptir. İki göze sahip olmak özellikle nesneler göreli olarak yakın oldukları zaman uzaklık ve derinlikle ilgili daha doğru kararlar vermemizi sağlarlar. Şimdi sırasıyla bu kavramları özetleyecek olursam “Tek göze bağlı ipuçlarından” başlamak istiyorum: Bu özellik sayesinde iki boyutlu kağıt üzerindeki resimde derinlik ve uzaklığı hissederiz. Bu ipuçları kısacası örtüşme, doğrusal perspektif, ufuk perspektifi, yükseklik ve dokunum ipucudur.
Örtüşmede; bir cisim diğerinin kısmen önüne geçer veya onu kapatırsa arkada kalan nesne uzakta, onu örten ise daha yakında algılanır.
Uzayan iki paralel çizginin ufukta bir noktada birleşiyormuş gibi görünmesi ise diğer bir uzaklık ve derinlik ipucu olan doğrusal perspektif ile ilgilidir. Ufuk perspektifini şu örnekle açıklamak mümkün aslında; açık bir günde dağlar, hatlarının bulanık olduğu sisli bir günden daha yakın görülür. Bir cismin yüksekliği de derinlik ipucu olarak hizmet eder; ufuk çizgisine bağlı olarak görsel alanda bir nesne ne kadar yüksekte durursa o nesne daha uzak olarak algılanır. Bu konu için bir diğer yararlı tek göze bağlı ipucu da dokunum ipucudur. Daha ayrıntısını görebildiğimiz nesneleri yakında, nesnelerin ayrıntılarının giderek silikleştiği ve kaybolduğu durumda nesneyi daha uzakta algılarız. Uzaklık artıkça, orijinal dokunumun nasıl olduğu ayırt edilemez olur. Bir sahilde çakıl taşlarının tam olarak seçildiği yerler yakın, gitgide sıklaştığı ve tek tek ayırt edilemez olduğu yerleri uzak algılarız. Yukarıda ele aldığım konular sadece tek gözün faaliyetine bağlıdır. At, eşek ve balık gibi pek çok hayvan sadece bu ipucunu kullanır. Bu canlılarda iki göz olmasına rağmen gözler yanlarda ve birbirinden baya ayrık mesafede olduğu için iki görsel alan örtüşmez. İnsanlar ve maymunlar ile aslan, kaplan ve kurt gibi pek çok avcı hayvanın bu hayvanlara göre fiziksel üstünlükleri vardır. Her iki göz başın önünde yer aldığı için, görsel alanlar örtüşür. Stereoskopik görme uzaklık ve derinlik algısını daha doğru yapan iki retinal görüntünün birleşmesinden ortaya çıkar. Gözlerimiz yaklaşık olarak birbirinden birkaç cm uzakta olduğu için, her bir göz nesnelerin oldukça farklı bir görüntüsüne sahiptir. Sol taraftaki gözümüz nesnelerin sol tarafı hakkında daha ayrıntılı bilgi sağlarken sağ taraftaki gözümüz de nesnelerin sağ tarafı ile ilgili ayrıntılı bilgi sağlar. Bu farka retinal ayrılık denir. İki göze bağlı ipuçlarından biri, gözlerin kavuşmasını kontrol eden kaslardan gelir. Bize çok yakın nesnelere baktığımız zaman gözlerimiz daha içe ve birbirine doğru dönerek kavuşma eğilimi gösterir. Mesela bir kalemi burnumuzun hemen ucuna alıp bakarsak görüntü çok yakın olacağı için gözler birbirine kavuşur ve tek bir görüntü alır. Bunu deneyerek görebiliriz. Bu konu hakkında son olarak değinmek istediğim bir diğer şey ise sesin hangi taraftan geldiğidir. Nasıl ki görsel derinlik ve uzaklığı sağlamak için tek ve iki göze bağlı ipuçlarından yararlanıyorsak, sesin kaynağını belirlemek için de tek ve iki kulağa bağlı ipuçlarını kullanırız.
Tek kulağa bağlı ipuçlarından birinde sesin yüksekliğindeki değişiklikler uzaklıktaki değişikliklere aktarılarak, yüksek sesler kısık seslerden daha yakın olarak algılanır. İki kulağa bağlı ipuçları ise başın bir tarafına uzakta olan sesler bu kulağa, diğerine göre biraz daha geç ulaşır ilkesine göre çalışır. Beyin iki kulağa ulaşan ses dalgaları arasındaki farkı işler ve bunu sesin kaynağı ve yeri ile ilgili doğru kararları vermek için kullanır. Pek çok insan var ki görme eksikliklerini sesleri algılama yeteneklerini keskinleştirerek kapatırlar.

Demirspor, Züleyha, Gol ve Ofsayt!

Altı üstü bir ayrılık işte!
Bu hikayeye en fazla tek bir son yazılabilir Züleyha!

Sokakların pasağını işitiyor musun?
Sabahında alnına konan güneşi peki?
Andım olsun sessizlik içeceğim kana kana
Ve seni bir miktardan çok seveceğim
Andım olsun seni seveceğim Züleyha!
Andım olsun, kir bulaştırmayacağım
Ama bu hikayenin sonu mutlu olmayacak asla!

Altı üstü bir türkü işte!
Bu hikayenin bu kadar can yakacağını bilemezdim Züleyha!

Üşümüş ellerimi yalpalıyorum artık
Artık ne ayaz bana ne yürek burkan kış
Ben üşümüyorum Züleyha
Ben artık üşüşüyorum sana
Beni yedi kat yorgana pakla!

Bilmez misin şu rüzgarın tınısını?
Ben bilmezdim bu hikayeyi dinleyene kadar
Züleyha!

