İstanbul’un sayısız harikalarından biri olan Kız Kulesi ve hakkındaki onlarca hikaye, masal, efsane… Doğruluğu bilinmemekle beraber onlarca şey yazıldı bu ihtişamlı kuleye.
Yunan Tanrıçası Afrodit’in tapınağı.. Hero adındaki rahibe kuledeki kumruların bakımı yapmakla görevli. Her yılın ilk baharında tapınak çevresinde yapılan törenlerde aşkı bulamayanlar Afordit’e yakarırdı. Bu törenlerin birinde aşk için yakaran Hero, karşı kıyıdan gelen Leandros’u görür. Tanışırlar ve Leandros her gece kuleye gelmeye başlar. Kule bu gençlerin aşklarına tanıklık eder. Rivayete göre fırtınalı bir gecede, kıskanç bir rahip kulenin fenerini kapatır ve Leandros denizde kaybolur. Acıya katlanamayan Hero’da kendini kuleden aşağı bırakır ve boğazın sularında Leandros’a kavuşmak ister.
Bizans imparatorunun kızı vardır. Kızını yetiştirmek için bilgeler görevlendirir. Bilgelerden biri kıza 18 yaşına gelince bir yılan tarafından sokulacağını söyler. Bundan etkilenen imparator küçük bir ada üzerinde bulunan bu kuleyi düzenler ve önlemler alıp kızını kuleye yerleştirir. Önlemler alınmasına rağmen 18 yaşına basan kız hediye olarak gönderilen üzüm çuvalından çıkan yılan tarafından sokularak ölür. İmparator kaderden kaçılmayacağını anlar fakat toprakta yılanlar tarafından yenileceğinden korktuğu için kızının bedenini mumyalatır ve pirinç bir tabutta Ayasofya’nın yüksek duvarlarından bir tanesine yerleştirir…
Atı alan Üsküdar’ı geçti.. Başka bir hikaye de Battal Gazi ve Üsküdar Tekfuru’nun kızı. İstanbul’u kuşatmak isteyen Battal Gazi sonuç alamaz. Ardından 7 yıl boyunca Kız Kulesi’nin önünde bulunan kıyıda karargah kurar. Söylentilere göre burada kalmasının asıl sebebi Üsküdar Tekfuru’nun kızına aşık olmasıydı. Bu durumu bilen ve korkan tekfur kızını ve hazineleri kuleye kapatır. Şam Seferi sonrası kuleyi alan Battal Gazi ve askerleri kızı ve hazineleri alarak gider. Atı alan Üsküdar’ı geçti deyimi buradan gelmektedir…
Birbirinden önemli sanat ve kültür organizasyonlarına imza atan İş Sanat, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramında #EvdaKal çağrısına uyan çocuklarımızı unutmadı. 23 Nisan neşesini evlerimize taşıdı. Birbirinden yetenekli 12 sanatçının kendi şehirlerinden katılımıyla gerçekleştirilen organizasyonda şefliği Los Angeles’ta yaşayan bestekar, piyanist, Esin Aydıngöz gerçekleştirdi. Sosyal medya üzerinden yayınlanan mini konser yoğun ilgi gördü. Bu güzel organizasyonun görünmeyen tarafında ise yoğun bir tempo ile çalışıp bu güzel mini konseri bizlere ulaştıran İstanbul merkezli prodüksiyon ve post-prodüksiyon ajansı 24Creative yer alıyor. Bu güzel ezgilere İş Sanat’ın sosyal medya hesaplarını ziyaret ederek ulaşabilirsiniz. Mini konserde emeği geçen ve enstrümanları ile birlikte sahne alan isimleri aşağıda görebilirsiniz.
ŞEF Esin AYDINGÖZ
KEMAN-1 Bengüsu GÖKÇE Hakan GÜVEN Sena UMUL
KEMAN-2 Volkan Can CANBOLAT Ezgi ER Cansu ÖZYÜREK
VİYOLA Emre AKMAN Esra İrena ARİN Dinç Nayan
ÇELLO Lale EFENDİEV Gökçe Bahar OYTUN Esin TAŞKIN
MİX Barış DEMİREL
VİDEO DÜZENLEME 24CREATİVE (Harutyun Arto DAVULCİYAN, Bora SELİMOĞLU)
5Necdet Tosun 3 Ağustos 1926-10 Mayıs 1975 Tonton sevecen aşçı karakterleri ile seyircinin gönlünde taht kuran Necdet Tosun 3 Ağustos 1926 yılında Balıkesir’in Burhaniye ilçesinde doğdu. Öğrenim hayatını yarıda bırakıp sırasıyla lokantada, leblebici de ve son olarak da bir terzinin yanında çalışmıştır.
Necdet Tosun’un hayatı Burhaniye’ye gelen film ekibinin onu çalıştığı terzi dükkanında keşfetmesi ile değişti. Film ekibi onu İstanbul’a davet etti. Necdet Tosun’un rol aldığı ilk film 1975 yılında çekilen “Akıllı Gelin” filmidir. Canlandırdığı sevecen tiplemelerle Yeşilçam da ismini unutulmazlar arasına yazdırmıştır. O siyah beyaz filmlerin neşe kaynağıydı.
O sevecen yüz gelen acı bir haber ile sevenlerini yasa boğdu. İş için Almanya’ya giden Necdet Tosun geçirdiği trafik kazası sonucu ağır yaralı olarak İstanbul’a getirildi.13 gün sürdürebildiği yaşam mücadelesini 10 Mayıs 1975’de kaybetti. Necdet Tosun arkasında onlarca film ve 2 tane pırıl pırıl tiyatrocu evlat bıraktı. Sadri Alışık, Necdet Tosunla ilgili bir anısını şöyle anlatıyor: “Tanışmamız aşağı yukarı 1960 yılına rastlar. O gün film setine gelmiş soyunma odama doğru yürüyordum ki birden bir şarkı duydum. Ses ilerideki paravanın arkasından geliyordu. Türk müziğini çok sevdiğim için durdum ve dinledim. Şarkı bittikten sonra merak edip paravanın arkasına baktım ve Necdet Tosun ile göz göze geldim. İkimiz de birbirimizi gıyaben tanıdığımız için ’Merhaba’ dedik ve el sıkıştık. Aradan yıllar geçti ve biz bu şarkının tanışma şarkımız olduğunu hiç unutmadık. Geçen yıl Ankara’da çalışıyordum. Gazinoya bir gün Necdet Tosun geldi. Kendisini sahneye davet ettim. Bu anımı anlattım. ’Necdet o şarkıyı beraber söyleyeceğiz.’ dedim. Hemen hatırladı, birlikte söyledik. O gün, cenazesinin başında, aklıma birden bu şarkı geldi ve ben başladım mırıldanmaya. Gelecekmiş gibisin, sanki günün birinde…”
Erdal Tosun 9 Nisan 1963-30 Kasım 2016 Erdal Tosun 9 Nisan 1963 yılında İstanbul da ünlü sinema ve tiyatro oyuncusu Necdet Tosun’un ilk çocuğu olarak dünyaya geldi. Henüz 12 yaşındayken babasını kaybeden Erdal Tosun Liseyi Beyoğlu Fındık lisesinde tamamladı. Üniversiteyi ise Mimar Sinan Devlet Konservatuvarında okudu.
