20.4 C
İstanbul
Pazartesi, Ekim 14, 2024

Karantina Güncesi: Uçan Halı

  Oturduğu yerden dünyayı dolaşıyormuş insan.

  Kafamı kaldırıp aslında nerede olduğumu anlayınca uçan halımın benzini bitiverdi. Su yakmıyormuş bu meret! Olsun. Bazen zorunlu bir iniş, gidilecek yerden çok daha emniyetli gözüküyor. İlla yolun sonuna kadar gitmek mi gerekir zarar göreceğini anlamak için?

  Şaşıyorum kendime. Geçmişin tozlu sayfaları arasında dolaşırken üzülmek, incinmek elbette mümkündür, fakat ekseriyetle geçmişi güzel yâd etmez mi insan?

  Şairin dediği gibi “Görünmez bir mezarlıktır zaman” ve toprağını, anıların üstüne serper usul usul. Anlamazsın. Hâlâ yasını tuttuğun şeylere şöyle bir dönüp baksan yerinde bulamazsın.

   “Hani nerede acım? O büyük umutsuzluğum nerede? Ekmeğimi, aşımı zehirlediğim, uykusuz gecelerimin şafağı… Boşuna mıymış marifet saydığım onca çile?” İtiraf edemediğin düşünceler yumağı büyür durur içimde. Dudağında buruk bir gülümsemeyle etrafta dolaşır, çok geçmeden yaşanmışlıkların damağında bıraktığı o kekremsi tatla teselli bulur, muzaffer bir komutan edasıyla anılar defterini kapatırsın.

  Keşke ben de yapabilsem aynısını. Çocukluğum beni nasıl da hırpalıyor, olmadık zamanda kollarımdan tutup sarsıyor. Bütün mutluluklarım biraz eksik bu yüzden. Bütün mutluluklarım bir parça kedere bulanıyor. Belki de ben yolu bulamıyorum, tatlı hayallerin arasına dalamıyorum. Evet, evet, böyle olmalı! Çünkü muhakkak benim de ağzımda pamuk şeker gibi dağılacak, parmaklarıma yapışan kalıntılarını bile yalayacak kadar sevdiğim, tekrar ve tekrar tatmak istediğim hatıralarım olmalı.

  Zihnim büyük bir okyanus, çocukluk ve ilk gençlik yıllarımsa bu okyanusun dibine çökmüş taşlar misali. Öylesine derindeler ki… Pek çok şeyi hatırlayamıyorum. Birkaç silik görüntü, önünü ya da arkasını hatırlayamadığım sahneler, fotoğraf makinesiyle çekilmiş gibiler. Hep bir korku, hep bir üzüntü… Sürekli kaygı çiçeklerini suluyor gibiyim. Önünde ağladığım pencere, bağırışlarla uyandırıldığım bir gece, paramparça edilen bir defter, her fırsatta yeniden gündeme gelen okuldan alınma tehditleri, nedenini nasılını hatırlamadığım bolca ilâç, her gece defaatle ziyaretime gelen karabasanlar, can acısı, iç acısı, daha bolcası da yalnızlık… Baştanbaşa yalnızlık… Arasına sıkışıp kaldığım ve yaşamı bundan ibaret sandığım taş duvarlar, beton binalar boyunca; dağlar, tepeler, çöller ve denizler boyunca; karanlık geceler ve daha karanlık gündüzler boyunca; çirkin kadınlar, güzel kadınlar, çirkin erkekler, güzel erkekler, mutsuz çocuklar ve mutlu çocuklar boyunca; Allah’la yapılan yerinde ağlamaklı, yerinde kızgın en çok da kırgın konuşmalar, pazarlıklar, bitmek bilmeyen sorgulamalar boyunca… Bir yalnızlık ki hamurum en çok onunla karılmış.

READ  Cennet Kokulum’a

  Bu hengâmenin ortasında güzel bir şey bulmuştum: Yazmak. Bir ona tutunmuştum. Dışımdaki hoyrat dünyayı, sığındığım satırların arasında savuşturmuştum.

  “Beş yaş insanın olgunluk çağıdır, sonrasında çürüme başlar.” diyen Albert Camus beye de itirazım var. Seçmediğim bir hayattan geriye kalan bir ceset değilim, olmamalıyım ben. Sizce de bu fazla adaletsiz olmaz mıydı? Kendimi bildim bileli yaralarımın yegâne pansumancısıyım. Belki de bundandır şifacı olmak isteyişim, insanları hem bedenî hem de zihnî arızalardan kurtarmak için çabam. Carl Jung’un “yaralı şifacı” arketipi de tam olarak bunu tarifliyordu zira. İnsan, başkalarına yardım ederken belki de en çok kendini iyileştiriyordu.