Elbet sıkıştırırım cigaramı dudağımın kenarına
Gitmem lakin
Yakışmıyor anla
Oturmuyor üzerime
Durmuyor bende
Göğsümün çeperini sınamışım
Parklarımda iyimser bir gül
Gecelerce tedirgin dolanmışım
Züleyha!
Kaç ah sıkıştıracağım bir şiire daha?

Yarı bahtsız bedeviyim
Boğazımda gıcırdayan acı bir hicran
Tırnaklarım akşamüzeri batıp durmakta
Ben kelam edemem Züleyha
Ses tellerim ancak adınla çalkalanmakta
Ki adın adımın ahıdır yalnızca

Vay be!
Kalem oynatamamak da varmış bu hikayede
Öyleyse neden hala yazmakta ısrar edip dururum?
Züleyha?
Ne olur bir anlama sığınmamı sağla!

Sıyırmışım perdemi, aklımı da bilakis
Beklerim
ki beklemek cabasıdır bu hikayenin
En can alıcı noktasıdır
Züleyha!
Neredeysen söyle can özüm
Şair olup seni de aldırayım yanıma

Ah Züleyha ah!
Kaç gecedir aklımda bu melun hikaye
Kaç gecedir soysuzum, sopsuz
Meteliksizim kaç gecedir
Atacak kurşunum yok
Kendimi atmışım sokaklara
Susmuşum, kusmuş
Pusmuşum sana
Usmuşum aklına
Lakin neden hala yamayım yamacına?

Sök at öyleyse aklından beni
Sıyır dibini bu aşkın
Tükür böyle hikayenin içine
Fakat bırakma beni kendi halime
Bırakma beni sensiz
Ellerinsiz
Bırakma beni ansızın nefessiz
Bakma be öyle sessiz sessiz
İnsan bir türlü olamıyor işte hikayesiz.

Züleyha!
Kıpırdan be üzgün melek!
Bir çıt etsen yerle yeksan edeceğim dünyayı
Bir kırpıversen kanat kanat kirpiklerini
Dile gelecek bileğim
Bir can bulup koyuvereceğim yerine
Koy vereceğim kendimi de artık!

Daha ne edeyim de Allah aşkına?
Ne ettiysem gitmedi işim rast
Pas attık şut gelmedi
Gol ulan be artık dedik ofsayt düdükleri zangırdadı tepemizde
Taç dedik aut deyip tezahürat ettiler
Futbol canımızdır dedik
Demirsporluyuz!
Allah’ına kafa tutarız dedik
Avuç avuç gol yedirdiler bize
Ama bak dinmedi içimizdeki şampiyonluk umutları
Sana olan inancım gibi.

Altı üstü bir şiir işte!
Bizim gibilerin hikayesi yakışmaz ki hiçbir şiire!
Ama işte Züleyha, umut ediyor insan yine de…

~EBRÂR

22.02.2020
06.48

Sizi Allah’a Şikayet Edeceğim!

Son yılların en vahim krizini yaşıyoruz; mülteciler.. Suriye’de ki savaş 2011’den bu yana devam ediyor ve büyük savaşın en ağır bedelini ödeyen kesim çocuklar oluyor. Mülteci olarak yerleştikleri yerlerde; eğitimleri, duygusal sağlıkları, hayatları ve yaşama arzuları hepsi birer sömürülen krizdir. Yaşadıkları durumlar karşısında daha iyi bir yaşam için göç etme yolları arıyorlar. Ülkemizde yaklaşık 4 milyonu aşkın Suriyeli mültecilerin 1.74 milyonu çocuk…Fakat yaşanan bu göç sırasında UNICEF’in tahminlerine göre bu yılın başından bu yana;

400’den fazla çocuk yolculuk sırasında yaşamını yitirdi. Binlerce çocuk da istismar, sömürü, kölelik ve bir yere kapatılma gibi olumsuzluklarla karşılaştı

Bunların sonucunda mülteci (göçmen) çocukların sömürü ve şiddetten korunması için güçlü ve kapsayıcı çocuk koruma sistemlerine yatırım yapılması, her çocuğun eğitim ve sağlık uygulamalarının içinde tutmak; izlenme, gözaltına alınma ya da sınır dışı edilme korkusu olmadan adalete ve barınma imkânlarına erişim sağlamak üzere göçmen çocuklar için okul sağlık merkezleri açılması, göçle ilgili yasaların uygulanmasıyla kamu hizmetlerinin birbirinden ayrılması gerekmektedir. Bunların uygulanması dahilinde çocukları koruyarak ve onlara hukuksal statü kazandırılarak ailelerin bir arada tutulmasına yol açabiliriz

Türkiye’yi Güldüren Adam “Kemal Sunal”

“Beni isterseniz dövün ama bırakın istediğim gibi güleyim”
Kemal Sunal

11 Kasım 1944 yılında İstanbul Küçükpazar semtinde dünyaya gelmiştir. Kemal Sunal’ın annesi Saime Sunal, babası ise Mustafa Sunal’dır. Aslen Malatyalı olan Kemal Sunal’ın iki kardeşi vardır: Cemil Sunal ve Cengiz Sunal. İlkokulu Mimar Sinan ilk okulunda okuyan Kemal Sunal liseyi o yıl meşhur Vefa Lisesinde okumuştur. Çünkü o yılarda lisede tiyatro kulübü vardı. Kemal Sunal’ın oyunculuk aşkı o zaman başlamıştır. Sessiz ve sakin bir yapıya sahip olan Kemal Sunal aynı zamanda çok iyi bir gözlemci ve her gördüğünü çok iyi taklit yapan birisiydi. Kemal Sunal’ın Vefa Lisesi’nde ilk yılları parlak değildir, ilk yıl sınıfta kalmıştır. Okulun tiyatro kadrosunda olduğu için çok tanınır ve yılları çok iyi bir şekilde geçer ama derslerinde başarılı değildir. Derslerini ya kopya çekerek geçerdi yada hocalarla konuşarak geçerdi. Hababam Sınıfı’ndaki gibi gerçek hayatta da kopya çekmiştir.