Tosun 1981 yılında “Mine” filminde rol alarak sinema hayatına başlamıştır. 1985 yılında İstanbul Devlet Konservatuvarında oynayan Erdal Tosun daha sonra beraberinde ki 25-30 kişilik bir grupla Özel Tiyatro’yu kurdu. Zamanla Devlet Tiyatrosundan ayrıldı. Yılmaz Erdoğan’ın BKM ekibine katıldı. Bir Demet Tiyatro da canlandırdığı “Eyvah Necdet” karakteriyle kendini televizyon ekranında da kanıtladı. Erdal Tosun 30 Kasım 2016 yılında geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetmiştir. “Ne olmuş yani büyük adam olamadıysak, hayallerimizi satmadık ya.”
Erdal Tosun’un rol aldığı önemli yapımlar şöyledir: “Ölümsüz Aşk”, “Vizontele”, “Vizontele Tuuba” , “Gönül Yarası” , “Yarım Elma” , “G.O.R.A”, “Çalgı Çengi”, “Şipşak Anadolu” rol aldığı bazı dizi ve sinema filmleridir.
Gürdal Tosun 14 Mart 1967-30 Ağustos 2000 Gürdal Tosun namı diğer Tombalak Bakkal 14 Mart 1967 yılında İatanbul’da dünyaya geldi. Sinema ve tiyatro oyuncusu Necdet Tosunun oğludur. Abisi ise ünlü oyuncu Erdal Tosundur.
Gürdal Tosun üç yıl art arda konservatuvar sınavlarına girer fakat aşırı kiloları sebebi ile okula kabul edilmez. Gürdal Tosun sanat yaşamına Levent Kırca tiyatrosunda bilet satarak başlar. Azimle kilolarını veren Tosun Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Oyunculuk bölümünü kazanır. Okuldan 1990 yılında mezun olur. Bir süre Devlet tiyatrolarında çalışan Gürdal Tosun son olarak BKM ekibine katılmıştı. Bir Demet Tiyatroda ki Tombalak rolü ile aile geleneğini en iyi şekilde devam ettirdi.
2000 yılında böbrek yetmezliğinden hastaneye kaldırılan Gürdal Tosun 30 Ağustos 2000 yılında aramızdan ayrılmıştır. Abisi Erdal Tosun kardeşi ile arasında geçen son bir anıyı 2015’de Ot dergisinde şöyle anlatıyor: “Ben Vizontele çekimindeydim Van’da. Annem vardı yanımda. Bir gün Necati (Akpınar) beni kenara çekti; ‘Erdal, Gürdal dün biraz kötü olmuş’ dedi. Oturdum bir yere. ‘Yok şimdi iyi ama ben gene de gitmek istersin diye düşündüm’ dedi. Atladım gittim. İyiydi. Çok zayıfladığı için göbek derisi tam böbreği takacakları yere sarkıyordu. Baskı yapmasın diye orada bir yağ emme ameliyatı yapmışlar, bu yüzden dengeleri biraz şaşmış ama diyalize girince düzelmiş. Ertesi gün onu iyi görünce işimi bitirmek için Van’a geri döndüm. Dönerken de söz aldım. ‘Ben geleceğim, sakın ben olmadan ölme’ dedim. ‘Tamam’ dedi. Yorgundu ama alışıktık buna.
Tosun ailesinin sanat dolu yaşamları ne yazık ki kısa sürdü. Onlara doyamadık. Şimdi çıksalar sahneye hepsi bir oyundu deseler, ellerimiz kanayana kadar alkışlasak onları. Türk tiyatrosunun ve sinemasının Tosun ailesi şimdi cennette oyunlarını yazmış, sahnelerini kurmuş biz seyircilerini beklemektedirler. Buluşuncaya dek, huzurla yatın.
Kendimi ne kadar tanıyorum diye düşünürken kafamda bir pazar yeri kuruldu.
Seçmece olanlar; sevdiklerim, sevmediklerim…
Seç, beğen diye bağıranlar; nerde ne derim, bu olaya nasıl tepki veririm?
Korkularım…
İyi kilerim…
Keşkelerim…
Her resme mutlaka güneş ve bir çiçek çizermişim ya da sadece gökyüzü ama gece; ay ve yıldızlar… Havuç veya turp rendelerken aşırı endişeleniyormuşum.
Lambası kesik olan odanın ışığını her giriş çıkışta açıp kapatıyormuşum. Karanlığı kabullenemeyişim mi yoksa çoktan kabullendiğim için mi? Bilmiyorum. Alışkanlık diyip geçiyorum.
Kendi içimde savaşa hazırlanıyorsam veya kendimle zaman geçirmek istiyorsam kitaplığımı dökermişim.
Tanımadığım bir ses “Evet bu doğru” dedi. İrkildim.
O an kimlerin sesini ezbere bildiğimi düşünmeye başladım, geri döndüm. Tekrar aynı ses konuşmaya başladı.
– Gözlerinden hissettiklerini anlayabiliyordum, kitapları içimden parça parça alışında zihnindeki düşünceleri boşalttığını biliyordum. Bu kadar özenmenin sebebi yine düşüncelerindi. Asıl olan benim raflarım değil senin düşünce raflarındı. Kitapları yerleştirirken söz konusu hep zihnindi.
– Bilmiyorum.
– Seni tanıyorum, okuduğun kitapları okuyorum, altını çizdiğin cümleleri ezbere biliyorum. Kendini çok belli ediyorsun. Bitirdiğin kitaplarda görüyorum. Bu cümlenin altını çizmeliydi, diyorum. Dokunmamışsın. Birkaç kere okuduğundan eminim. Geçmişi yâd edip döndüğünü hatta dünlerinin eksiklerini yarınlarından çalarak kapatmaya çalıştığını biliyorum.
İnsanlar içinden ağlar, içinden gülerler. Bazen de içlerinden çıkamazlar. Oysa her şey çok basit. Ben burdayım hislerim içimde düşüncelerim yanımda diyebilmelisin. Sonra bazı çizgilerin cetvelle çizilmiş gibi yine düşünceli yine kendine dönmeye çalışıyor diyorum.
