18.6 C
İstanbul
Cuma, Mayıs 17, 2024

Etkili Öğrenmek

Güneş sistemi içinde dünya ile birlikte 8 gezegen var. İçinde Güneş sistemini barındıran Samanyolu galaksisi, 230 milyar yıldızdan oluşuyor. Tüm bunlara baktığımızda evrende sinek kadar yer kaplamadığımız kesinleşiyor. Çok çok büyük bir oluşum var kapıyı aralayıp baktığınızda. Bu sefer dışa doğru gitmek yerine kendi içinize doğru gitmeyi tercih ederseniz vücudunuzda hali hazırda fevkalade işleyen sistemin farkında mısınız? Yetişkin bir insanda damarların toplam uzunluğu 100.000 km’dir. 1 saniyede 5 milyon kırmızı kan hücresi üretilir. Beyin saniyede 50 milyon civarında mesajla ilgilenir. Vücutta her saniye ortalama 50 milyon hücre oluşmakta ve 50 milyon hücre ölmektedir…

Çevremizde ortaya çıkanlarla beraber henüz açıklanmamış tonlarca şey var. Elimizi attığımızda öğrenilecek o kadar şey varken en başta neyi öğrenmemiz gerekir? Cevap çok basit. Öğrenmeyi öğrenmek.

Gelelim etkili öğrenmenin nasıl olacağına. Richard Feyman öğrenmeyi 4 maddede toplamış.
1- Konuyu seç ve bir kağıt al.
2-Konuyu bilmeyen birine öğretiyormuş gibi yap. Öğrendiklerini yaz.
3-Anlatırken eksik olduğun noktada kaynağa dön.
4-Basitleştir ve benzer bağlantılar kur.
Burada 2. maddede söylenen şey altın kural. Başkasına anlatarak öğrenmek. Öğrenme piramidinde ortalama bir öğrenci için hatırlama oranlarına baktığımızda:

En kalıcı öğrenme şeklinin %90 ile Diğerlerine öğretilerek öğrenilenler olarak görüyoruz. Hem siz en iyi şekilde öğreniyor olurken hem de karşınızdaki kişi için konu hakkında alt yapı oluşturmuş oluyorsunuz. Bir taşla iki kuş kısacası.
Bir de öğrenilen şeylerin en az kayıpla akılda tutulması var tabii. Alman psikolog Hermann Ebbinghaus’un unutma eğrisine göre,

yeni bir şey öğreniyorsanız 20 dakikada bir tekrar yapmak oldukça etkili. Kişi öğrendiğinin yarısına yakın kısmını 20 dakika içinde unutuyor. Bir saat sonra bu rakam yüzde elliye çıkıyor. Yani bir saat içinde öğrendiklerinizin yarısını unutmuş oluyorsunuz. Eğer hiç tekrar yapmazsanız öğrenilen bilginin %80 ine yakınını unutursunuz. Başka türlü anlatmak gerekirse bir çırpıda tüm yemekleri yemek yerine önce yediğiniz yemeği sindirmelisiniz. Öğrenilen bilgiyi belli aralıklarla tekrar etmenin yararı var.

Siyah-Beyaz Ne Fark Eder Adı “ÇOCUK!”

Burkina Faso’da bir okulda yanında birisiyle konuşan Haşim Akın sonradan fark ettiğinde çocuklar, çaktırmadan benim koluma dokunuyorlardı, Beyaz adamın koluna dokunuyorlar. Gerçekten müthiş bir şey olmalı.. Hem de kızmadı.. Neden yapıyorsan bile demedi. İşte okuduğum bu yazıyla kalbim dayanmaz oldu. Çünkü çocuklar “Beyaz” insanları gördüklerinde ise öncelikle tereddütle bakarken, sonrasında azıcık bir ilgiyle yüzlerinden gülücükleri eksik etmiyor.
Neden bir beyaza dokunmak farklı bir duygu, korku olur ki hepimiz insan değil miyiz? İnsanlığımızdan öte onlar daha çocuk din, dil, “ırk” ayrımı yapmak ne kadar doğru ki? Üstelik çocuk olduğunu , beyazların onlara üstün bir dünyada olduğunu düşünen çocuklar varken ben nasıl nefes alıyorum!


Ahh.. Bizler nasıl büyüyoruz bir beyaza dokunmamak bir çocuk için ne olabilir ki ne fark eder siyaha beyaza dokunmak. Bir çocuk ne yapmış olabilir doğduğu ve seçmediği hayatta özgürlüğü kısıtlanır. Bu çok acımasızca.. Düşüncesizce
7-8 yaşlarına gelen bi çocuk eğitimi için başka bir şehir, bazen de başka bir ülkeye gönderilir. 7-8 yaşlarındaki çocuk tek başına yaşam mücadelesi… Bu nasıl olur ki bizler üniversitesi ‘ye gittiğimizde ailelerimiz günlerce uykusuz kalır. Bu arada sadece eğitim içinde gitmezler çocuklar ayrıca hayatın zorluklarına tahammülü öğrensin ve daha dirençli olması içinde yapılır.


Mutlu olmak sadece Afrika’da yaşayan çocuklara değil, mutlu olmak dünya’da yaşayan bütün çocuklara yakışıyor siyah ya da beyaz fark etmez, adı “ Çocuk” .. Erkek çocukları ya telden ya da odun parçalarından yaptıkları arabalar ya da eski motosiklet tekerlekleriyle çocukluklarını yaşamaya çalışıyorlar, kız çocukları ise oyun konusunda erkekler kadar şanslı olmuyor. Genellikle sırtlarından küçük kardeşlerinden birisini düşürmeyen kızlar bir yandan da ev işlerinde annelerine yardımcı olmak için çaba gösteriyor.