Okulun felsefe öğretmeni Belkıs Balkır Kemal Sunal’ın yeteneğini görür ve Müşfik Kenter’le tanıştırır. Kenter Tiyatrosu’nda küçük roller oynamaya başlar. İlk oyunculuğu küçük bir tiyatro merkezinde başlar. Kemal Sunal, Ayfer Feray ve Devekuşu Kabare tiyatrosunda oynamıştır. Devekuşu Tiyatrosu Kemal Sunal için dönüm noktası olmuştur. Zeki Alasya, Metin Akpınar gibi ünlü oyuncuların yanında oynamaya başlamıştır. Gelen müşterilerin çoğu Kemal Sunalı görünce gülmekten kendini alamamışlardır.

Bir gün ünlü yönetmen Ertem Eğilmez oyunu izler ve ondaki ışığı fark eder. Bir filmde oynatmak için Kemal Sunal’ı sete davet eder. Kemal Sunal’ın ilk filmi 1972 yılında çekilen Tatlı Dilim’dir. Seyircinin ve yönetmenin ilgisini alan Kemal Sunal için çok iyi bir hayat onu bekliyordur. Canım Kardeşim adlı filmde oynar ve çok kısa bir rolü olmasına rağmen yine de seyircilerin beğenisini toplar. Ertem Eğilmez’in bir sonraki filmi olan Mavi Boncuk’ta oynamıştır. Buradaki herkes eşit rollere sahiptir. En çok Kemal Sunal seyircilerin karşısında olmuştur. Ünlü oyuncuların da olduğu Metin Akpınar, Tarık Akan, Emel Sayın, Adile Naşit ve Zeki Alasya’nın da bulunduğu filmde oynamıştır.

Kemal Sunal Türk sinema tarihinde en iyi komedyen oyuncusu olarak gösterilmektedir. Türk sinemasında İnek Şaban tiplemesi olmak üzere canlandırdığı birçok tiple sevenlerinin beğenisini kazanan ve insanları güldürürken düşündüren Kemal Sunal, yediden yetmişe herkesin sevgisini taşıyan bir sanatçı olarak anılmaktadır. Kemal Sunal komedi filmlerinde rol almasının yanı sıra bazı dramalarda da oynamıştır.

1944 yılında İstanbul’da doğan Kemal Sunal Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesini bitirmiştir. 1977 yılında Antalya Film Festivali’nde en başarılı erkek oyuncu ödülü alan Kemal Sunal değişik tiplemeleri ve Türk sinemasındaki komedi oyunculuğuna yeni bir soluk getirmesi ile Yeşilçam da taht kurmuştur.
Yeşilçam’ın ünlü komedyenlerinden olan Kemal Sunal ayrıca Hababam Sınıfı serisi ile akıllarda kalmayı başarmıştır. Birçok filmde rol almış olduğu halk kahramanı tiplemesiyle haksızlıklara karşı mücadele eden ve güldürücü bir üslupla rolünü tamamlayan Kemal Sunal 1974 yılında Gül Sunal ile evlenerek Ali Sunal ve Ezo Sunal adlı iki çocuğa sahip olmuştur.

KEMAL SUNAL’IN ÖLÜMÜ

3 Temmuz 2000 tarihinde Balalayka adlı filmin çekimlerine başlamak için Trabzon’a gitmek üzere bindiği uçakta kalkıştan hemen önce geçirdiği kalp krizi sonucu hayata gözlerini yummuştur.

Doğduğu günden bugüne kadar güldüren insan, hayatı boyunca sadece bir kez tüm dünyayı yasa boğdu… Rahmetle Anıyoruz Güzel İnsan

Türk Rönesansı 80 Yaşında

Bir millet savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin o
zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür.
Mustafa Kemal Atatürk

Rönesans deyince herkesin aklına ilk olarak Orta Çağ ve reform hareketleri gelir. Ancak, rönesans yeniden doğuş manasına gelir. Cumhuriyet ile küllerinden doğan Türk milletinin rönesansı da Köy Enstitüleri’nin kurulması olarak görülür.

Köy enstitüleri, tam 80 yıl önce bugün, 17 Nisan 1940’ta 3803 sayılı yasa ile resmi olarak açılmıştır. Genç cumhuriyetin palazlanması için eğitim alanında çok çalışan Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ve İsmail Tonguç’un çalışmaları sonucu açılan köy enstitüleri Anadolu’yu, irfan ordusuyla doldurma projesidir.

Cehaletle Savaş

“Size sesleniyorum… Unutmayın ki: En büyük savaş, cehalete ve gericiliğe karşı yapılan savaştır.”

Başöğretmen Mustafa Kemal Atatürk, uzun yıllar süren kurtuluş mücadelesinin harp meydanlarında kazanılan zaferler ile bitmediğini söyler. Milli eğitime çok önem veren Atatürk muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkma hedefinin ulusal bir eğitim programı neticesinde mümkün olabileceğini her fırsatta vurgulamıştır. 15 Temmuz 1921’de toplanan Maarif Kongresi için cepheden gelen Atatürk, burada eğitimin önemini vurgulayan çok önemli bir konuşma yapmıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında okuma yazma oranı tüm yurtta yüzde 5’i geçmiyordu. Bunun yanında nüfusun yüzde 80’i köylerde yaşıyordu. Atatürk; “Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür.” diyordu ancak 40000 köyün yaklaşık 37000’inde ilkel tarım haricinde hiçbir şey yoktu. Bu sebeple kalkınmanın ve gelişimin köylerden başlaması gerektiği fikri doğdu. Çünkü eğitim alan, kendi kendini eğitebilen bir köylü demek tüm ülkenin gelişiminin hızlanması demektir.