– Sadece geçmişten bir parçamı bulduğum cümleleri çizerken buluyorum kendimi. Ne çok detay var her anımda. Kendimi tanımlayamıyorum. Yarınlarıma tutunamıyorum. Bir değişim içindeyim, sanırım olması gereken de bu.
– Şöyle ki her an bir değişim her insan bir sebep. Konu ne uzunluk ne de derinlik… Öyle olsaydı eğer sayfalarca yazılmış mektuplar, defterler sahipsiz kalmazdı. Bunu sorun etmemelisin. Yarın buraya tekrar geldiğinde sesimi böyle duymayacaksın. Sen yine başladığım yere döndüm diye yakınacaksın belki ama seçtiğin yeni yollardan yürüyeceksin.
Kitaplığım sustu ben biraz odamda dolaştım. Sonra kafamın içine döndüm.
İşte burada geç fark ettiğim gerçeklerim.
Mesela yorulduğumda ayaklarım düz yolda taşlara takılmaya başlarmış benim. ( Bazı bilgileri kalbinize dokunan insanlardan da edinebilirsiniz. )
Derine doğru iniyorum; kendimi arıyorum kendime söyle(ye)mediklerim… Ne karanlık ve sisli…
Çok bilmiş biri şöyle demişti: “ Ne çok yol alıyoruz kendimize ulaşmak için kendime bu kadar yakınken, nasıl bu kadar da uzağım? ”
Kafamın içinden çıkamayacağım galiba.
Sessizliğini bozdu.
“Kendimi kaybedersem ilk nereye giderim?” diye sor kendine. Gün ışığına çıkmaya ihtiyacın var.
Çobanlarımda tüneyen kaval seslerine aşinayım yüzyıllardır Zulima; kızcağızım! Nehirlerimden akan ninnileri işit fakat uyuma olur mu? Buralarda uyku; gece ilişen hain bir poyrazdır…
Pencerelerimin takırtısı tütünümün dumanına sızıyor Örselenmiş bir kapı gıcırtısına kabartıyorum kulaklarımı Dışarısı kar Dışarısı kış Dışarısı kıyamet Böylesi günlerde olmaz insanda dirayet…
Sırtlanmış köylü; bir tomruğu yuvarlıyor gırtlağından aşağı Karın tokluğuna hemi de Bir baltaya sap oluyor en gencimiz Boynu dimdik ve sivri Bir kez daha anımsıyorum gençliğimi…
Terli bıyıklı çağımız ardımızdan koşturmakta Ellerimiz alabildiğine nasır Ne sevgi ne umut Alabildiğine kart ve kesif avuçlarımız Bir türkü çalınıyor radyodan…
Kaç çelengi devirdim bir bilsen Yine de gelmiyor razı Yine de dönmüyor devran Sırtımda bir ağrı Sürüklenmekteyim durmadan Zulima, kızcağızım! Bana binlerce soru sormuş ol tek bir soru sormadan…
Birazdan okuyacaklarınız sizi ürkütmesin. Bu yazı tamamen bir genç kızın örselenmiş duygularını, günden güne bir ölüye dönüşen bedenini, yaşama olan umutsuz penceresini anlatıyor. Bu defa masum bir genç kız anlatıyor, bizler ise büyük sükunetle onu dinliyoruz. Ortadoğu’nun üzerinde dolaşan kara bulutların ve kanatlı silahların yıktığı bir hayat hikayesi. Savaşların sebep olduğu binlerce parçalanmış hayat arasından yalnızca bir tanesi…
Nedir bizi diğer insanlardan ayrı kılan? Bunu nefes aldığım ilk andan itibaren sorgulamaya başladığımı düşünüyorum. Bence benim kaderime mahkûm edilmiş herkesin sorgulaması gereken bir soru bu…
Üç kardeşim vardı, eniştem ve ablam da bizimle yaşıyorlardı. Mutluyduk; tıpkı bu kanlı dünyada gülümsemeyi başarabilen diğer insanlar gibi… Tenime iğne battığında tıpkı diğer insanlar gibi acımı apaçık belli ediyordum. Bilebilir miydim, iğne acısına hasret kalacağım günlerin önümde olduğunu? Bilsem gözyaşı harcar mıydım, o an ki küçük iğne acısına…
Hayalim vardı. Ah, o karanlığın orta yerine yuva kurmuş, kaderimin hiçbir zaman bana reva görmediği imkânsız hayal. “İnsanlar yaşadıkça alışır acılara, Allah kimseye taşıyacağından ağır yük vermezmiş” derlerdi büyüklerimiz. Evet, hâlâ nefes aldığıma göre alıştım demek ki. Ama taşıyamıyorum, omuzlarım ağrıyor, yürüyemiyorum. Mesela geceleri uyuyamıyorum, kâbuslardan dolayı değil; kulağımı delip geçen kanlı gürültüler yüzünden!
Hemen yanımda bulunan çadırda bir kadın yaşıyor. Daha önce görmedim, tanımıyorum. Ama her gece onun sessiz hıçkırıklarına şahit oluyor, ellerimle sımsıkı ağzımı kapatıyorum; benim kirli hıçkırıklarım onu ürkütmesin diye…
Hayatım boyunca bir yatağa sahip olmadım. Annem ve ablamın elleriyle yaptığı bir döşeğim vardı. Yumuşacıktı, huzurla kapatırdım gözlerimi, rüyalar görürdüm süslü ve beyaz…
Kim olduğumu merak ediyor olmalısın. Kimliksiz, isimsiz bir yabancıyım ben. Bir hiçten ibaret, belki de karşılaşsak yüzüme dahi bakmayacağın bir hayalet… Boş ver, bilme kimliğimi. Ruhumu şerha şerha yakan bir kimliğin ne önemi var?
Her şey, uyuduğum o andan itibaren başlamıştı. Benim kanlı hikayemin yaşandığı o gece; babam, eniştem ve 13 yaşındaki erkek kardeşimi koparmışlardı bizden. Babam olmadan nasıl yaşayacaktık? Eniştem olmadan ablam tutunabilecek miydi hayata? Annem dayanabilir miydi, kardeşim ne yapacaktı ben olmadan? Eline tutuşturulan silahla kimleri vuracaktı böyle…
Kardeşim karanlıktan çok korkardı, nasıl sığınacaktı şimdi gecenin zifiri ve kanlı karanlığına? Köyümüzdeki tüm erkekleri toplamış, savaş dedikleri bir batağa sürüklemişlerdi. Bizi kimden koruyorlardı böyle, hiçbir şey bilmiyorduk!
