30.1 C
İstanbul
Pazar, Ağustos 3, 2025

Covid -19 & Diğerleri

Aslında son aylarda sıkça duyduğumuz bir kelime ‘‘bulaşıcı hastalık’’ . Peki bu bulaşıcı hastalık hayatımızda yeni mi ortaya çıktı? Tabi ki hayır. Bulaşıcı hastalıklar insanlık tarihinin başından bu yana vardı. Hatta tarih kitaplarında bile sıkça karşımıza çıkar: “Türklerin İslamiyet Öncesi dönemde göçebe yaşamasının sebeplerinden biridir bulaşıcı hastalıklar.”

Bulaşıcı hastalıklar ne demektir?

Bulaşıcı hastalıklar mikroorganizma denen çok küçük canlıların neden oldukları hastalıklardır. Bu canlıların bir kısmı normalde vücut içerisinde bağırsak gibi belirli organlarda bulunmasına rağmen farklı organ ve dokulara geçtiğinde hastalık oluşturabilir. Bazı mikroorganizmalar ise toprakta veya başka kaynakta bulunup insanlara bulaştığı takdirde hastalığa neden olur.

Bulaşıcı hastalıklara neler neden olur?

Bulaşıcı hastalıklara farklı mikroorganizmalar neden olabilir. Bunlar; bakteriler, virüsler, mantarlar, parazitler vb. olabilir.

  • Bakteriler: Bu tek hücreli organizmalar boğaz, idrar yolu enfeksiyonları ve tüberküloz gibi hastalıklardan sorumludur.
  • Virüsler: Bakterilerden çok daha küçük canlılardır. Virüsler soğuk algınlığından AIDS’e kadar çok sayıda hastalığa neden olur.
  • Mantarlar: Saçkıran ve sporcu ayağı gibi birçok cilt hastalığına mantarlar neden olur. Ayrıca mantarlar genital bölgeyi de etkileyebilir. Farklı mantar türleri akciğer veya sinir sistemine bulaşarak hastalığa neden olabilir.
  • Parazitler: Hayvan dışkısından ya da sivrisinek ısırığı gibi bir böcek ısırığından parazit bulaşabilir. Sıtma, parazitlerden kaynaklanan ve en çok bilinen hastalıklardan biridir. 

Bulaşıcı hastalıklar nasıl bulaşır?

Eski zamanlarda bulaşıcı hastalıklar bölgesel olarak görülmekteydi ki bunun büyük bir nedeni insanların seyahat etmemesi olmuştur. ‘‘Virüs gezmez, gezen insandır.’’ dediğimiz gibi, bir hastalığın yayılmasına neden olan en büyük etkendir insan. Bazı hastalıklar ise böcekler veya diğer hayvanlar tarafından bulaşır. Ayrıca, bozulmuş yiyecekler veya kirli su kaynakları da bulaşıcı hastalıklara sebebiyet verebilir.

Şimdi ayrı ayrı son zamanlarda ülkemiz ve dünyada da etkisini sürdürmekte olan Covid-19 ve sıkça duyduğumuz bazı bulaşıcı hastalıklara göz atalım.

Covid-19 nedir? Nasıl bulaşır? Korunma yolları nelerdir?

İlk defa 2019 Aralık ayında Çin’de görülen bu virüs, zamanında önlem alınamaması ve insanların bilinçsizce hareketleri sonucu kısa zamanda tüm dünyayı etkisi altına almış bulunmaktadır.

İnsan vücuduna girdikten sonra akciğerlerde kendisine yer edinen bu virüs, insanın doğası gereği yaşamını sürdürmesi için alması gereken oksijen miktarını kısıtlamakta ve hatta nefes almayı bile engellemektedir.

Damlacık yolu ile bulaşan bu virüs uzun süre ortamda kalabilmekte ve bazı araştırmalara göre günlerce dış ortamda canlı kalabilmektedir.