Günlük en az yarım saat yürüyorlar karınca gibi her gün yürümek gibi bir şey. Afrika’da 2 yaşını geçen çocuklar onlarca (anne ve babaları) çocuk değil çocuklar anne ve babasıyla birlikte köylerinden 7-8 km uzaklıkta göllerden kuyulardan (buldukları su olsun sadece onlar için) kirli su onlar için su ve onlarda bilir ki içtikleri şu kirli su annesini babasını ya da daha az önce oyun oynadıktan sonra ayrıldığı arkadaşını kaybedeceğini ne yazık ki artık alışılmış… Kendi boylarından büyük kovalardan su taşıyorlar yalnız bir gün değil her gün taşıyorlar üstüne verilen su kovalarını. Su ile ilgili bir hadis-i şerif ise şöyledir;


” Üç kimse vardır ki Allah kıyamet günü kendilerine bakmaz, onları temize çıkarmaz, onlar için acıtıcı bir azap vardır: Yol üzerinde kendisinin ihtiyaç dışı su fazlalığı olup da bunu yokluğa kullandırmayan kimse.. Allah “ Tıpkı senin ellerinin üretmediği su fazlalığını kullandırmayıp engellediğin gibi bugün de ben seni lütuf ve ihsanımdan engelliyorum.


İşte bu yüzden istiyorum ki bir çocuk! Bir “Çocuk” Kirli su dolayısıyla anne ve babasını sevdiklerini kaybetmesin hepimize yetecek kadar su varken çocuklar üzülmesin.
Yazdıklarımı yaşananlara sığdırdım aslında ben yaşananları yazmak değil çocukların gülümseten her şeyi yazmak istiyorum.

“Her çocuk her şeydir,Her şey BİZİZ…!”

Yakın Yakın Değildir Uzaksa Uzak!

Yakın yakın değildir uzaksa uzak!
Sevdiğim bir cetvel bul da ölelim metre metre
Tabut merasimimizi alkışlar uğurlasın
Dinmesin halaylar uzasın alay alay
Sevdiğim sen ise sığınacak bir liman bul ben yokken
Boş ver
-de her zaman dahille aynı anlama gelmez-

Uzak ıraktır, yakın hiç yan yana olmadı yakınımızda
Sevdiğim kaç adım tutar ölümüz?
Tabuta sığmazsak göğe assınlar bizi
Cesedim de kokarsa şayet
Anama de ki; teneşir paklamamış, tebeşir paklar mı ki artık?
Sevdiğim sen ise bir kara tahta bul ben yokken
-ölüm her zaman ölmekle aynı anlama gelmez

Evvel zamanda değildir kalbur samandayken!
Sevdiğim kuran okunduktan hemen sonra bir de şiir okusunlar
Bol kafiyelisinden hem de
Bir de fon müziği açsınlar
Bol kederlisinden hem de
Sevdiğim sen ise bir ağlamak bul ben yokken
-şiir her zaman şairiyle aynı anlama gelmez-

Saman samandır zamandır asıl kaybolan!
Sevdiğim neremizden tutsalar bir halt etmeyeceğiz değil mi?
Gidişimizde en fazla bir gidiş sayılacak, o kadar
Öyleyse yollar da bilsin bunu, yıllar da
Anama da söyleyin, bütün bıçakları ben aldım giderken yola serpmek için
Ararsanız bıçak sırtı bir yerde intihara meyletmişimdir
Sevdiğim sen ise bir tütün bul ben yokken
-yara her zaman yarla aynı anlama gelmez-

~EBRÂR

06.03.2018
18:08

Parmaklarınızı Yiyeceğiniz Kahvaltılık/Sahurluk Tarif

Pandemi dolayısı ile işe gidemediğimizden evde kahvaltı yapma alışkanlığımız arttı. Önceden alelacele yaptığımız kahvaltılar yerine güzel tarifler ile dolu sofralara dönüştü. Bu durumda insanları yeni tariflere yönlendirdi, bende yeni denediğim bir tarifi sizlerle paylaşmak istedim.
Ramazan ayında da olduğumuz için sahurda da doyurucu bir seçenek olacağından şüphem yok.
O zaman gelelim tarife, tarifimizin adı Dutch Baby, önce kısa bir bilgi vermek istiyorum. Nedir bu Dutch Baby, nereden çıkmıştır?

Amerika’da çok popüler olan bu tarif aslında Almanya’dan çıkmıştır. Genellikle tatlı ile yediklerinden bizim yapacağımız tarif biraz bunun değiştirilmişi olacak. Bende Bengi Kurtcebe’den gördüm denedim. Enfes oldu. Aşağıda paylaştığım tatlı şekli biz tuzlu olanını yapacağız.

Malzemeler:
3 yumurta
Yarım çay bardağı süt
3 yemek kaşığı un
1 çay kaşığı tuz
Evde olan malzemelerden istediğinizi koyabilirsiniz. Ben
dil peyniri, sucuk, sosis ve kaşar peyniri koydum.
Yapılışı: Fırınımızı 200 dereceye ayarlayıp içine varsa döküm kabımızı yoksa borcamımızı atıp ısıtmaya bırakıyoruz. O sırada tüm malzemeleri karıştırıyoruz. Isınan kabımızı fırından dikkatli şekilde alıp yağlıyoruz, yaptığımız karışımı içine döküyoruz, karışımın üzerine peynirlerimizi ve istediğimiz malzemeleri ekliyoruz. Ve fırına 220 dereceye atıyoruz, 10 dk sonra kenarlarından kabardığını göreceksiniz, işte hazır afiyet olsun!. Biz çok beğendik siz de mutlaka deneyin.

Karantina Güncesi: Uçan Halı

  Oturduğu yerden dünyayı dolaşıyormuş insan.

  Kafamı kaldırıp aslında nerede olduğumu anlayınca uçan halımın benzini bitiverdi. Su yakmıyormuş bu meret! Olsun. Bazen zorunlu bir iniş, gidilecek yerden çok daha emniyetli gözüküyor. İlla yolun sonuna kadar gitmek mi gerekir zarar göreceğini anlamak için?