Gelişimin temelden başlaması ve üretimin eğitimle harmanlanması için köy okullarına büyük önem verildi. Bu düşüncenin ilk meyveleri 1928’de açılan köy öğretmen okulları oldu ancak bu projeden istenen sonuç elde edilemedi. Sonrasında atılan eğitmenlik adımı ise bizzat Atatürk’ün fikriydi. Askerliğini çavuş olarak yapanlar, Atatürk’ün “Mekteb-i asli kıtadır.”  dediği kışlalarda aldıkları eğitimin üstüne gördükleri 6 aylık kurs ile eğitmen olmaya hak kazandılar. Bu eğitmenler de okulsuz köylere gönderilerek eğitimin her noktaya yayılması hedeflendi. Böylece köy öğretmen okullarının yerini köy eğitmen kursları aldı. İlk köy eğitmen kursları 1936’da Eskişehir Mahmudiye’de açıldı. Böylece köy enstitülerine giden yol iyice olgunlaşmış oldu.

Köy Enstitüleri

Köy enstitülerinin fikir babası, cumhuriyetin ilk yıllarında Atatürk’ün davetiyle yurda gelen eğitimciler ve özellikle bu eğitimciler arasından John Dewey gibi görünüyor. John Dewey güzel bir inceleme yaparak Türk eğitim sistemi hakkında detaylı bir rapor sunmuştur. Bu raporda dile getirilen önerilerden faydalanılmış olsa da köy enstitülerinin tamamen bu rapordan doğduğunu söylemek o dönemin yöneticilerine haksızlık olur.

“Hasan Âli Yücel

Köy enstitüleri, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ve dönemin İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un büyük çabaları sonucunda ortaya çıktı. Tonguç’un “Enstitü öğrencisi iş yaşamı içinde, iş aracılığıyla iş için eğitilir.” düşüncesi, eğitimin temelini oluşturdu. Köy enstitülerinde köylerde yaşayan, ilkokul mezunu çocukların enstitüde tekrar eğitim görüp köyüne dönerek öğretmenlik yapması amaçlandı.

“İsmail Hakkı Tonguç

Özverili çalışmalarla oluşturulan yasa tasarısı 17 Nisan 1940’ta, “ziraat işlerine elverişli bulunan yerlerde, köy öğretmeni ve köye yarayan diğer meslek erbabını yetiştirmek” amacıyla Hasan Âli Yücel tarafından meclise sunuldu.

Yapılan her devrime ve yeniliğe karşı olduğu gibi Köy Enstitüleri’nin kurulmasına da karşı çıkanlar oldu ancak tasarı meclisten geçerek yasalaştı. Köy Enstitüleri şehirlerden uzak, geniş tarım arazisine sahip ve ulaşımı kolay olması açısından tren yollarına yakın 21 bölgede kuruldu.

Köy enstitüleri ve kurulduğu iller şu şekildedir:

– Akçadağ, Malatya (1940)
– Akpınar-Ladik, Samsun (1940)
– Aksu, Antalya (1940)
– Arifiye, Sakarya (1940)
– Beşikdüzü, Trabzon (1940)
– Cılavuz, Kars (1940)
– Çifteler, Eskişehir (1939)
– Dicle, Diyarbakır (1944)
– Düziçi, Adana (1940)
– Erciş, Van (1948)
– Gölköy, Kastamonu (1939)
– Gönen, Isparta (1940)
– Hasanoğlan, Ankara (1941)
– İvriz, Konya (1941)
– Kepirtepe, Kırklareli (1939)
– Kızılçullu, İzmir (1939)
– Ortaklar, Aydın (1944)
– Pamukpınar, Sivas (1941)
– Pazarören, Kayseri (1940)
– Pulur, Erzurum (1942)
– Savaştepe, Balıkesir (1940)

Köy Enstitüleri Neler Kazandırdı?

Köy Enstitülerinde sadece güncel dersler verilmiyordu. Her enstitünün kendine ait tarlası, bağı, besi hayvanları, arı kovanları ve çeşitli mesleklerin atölyeleri vardı. Örgün eğitim ile uygulamalı eğitim beraber görülüyordu. Bu enstitülerde yetişenler gittikleri yörelere modern tarım tekniklerini götürerek verimin artırılmasını, o yörede bulunmayan ürünleri tanıtarak ürün çeşitliliği sağlanmasını sağladılar. İş için, iş içinde eğitim felsefesi ile yetişen öğrenciler mezun olup köylerine döndüklerinde, köy okulunu yapacak kadar inşaat bilgisine sahip, çevresine öğretecek kadar sağlıkçı, duvarcı, demirci, terzi, balıkçı, marangozluk gibi meslek bilgilerine de sahip oluyorlardı. Hasanoğlan Köy Enstitüsü, diğer enstitülerden mezun olan öğrenciler tarafından inşa edilmiştir.

Akpınar Köy Enstitüsü

Köy Enstitüleri öğrencilerini, sadece okul dersleri, ziraat, hayvancılık ve inşaat gibi uygulamalı alanlarda yetiştirmiyordu. Dönemin en sosyal, laik ve çağdaş okullarıyla eşdeğer kültür, sanat eğitimleri alan öğrenciler, okul içindeki faaliyetlerinde birçok sanat dalında ürünlerini sergiliyorlardı. Enstitülerde yetişen aydın nesil mezun olurken en az bir enstrüman çalmayı öğrenmiş olurlardı. Âşık Veysel de öğrencilere bağlama dersi veren öğretmenlerdendi. Öğrenciler sadece bağlama değil mandolin, piyano, keman, davul ve akordeon gibi çeşitli enstrümanları da öğreniyorlardı.