Bir gece hayatım değişti… Benim kıyametimin başladığı ve ömrümün sonuna kadar devam edeceği o gece gelmişti en nihayetinde. Pek bir şey bırakmadım hafızamda; silik silik çığlıklar, boylu boyunca uzanan acıların film şeridi kaldı geriye.
Simsiyah giyinen, ellerinde kocaman tüfekleri olan bir grup zebani bastı köyümüzü. Evlerimizi tarayıp, bizi tek tek kopardılar yuvamızdan. En son, yerde yarı baygın bir şekilde burnumun feci bir halde sızladığını hatırlıyorum. O his, o koku, o hava hâlâ zihnimde ve anlattıkça hissediyorum; yeniden yaşıyorum sanki…
Bacaklarımı hissetmiyordum, sanırım acıdan uyuşmuş haldelerdi. Boğazımda öyle bir acı vardı ki yutkunmakta inanılmaz güçlük çekiyordum. Tükürüğümde kan tadı vardı, kan yutuyordum sanki. Sol gözüm kapalıydı ve açılmıyordu. Açamıyordum ağrıdan… Sonrası müthiş bir acı ve dudağımdan sessizce dökülen bir ‘ah…’
Hayatım aniden cehenneme döndü. Ailem yoktu artık, yapayalnız bir mahşerin en orta yerinde unutulmuş gibiydim. Artık hiçbir anlamı kalmamıştı yaşamanın, cesaret denen kudret bende de olsaydı şu an huzurla uyuyor olacaktım…
Masumiyetim, gençliğim, ailem, yurdum ve kimliğim… Hiçbir şey kalmamıştı elimde, bilmediğim bir yurdun bizler için ayrılmış soğuk ve ailemden uzak zemininde yaşama tutunmaktan ibaretti hayatım. Yabancıydım; kendime bile. Ağlamak mı? O ne kutsal bir mucizedir Allah’ın kullarına bahşettiği. Benim dökecek gözyaşım bile yoktu, onu da hak etmiyordum artık.
“Yemekler geldi!”
Benim hayatım bu sesten ibaretti. Bu sesin getirdiği ekmek ve su sayesinde nefes alıyor, sessiz ve zararsız bir şekilde ölümün gelip elimden tutmasını bekliyordum…
“Ve her şey bittiğinde, hatırlayacağımız şey; düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır.” (Aliya İzzetbegoviç)
Genç kız sayısız kez tecavüze uğramış fakat bunu dile getirememişti. Sustuk o an; dünya sustu, alem sustu… İnsan hayatının ne denli değersiz olduğunu, bir cana kıymanın yalnızca birkaç saniye olduğunu, hayvanların ve savunmasız insanların bu dünyada yeri olmadığını tekrar edip durdu. Bir insanın hayatını elinden almak bu kadar basit miyidi?
Bağırmaktan söz eden kim, fısıltı bile ağır geliyor. Elleriyle ağzını kapatır gibi kafasının içindekileri susturmaya çalışıyor.
Mutluyum diyip kenara koyduğu hatıraların bir faydası yok şimdi.
Bütün bünyesini ele geçirmeden kanından çıkarması lazım zehirden farksız düşünceleri.
Başka bir şey düşünmeye çalıştıkça inadına yenik düşüyor ve öncekine göre daha etkili zuhur edecek şekilde geri dönüyor kürkçü dükkanına.
Bu yenik düşmelere epey vakit harcadıktan sonra aklına gelen ilk şeyi yapmaya koyuluyor.
Arka arkaya dizilmiş plaklar arasından seçiyor rastgele birini, koyuyor gramafona; fayda yok.
Eline bir kitap alıyor, ara vermeksizin gözlerini bir sağa sola ciddi bir şekilde dans ettiriyor, fayda yok.
Hem aklı hem aklı dışı kulağını patlatacak cinsten.
İçinden defalarca, içine sığmayınca korkunç çığlıklarla ‘susun’ diye bağırıyor.
Gözleri kaç defa bu manzaraya şahit oluyor ki? Hayretler içinde yağmurunu bırakıyor.
Sırtını verebileceği kimse yok; rengi solmuş, beti benzi atmış, dökük kırıntılarını yanına sermiş duvardan başka.
Savaş da görmüş hatta siperini bir an olsun elinden bırakmadan savaşmış bu adam, şimdi ellerini yukarı dönük vaziyette yere teslim ediyor. Ayaklarını birbirinden ayrı, eğik şekilde açıyor. Kan ter içinde kalmış yüzü, verdiği savaşın en üst noktada olduğuna dair şüphe bırakmıyordu.
Son demler, merhamet etmiş olsa gerek. Yavaş yavaş indi o noktadan. Şimdi biraz daha sakindi.
Gürültülü bir mekandan çıkmış gibi kulakları uğulduyordu. Etrafına birkaç saniye boş boş baktı.
Sonunda oldukça büyük çaba harcayarak düşe kalka kendini doğrultmanın yolunu buldu.
İlk başta yalpalayarak ardından demin derdine ortak olan duvardan destek alarak temkinli minik adımlarla ışığı kapatmaya gitti.
Kaybolan aydınlık daha temkinli yürütüyordu kendisini. Korkuyla dolanan eli sonunda yatağı buldu. Uzanıp üstünü sıkıca örttü, elleri ayakları buz kesmişti.