  Şaşıyorum kendime. Geçmişin tozlu sayfaları arasında dolaşırken üzülmek, incinmek elbette mümkündür, fakat ekseriyetle geçmişi güzel yâd etmez mi insan?

  Şairin dediği gibi “Görünmez bir mezarlıktır zaman” ve toprağını, anıların üstüne serper usul usul. Anlamazsın. Hâlâ yasını tuttuğun şeylere şöyle bir dönüp baksan yerinde bulamazsın.

   “Hani nerede acım? O büyük umutsuzluğum nerede? Ekmeğimi, aşımı zehirlediğim, uykusuz gecelerimin şafağı… Boşuna mıymış marifet saydığım onca çile?” İtiraf edemediğin düşünceler yumağı büyür durur içimde. Dudağında buruk bir gülümsemeyle etrafta dolaşır, çok geçmeden yaşanmışlıkların damağında bıraktığı o kekremsi tatla teselli bulur, muzaffer bir komutan edasıyla anılar defterini kapatırsın.

  Keşke ben de yapabilsem aynısını. Çocukluğum beni nasıl da hırpalıyor, olmadık zamanda kollarımdan tutup sarsıyor. Bütün mutluluklarım biraz eksik bu yüzden. Bütün mutluluklarım bir parça kedere bulanıyor. Belki de ben yolu bulamıyorum, tatlı hayallerin arasına dalamıyorum. Evet, evet, böyle olmalı! Çünkü muhakkak benim de ağzımda pamuk şeker gibi dağılacak, parmaklarıma yapışan kalıntılarını bile yalayacak kadar sevdiğim, tekrar ve tekrar tatmak istediğim hatıralarım olmalı.

  Zihnim büyük bir okyanus, çocukluk ve ilk gençlik yıllarımsa bu okyanusun dibine çökmüş taşlar misali. Öylesine derindeler ki… Pek çok şeyi hatırlayamıyorum. Birkaç silik görüntü, önünü ya da arkasını hatırlayamadığım sahneler, fotoğraf makinesiyle çekilmiş gibiler. Hep bir korku, hep bir üzüntü… Sürekli kaygı çiçeklerini suluyor gibiyim. Önünde ağladığım pencere, bağırışlarla uyandırıldığım bir gece, paramparça edilen bir defter, her fırsatta yeniden gündeme gelen okuldan alınma tehditleri, nedenini nasılını hatırlamadığım bolca ilâç, her gece defaatle ziyaretime gelen karabasanlar, can acısı, iç acısı, daha bolcası da yalnızlık… Baştanbaşa yalnızlık… Arasına sıkışıp kaldığım ve yaşamı bundan ibaret sandığım taş duvarlar, beton binalar boyunca; dağlar, tepeler, çöller ve denizler boyunca; karanlık geceler ve daha karanlık gündüzler boyunca; çirkin kadınlar, güzel kadınlar, çirkin erkekler, güzel erkekler, mutsuz çocuklar ve mutlu çocuklar boyunca; Allah’la yapılan yerinde ağlamaklı, yerinde kızgın en çok da kırgın konuşmalar, pazarlıklar, bitmek bilmeyen sorgulamalar boyunca… Bir yalnızlık ki hamurum en çok onunla karılmış.

  Bu hengâmenin ortasında güzel bir şey bulmuştum: Yazmak. Bir ona tutunmuştum. Dışımdaki hoyrat dünyayı, sığındığım satırların arasında savuşturmuştum.

  “Beş yaş insanın olgunluk çağıdır, sonrasında çürüme başlar.” diyen Albert Camus beye de itirazım var. Seçmediğim bir hayattan geriye kalan bir ceset değilim, olmamalıyım ben. Sizce de bu fazla adaletsiz olmaz mıydı? Kendimi bildim bileli yaralarımın yegâne pansumancısıyım. Belki de bundandır şifacı olmak isteyişim, insanları hem bedenî hem de zihnî arızalardan kurtarmak için çabam. Carl Jung’un “yaralı şifacı” arketipi de tam olarak bunu tarifliyordu zira. İnsan, başkalarına yardım ederken belki de en çok kendini iyileştiriyordu.

  İtirazım var dediysem hemen küsüp darılmayınız Albert bey. Haksız olduğunuzu iddia etmiyorum. Aksine sözlerinize ömrümün en uzun gecesi olan çocukluğumla ve naçizane şahit olduğum yaşantılarla iştirak etmek istiyorum.

  Çocukluğun o upuzun, bitmek bilmeyen günü yerine göre günler, haftalar olurdu. Hatırlarsınız. Yaşamakla bitmez gibi gelen, fakat büyüdükçe kısalan o günler, sahiden de insan ömrünün en kıymetli zamanları değil midir? Bana öyle geliyor ki o vakitler bilinçli, bilinçsiz biriktirdiğimiz ne varsa yetişkin hâlimizi dayandırdığımız kaideler olarak vücut bulmaktadır. Elbette hayat boyu değişiyor, değiştiriyoruz. Fakat bunu çocukluğumuz üzerinde yapmak, bir nevi çocukluğumuzu yeniden inşa etmek en zoru değil midir? Belki herkes ihtiyaç duymayabilir buna. Geçmişe dönüp baktığında içi safi mutluluk ve özlemle dolan insanlar muhakkak vardır. Fakat biliyorum ki benim coğrafyamda geçmişle kavgası olan insanlar hiç de az değildir.