Çifteler Köy Enstitüsü

Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel dünya klasiklerini Türkçeye tercüme ettirmişti. Köy enstitüsü öğrencileri de her yıl 25 tane klasik roman okuyor, entelektüel birikimlerini artırıyorlardı.

Köy enstitülerinde 5 yıl eğitim alan öğrencilerin ders dağılımlarına bakıldığında nasıl bir eğitim verildiği anlaşılmaktadır. 5 yıllık süreç içerisinde teknik derslere ve ziraat derslerine 58 hafta ayrılmışken, kültür derslerine 114 haftalık süre ayrılmıştır.

Cumhuriyet daha ilk yıllarında temelden başladığı bu eğitim politikası ile bir münevver nesil yetiştiriyordu. Köy Enstitülerinin açıldığı 1940 yılında 1946 yılına kadar; 15.000 dönüm tarla tarıma elverişli hale getirildi ve buralarda üretime başlandı. 750.000 fidan dikilirken, 1.200 dönüm bağ oluşturuldu. Tarım yapılan yerlere çekilen sulama kanalları öğrenciler tarafından oluşturuldu. Aynı dönemde 150 büyük inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 12 elektrik santrali, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 3 balıkhane ve 100 km yol yapıldı. Hasanoğlan Köy Enstitüsü matbaaya sahipti. Bu matbaada basılan Köy Enstitüleri Dergisi, İş Eğitimi Sözlüğü, diğer okullara dağıtılan ipekçilik, tohum ıslahı, bitki, böcek ve taş koleksiyonları, halk öyküleri toplama yöntemleri, yabancı dil öğrenme yöntemleri, çocuk bakımı gibi kitapçıklar vardı.

Köy Enstitüleri Neden Kapatıldı?

Köy enstitüleri yazar Sinan Meydan’ın deyimiyle “düşünen, sorgulayan, araştıran, eleştiren, üreten, paylaşan, dayanışan, yaratıcı, özgüvenli, kadın-erkek eşitliğine inanan, ırkçılığa, dinciliğe, mezhepçiliğe karşı, ötekine saygılı, öz kültüründen beslenen özgür bireyler yetiştiriyordu.” Bu sebeple daha kurulurken çıkan karşıt sesler gün geçtikçe yükseldi. 1946’da Hasan Âli Yücel bakanlıktan, İsmail Hakkı Tonguç ise müdürlükten ayrıldı. Onlarla başlayana bu serüven onlardan sonra sekteye uğradı.

1945 yılında Sovyetler Birliği, ülkemizin bazı yerlerinde askeri üsler kurmak istediğini bildirdi. Milli Şef İsmet İnönü’de durumu ABD ile görüşerek destek istedi. Soğuk savaş döneminde olan Sovyetler Birliği ve ABD birbirine karşı hamleler yapma peşindeydi. Bu sebeple İnönü’nün destek talebini kabul eden ABD, Truman Doktrini ile yardım planı çıkardı. ABD Türkiye’den, maddi yardımlarının karşılığında komünist rejimi andıran uygulamaların kaldırılmasını istedi. Kabul edilen isteklerinden biri de köy enstitülerinin kapatılması idi.

İlk aşamada şekli değiştirilen enstitüler köy öğretmen okullarına çevrildi. Ülkedeki siyasi değişimler eski politikalara eleştirileri artırınca köy öğretmen okullarına dönüşen köy enstitüleri 27 Ocak 1954’te açıldığı gibi yasa ile kapatıldı.

Sabahattin Eyüboğlu “Köy enstitülerini halk adına aydınlar kurdu, halk adına aydınlar kapattı.” diyor. Ancak, eğitimin yeşerttiği tarlalardan geleceği aydınlatan yıldızları toplamak mı aydınların işi, yoksa bu irfan yuvalarına kilit vurup geleceği, yani bugünleri karartmak mı aydın işi tartışılır.

Köy Enstitülerinin kuruluşunun üstünden 80 yıl geçmesine rağmen yetiştirdiği münevver nesil parmakla gösterilip, çevresini aydınlatmaya devam ediyor.

Bu ülkenin topraklarına bilim tohumu atan, geleceğe ve yükselişe inanmış tüm aydınların ruhu şad olsun. Çağdaş eğitim bayrağını devralıp aynı inançla gençliğe ve geleceğe yatırım yapanlar var olsun.

Kaynaklar

Ayrıca, engin bilgi birikimlerini ve arşivlerini esirgemeyen değerli büyüklerim Bedriye Aksakal, İncila Çalışkan, Haldun Cezayirlioğlu ve Erkan Akbalık‘a şükranlarımı sunarım.

Neden Rüya Görüyoruz?

Rüya Nedir?

Uyku esnasında olan, hızlı göz hareketleri yani REM adı verilen evreleriyle ilişkisi bulunan görsel ve işitsel algılarını kapsayan duygulardır. Rüyaların işleyişi ve amacı kesin olarak bilinmemektedir. Allah ne verdiyse göreceğiz bakalım 🙂

Kısa bir süreliğine uykuya dalma sürecinde bile uykumuz aslında 5 farklı evreden oluşur. İlk evre kolayca uyanabileceğimiz (sıkıcı bir ders sırasında ya da bir toplantı esnasında daldığımız kısa uykular gibi) hafif uyku evresidir. İkinci evre biraz daha derindir (bir koltuğa yaslanıp 20 dakikalığına kısa bir kestirme durumlarındaki gibi). Üçüncü ve dördüncü evreler ise derin uyku evreleridir.