Peki, bu virüsten nasıl korunabiliriz?  Maalesef en önemli sorunumuz da bu noktada başlıyor. Gerek korunma maliyetleri gerekse bana bir şey olmaz gibi düşünceler, bu ve buna benzer hastalıkların artmasına neden olmaktadır. Oysa en azından bir maske, insanlar ile aramıza koyacağımız sosyal mesafe ve sık sık el temizliğimize dikkat etmek bu virüsten korunmanın kişisel olarak en basit yollarıdır.

İnfluenza nedir? Nasıl bulaşır? Korunma yolları nelerdir?

Yaygın olarak ‘‘grip’olarak adlandırılır ve her yıl yaklaşık dünya nüfusunun %40’ı bu hastalığa yakalanır, yaklaşık 500 bin ölüm gerçekleşir. Solunum yolu ile bulaşan bu hastalık tıpkı covid-19 gibi solunum yollarını etkilemekte ama covid-19 kadar büyük hasara yol açmamaktadır.

Temas ve damlacık ile bulaşan bu virüsten korunmanın yolları da sık temizlik ve bağışıklık sistemimizi güçlendirecek gıdalar tüketmektir.

AIDS nedir? Nasıl bulaşır? Korunma yolları nelerdir?

Aids, çağımızın bir diğer en ölümcül hastalıklarından birisidir. Hastanın bağışıklık sisteminin çökmesine neden olur ve soğuk algınlığı gibi en kolay atlatılabilen hastalıkların bile en ağır şekilde geçirilmesine ve hatta ölüm ile sonuçlanmasına neden olabilmektedir.

Hastalık kan ve cinsel yol ile bulaşmaktadır.

Hastalıktan korunmanın en etkili yolu ise virüslü kişilerin vücut sıvıları ile temas etmemek için önlem almaktır.

Hepatit-B nedir? Nasıl bulaşır? Korunma yolları nelerdir?

Hepatit-B, karaciğerde iltihaplanmaya ve siroza neden olan viral bir hastalıktır. Vücudun kendi bağışıklık sisteminin yol açtığı hasarın bir sonucu olarak, aşırı alkol tüketimi veya ilaçların yan etkileri sonucu da görülebilir.

Bulaşma olarak en tehlikeli hastalıklar arasındadır. İnsan vücudundan çıkan tüm sıvılar ile bulaşabilir. Bu hastaların ter damlacıklarından bile korunmak gerekir.

Sıtma nedir? Nasıl bulaşır? Korunma yolları nelerdir?

Sivrisinekler ile taşınan bu parazitlerin bazı türleri öldürücü etki yaratmaktadır.

İnsan kanı ile beslenen sivrisinekler tarafından, hasta veya paraziti taşıyan insandan alınarak sağlıklı insanlara taşınır ve onlarda hastalanır. Ve bu parazitler yüzünden her yıl binlerce insan hayatını kaybetmektedir.

Bu hastalıktan korunmanın en kolay yolu ise sivrisineklerin yaşamayı sevdiği, yaşam alanları çevresindeki bataklık ve sazlık yerlerin kurutulması ile olur.

‘‘HASTALIKLARDAN UZAK, SAĞLICAKLA KALIN…’’

Sherlock Holmes’un Zihin Sarayı

Antik Yunan ve Roma medeniyetlerinde senatörler tarafından konuşmaları ezberlemek için kullanılan ve günümüze kadar gelmiş bir teknik olan mekan metodu (method of loci), çoğu kişinin hayatına Sherlock Holmes’un zihin sarayı (mind palace) ile birlikte girdi. Ünlü seri katil Hannibal Lecter, hasta kayıtlarını aklında tutabilmek için hatıralarını görüntülerle birlikte hafızasına kaydediyordu. Sekiz kez dünya hafıza şampiyonu olan Dominic O`Brien 2808 iskambil kâğıdını ezberlerken de zihin sarayından yararlandı.