  Yeniden inşa etmekten söz etmek istiyorum. Bu, yok saymak ya da gemileri yakmak değildir. Her şeye rağmen yaşananlara saygı duymak, idrak etmeye ve hikmetini anlamaya çalışmak, geçmişi onarmak ve böylece geleceği ziyan olmaktan kurtarmaktır zannımca. Bunu yapmak için çabalayan insan, geçmişine şefkatle yaklaşır ve bilir ki bazen ne yapsa olmaz. İyileşmez bazı yaralar. O hâlde onları öyle sevmek lazım gelir, oldukları gibi, acıttıkları, incittikleri gibi. Kanamasın diye, enfeksiyon kapmasın diye sık sık pansuman yapmak gerekir. Yarayı sevmek, diyorum. Nasıl mümkün olabilir? Belki yalnız Allah’tan geldiğini bilince… Belki de yaranın, şifanın esas kaynağı olabileceği idrakine erince…

  “Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş,/ Bürhân  sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş.”

  Şimdi şaşıyorum aman vermeyen kavgalara, bir türlü kapanmayan yıllar yıllar öncesinden kalma hesaplara. Gerçeklikten kopup heyezanlarına saplanan, etrafındakileri de bu hezeyanın içine sürüklemeye çalışanlara… Ki birini yakinen tanımıştım. Pek derin izler bıraktı bende. Şaşıyorum hayatı yaşamak varken ısrarla zehretmeye çalışan insanlara!

  Şimdi, ne mi yapmak istiyorum? Dalgacı Mahmut’u da uçan halımın terkisine atıp çocukluğuma gitmek istiyorum. Kaygı çiçeklerimi sulamaya değil, kararan göklerimi mavilere boyamaya, yırtılan denizlerimi dikmeye…

  “İşim gücüm budur benim,/ Gökyüzünü boyarım her sabah,/ Hepiniz uykudayken./ Uyanır bakarsınız ki mavi.

  Deniz yırtılır kimi zaman,/ Bilmezsiniz kim diker;/ Ben dikerim.

  Dalga geçerim kimi zaman da,/ O da benim vazifem;/ Bir baş düşünürüm başımda,/ Bir mide düşünürüm midemde,/ Bir ayak düşünürüm ayağımda,/ Ne halt edeceğimi bilemem.”

Yılgın Adımlar

Kan doğrarken yağmacıların ekmeğine,

Asi bir darbede kırıldı kıvılcım.

Anladım en koyu akımalara kaptırıp kendimi,

Haykırmam boşunaymış kürsülerde.

Önden gidenler yağmacı çıktı,

Ben de çekildim mevzilerden.

Rengim sapsarı kesilmişti,

Kimseden saklayamadım korktuğumu,

Herkes gördü bunu.

Korkak naralar bıraktım şafağa,

Köpek ulumalarına karıştı sesim.

Kahaka atarak ayrıldım düşlerimden,

Herkes bir anlam çıkarsa da gülüşlerimden.

Ben kendime gülüyordum,

Korkaktım çünkü ben, cepheden.

Gizlice çekiliyordum,

Herkes gördü bunu.

Dudağıma düşünce yaşamdan son hece,

Ölü hatıraların gölgesi vurdu üstüme.

Sehere müjde bırakan düşlerimi terk edişim,

Destan diye dolaşacak değil dilden dile.

Çarpışmadan çekildim,

Herkes gördü bunu.

Keserek şah damarını gecenin,

Karanlığı salıp insanlığın üstüne.

Tapmasın diye haykıracaktım herkes kendi büstüne,

Gördüm ki ben de kulluğu seçmişim kendime.

İşte o vakit çekildim secdelerden,

Bunu da herkes gördü.

İLHAN KURT

Geceye bir şiir, şiire bir gece…

Dil ne bilir şekeri şerbeti
Aldığın lezzeti baldan mı sandın?
Ne arı,ne ağaç verir nimeti,
Elmayı,narı daldan mı sandın?
Baharı gönderir al gelin gibi,
Bir hazinedir ki,görünmez dibi,
O Cemil’dir,Cemal Onun tecellisi,
Güzeli yeşilden,aldan mı sandın?
Çok istesen de inadın olmaz,
Taktirden öte muradın olmaz,
O uçurursa senin kanadın olmaz,
Uçmayı kuştan,kartaldan mı sandın?
Gördüğün göremediğin göz Onun,
Bildiğin,bilemediğin öz Onun,
Dediğin,diyemediğin söz Onun,
Kelamı dudaktan,dilden mi sandın?
O dilerse azlar çok olur,
O dilerse varlar yok olur,
Allah dilerse açlar tok olur,
Tokluğu paradan,puldan mı sandın?
İbrahim duada,Nemrutun ateşinde,
Ateşler gülzar olur,türlü esrar içinde,
Oğul razı kurbandır babasının peşinde,
Kesmeyen bıçağı İsmail’den mi sandın?
O’nun sanatı,varlığın nakışında,
O’nun şevkati ananın bakışında,
O’nun rahmeti,suyun akışında,
Suyu pınardan,gölden mi sandın?
Ellerin titrer fer kesilir gözlerden,
Kapılırsın pek amansız bir derde,
Maraz,musibet ancak bir perde,
Ey Kul eceli,Azrail’den mi sandın?
Ameline bakarsın ateşi tartar,
Rahmete bakarsın ümidin artar,
Kurtar bizi Ya Rabbim kurtar,
Gönül necatı,kurtuluşu amelden mi sandın.

İbrahim SAYAR

Okur’a özel…

Hayat akıp giderken kendim için ne yapıyorum diye düşünüyor musun hiç? Ya da neler yapmıyorum diye…

Kabuğuna çekilip yaralarını sarıyor musun? Yaralandığın zaman neler yapıyorsun mesela, düşünüyor musun uzun uzun yoksa ağlıyor musun için için… Gel bu sefer yaralarımızı beraber saralım sevgili okur. Seninleyim bir kahve de bana doldur.

Charlie Chaplin göz kırpıyor bana ve şu sözcükleri fısıldıyor tütsü kokan odama; “Gülmek hayatın en güzel eylemidir ve her ne varsa sizi bundan alıkoyan, onları yok edin.”