Nesneleri algılama yeteneğimiz kadar günlük hayatımızı kolaylaştıran bir diğer önemli iki etmen de derinlik ve uzaklık algısıdır. Günlük hayatta bu iki kavramı sürekli değerlendiririz. Ağaçlık bir yerden geçerken uzaklık algımız ağaçlara çarpmaktan kaçınmamıza yardım ederken, yolda yağmur suyunun birikmiş olduğu bir çukuru görünce bunun atlayarak mı ya da basılarak mı geçeceğine karar vermek için de derinlik algımızı kullanırız. Önemli bir algısal olgu olarak, derinlik ve uzaklık algısı, nesneleri üç boyutlu ve değişken uzaklıklarda konumlanmış olarak tanıma yeteneğidir (Uba ve Huang, 1999; s.108). Nesnelerin uzaklık ve derinliğini belirlemek için hem tek gözümüze bağlı algısal ipuçlarını hem de iki göze bağlı algısal ipuçlarını kullanırız. Yeri gelmişken şuna değinmek istiyorum; iki göze bağlı ipuçlarını kullanan canlılar tek göze bağlı ipuçlarını kullananlara göre fiziksel üstünlüklere sahiptir. İki göze sahip olmak özellikle nesneler göreli olarak yakın oldukları zaman uzaklık ve derinlikle ilgili daha doğru kararlar vermemizi sağlarlar. Şimdi sırasıyla bu kavramları özetleyecek olursam “Tek göze bağlı ipuçlarından” başlamak istiyorum: Bu özellik sayesinde iki boyutlu kağıt üzerindeki resimde derinlik ve uzaklığı hissederiz. Bu ipuçları kısacası örtüşme, doğrusal perspektif, ufuk perspektifi, yükseklik ve dokunum ipucudur. Örtüşmede; bir cisim diğerinin kısmen önüne geçer veya onu kapatırsa arkada kalan nesne uzakta, onu örten ise daha yakında algılanır. Uzayan iki paralel çizginin ufukta bir noktada birleşiyormuş gibi görünmesi ise diğer bir uzaklık ve derinlik ipucu olan doğrusal perspektif ile ilgilidir. Ufuk perspektifini şu örnekle açıklamak mümkün aslında; açık bir günde dağlar, hatlarının bulanık olduğu sisli bir günden daha yakın görülür. Bir cismin yüksekliği de derinlik ipucu olarak hizmet eder; ufuk çizgisine bağlı olarak görsel alanda bir nesne ne kadar yüksekte durursa o nesne daha uzak olarak algılanır. Bu konu için bir diğer yararlı tek göze bağlı ipucu da dokunum ipucudur. Daha ayrıntısını görebildiğimiz nesneleri yakında, nesnelerin ayrıntılarının giderek silikleştiği ve kaybolduğu durumda nesneyi daha uzakta algılarız. Uzaklık artıkça, orijinal dokunumun nasıl olduğu ayırt edilemez olur. Bir sahilde çakıl taşlarının tam olarak seçildiği yerler yakın, gitgide sıklaştığı ve tek tek ayırt edilemez olduğu yerleri uzak algılarız. Yukarıda ele aldığım konular sadece tek gözün faaliyetine bağlıdır. At, eşek ve balık gibi pek çok hayvan sadece bu ipucunu kullanır. Bu canlılarda iki göz olmasına rağmen gözler yanlarda ve birbirinden baya ayrık mesafede olduğu için iki görsel alan örtüşmez. İnsanlar ve maymunlar ile aslan, kaplan ve kurt gibi pek çok avcı hayvanın bu hayvanlara göre fiziksel üstünlükleri vardır. Her iki göz başın önünde yer aldığı için, görsel alanlar örtüşür. Stereoskopik görme uzaklık ve derinlik algısını daha doğru yapan iki retinal görüntünün birleşmesinden ortaya çıkar. Gözlerimiz yaklaşık olarak birbirinden birkaç cm uzakta olduğu için, her bir göz nesnelerin oldukça farklı bir görüntüsüne sahiptir. Sol taraftaki gözümüz nesnelerin sol tarafı hakkında daha ayrıntılı bilgi sağlarken sağ taraftaki gözümüz de nesnelerin sağ tarafı ile ilgili ayrıntılı bilgi sağlar. Bu farka retinal ayrılık denir. İki göze bağlı ipuçlarından biri, gözlerin kavuşmasını kontrol eden kaslardan gelir. Bize çok yakın nesnelere baktığımız zaman gözlerimiz daha içe ve birbirine doğru dönerek kavuşma eğilimi gösterir. Mesela bir kalemi burnumuzun hemen ucuna alıp bakarsak görüntü çok yakın olacağı için gözler birbirine kavuşur ve tek bir görüntü alır. Bunu deneyerek görebiliriz. Bu konu hakkında son olarak değinmek istediğim bir diğer şey ise sesin hangi taraftan geldiğidir. Nasıl ki görsel derinlik ve uzaklığı sağlamak için tek ve iki göze bağlı ipuçlarından yararlanıyorsak, sesin kaynağını belirlemek için de tek ve iki kulağa bağlı ipuçlarını kullanırız. Tek kulağa bağlı ipuçlarından birinde sesin yüksekliğindeki değişiklikler uzaklıktaki değişikliklere aktarılarak, yüksek sesler kısık seslerden daha yakın olarak algılanır. İki kulağa bağlı ipuçları ise başın bir tarafına uzakta olan sesler bu kulağa, diğerine göre biraz daha geç ulaşır ilkesine göre çalışır. Beyin iki kulağa ulaşan ses dalgaları arasındaki farkı işler ve bunu sesin kaynağı ve yeri ile ilgili doğru kararları vermek için kullanır. Pek çok insan var ki görme eksikliklerini sesleri algılama yeteneklerini keskinleştirerek kapatırlar.
Altı üstü bir ayrılık işte! Bu hikayeye en fazla tek bir son yazılabilir Züleyha!
Sokakların pasağını işitiyor musun? Sabahında alnına konan güneşi peki? Andım olsun sessizlik içeceğim kana kana Ve seni bir miktardan çok seveceğim Andım olsun seni seveceğim Züleyha! Andım olsun, kir bulaştırmayacağım Ama bu hikayenin sonu mutlu olmayacak asla!
Altı üstü bir türkü işte! Bu hikayenin bu kadar can yakacağını bilemezdim Züleyha!
Üşümüş ellerimi yalpalıyorum artık Artık ne ayaz bana ne yürek burkan kış Ben üşümüyorum Züleyha Ben artık üşüşüyorum sana Beni yedi kat yorgana pakla!
Bilmez misin şu rüzgarın tınısını? Ben bilmezdim bu hikayeyi dinleyene kadar Züleyha!
Elbet sıkıştırırım cigaramı dudağımın kenarına Gitmem lakin Yakışmıyor anla Oturmuyor üzerime Durmuyor bende Göğsümün çeperini sınamışım Parklarımda iyimser bir gül Gecelerce tedirgin dolanmışım Züleyha! Kaç ah sıkıştıracağım bir şiire daha?
Yarı bahtsız bedeviyim Boğazımda gıcırdayan acı bir hicran Tırnaklarım akşamüzeri batıp durmakta Ben kelam edemem Züleyha Ses tellerim ancak adınla çalkalanmakta Ki adın adımın ahıdır yalnızca
Vay be! Kalem oynatamamak da varmış bu hikayede Öyleyse neden hala yazmakta ısrar edip dururum? Züleyha? Ne olur bir anlama sığınmamı sağla!
Sıyırmışım perdemi, aklımı da bilakis Beklerim ki beklemek cabasıdır bu hikayenin En can alıcı noktasıdır Züleyha! Neredeysen söyle can özüm Şair olup seni de aldırayım yanıma
Ah Züleyha ah! Kaç gecedir aklımda bu melun hikaye Kaç gecedir soysuzum, sopsuz Meteliksizim kaç gecedir Atacak kurşunum yok Kendimi atmışım sokaklara Susmuşum, kusmuş Pusmuşum sana Usmuşum aklına Lakin neden hala yamayım yamacına?