Bu metodu, algıladığımız şeyleri zamanla unutan beynimize uygun çağrışımlar yaparak tekrar hatırlamak ve hafızamızda kalıcı olmasını sağlamak için kullanırız. Dil öğrenmek, sunuma hazırlanmak gibi hafızamızı aktif kullanmamızı gerektiren birçok aktiviteyi gerçekleştirirken bu yöntemden yararlanmak mümkün. Peki bu yöntemde uygun çağrışımları adım adım nasıl yaparız?

1- Kendinize bir mekân seçin!

Seçilen mekân kişinin kendine ait tercihidir; eviniz, odanız, ofisiniz, kütüphaneniz her yer olabilir. Ancak detaylarıyla aklınıza kazınmış bir mekan hafızanızda daha çabuk yer edinir ve bu detaylarla daha çok çağrışım yapabilirsiniz. Metoda ‘saray’ denmesinin nedenlerinden biri de, çok odalı, gösterişli ve detaylarıyla dikkat çekici bir yer olması sayesinde çağrışım yapmayı kolaylaştırmasıdır.

2- Mekânı iyi analiz edin!

Mekândaki yolu siz belirleyeceksiniz. Örneğin, mekan olarak evinizi seçtiniz. Eve girişte paspas, gümüş desenli bir ayna, desenli bir anahtarlık, altın kaplama şamdan vs. şeklinde nesneleri ayırt edici özellikleriyle birlikte hafızanıza kaydedip bir yol çizin. Ayrıntı ne kadar çok olursa hatırlamanız da o kadar kolay olacaktır. Bu yüzden çizdiğiniz yoldaki her istasyonu tüm ölçüleriyle düşünün. Bu yol sizin yolunuz olduğu için sırasını da siz belirleyecek ve hafızanıza yerleştireceksiniz.

3- Mekânın içini doldurun!

Burada nesnelerle hatırlamak istediğiniz bilgi arasında bir bağ kuracaksınız. Görsellendirmek sizin elinizde. Benzetmeler, renklendirmeler, tüm duyu organlarıyla ilişkilendirmeler yapacaksınız. Her sembole bir ruh inşa ederek anımsamayı kolaylaştıracaksınız. Birbirine yakın özellikte bilgi ve nesneleri zihninizde bağdaştırmak çok daha kolay olacaktır. Hikayelendirme tamamen sizin elinizde!

4- Mekânınızı sık sık ziyaret edin!

Sürekli gitmediğiniz yeri bir süre sonra unutursunuz ve zihniniz tozlanır. Bu yüzden sık sık ziyaret etmekte ve zihninizi tozlarından arındırmakta fayda var. Kendinize yeni bir yol çizebilir, çizdiğiniz yolu baştan sona olduğu gibi sondan başa doğru da gidebilirsiniz.

Zihin sarayını oluşturduk! Şimdi birkaç kelimeyi mekâna yerleştirerek örnek uygulayalım:

Evinizin girişinde kedi figürlü bir paspas karşıladı sizi. Tozlu ayakkabılarınızı paspasa sildiniz ve çelik kapıyı açarak eve girdiniz. Duvardaki gümüş desenli aynada yansımanızı gördünüz. Salona geçtiniz. Kanepenin üzerindeki bebek battaniyesi size küçükken sürekli dinlediğiniz ninniyi hatırlattı. O sırada rüzgâr açık pencereden perdeyi havalandırarak içeri sızdı ve masadaki sararmış kağıtlar uçuşarak dağıldı. Kağıtları yerden toplarken masanın altında kırmızı bir oyuncak buldunuz.

“Kedi, toz, kapı, yansıma, ninni, rüzgâr, perde, kağıt, oyuncak.”

Son olarak Dale Carnegie der ki: “Hafızaya ait tabii kanunlar üçtür: Hatırlanacak şey hakkında derin bir izlenim bırakmak, hatırlanacak şeyi tekrar etmek ve hatırlanacak şeyleri başka şeylere bağlamak…

Ah Bu Ben

Sayılarla pek aram yoktur. Uyurum ben, uyanırım.