Yok et seni mutsuz eden her şeyi, bu bir kırılmış vazoda olabilir dar gelen kıyafet veya dostum zannettiğin o boğucu insan da olabilir. Her şey olabilir, önemli olan ne olduğunu bulup yok etmek olacaktır. Huzur kokan bir ortamın yoksa eğer bu ortamın ta kendisi bile olabilir. Hadi durma yola adım at. Ne duruyorsun ki? hayatını değiştirecek sihirli değnek gelene kadar sen eline bir değnek al ve tüm sihri ona boşalt. Durma değdir şu değneği artık hayatına.

Unutma ki o değneği ancak ve ancak sen var edebilirsin, kimse sana bir değnek verip hayatında olmayan şeyleri var et demeyecektir ve hiç kimse senin hayatına sihir tozlarını serpmeyecektir. Eee… o zaman hadi kalk artık konforsuz konfor alanından, tut ucundan hayallerinin ve koş yarınlarının çiçekli yollarına.

Önce bir kağıt kalem al eline, istersen bir beyaz sayfa olsun bu, istersen renkli bir sayfa… kalemin mürekkebine dikkat et bitmemiş olsun, en az umutların kadar güzel bir kalem seç, kağıdın anlam dolsun.

Şimdi başla hayatında eksik olan şeyleri yazmaya, ya da yaz ne fazlaysa. Kahveni doldururken umudunu cebine koymayı sakın unutma ama. Bir mum yak geleceğine ve doldur o kağıdı. Unutma ki göz görmeyince gönül katlanır, görsün gözün olmayanları, olacak olanları, olmaya zorladıklarını. Görsün ki gözün değiştirsin tüm olanları. Hayallerine giden bu yola engel koyma ve buna sende engel olma. Hiç bir şey için çok geç değildir değiştir rahatsızlıklarını, odanı, dünyanı…

Önce kendim demekten asla vazgeçme. Bencillik değildir bu BENciliktir. Artık SENci olmanın tam zamanıdır. Kur yeni baştan dünyanı ve bu kez başrolü asla kimseye kaptırma. Hatalarını affet önce, hatalarına yol açan insanları bağışla, çocukluk travmalarını sakince hatırla ve iyileştir onları. İçinde ki çocuğa; büyüdüğünü ve onun hep yanında olduğunu söyle, beraber büyüdüğünüzü ve her şeyin geçtiğini hatırlat ona. Gülümse çocukluğuna affettir ona her acını, söyle bağışlasın tüm yara açanları. Bir bardak çikolatalı süt içir ona, çok güçlü olduğunu söyledikten sonra seni asla kaybetmeyeceğim içimde diye fısılda…

Aşktan yaralı isen sar bugün yaranı, yalnız mutlu olduğunu tekrar hatırla, gücünü çıkar ortaya olmayacak olanla kıyma değerli zamanına, olacak olanlara yeni sayfalar aç, akışına bırak gönül sayfanı, elbet gönlünü hak edecek biri çalacak kapını…

Ailenden yaralıysan eğer unutma ki seni sen yapan asıl mesele ailen. Olsalar da olmasalar da, dursalar da yanında hiç kalmasalar da mutlu anlarında, onlar seni bu dünyaya getiren kişilerse dur orada teşekkür et önce, sonra affet tüm yanlışları affet tüm hataları, ben bugün bensem, iyiysem ya da kötüysem sayenizde diyerek sal seni salmayan düşüncelerini.

Başka bir konuysa canını sıkan, şunu unutma hepimiz yaralıyız sağdan soldan, yalnız değilsin… hiçte yalnız kalmayacaksın. Çünkü herkes yaralı ve herkes noksan.

Sen sadece şunu öğren; bu hayatta kendinden başka bir merhem daha yok yaralarına, öğren artık güçlü olduğunu. Tanı artık kendini ve izin verme pembe odalarına herkesin girmesine, sev kendini ki delirme biri seni sevmeyince, saygı duy kendine sana saygı duymasalar bile saygının babasını ilk önce kendine ver. Ağaç gibi durma bu hayatta kendini her an yenile, kitap oku , kült film ve dizileri izle, sevdiğin her şeyi yap kendine, ağaç olma ki biri gelip kırmasın dallarını, rüzgarlar eğmesin seni, biri gelip gölgende dinlenmesin izin verme asalak insanların sende yaslanmanlarına.

En iyisimi sen seç hayatta ki duruşunu, sen seç hangi tarafta olduğunu. Seçilme hiç bir konuda, tüm fırsatları sen yarat ve evrene her zaman pozitif cümleler kur. Kendimden biliyorum; ne zaman negatiflerle dolu yaşasam bu hayatı devamı çorap söküğü gibi geliyor. Kurma olumsuz cümleleri kendine, ne olmak istiyorsan o olmuş gibi yaşa hayatı, ne sana gelsin istiyorsun bağır evrene getirsin kapına. Kırk kere söyle istediğin her şeyi elbet seni boş çevirmeyecek evren, elbet bu huzurlu yaşamın meyvesini alacaksın…

Evet sevgili okur hadi şimdi tam zamanı gülümse hayata ölüm var ucunda, değmez yarına mutsuz uyanmaya, hiç gerek yok hayatını başkaları yüzünden zindana çevirmeye… hadi ben eminim senden, sende emin ol kendinden, güven kendine ve başar. Hadi artık istediğin hayatı yaşa, unutma hayat kısa kuşlar özgürce uçuyor, takıl bir kuşun peşine aç kanatlarını uç ütopyana. Uç ki kanatların paslanmasın, aç ki kanatlarını hayallerin gülümsesin …

Gülümse çiçek açsın ruhun var ol, iyi ki varsın//

Damla Damla

Yine nostaljimsi bir şeyler yapalım bakalım. Gerçi biraz romantik türde bir şey bu. Umarım bozmaz karizmamızı!..