Bu dört evrede beynimizdeki dalgalanmalar daha uzun ve yavaştırlar. Birinci evrede dalgalar alfa dalgaları şeklindedir, sonrasında beta, sonrasında teta ve son olarak da dördüncü evrede delta dalgaları şeklindedir. Dört evreden sonra ise, REM uykusu olarak bilinen final evresine geçeriz. REM “rapid eye movement” yani “hızlı göz hareketi”‘nin kısaltılmış halidir ve yeterince gariptir. REM uykusu bütün günümüzün en aktif fizyolojik kısımlarından birisidir.

Her gördüğümüz rüyanın bir türü bulunmaktadır. Gelin onlar nelermiş birlikte göz atalım.

Rüya Türleri Nelerdir?

Kimi insanlar gün içinde yaşadığı olaylardan etkilenerek bazı rüyalar görürler. Kimileri de görmüş olduğu rüyanın aynısını yaşadığını ifade etmektedir. Bu şekilde rüyaları çok farklı gruplara ayırmak mümkündür.

Lucid (Berrak) Rüyalar

Lucid (berrak) rüyalar aslında rüyaların en büyüleyici olanıdır. Bu rüyalarda kişi rüya gördüğünün farkındadır ve rüya görmeye devam ederken çoğunlukla olan şeyleri kontrol edebilir. Araştırmalar lucid rüyaların beynin fazla aktif olmasından kaynaklı olabileceğini de söylüyor. Ayrıca lucid rüya görenlerin görmeyenlere kıyasla beyin dalgalarının sıklığı daha fazla.

Psikolojik Rüyalar

Heyecanlar, sıkıntılar, korkular, bastırılmış duyguların açığa çıkmasıyla görülen rüyalar psikolojik rüyalardır. Bir ilaç ya da madde alımıyla beyinde oluşan etkilerle değişik rüyalar görülebilir. Bunların tümü alelade rüyalar diye tanımlanır.

Basit Rüyalar

Bazı insanlar gün içerisinde ya da yatmadan önce yaşanan olaylardan etkilenerek rüya görmektedirler. Gün boyunca kafası meşgul olan insanlar karmaşık şeyler ya da ilgilendikleri konuyla ilgili rüya görebilirler. Böyle rüyalar basit rüyalardır ve bu tip rüyalar yorumlanmazlar.

Yaratıcı Rüyalar

Bir sanat eserinin, bir icadın yapılmasını ya da yeni bir kavramın doğmasını sağlayıcı ilham veren rüyalara yaratıcı rüya adı verilir. Birçok sanatkâr, eserlerini gördükleri yaratıcı rüyaları yaşamlarında uygulamak suretiyle meydana getirmişlerdir.

Yaratıcı rüyalar genellikle kendiliğinden meydana gelen rüyalar olmakla birlikte, böyle bir rüya görebilmek için elverişli koşulları hazırlayıcı, yani “istihareye yatma” denilen yönteme benzer tahrik edici yöntemlerin kullanıldığına da rastlanmaktadır. Bu yöntemlerden biri Don Fabun tarafından tarif edilmiştir.

Ortak Rüyalar

Herkesin yaşadığı rüyalardır. Yalnızca gören kişiyle alakalıdır. Bu rüyalarda anne-baba, şeytan, bilge insan gibi arketipik figürler, doğum-ölüm, ebeveynden kopma, vaftiz, evlilik, uçma, mağara keşfi gibi arketipik olaylar, güneş, su, balık, yılan gibi arketipik objeler görülür.

Alfred Adler bazı sembollerden yola çıkarak birtakım rüya analizlerinde bulunmuştur. Bunlardan bazıları şöyledir:


▪ Ölüm ile ilgili rüyalar, rüyayı görenin ölümün etkisi altında kaldığını göstermektedir.
▪ Rüyada düşmek, rüyayı görenin üzüntülü olduğunu, değerlilik duygusunu kaybetmekten korktuğunu gösterir.
▪ Rüyada göklerde uçmak, hırslı kişilerin üstün bir seviyeye ulaşmasını, kendilerini başkalarının üstüne çıkartacak bir işi gerçekleştirmek mücadelesini anlatır.
▪ Tren görmek, bir fırsatı kaçırmak ve bir fırsattan yararlanamayarak bir başarısızlıktan uzak kalma amacı güden kişiliklerin gördüğü semboldür.

▪ Kötü giyinme, kusurlarının açığa çıkmasından korku duyan kişilerde görülür.
▪ Rüyasında seyirci olan kimse gerçek hayatta da yaşamayıp sadece hayatı seyirci olarak izleyen kişilerdir.
▪ Rüyalarında sık sık rahat yerlerde küçük abdesti bozma ise daha çok yataklarını ıslatanlar da görülür.
▪ Cinsel içerikli rüyalarda zayıf cinsel münasebet için, karşı cinsten kaçma ve kendine dönme gibi farklı açıklamalar yapılabilir.

Rüyalarının güzelliği ile uyandığın bol sabahlar olsun sevgili okur.