Çay kahve içerim, yemek yerim. Yazarım, okurum…

Ama kaç gün geçmiş sayamam. Hem pazartesinin hafta başı olduğuna da inanmıyorum ben. Bu ay kaç çekmiş umurumda bile değil. Kafamın gürültüsünden üst komşunun ayak seslerini bile duymuyorum. Halbuki evde beş tane küçük çocuk daha var. Ben yalnız bir adamım, çöpüm bile ayda bir dolar. Evde benden başka akvaryumda bir tane de balığım var. İsmi de Kehribar. Bir de penceremin demirlerine konan habercilerim var. Fikrimce görünmediğini düşündüğümüz melekler, kuşlar…

Allah’a haber uçuruyorlar.

Birisi soracak olsa bana, kendini en son nerede hatırlıyorsun diye. Kurduğum hayallerin bana verdiği heyecanı hatırladığım küçüklüğüme gider aklım. Sahi en son pilot olacaktım, sonra kim bozdu bu düşü? Hayalini unutur mu insan?

Unutmak demeyelim de, olmayacağına inandırmak kendini? Yok yok öyle değil!

İmkansızdı, çünkü zaten ben yüksekten çok korkardım.

Ben hep imrenirdim şairlere, yazarlara. İki kelimeyi yan yana getiremeyen ben, hayallerimden büyük işlere kalkışıyorum şimdilerde. Altı çizilen cümlelerim oldu zaman zaman. İnsanların satırlarımda kendilerini bulduğu zamanlar… Halbuki yazarken bendim kaybolan…

O değil de!

Ben hep korkmuştum satır başlarından.

Ah! Ne oluyorsa orada oluyor ya zaten. Zamanla anlatmak istediğim her şey kayboluyor. Bu hayatta kaleme döktüklerimiz kadar varız.

Neyse ben alarmı kurayım da,

Belki sabaha çıkarız…

Zehir

Ey gece, uyan şu derin uykundan;
Mısra mısra içime dolan.
Tek bir zehir bilirim;
Hevesi kursağında koyan.
Acı; katmer katmer
Gel, sen de kurul!
Bir annenin şefkatli kollarına.
Belki yarın olmaz aynı çatıda!

İtfaiyeci Montaglara

Çantam eğer boş kaldıysa dışarı çıkarken hemen okumakta olduğum bir kitabı koyarım veya gittiğim her nereyse okuyabileceğim bir kitabı. Biliyorum belki okumak için vakit bulamayacağım ya da mekân uygun olmayacak. Ancak sırtımı bir kitaba yaslamanın verdiği huzuru yaşamak bana her şeyden öte bir duygu deneyimi sunmuştur. 

Kitaplar hayatımın hep ayrı bir köşesinde olmuştur ayrıca. Onlarla birlikte uyuduğum, ışığın sabah saatlerine kadar yandığı, anne veya babamın gece geç vakit olduğunda uyuyakalmış mıyım diye mutlaka odama girip baktıklarını hatırlarım. Hatta kitaplarımı önüme alıp söyleşi ettiğimi bile…

İnsanlar pelüş oyuncaklarının konuşacaklarına inanırlar bense belki de kitaplarımın. Elbet küçükken onların konuşamadıklarını biliyordum. Ancak onların keskin yüz ifadesi ile beni hâlâ dinlediklerini düşünürüm.