Damla damla aksam sana, doldurur musun kalbini benimle?

Yoksa sen de taşıyamaz da döker misin beni yerlere?

Mesela ben gürleye gürleye sana doğru gelen bir yağmur bulutunda olsam, o anda hemen şemsiyene mi davranırdın?

Yoksa tenine dokunabileceğim o anı sabırsızlıkla bekleyerek yüzünü bana doğru, göğe mi çevirirdin?

Rahmetim de der miydin bana?

Yağmur olsam yağsam sana, ıslatır mısın kendini benimle?

Yoksa sen de dayanamaz da kaçar mısın en kuytu yerlere?

İyi günümde kötü günümde, hayatımın her yerinde

Aşk denilen bu resimde, durur musun benimle birlikte?

Yoksa sen de dayanamaz da gider misin bambaşka düşlere?

İnsanları sevmekten korkmayan birilerinin oralarda bir yerlerde hâlâ var olduğunu umarak Orhan Ölmez’in seslendirdiği bu güzel şarkıyı hediye etmek istedim…

Hüzünlü Düşüm

Bir rüya düşünün. Hiç tanımadığınız bir zat geliyor. Tebessüm ediyor üniforması içerisinde. Hayran kalıyorsunuz. O kadar güzel tebessüm ediyor ki uyandığınızda bile üstünden günler geçse dahi, eşsiz güzel sima gözlerinizin önünden gitmiyor. O kadar muazzam. Sonra uyanıyorsunuz. Kişiye bakıyorsunuz gencecik yaşında veda etmiş hayatına üniforması içerisinde. Sonra yüreğim sıkışıyor. Annesi, babası, ablası, arkadaşları, dostları nasıl dayanmış diyorum. Ben tanımadan dayanamadım kıyamadım. Kendimi onun ya da ailesinin yerine koydum, çıkamadım işin içinden. Hala da çıkamıyorum. Bu kadar güzel tebessüm eden birine nasıl kıyılır yani nasıl kıydılar? Hiç mi vicdan kalmadı? Şuan bir anne değilim, yavrumu kaybetmedim lakin bebekken bir kuş alıp elimde büyütmüştüm. O öldüğünde anlamıştım evlat acısını çok küçük bir nebze de olsa. Çok alakasız bir örnek oldu. Biri kuş, biri insan evladı ama ikisine de verilen emek ya da sevgi değil mi? İkisinin de taşıdığı can değil mi ?

Kur’an-ı Kerim’in, Maide suresinin, 32. ayetinde buyruluyor ki: “Kim katil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kişiyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir adamın hayatını kurtarırsa sanki bütün insanlığı kurtarmış gibidir.”

Bir masumu öldürmek bütün insanlığı öldürmeye eşdeğer. Bu çok acı bir gerçek. Peki ya öldürenler bu ayeti kerimeden haberleri var mıdır? Acaba rüyama gelen zatın katilleri, elleri kolları dışarıda gezerken haberleri var mıdır? Zannımca yoktur. Umarım doğruyu bulup vicdanlarının sesini dinlerler. Dünyanın bir adaleti yok ama Allah’ın bir adaleti var şüphesiz buna inanıyorum. Umarım biz de birilerinin ellerinden tutan kişiler oluruz. Yoksa bu dünyada savrulmak çok kolay.

Ve O’nun rüyama gelmesi, tebessüm etmesi inanıyorum ki bu da boş değil. Erken ayrıldı aramızdan ama bir sona değil bir başlangıca gitti. Canım benim ötelerde arkadaş, komşu olmak dileğiyle…

Küçük Balkon Dekorasyon Fikirleri

Yaşadığımız pandemi sürecinde evde dışarı çıkamadığımızdan en büyük kurtarıcı balkonlar ve bahçeler oldu. Normal hayatımıza özlem duysak da sağlıklı olduğumuz için şükrettiğimiz şu günlerde, biz de bulunduğumuz ortamı güzelleştirmek, bir an olsun mental sağlığımızı zinde tutmak için dekorasyon gibi bir takım işlere sarmış olabiliriz.

Büyük metropol şehirlerde genellikle küçük balkonlu evler olduğundan, sizinle küçük balkonumuzu nasıl dekore edebileceğinizi gösteren dekorasyon fikirleri paylaşacağım.

İlk olarak kendi tarzınızı yansıtacağınız malzemeler ile istediğiniz tarzda dekorasyon yapabileceğinizi unutmayın. Küçük objeler, sarkıt lambalar, hasırlar, minderler ile sizde bu tarzı kendi balkonunuzda yansıtabilirsiniz.

İkinci olarak yer karolarınıza yapay çim halı ya da tahtalar ekleyebilir, ortamın havasını anında değiştirebilirsiniz. Tabi çiçekleri de unutmayalım.

Kendi mobilyanızı kendiniz yapmaya ne dersiniz? Taşıma paletlerini üst üste koyup, boyayıp, üzerine de minderler ile kapattınız mı ta tammm işte size harika bir balkon mobilyası.

Küçük de olsa masam sandalyem olsun derseniz, iki kişilik masalardan alıp etrafı saksılar, bitkiler ve ufak dekoratif objeler koydunuz mu bu iş tamam.

Umarım en kısa sürede bu pandemi süreci biter ve biz de sokaklara ve özlem duyduğumuz her şeye kavuşuruz, bu süreci en iyi şekilde atlatmak için sizde bu şekilde kendinizi motive eden şeyler yapabilirsiniz.

Eğer sizde balkonunuzu dekore etmeye başladıysanız bize instagramdan fotoğraflarını atıp herkese ilham olabilirsiniz. @24okur fotoğraflarınızı bekliyor.

Sağlıkla Kalın.

Bilmem Şart!