Umut dolu rüyalar 🙂

Safiye Ayla

14 Temmuz 1907’de İstanbul’un Kadırga semtinde dünyaya gelmiştir. Babası Hicazîzâde Hâfız Abdullah Bey, annesi Suudi Arabistan’ dan gelip küçük yaşta saraya girmiş ve daha sonra çıkarılmış olan Seyyide Hanım’ dır. Sarayda cariye olan annesi, bir başka cariyeyle serbest bırakılınca ahşap bir eve yerleşirler; İstanbul’ un o dönem pek meşhur olan yangınlarında tek varlıkları olan ev gidince yoksulluk içinde kalırlar ve anne veremden ölür. Çocguğa bakamayan kalfa da onu Çağlayan Darü’ leytâm’ ına verir. İlkokuldan sonra Bursa Muallim Mektebi’ ne verilir. Müzik dersleri ve piyanoyla orada tanışır. Safiye’ nin mutlu olduğu tek şey, şarkı söylemektir. Derslerden daha çok müzikle ilgilidir. Okulu bitirip vekil öğretmen olur ama hayatının en acıklı dönemi başlar. Kalacak yeri, evi bile yoktur. Gündüz öğretmenlik yaparken elinde tahta bavulu, gece cami avlularında, musalla taşlarında yatar. Tek hayali sahneye çıkıp şarkı söylemektir! Sokaklarda öğrenciyle şarkı söyleyerek dolaşırken sesini duyan bir müzisyen kendisiyle ilgilenir; bir plak doldurtur. Hayalleri gerçek olmuştur, 1930′ da doldurduğu Yesârî Asım Bey’ in ” Sevdâ yaratan gözlerini her zaman öpsem” ve ” Bekledim de gelmedin” güfteli şarkıları ile bir ay içinde meşhur olur Safiye Ayla. Ardından Colombia için on plak doldurur. Bir yandan Eyyûbî Mustafa Sunar’ dan müzik dersleri alan Ayla,Darû’t-talîm- i Musiki Heyeti’ nin konserlerine katıldıktan bir süre sonra öğretmenlikten ayrılır. Artık sahneye çıkmakta ve şarkı söylemektedir.
1932′ de İstanbul Vali Muavini Nuri Bey’ in evinde verilen bir davette, Atatürk’ ün huzurunda ilk kez şarkı söyler. Hayatının dönüm noktası olan bu karşılaşmada Safiye Ayla, Atatürk’ ten büyük övgü alır ve bundan böyle Ata’ nın en beğendiği seslerden biri olacaktır. Dört yıl sonra tekrar karşılaşmış ve sonrasında sık sık Gazi’ ye şarkılar okumuştur. Safiye Ayla; ” Her şeyden evvel tahih etmek isterim ki Atatürk yanlız bir Türk musikisi severi değil, hayranı idi… Üstün bir bestekâr kadar ve belki de onlardan saha fazla makamdan anlar, falsoları yakalar, çok haklı tenkitlerde bulunurdu.” diye anlatır.
1950′ de Hz. Peygamber’ in otuz yedinci kuşaktan torunu olan besteci, udî, viyolonselist Şeref Muhittin Targan ile evlenir. Kendisinden yaşca çok büyük olmasına rağmen aralarında büyük bir aşk vardır, 17 yıl evli kalırlar. Müzikten oluşan bir dünya içinde mütevazı yaşamları olur. 1967′ de eşini kaybeder Safiye Ayla. Açılışından itibaren İstanbul Radyosu olmak üzere Türkiye radyolarında sayısız konser verdi, 500′ den fazla plak doldurdu. Büyük beğeni toplayan sesiyle ünü yurt sınırlarını aştı. Sesi geniş dinleyici kitlelerine duyurabilen kadın okuyucuların en ünlüsü olan Safiye Ayla’ nın, dönemin diğer kadın okuyucularınkinden ayrı, kendine özgü bir okuyuş tarzı vardı. Ölçüye uyarak, iyi bir diksiyonla, düzgün, aynı zamanda da coşkun, çekici bir tavırla okurdu. Sesindeki pürüzsüz akış en tiz perdelerde bile kaybolmazdı. Zamanın gözde şarkılarıyla fantezileri olduğu kadar, Rumeli türküleriyle klasik örnekleri de içine alan repertuvarıyla geniş bir dinleyici kesimince çok sevilmiş, beğenilmişti. “Gönül Şarkıları” ve ” Aşk Yaprağına Konarak Koza Öresim Gelir” adlı iki bestesi bulunan Safiye Ayla, 1942′ de Cemal- Ekrem Reşit Rey kardeşlerin “Alabanda ” revüsünde Kraliçe Mimiza rolü ile izleyici karşısına çıktı. Gösterdiği başarıyla oyunculuk alanında da yetenekli olduğunu kanıtlamıştır. 4 oktavlık mezzosoprano sesiyle, kendine özgü yorumuyla, kişiliğiyle, özel yaşamıyla halk tarafından çok sevilen Türkiye’ nin sesi Safiye Ayla; yetimhaneden, sahne ışıklarına, bir roman gibi yaşadığı hayatını 14 Ocak 1998′ de kaybetmiştir.

Tablo

Tablo deyince ne geliyor aklınıza?

Büyük ihtimalle duvarda asılı duran resim, manzara, hat sanatı ile yazılmış sözler, aile fotoğrafları,hediye gelmiş hatıralar… Evet zahirde bunlar vardır. Kimi insanların duvarları dolup taşar, kimilerinin sadece bir saati vardır ya da takvimi, kimilerinin ise hiç bir şeyi, belki bir evi bile yoktur. Bu cümle ne kadar acı değil mi? “Belki bir evi bile yoktur.” Sığınacağı bir yer tutunacağı bir dal… Evi olmayan kişilerin evinin olmamasından ziyade bu durumun farkında olup umursamayan güruh daha acınası bir halde. Zira “Komşusu açken kendisi tok yatan bizden değildir.” diyen bir peygamberin ümmeti olduğunu iddia eden binlerce insan varken umarsızca yaşamaları şahsıma göre ölü bir hayatı yaşadıklarını göstergesidir.