Yaşamın sevgi dolu yanlarını, hüzün dolu baharlarını kuş cıvıltısı misali ince ince zarif bir şekilde onlardan dinledim, öğrendim. Kitapların en yakın dost olabileceğini onlarsız bilgi aktarımının zor olduğunu… Fahrenheit 451 kitabında, kitapların yakıldığı anlarda içimden bir parça gittiğini, bilim-kurgunun gerçek hayata bu kadar yakın olmaması gerekliliğini dahi…

Evet, nasıl oluyorsa bilim-kurgu gerçekleşiyordu! İnsanoğlunun yazıp çizdikleri dünyanın çevresinde dönüp yine bizi buluyordu. Yazılanlar, çizilenler kaderimizden olup çıkıyordu. Peki bu kadar çok kitap varken çevremizde ve -geleceğe yönelik gerçekleşecek teorilerden bahsediliyorken- bizden birer parça taşıyan kitapları neden elimizde bulunan bir telefona değişiyorduk? Akıllı sandığımız ve bizim hızımıza ulaşamayan telefonlardan ne bekliyorduk?

Telefonlardan neyi bulduğumuzu değil de neyi bulamadığımızı anlayabiliriz ancak. Bir bilgiyi arama motoruna buldurmak yerine kitaplardan arayıp bu süreci biraz uzatsak fena olmayacak sanki. Araştırma yaparken araştırılanlar arasında kaybolmak; okyanustan bir bilye çıkarmak sonuçta kendi benliğimize kavuşmamızı sağlayacak.

Bir düşünce, bir bilgi için tüm kitaplardan istifade edip sadece tek bir sonuca ulaşmak… Bu belki sevginin gücüne, huzurun derinliğine inebilmek veya engin dalgalı denizlerden gökyüzüne dalabilmenin bir şifresi…

Kitapların yakıldığı 2. Dünya Savaşı zamanları, 1945’li yıllardan; senenin kaç olacağını bilemediğimiz ve hatta gelmesini istemeyeceğimiz Fahrenheit 451’li itfaiyecilere… Kitapları yakabilmeyi bir meslek olarak tanımlayan ve evlerde bulundurulmasının yasak olduğunu açıklayan ütopyalardan büyük bir salgın hastalık geçiren dünyalara…

Geçmişte yaşanılanlar gelecek tarihimiz oluyordu. Okumak, bugünümüzü belirliyordu. Şimdiki zamanın farkında olunca hem geçmişimiz hem de geleceğimizde bizleri nelerin beklediğini öğreniyorduk. Dünyalar ve ütopyalar arası bağlantılar kurabilmemizi sağlıyor, küçük bir şifre için birçok kitap okumamız gerekliliğinden bahsediyordu okumak bize. Belki de insanlar küçük bir şifre yerine büyüklerini arıyorlardı telefonlarda. Arıyorlardı aramasına ama büyük şifre yoktu ki. Ne varsa küçük şifrelerde vardı. Onlar birleşince büyük şifre görünecekti gözlerimize.

İşte okyanustaki bir bilyeyi bulup çıkaranlar, hatta çıkarmak bir marifet değil, karaya ulaştırabilenler bu büyük şifreyi ortaya koyacaklardı. İtfaiyeci olan ve neslini korumak için kitapları yakmak yerine saklayan Montag misali.

Harikulade Bir Sonsuzluk

Hayallerin sınırları aşıp gerçeklere karıştığı,

Dünyadaki tüm boşlukların

Birden, bir kez ama

Toptan dolduğu

Harikulade bir sonsuzluk.

Elime el, yüzüme yüz, ruhuma ruh;

O, işte..

Kosinüs Otuz Altı ve Tanrı

kosinüs otuz altı
bir artı kök beş bölü dört
inanmıyorsan çiz bir tane
yetmiş iki yetmiş iki otuz altı üçgeni
yap ispatını
kosinüs otuz altı
fi sayısının yarısı
altın oran altın oran
ne güzel yaratmışsın
güzel tanrım bu evreni
sana şükürler olsun ki
agnostiğin ve hayatsızın tekiyim
ya da belki bu insanlarla
cennette karşılaşmamak için
agnostik numarası yapıyorumdur
sen nereden bileceksin