Sök at öyleyse aklından beni Sıyır dibini bu aşkın Tükür böyle hikayenin içine Fakat bırakma beni kendi halime Bırakma beni sensiz Ellerinsiz Bırakma beni ansızın nefessiz Bakma be öyle sessiz sessiz İnsan bir türlü olamıyor işte hikayesiz.
Züleyha! Kıpırdan be üzgün melek! Bir çıt etsen yerle yeksan edeceğim dünyayı Bir kırpıversen kanat kanat kirpiklerini Dile gelecek bileğim Bir can bulup koyuvereceğim yerine Koy vereceğim kendimi de artık!
Daha ne edeyim de Allah aşkına? Ne ettiysem gitmedi işim rast Pas attık şut gelmedi Gol ulan be artık dedik ofsayt düdükleri zangırdadı tepemizde Taç dedik aut deyip tezahürat ettiler Futbol canımızdır dedik Demirsporluyuz! Allah’ına kafa tutarız dedik Avuç avuç gol yedirdiler bize Ama bak dinmedi içimizdeki şampiyonluk umutları Sana olan inancım gibi.
Altı üstü bir şiir işte! Bizim gibilerin hikayesi yakışmaz ki hiçbir şiire! Ama işte Züleyha, umut ediyor insan yine de…
Son yılların en vahim krizini yaşıyoruz; mülteciler.. Suriye’de ki savaş 2011’den bu yana devam ediyor ve büyük savaşın en ağır bedelini ödeyen kesim çocuklar oluyor. Mülteci olarak yerleştikleri yerlerde; eğitimleri, duygusal sağlıkları, hayatları ve yaşama arzuları hepsi birer sömürülen krizdir. Yaşadıkları durumlar karşısında daha iyi bir yaşam için göç etme yolları arıyorlar. Ülkemizde yaklaşık 4 milyonu aşkın Suriyeli mültecilerin 1.74 milyonu çocuk…Fakat yaşanan bu göç sırasında UNICEF’in tahminlerine göre bu yılın başından bu yana;
“400’den fazla çocuk yolculuk sırasında yaşamını yitirdi. Binlerce çocuk da istismar, sömürü, kölelik ve bir yere kapatılma gibi olumsuzluklarla karşılaştı“
Bunların sonucunda mülteci (göçmen) çocukların sömürü ve şiddetten korunması için güçlü ve kapsayıcı çocuk koruma sistemlerine yatırım yapılması, her çocuğun eğitim ve sağlık uygulamalarının içinde tutmak; izlenme, gözaltına alınma ya da sınır dışı edilme korkusu olmadan adalete ve barınma imkânlarına erişim sağlamak üzere göçmen çocuklar için okul sağlık merkezleri açılması, göçle ilgili yasaların uygulanmasıyla kamu hizmetlerinin birbirinden ayrılması gerekmektedir. Bunların uygulanması dahilinde çocukları koruyarak ve onlara hukuksal statü kazandırılarak ailelerin bir arada tutulmasına yol açabiliriz
“Beni isterseniz dövün ama bırakın istediğim gibi güleyim” Kemal Sunal
11 Kasım 1944 yılında İstanbul Küçükpazar semtinde dünyaya gelmiştir. Kemal Sunal’ın annesi Saime Sunal, babası ise Mustafa Sunal’dır. Aslen Malatyalı olan Kemal Sunal’ın iki kardeşi vardır: Cemil Sunal ve Cengiz Sunal. İlkokulu Mimar Sinan ilk okulunda okuyan Kemal Sunal liseyi o yıl meşhur Vefa Lisesinde okumuştur. Çünkü o yılarda lisede tiyatro kulübü vardı. Kemal Sunal’ın oyunculuk aşkı o zaman başlamıştır. Sessiz ve sakin bir yapıya sahip olan Kemal Sunal aynı zamanda çok iyi bir gözlemci ve her gördüğünü çok iyi taklit yapan birisiydi. Kemal Sunal’ın Vefa Lisesi’nde ilk yılları parlak değildir, ilk yıl sınıfta kalmıştır. Okulun tiyatro kadrosunda olduğu için çok tanınır ve yılları çok iyi bir şekilde geçer ama derslerinde başarılı değildir. Derslerini ya kopya çekerek geçerdi yada hocalarla konuşarak geçerdi. Hababam Sınıfı’ndaki gibi gerçek hayatta da kopya çekmiştir.
Okulun felsefe öğretmeni Belkıs Balkır Kemal Sunal’ın yeteneğini görür ve Müşfik Kenter’le tanıştırır. Kenter Tiyatrosu’nda küçük roller oynamaya başlar. İlk oyunculuğu küçük bir tiyatro merkezinde başlar. Kemal Sunal, Ayfer Feray ve Devekuşu Kabare tiyatrosunda oynamıştır. Devekuşu Tiyatrosu Kemal Sunal için dönüm noktası olmuştur. Zeki Alasya, Metin Akpınar gibi ünlü oyuncuların yanında oynamaya başlamıştır. Gelen müşterilerin çoğu Kemal Sunalı görünce gülmekten kendini alamamışlardır.
Bir gün ünlü yönetmen Ertem Eğilmez oyunu izler ve ondaki ışığı fark eder. Bir filmde oynatmak için Kemal Sunal’ı sete davet eder. Kemal Sunal’ın ilk filmi 1972 yılında çekilen Tatlı Dilim’dir. Seyircinin ve yönetmenin ilgisini alan Kemal Sunal için çok iyi bir hayat onu bekliyordur. Canım Kardeşim adlı filmde oynar ve çok kısa bir rolü olmasına rağmen yine de seyircilerin beğenisini toplar. Ertem Eğilmez’in bir sonraki filmi olan Mavi Boncuk’ta oynamıştır. Buradaki herkes eşit rollere sahiptir. En çok Kemal Sunal seyircilerin karşısında olmuştur. Ünlü oyuncuların da olduğu Metin Akpınar, Tarık Akan, Emel Sayın, Adile Naşit ve Zeki Alasya’nın da bulunduğu filmde oynamıştır.
Kemal Sunal Türk sinema tarihinde en iyi komedyen oyuncusu olarak gösterilmektedir. Türk sinemasında İnek Şaban tiplemesi olmak üzere canlandırdığı birçok tiple sevenlerinin beğenisini kazanan ve insanları güldürürken düşündüren Kemal Sunal, yediden yetmişe herkesin sevgisini taşıyan bir sanatçı olarak anılmaktadır. Kemal Sunal komedi filmlerinde rol almasının yanı sıra bazı dramalarda da oynamıştır.