  İtirazım var dediysem hemen küsüp darılmayınız Albert bey. Haksız olduğunuzu iddia etmiyorum. Aksine sözlerinize ömrümün en uzun gecesi olan çocukluğumla ve naçizane şahit olduğum yaşantılarla iştirak etmek istiyorum.

  Çocukluğun o upuzun, bitmek bilmeyen günü yerine göre günler, haftalar olurdu. Hatırlarsınız. Yaşamakla bitmez gibi gelen, fakat büyüdükçe kısalan o günler, sahiden de insan ömrünün en kıymetli zamanları değil midir? Bana öyle geliyor ki o vakitler bilinçli, bilinçsiz biriktirdiğimiz ne varsa yetişkin hâlimizi dayandırdığımız kaideler olarak vücut bulmaktadır. Elbette hayat boyu değişiyor, değiştiriyoruz. Fakat bunu çocukluğumuz üzerinde yapmak, bir nevi çocukluğumuzu yeniden inşa etmek en zoru değil midir? Belki herkes ihtiyaç duymayabilir buna. Geçmişe dönüp baktığında içi safi mutluluk ve özlemle dolan insanlar muhakkak vardır. Fakat biliyorum ki benim coğrafyamda geçmişle kavgası olan insanlar hiç de az değildir.

  Yeniden inşa etmekten söz etmek istiyorum. Bu, yok saymak ya da gemileri yakmak değildir. Her şeye rağmen yaşananlara saygı duymak, idrak etmeye ve hikmetini anlamaya çalışmak, geçmişi onarmak ve böylece geleceği ziyan olmaktan kurtarmaktır zannımca. Bunu yapmak için çabalayan insan, geçmişine şefkatle yaklaşır ve bilir ki bazen ne yapsa olmaz. İyileşmez bazı yaralar. O hâlde onları öyle sevmek lazım gelir, oldukları gibi, acıttıkları, incittikleri gibi. Kanamasın diye, enfeksiyon kapmasın diye sık sık pansuman yapmak gerekir. Yarayı sevmek, diyorum. Nasıl mümkün olabilir? Belki yalnız Allah’tan geldiğini bilince… Belki de yaranın, şifanın esas kaynağı olabileceği idrakine erince…

READ  Bilinmeyene Mektuplar V

  “Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş,/ Bürhân  sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş.”

  Şimdi şaşıyorum aman vermeyen kavgalara, bir türlü kapanmayan yıllar yıllar öncesinden kalma hesaplara. Gerçeklikten kopup heyezanlarına saplanan, etrafındakileri de bu hezeyanın içine sürüklemeye çalışanlara… Ki birini yakinen tanımıştım. Pek derin izler bıraktı bende. Şaşıyorum hayatı yaşamak varken ısrarla zehretmeye çalışan insanlara!

  Şimdi, ne mi yapmak istiyorum? Dalgacı Mahmut’u da uçan halımın terkisine atıp çocukluğuma gitmek istiyorum. Kaygı çiçeklerimi sulamaya değil, kararan göklerimi mavilere boyamaya, yırtılan denizlerimi dikmeye…

  “İşim gücüm budur benim,/ Gökyüzünü boyarım her sabah,/ Hepiniz uykudayken./ Uyanır bakarsınız ki mavi.

  Deniz yırtılır kimi zaman,/ Bilmezsiniz kim diker;/ Ben dikerim.

  Dalga geçerim kimi zaman da,/ O da benim vazifem;/ Bir baş düşünürüm başımda,/ Bir mide düşünürüm midemde,/ Bir ayak düşünürüm ayağımda,/ Ne halt edeceğimi bilemem.”

Related Articles

2 YORUMLAR

  1. “İnsan, başkalarına yardım ederken belki de en çok kendini iyileştiriyordu.” Sanırım içten içe ben de bunu biliyorum. Bu yğzden bir güzellik yaptığımda ve insanlardan teşekkür aldığımda utanıyorum. Hayır diyor içimdeki öteki; bu yalnıca senin için değildi. Harikaydı yazı, biriktirdiğin her şeye sağlık, acılar da buna dahil..

  2. Merve, bütün olumsuzluklara verilecek en güzel karşılığı vermişsin. Yazmak en güzel cevap olmuştur,seni üzenler üzüntünü önemsemeyenler okusun.

CEVAP VER

Bir yorum girin
Adınız

- Advertisement -spot_img

Latest Articles