Garip Bir Stajyer

Robert De Niro veAnne Hathaway

Güzel hayalleri olan bir kadın ziyaret etti bu sabah beni, sosyal medya üzerinden. Farklı, hoş bir telaşı vardı. Bazı şeylere hemen ulaşmak da istiyordu. Tabii bunun öyle çok da mümkün olmadığı üzerine sohbet ettik…

Sözünün bir bölümünde The Intern (Stajyer) isimli filmden bahsetti. Bilmem izledin mi, dedi. Hemen Google’da bir araştırma yaptım. İzlememiştim. Şu süreçte resmi olarak işsiz oluşum sebebiyle filmin adı ve başrol oyuncuları dikkatimi çekti. Bugün de yeterince boş vaktim oluşu bu filmi izleyebilmem için güzel bir fırsattı. Ve ben bunu kaçırmadım!

Filmde yetmişli yaşlardaki Ben Whittaker karakteriyle Robert De Niro, genç ve girişimci bir karaktere sahip Jules Ostin rolüyle de Anne Hathaway karşılıyor bizi.

Robert De Niro, Anne Hathaway

Ömrünü bir mesleğe adamış ve belli bir yaşa geldikten sonra emekli olan çoğu insanın yaşadığı yalnızlığın aksine, yaşıyla/tecrübeleriyle barışık, duygusal bir çınar gördüm. Kendi hayallerinden vazgeçmeyen, bütün zorluklara rağmen güzel bir şeyler başarmaya çalışan güçlü bir kadın da gördüm!

Filmin içeriğini tamamen anlatmak (spoiler vermek) istemiyorum açıkçası. Kısaca şöyle diyebilirim sanırım: Vakit kaybetmeden hemen izleyin bence!

Orijinal bir çalışma ortamı gördüm filmde. Benim de stajyer olarak başvurasım geldi ama maalesef ki yaşım tutmuyordu bu özel staj programlarına.

Bu arada stajyer kelimesinin dilimize Fransızcadan geçtiğini ve maalesef ki çoğu insanımızın yanlış bir şekilde (stajer) yazdığını/telaffuz ettiğini de ifade etmiş olayım.

Zeigarnik Etkisi

Yarım kalan her şey kendini tekrar eder.”

Tamamlanmamış her şeyin zihnimizde dolanmasının bir açıklaması var. Mırıldandığımız ama sözlerini bir türlü hatırlayamadığımız şarkıyı saatlerce düşünmemiz ya da yarım bıraktığımız bir yemeği, işi bitirme isteğimiz, yarım kalmış bir konuşmanın sürekli kafamızda devam etmesi vb. Buna Zeigarnik etkisi diyoruz.

Peki, Zeigarnik etkisi nedir?

Zeigarnik etkisi, kişilerin tamamlanmamış şeyleri tamamlananlara göre daha kolaylıkla hatırladığını ifade eden psikolojik bir kavramdır.

İlk olarak 1900’lerin başında ortaya çıkan bu kavram bugün birçok araştırmaya konu olmuştur.

Bluma Wufona Zeigarnik tarafından bir restoranda yapılan gözlem sonucu bulunmuştur. 1920’lerde Zeigarnik bir grup psikolog arkadaşıyla beraber bir restorana girmiştir ve sipariş vermişlerdir. Siparişi, tek bir garson alır. Ancak siparişler bir yere yazmaz. Grup, yemeklerini yer ve restorandan çıkar. Daha sonra Ziegarnik geri dönerek aynı garsonu bulur ve bunca siparişi aklında nasıl tuttuğunu sorar.

Garson, üniversitenin onca kalabalık restoranındaki biraz evvel aldığı siparişi hatta psikologlardan oluşan grubu hatırlamamaktadır. Garsonun psikoloğa söylediği tek şey, siparişleri aklına yazıp, yemeklerin ilgili kişilere ulaştırılmasını sağladıktan sonra siparişleri aklından sildiğidir. Bu durum Zeigarnik’in ilgisini çok çeker ve yaptığı çalışmalarla şu sonuca ulaşır: Bitirilmemiş, sonlandırılmamış işler, zihni daha fazla meşgul etmektedir. İş bitince, zihin bu meşguliyetten kendini kurtarmaktadır.