Bütün zaman alt üst olmuş
Bir da görünüp kaybolmanın yanında
Sen nerden geldin ki?
Binlerce yıl sonra.

Senin için aşılmış onca dağın ardında yokken
Nasıl çıktın o boğan karanlıktan
Üç bin yıldır seni severken
10 güne nasıl sığar hasretim düşündün mü?

Rüyalarım dar gelir sana
Öyle büyük hayallerim kalmadı
Amansız düşüncelerimde
Tek kalan silik bir hayat.

Söylesene ben bunla ne yapayım
İçine seni sığdıramam sığmazsın
Ben mi? Kayboldum.
Ne olur geri ver ne varsa sana dair
Büyük şeylerden geçtim
Aynı sokağın kaldırımında ayak izine denk gelsem
Kapatıp gidecem ne varsa
Bilmem şart gökyüzüne değen gözlerini
Bilmem şart rüyalarını
Bilmem şart…

Gönlü Bol Adam: Aamir Khan

Aamir Khan’ı çoğumuz oynadığı filmlerle ve oyunculuğu ile tanıyoruz. Ama onun en önemli özelliği oyunculuğu değil yardımseverliği. Daha önce de yardımseverliği ile gündeme gelmişti. Bu sefer çok farklı bir şey yaptı ve herkesin kalbine bir kez daha dokunmayı başardı.

Aamir Khan ihtiyacı olan herkese 1 kg un dağıtacağını söyledi. Bazı kişiler bu miktarı az buldukları için almaya gitmediler. Sadece gerçekten ihtiyacı olanlar aldılar. 1 kg unu aldıklarında içinde sadece un olmadığını gördüler. İçerisinde 1375 rupi vardı. Bu sayede bu para gerçekten ihtiyacı olanlara gitmiş oldu. Ne kadar ince düşünceli bir insan olduğunu bu sayede bir kez daha anlamış olduk.

Ben ilk olarak onu Ghajini filmiyle tanımıştım. Normalde Hint filmleriyle pek alakam olmamasına rağmen bu film beni çok etkilemişti. Diğer filmlerini de izledikçe gerçekten Aamir Khan’a hayran kaldım. Her izlediğim filmi kalbime dokunmayı başardı.

Sizlerde izlemediyseniz mutlaka izleyin filmlerini. İzlemeniz için oynadığı filmlerden bir kaç tanesini sizlerle paylaşacağım. Şimdiden keyifli izlemeler dilerim. 🙂

-Her Çocuk Özeldir

-Dangal

-3 İdiots

-Ghajini

-Peekay

Öfke Çaresiz Bir Duygudur: Relatos Salvajes

Öfke nedir, nereden doğar ve nelere yol açar?

Her birinde bu ve bunun gibi sorulara estetik cevaplar alacağınız altı küçük filmden oluşan bir yapım: Asabiyim Ben.

Orijinal ismiyle Relatos Salvajes, 2014 yapımı, Arjantin-İspanyol ortak yapımı, 120 dakikaya sığdırılmış altı ayrı hikâyeden oluşan bir film. Meraklısının her yerden bulabileceği prestijli ödül isimlerini de geçip hikâyelerimizin içeriğine, işlenişin üslubuna geçelim.

Bir uçaktasınız ve havadayken uçaktaki yolcuların tamamının ortak bir tanıdığının olduğu fark ediliyor. Bir yolcu mevzubahis kişinin terapisti, diğer yolcu eski bir arkadaşı, diğeri eski kız arkadaşı, diğeri bir zamanlarki müzik hocası… Herkes bir şaşkınlık ve merak içinde kalakalıyor. Fakat yolcuların arasında herkesin bir yerden tanıdığı o adam yok. Böyle bir durumda yolcularla ortak özelliğinizin, şu an uçağı kullanan kişiye hayatınızın herhangi bir zamanında kötü davranmış olmasını muhtemelen istemezdiniz.

Hayatı boyunca öteki olmayı deneyimlemiş bireyin yaşadığı bunalım, duyduğu öfke ve içinde baş gösteren intikam ateşi bu kadar kısa sürede bu kadar etkileyici anlatılabilirdi. Filmimiz böylece sağlam bir giriş yapmış oluyor.

İkinci hikâyemizdeyse faizci bir adamın, bir zamanlar ölümüne sebep olduğu birinin kızıyla yıllar sonra bir lokantada karşılaşması işlenmiş. Ukala faizci artık büyümüş olan kadını tanımaz fakat lokantada garson olan kadın onu tanır. İçindeki nefreti filizlenen kadın karakterimiz, istediği yemeğe zehir koymak üzere adamı öldürmeyi düşünür fakat çekimserdir. Fikrini açtığı mutfaktaki yaşlı kadın ise hiç çekimser değildir, onu kesinlikle öldürmesi gerektiğini düşünür. Kişisel düşüncem, diğerlerinin yanında biraz sönük kalsa da hayatın içinden cımbızlanmış gayet başarılı bir kesit.

Issız otobanda iki sürücünün amansız kavgasını ele alan üçüncü hikâye izleyiciyi ekranın başına kilitliyor. Sinemanın tüm avantajlarını kullanarak izleyiciyi gerim gerim geren bir özelliğe sahip. Aynı zamanda muhteşem bir final cümlesine yer veren film tutku, aşk, sevgi ile öfke arasında nasıl ince bir çizgi olduğunu, hayatın çemberliğini, yaşamın tuhaflığını alaycı bir şekilde gözler önüne seriyor.