1944 yılında İstanbul’da doğan Kemal Sunal Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesini bitirmiştir. 1977 yılında Antalya Film Festivali’nde en başarılı erkek oyuncu ödülü alan Kemal Sunal değişik tiplemeleri ve Türk sinemasındaki komedi oyunculuğuna yeni bir soluk getirmesi ile Yeşilçam da taht kurmuştur. Yeşilçam’ın ünlü komedyenlerinden olan Kemal Sunal ayrıca Hababam Sınıfı serisi ile akıllarda kalmayı başarmıştır. Birçok filmde rol almış olduğu halk kahramanı tiplemesiyle haksızlıklara karşı mücadele eden ve güldürücü bir üslupla rolünü tamamlayan Kemal Sunal 1974 yılında Gül Sunal ile evlenerek Ali Sunal ve Ezo Sunal adlı iki çocuğa sahip olmuştur.
KEMAL SUNAL’IN ÖLÜMÜ
3 Temmuz 2000 tarihinde Balalayka adlı filmin çekimlerine başlamak için Trabzon’a gitmek üzere bindiği uçakta kalkıştan hemen önce geçirdiği kalp krizi sonucu hayata gözlerini yummuştur.
Doğduğu günden bugüne kadar güldüren insan, hayatı boyunca sadece bir kez tüm dünyayı yasa boğdu… Rahmetle Anıyoruz Güzel İnsan
Bir millet savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür. Mustafa Kemal Atatürk
Rönesans deyince herkesin aklına ilk olarak Orta Çağ ve reform hareketleri gelir. Ancak, rönesans yeniden doğuş manasına gelir. Cumhuriyet ile küllerinden doğan Türk milletinin rönesansı da Köy Enstitüleri’nin kurulması olarak görülür.
Köy enstitüleri, tam 80 yıl önce bugün, 17 Nisan 1940’ta 3803 sayılı yasa ile resmi olarak açılmıştır. Genç cumhuriyetin palazlanması için eğitim alanında çok çalışan Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ve İsmail Tonguç’un çalışmaları sonucu açılan köy enstitüleri Anadolu’yu, irfan ordusuyla doldurma projesidir.
“Size sesleniyorum… Unutmayın ki: En büyük savaş, cehalete ve gericiliğe karşı yapılan savaştır.”
Başöğretmen Mustafa Kemal Atatürk, uzun yıllar süren kurtuluş mücadelesinin harp meydanlarında kazanılan zaferler ile bitmediğini söyler. Milli eğitime çok önem veren Atatürk muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkma hedefinin ulusal bir eğitim programı neticesinde mümkün olabileceğini her fırsatta vurgulamıştır. 15 Temmuz 1921’de toplanan Maarif Kongresi için cepheden gelen Atatürk, burada eğitimin önemini vurgulayan çok önemli bir konuşma yapmıştır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında okuma yazma oranı tüm yurtta yüzde 5’i geçmiyordu. Bunun yanında nüfusun yüzde 80’i köylerde yaşıyordu. Atatürk; “Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür.” diyordu ancak 40000 köyün yaklaşık 37000’inde ilkel tarım haricinde hiçbir şey yoktu. Bu sebeple kalkınmanın ve gelişimin köylerden başlaması gerektiği fikri doğdu. Çünkü eğitim alan, kendi kendini eğitebilen bir köylü demek tüm ülkenin gelişiminin hızlanması demektir.
Gelişimin temelden başlaması ve üretimin eğitimle harmanlanması için köy okullarına büyük önem verildi. Bu düşüncenin ilk meyveleri 1928’de açılan köy öğretmen okulları oldu ancak bu projeden istenen sonuç elde edilemedi. Sonrasında atılan eğitmenlik adımı ise bizzat Atatürk’ün fikriydi. Askerliğini çavuş olarak yapanlar, Atatürk’ün “Mekteb-i asli kıtadır.” dediği kışlalarda aldıkları eğitimin üstüne gördükleri 6 aylık kurs ile eğitmen olmaya hak kazandılar. Bu eğitmenler de okulsuz köylere gönderilerek eğitimin her noktaya yayılması hedeflendi. Böylece köy öğretmen okullarının yerini köy eğitmen kursları aldı. İlk köy eğitmen kursları 1936’da Eskişehir Mahmudiye’de açıldı. Böylece köy enstitülerine giden yol iyice olgunlaşmış oldu.
Köy Enstitüleri
Köy enstitülerinin fikir babası, cumhuriyetin ilk yıllarında Atatürk’ün davetiyle yurda gelen eğitimciler ve özellikle bu eğitimciler arasından John Dewey gibi görünüyor. John Dewey güzel bir inceleme yaparak Türk eğitim sistemi hakkında detaylı bir rapor sunmuştur. Bu raporda dile getirilen önerilerden faydalanılmış olsa da köy enstitülerinin tamamen bu rapordan doğduğunu söylemek o dönemin yöneticilerine haksızlık olur.
“Hasan Âli Yücel“
Köy enstitüleri, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ve dönemin İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un büyük çabaları sonucunda ortaya çıktı. Tonguç’un “Enstitü öğrencisi iş yaşamı içinde, iş aracılığıyla iş için eğitilir.” düşüncesi, eğitimin temelini oluşturdu. Köy enstitülerinde köylerde yaşayan, ilkokul mezunu çocukların enstitüde tekrar eğitim görüp köyüne dönerek öğretmenlik yapması amaçlandı.
“İsmail Hakkı Tonguç“
Özverili çalışmalarla oluşturulan yasa tasarısı 17 Nisan 1940’ta, “ziraat işlerine elverişli bulunan yerlerde, köy öğretmeni ve köye yarayan diğer meslek erbabını yetiştirmek” amacıyla Hasan Âli Yücel tarafından meclise sunuldu.
Yapılan her devrime ve yeniliğe karşı olduğu gibi Köy Enstitüleri’nin kurulmasına da karşı çıkanlar oldu ancak tasarı meclisten geçerek yasalaştı. Köy Enstitüleri şehirlerden uzak, geniş tarım arazisine sahip ve ulaşımı kolay olması açısından tren yollarına yakın 21 bölgede kuruldu.
Köy enstitüleri ve kurulduğu iller şu şekildedir:
– Akçadağ, Malatya (1940) – Akpınar-Ladik, Samsun (1940) – Aksu, Antalya (1940) – Arifiye, Sakarya (1940) – Beşikdüzü, Trabzon (1940) – Cılavuz, Kars (1940) – Çifteler, Eskişehir (1939) – Dicle, Diyarbakır (1944) – Düziçi, Adana (1940) – Erciş, Van (1948) – Gölköy, Kastamonu (1939) – Gönen, Isparta (1940) – Hasanoğlan, Ankara (1941) – İvriz, Konya (1941) – Kepirtepe, Kırklareli (1939) – Kızılçullu, İzmir (1939) – Ortaklar, Aydın (1944) – Pamukpınar, Sivas (1941) – Pazarören, Kayseri (1940) – Pulur, Erzurum (1942) – Savaştepe, Balıkesir (1940)
Köy Enstitüleri Neler Kazandırdı?