Zeigarnik etkisini gösteren birçok çalışma yapılmıştır. Bunlardan birisi Kenneth McGraw’ın deneyidir.

Zeigarnik deneylerinden altmış yıl sonra Kenneth McGraw, deneye katılan deneklerden belli bir ödül karşılığında olmak üzere zor bir yapbozu yapmalarını istedi. Deney başladıktan belli bir süre sonra hiç kimseye, yapbozu tamamlamasına fırsat verilmedi ve deneyin bittiği söylendi. Ancak deneklere, yapbozları tamamlamadıkları halde ücretleri ödendi. Deneyi tertipleyen uzmanlar, deneyin yapıldığı ortamdan ayrıldılar. Ancak deney, asıl bundan sonra başlıyordu. Deneye katılanların büyük çoğunluğu, kendilerinden istenmediği halde, deneyin yapıldığı ortamda kalarak yapbozu tamamlamaya devam ettiler.

Sorumluluk Duygusu

Sorumluluk duygusu, beynimizin düşünen kısmına ait değildir. Yani sorumluluk mekanizması düşündüğümüz için değil. Limbik sistem tarafından gönderilen elektrik sinyalleriyle, düşünen beynimizin uyarılması ve harekete geçmemizdir.

Sorumluluk duygusu ile harekete geçen bu mekanizma, görev döngüsünü yarım bırakmadan tamamlanmaya zorlayacaktır.

TAMAMLA VE UNUT.

Günlük Yaşama Yansımaları

Zeigarnik etkisi, bir kişinin zihinsel sağlığında önemli bir rol oynamaktadır. Eksik görevler, özellikle de olumsuz sonuçlara sahip olan görevler; genellikle sık sık ve stresli müdahaleci düşüncelere neden olur. Bu düşünceler endişeyi teşvik edebilir ve bir kişinin zihinsel ve duygusal kaynaklarını daha da tüketebilir.

Diğer taraftan Zeigarnik etkisi ise; bir kişiyi görevleri tamamlama, daha iyi alışkanlıklar geliştirme ve uzun süre kalan konuları çözmeye motive ederek, zihinsel refahı geliştirebilir. Görevleri başarılı bir şekilde tamamlamak, kendine güven ve benlik saygısı artırırken, bir başarı hissi verebilir. Örneğin ara verilerek çalışılan dersler, yarım bırakıldığı için tamamlanma sırasında akılda kalıcılığı ve anlamayı etkilediği gösteriliyor.

Bölüm bölüm yayımlanan kitapların daha çok merak uyandırdığını biliyoruz. Aynı şekilde dizilerin ”devam edecek” şeklinde sonlanması da zihnimizde tamamlanma arzusu uyandırıyor.

Tüm bu bilimsel bilgilerin ve kanıtların doğrultusunda, eğer yarım kalmış deneyim unutulmuyorsa; ilk aşkınızı ya da yarım kalmış bir gönül hikâyesini kolayca unutamamanızın sebebini bulmuş oluyorsunuz. Beyin, yarım kalanı unutmuyor ve tamamlama ihtiyacıyla çalışıyor.

Sonuç olarak zeigarnik etkisinin bize söylediği, ertelemekten kurtulmak için işe bir yerden başlamak gerekir.