İşlemeyen bürokrasiye ve haksız uygulamalara duyulan öfkeyi işleyen dördüncü hikâyemizde ise öfkenin çıkış noktası ve başlıkta belirttiğim öfkenin çaresizliği biraz daha belirginleşiyor. Çünkü haksızlıklar yanına kanunları almış durumda. Bireysel karşı koyma ve öfkelenmenin pek de kâr etmediği bir durum. Film boyunca tanıdık gelen aksak bürokrasinin, ne yazık ki evrensel olduğuna şahit oluyoruz. Fakat kahramanımız pek pasifize biri değil. Arabasını park ettiği hiçbir yerde park yasağı ibaresi olmayışı, buna rağmen sürekli olarak arabasının çekilişi ve her defasında ceza ödeyip memurların ukalalıklarına maruz kalışına sessiz kalacak bir karakter yok karşımızda. Eşinden ve işinden olan mühendis kahramanımızın öfkesinin dışavurumu ve toplumun buna bakış açısı nasıl olacaktır? Can alıcı bir noktaya değinen harika bir film.

Alkollüyken hamile bir kadına arabayla çarpıp öldüren oğlunu kurtarmaya çalışan, bunun için evin bahçıvanına suçu üstüne almasını ve ona epeyce para vermeyi teklif eden bir adam var beşinci hikâyemizde. (Hayır, Yeşilçam klişesi değil.) İşi yürütmesi için görev alan ailenin avukatı, suçu üstüne alacak olan evin bahçıvanı, olayı anlayan fakat rüşvet karşısında ses etmeyecek olan polis ve zengin adam arasında kıyasıya bir pazarlık başlar. Biri daha fazla para talep edince ötekinin “onun hakkıysa benim de hakkım” diye atladığı, sürekli tek zarar edenin zengin adamın olduğu çirkin bir pazarlığın içinde buluruz kendimizi. Fakat beklenmedik ve şahane bir finale sahip olan film, bize boş planlarımızın hayatın işleyişinin yanında trajikomik, ahmakça tasarılar olduğunu, an meselesiyle hepsinin yok olabileceğini gösteriyor.

İnsan psikolojisinin ve hayatın nasıl karmaşık olabileceğini gösteren son filmimiz bir düğünde geçiyor. Uzun zaman önce kocasının kendisini, kendi düğün gecesinde gördüğü bir kadınla aldattığını düğün sırasında öğrenen bir kadının içinden nasıl bir canavar çıkabilir? Dahası nasıl bir rezalet çıkabilir ve bu rezalet nasıl toparlanabilir? Belki toparlanamaz fakat karmaşık, saçma ve bir o kadar da gerçek,(çok zaman şahit oluyoruz ki gerçekler saçma olabiliyor) eğlenceli bir film olabilir.

İnsanı ve öfkeyi merkeze alan bu gerçek ve etkileyici filmi mutlaka listenize ekleyin, pişman olmazsınız. Öfkeyi ve diğer tüm duyguları yaşamın hakkını verebilmek için yoğunca tadabilmeniz dileğiyle, iyi seyirler.

Yeni Gençlik Dizisi: Aşk 101

Aşk 101 Netflix’teki üçüncü Türk dizisi olarak dün izleyicisi ile buluştu. Daha dün yayınlanmasına rağmen oldukça da ilgi gördü.

Aşk 101’in birinci sezonu sekiz bölümden oluşuyor. Gençlik ve komedi dizisi tadında diyebiliriz. 1990’larda bir grup “uyumsuz” olarak nitelendiren gençler yaptıkları suçlardan ötürü okuldan atılmamak için öğretmenlerini birine aşık etmeye çalışırlar. Çünkü okulda kalmalarını isteyen tek öğretmen odur. Bu süreçte birbirleri ile daha önce hiç alakası olmayan beş genç, kendilerini bir anda çok sıkı dostlar haline gelmiş bulurlar. Daha önce kendilerinden başka kimseyi düşünmeyen gençler birbirleri için kavgaya dahi girerler.

İsterseniz biraz da karakterleri tanıyalım.

Kubilay Aka-Kerem

Kerem, çok asi bir gençtir. Çokta agresif. Basketbol konusunda çok yeteneklidir. Bu kadar asi bir genç olmasının ailesinin ona karşı göstermediği ilgiden ve sevgiden kaynaklı olduğunu anlayabiliyoruz.

Alina Boz-Eda

Eda, cesaretli ve kavgacı bir tiptir. Her ne kadar kendini böyle göstermek istese de aslında çok duygusal bir karakter. Resim konusunda çok yeteneklidir. Zengin bir ailenin kızıdır.

İpek Filiz Yazıcı-Işık

Işık, çalışkan bir öğrencidir. Ayrıca okul öğrenci temsilcisidir. Kimseye zararı olmayan bir tiptir. Bu grubun en normal insanıdır diyebiliriz. Sinan’a aşıktır.

Selahattin Paşalı-Osman

Osman, çok soğukkanlı bir karakterdir. Çok zeki bir gençtir. Gördüğü her fırsatı değerlendirir ve para kazanır. Özellikle ödev ticareti yapar.

Mert Yazıcıoğlu-Sinan

Sinan, çok kitap okuyan ve insanlardan nefret eden bir karakterdir. Çokta zekidir. Ailesi boşanıp ayrı ayrı insanlarla evlenir ve Sinan’ı dedesi ile bir evde tek başına bırakırlar. Aile sevgisi görmediği için içine kapanık bir tiptir. Alkole de bağımlıdır.

Pınar Deniz-Burcu

Burcu, okulun en sevilen öğretmeni diyebiliriz. Burcu öğretmen bu “uyumsuz” çocukların her zaman arkasında olmuştur. İdeal bir öğretmen diyebiliriz. Kimsenin kalbini kırmamak için elinden geleni yapan bir karakterdir.

Kaan Urgancıoğlu-Kemal

Kemal, okula yeni gelen basketbol koçudur. İnsanlarla pek muhattap olmaz. Sinan’ın gelecekteki hali demek sanırım yanlış olmayacaktır.

Şimdi de Twitter’da #Ask101 hashtagiyle atılan twitlere bir bakalım.

Şuraya da henüz izlememiş olanlar için bir fragman bırakıyorum.