Köy Enstitülerinde sadece güncel dersler verilmiyordu. Her enstitünün kendine ait tarlası, bağı, besi hayvanları, arı kovanları ve çeşitli mesleklerin atölyeleri vardı. Örgün eğitim ile uygulamalı eğitim beraber görülüyordu. Bu enstitülerde yetişenler gittikleri yörelere modern tarım tekniklerini götürerek verimin artırılmasını, o yörede bulunmayan ürünleri tanıtarak ürün çeşitliliği sağlanmasını sağladılar. İş için, iş içinde eğitim felsefesi ile yetişen öğrenciler mezun olup köylerine döndüklerinde, köy okulunu yapacak kadar inşaat bilgisine sahip, çevresine öğretecek kadar sağlıkçı, duvarcı, demirci, terzi, balıkçı, marangozluk gibi meslek bilgilerine de sahip oluyorlardı. Hasanoğlan Köy Enstitüsü, diğer enstitülerden mezun olan öğrenciler tarafından inşa edilmiştir.
“Akpınar Köy Enstitüsü“
Köy Enstitüleri öğrencilerini, sadece okul dersleri, ziraat, hayvancılık ve inşaat gibi uygulamalı alanlarda yetiştirmiyordu. Dönemin en sosyal, laik ve çağdaş okullarıyla eşdeğer kültür, sanat eğitimleri alan öğrenciler, okul içindeki faaliyetlerinde birçok sanat dalında ürünlerini sergiliyorlardı. Enstitülerde yetişen aydın nesil mezun olurken en az bir enstrüman çalmayı öğrenmiş olurlardı. Âşık Veysel de öğrencilere bağlama dersi veren öğretmenlerdendi. Öğrenciler sadece bağlama değil mandolin, piyano, keman, davul ve akordeon gibi çeşitli enstrümanları da öğreniyorlardı.
“Çifteler Köy Enstitüsü“
Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel dünya klasiklerini Türkçeye tercüme ettirmişti. Köy enstitüsü öğrencileri de her yıl 25 tane klasik roman okuyor, entelektüel birikimlerini artırıyorlardı.
Köy enstitülerinde 5 yıl eğitim alan öğrencilerin ders dağılımlarına bakıldığında nasıl bir eğitim verildiği anlaşılmaktadır. 5 yıllık süreç içerisinde teknik derslere ve ziraat derslerine 58 hafta ayrılmışken, kültür derslerine 114 haftalık süre ayrılmıştır.
Cumhuriyet daha ilk yıllarında temelden başladığı bu eğitim politikası ile bir münevver nesil yetiştiriyordu. Köy Enstitülerinin açıldığı 1940 yılında 1946 yılına kadar; 15.000 dönüm tarla tarıma elverişli hale getirildi ve buralarda üretime başlandı. 750.000 fidan dikilirken, 1.200 dönüm bağ oluşturuldu. Tarım yapılan yerlere çekilen sulama kanalları öğrenciler tarafından oluşturuldu. Aynı dönemde 150 büyük inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 12 elektrik santrali, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 3 balıkhane ve 100 km yol yapıldı. Hasanoğlan Köy Enstitüsü matbaaya sahipti. Bu matbaada basılan Köy Enstitüleri Dergisi, İş Eğitimi Sözlüğü, diğer okullara dağıtılan ipekçilik, tohum ıslahı, bitki, böcek ve taş koleksiyonları, halk öyküleri toplama yöntemleri, yabancı dil öğrenme yöntemleri, çocuk bakımı gibi kitapçıklar vardı.
Köy Enstitüleri Neden Kapatıldı?
Köy enstitüleri yazar Sinan Meydan’ın deyimiyle “düşünen, sorgulayan, araştıran, eleştiren, üreten, paylaşan, dayanışan, yaratıcı, özgüvenli, kadın-erkek eşitliğine inanan, ırkçılığa, dinciliğe, mezhepçiliğe karşı, ötekine saygılı, öz kültüründen beslenen özgür bireyler yetiştiriyordu.” Bu sebeple daha kurulurken çıkan karşıt sesler gün geçtikçe yükseldi. 1946’da Hasan Âli Yücel bakanlıktan, İsmail Hakkı Tonguç ise müdürlükten ayrıldı. Onlarla başlayana bu serüven onlardan sonra sekteye uğradı.
1945 yılında Sovyetler Birliği, ülkemizin bazı yerlerinde askeri üsler kurmak istediğini bildirdi. Milli Şef İsmet İnönü’de durumu ABD ile görüşerek destek istedi. Soğuk savaş döneminde olan Sovyetler Birliği ve ABD birbirine karşı hamleler yapma peşindeydi. Bu sebeple İnönü’nün destek talebini kabul eden ABD, Truman Doktrini ile yardım planı çıkardı. ABD Türkiye’den, maddi yardımlarının karşılığında komünist rejimi andıran uygulamaların kaldırılmasını istedi. Kabul edilen isteklerinden biri de köy enstitülerinin kapatılması idi.
İlk aşamada şekli değiştirilen enstitüler köy öğretmen okullarına çevrildi. Ülkedeki siyasi değişimler eski politikalara eleştirileri artırınca köy öğretmen okullarına dönüşen köy enstitüleri 27 Ocak 1954’te açıldığı gibi yasa ile kapatıldı.
Sabahattin Eyüboğlu “Köy enstitülerini halk adına aydınlar kurdu, halk adına aydınlar kapattı.” diyor. Ancak, eğitimin yeşerttiği tarlalardan geleceği aydınlatan yıldızları toplamak mı aydınların işi, yoksa bu irfan yuvalarına kilit vurup geleceği, yani bugünleri karartmak mı aydın işi tartışılır.
Köy Enstitülerinin kuruluşunun üstünden 80 yıl geçmesine rağmen yetiştirdiği münevver nesil parmakla gösterilip, çevresini aydınlatmaya devam ediyor.
Bu ülkenin topraklarına bilim tohumu atan, geleceğe ve yükselişe inanmış tüm aydınların ruhu şad olsun. Çağdaş eğitim bayrağını devralıp aynı inançla gençliğe ve geleceğe yatırım yapanlar var olsun.
Ayrıca, engin bilgi birikimlerini ve arşivlerini esirgemeyen değerli büyüklerim Bedriye Aksakal, İncila Çalışkan, Haldun Cezayirlioğlu ve Erkan Akbalık‘a şükranlarımı sunarım.