Bir insanın düşüncelerini evinin duvarlarından anlayabilirsiniz. Bir nevi iç dünyasını oraya yansıtmıştır. Duvarlarının kirli mi yoksa temiz olması bile kişinin titizliğinin bir göstergesidir ya da duvarların rengi zevklerini temsil eder bir nevi. Zira duvarlar saklanamaz. Sınır belirler, seviye koyar. Çizgilerinin, hassasiyetlerinin olduğunu gösterir.

Kimilerinin duvarlar umrunda değildir. Onları ilgilendiren sadece tavanlardır. Bir yere ya da yatağa uzanırlar. Gözleri açıktır, saatlerce tavanı seyredebilirler. Saatlerce… Gece gündüz farketmez. Öylece seyrederler. Seyrederken bazen gözlerinden yaşlar süzülür, buruk bir tebessüm olur dudaklarında; tavanda canlanır mazileri… Yutkunurlar kalkıp su içmeye mecalleri yoktur. Ta ki biri odaya girene kadar o an her şey değişir. Hiç bir şey olmamış gibi kalkarlar devam ederler hayatlarına zira ne gidenle gidilmiştir, ne kalanla kalınmıştır. Kimi kendini kandırır, kimi isyan eder, kimi sabreder, kimi sığınacak başka bir liman arar.

Tavanlar zahirde boştur, dolduranın iç dünyası ne kadar doluysa o kadardır ve kimse baktığında bir şey göremez aynı tablolar gibi. Tabloya bakarsın a dersin ne hoş bir tablo. Aynı bir insanın yüzüne bakıp sadece yüzüne bakıp ama ne hoş ne güzel bir insan denildiği gibi. Evet çünkü biz çok severiz görünüşe iltifat etmeye. İçine girildiğinde ise kaçarız arkamıza bakmadan, kıvırmaya başlarız. Başlangıçta merak ederiz, öğrenince fossss diye bir ses çıkar. Çoğu insanın bu durumu yaşadığını düşünüyorum. Bu sebeple insanlar duvar örerler insanlara karşı. Sınır belirlerler, herkes dost olamaz benle derler haklılar da bence. Herkesin bir tavanı var, herkesin bir duvarı da… Sazan gibi atlayıp girmeye çalışmayın. Tablolara bakın geçin!

İnstagram, Müzik Etiketini Türkiye’de Bulunan Kullanıcılara Açtı

Müzik etiketi, benim hikâyelerde çok fazla karşılaştığım şeylerden biriydi. Etiketi görebiliyordum ama Türkiye’de aktif olmadığı için dinleme şansım olmuyordu. Mutlaka sizin de yurt dışından takip ettiğiniz kişiler varsa bununla karşılaşmışsınızdır.

Bugün itibariyle artık Türkiye’deki kullanıcılar da hikâyelerinde müzik etiketini kullanabilecekler. Hatta belki de çoktan kullanmaya başlamış olanlar da vardır içinizde. Kullanıcılar sadece instagramda değil facebookta da bu özelliği kullanabilecekler.

Peki Bu Müzik Etiketi İnstagramda Hikâyeye Nasıl Eklenir?

Öncelikle instagramınızı güncellemeniz gerekiyor. Daha sonrasında hikâye olarak paylaşmak istediğiniz fotoğrafı seçiyorsunuz. Fotoğrafı seçtikten sonra daha önceden konum, ifade vb. şeyleri eklediğimiz bölüme giriyoruz.

Burada gördüğümüz müzik yazısına tıklıyoruz.

Karşınıza bir sürü müzik çıkacak. Buradan zevkinize göre istediğiniz müziği hikâyelerinize ekleyebilirsiniz. Müzik yanında şarkı sözlerini de ekleyebilme şansınız var. Daha ilk gün olmasına rağmen baya rağbet gördüğünü söyleyebilirim.

Müzikle kalın. ??

Gece Misafiri

Gaybana* mı geceler?

*Hain, lanet olasıca, kötü, biçimsiz, yakışıksız…

Oy sevdasına kurban olduğum oy
Bilsen ne gaybana geceler yaşarım

Tabiata farklı bir sessizliğin yayılmaya başlamasından mıdır bilinmez, garip bir takım şeyler gönlümüze davetsiz misafir olmaya heveslidir geceleri.

Mesela hava kararmaya başladığında evimin yolunu gözlerim eğer dışarıdaysam. Hele bir de yalnızsam dışarı adım atmak bile istemem. (Beni gece yürüyüşlerine alıştırmaya çalışana selam olsun buradan.) Çok tehlikeli bir bölgede yaşıyor değilim ama yine de içimi farklı bir şeyler ürpertir.

Tabii geceleri, evim dediği yerde de huzuru yakalaması zor oluyor insanın. Mesela yıllar önce yaşadığı çok anlamsız bir olay, o gece vakti mutsuzluğu için yeterli bir sebep olabiliyor. Sanırım bilim insanları bunun çözümünü de üretemedi henüz!..

Kulaklarımda kuru kuru uğultular

Ve maalesef ki bu yazıyı da o tarif ettiğim gecelerden birinde kaleme alıyorum. Ve yine maalesef ki aslında hiçbir şeyi kaleme alamıyorum, yazamıyorum.  Öylece bakışıyoruz düşüncelerle/hislerle.

Bugün onlarca kez dinlemişimdir…
Sizlere de hediyemdir.

Dayan

Ey huzursuzluk ekip biçen sevgili kâri’
Düşün ki mavi asuman olacak belki de âti

Her gün yağsa da üzerimize berf ü baran
İstikbâlde alacak hepsini altına enkâz-ı yalan

Aldanma şimdi dolaştığına, bütün ihtişamıyla
Yıkılır bütün kal’alar bir yetimin feryadıyla

Düşme sakın ye’se, sabret, az daha dayan
Bırakmaz bizi elbet Rahman, bu kara kışta üryan