Yazı aşağıda belirtilen sitelerden derlenmiştir.

https://web.archive.org/web/20150314033053/http://dunyalilar.org/bir-seyleri-tamamlama-durtusu-zeigarnik-etkisi.html

https://www.fikriyat.com/psikoloji/2018/10/12/tamamlanmamis-keskelerin-zihin-muhasebesi-zeigarnik-etkisi

https://biacaip.com/eski-asklardan-dilinize-takilan-sarkiya-kadar-her-sey-icin-zeigarnik-etkisi/

https://web.archive.org/web/20160702101702/http://www.psikologankara.net/zeigarnik-etkisi-nedir.html

https://www.aysetolga.com/zeigarnik-etkisi-nedir

Maziden Bir Beste

Kiminin kalbi kırık, kiminin kafası
Kiminin yüreği kırık, kiminin bileği
Benimse ruhum,
Ayaklar altında mı kırıldı?
Yoksa el üstünde mi?
Hatırlamıyorum, hatırlayamıyorum.

Açarım maziden bir kaç efkarlı beste
Bazen dinler, bazen izlerim.
Soracak olursan şayet,
”Nasıl izliyorsun besteyi?” diye,
”Hiç izlenir mi yahu” diye,
İzlenmez tabi,
Önce dinler, sonra akıp giden hayatımı izlerim.

Kimi zaman da unuturum
Nerem kırıktı benim?
Neyi dinliyordum ben?
Neyi izliyordum demin?
Tek bildiğim şey,
Sevgiydi benim.
Önce inanır, sonra sadece severdim.

Gölge – ⅠⅠⅠ

Çiçeği burnunda gelin Zeynep yediği tokatla birlikte gördüğü o mutlu, harika rüyadan bir anda uyanmış gibiydi. İçinde bir taraf her şeyin bitmesini, kötü günlerin başlangıcı olduğunu söylüyordu. Diğer taraf ise böyle bir adamın bunu yapamayacağını ve istemeden bir anlık öfkeyle olduğunu söylüyordu. Kararını bir anlık öfke seçeneğinde kullandı ve gözyaşlarıyla birlikte konunun üstünü kapattı. Çünkü senelerce evlenmemiş bir kız ilk evliliğinde, ilk problemde ailesinin karşısına çıkamazdı. Çıkarsa alacağı cevapları tahmin edebiliyordu.

Sabah erken uyanan Zeynep sağına soluna bakınca Selami’yi görmedi. Tuvalete falan gittiğini düşündü. Odadaki ebeveyn tuvaletinin kapısını çaldı ama kimse yoktu. Elini yüzünü yıkayıp üstünü değiştirdi ve aşağıya indi. Evin hizmetlilerinden biri olan Rabia Hanım’ı gördü ve Selami’yi görüp görmediğini sordu.

‘’Günaydın Rabia Hanım. Selami Bey’i gördünüz mü acaba?’’

‘’Size de günaydın Zeynep Hanım. Evet gördüm sabah erkenden köşkün müştemilatına gitti.’’

‘’Hımm. Şu gizli sığınağına mı gitti yani.’’ (Gülerek)

‘’Şey… Siz öyle diyorsanız, evet Zeynep Hanım oraya gitti.’’ (Utanarak başını öne eğer)

‘’Tamam tamam şaka yaptım bir gidip bakayım ben ona.’’ (Kapıya doğru birkaç adım atar)

‘’Zeynep Hanım! Gitmeseniz mi acaba? Selami bey pek istemez de orada rahatsız edilmeyi.’’ (Telaşlı bir şekilde)

‘’Bana bir şey demez. Ben bir gidip bakayım. Hadi görüşürüz.’’

İçindeki merakı bastıramıyordu Zeynep. Sabah sabah onu oraya çeken neydi öğrenmek istiyordu. Alacağı tepkilere şimdiden kendini hazırlamıştı. Müştemilata doğru gitti. Kafasının içinde ilk gün Selami’nin dediği sözler dönüp duruyordu. Yaklaştıkça heyecanlanmaya başladı. Pencerelerden içerisi kesinlikle görünmüyordu. Biraz daha yürüdü. Sonunda kapıya geldi. Hemen çalamadı. Önce derin bir nefes aldı. Birkaç saniye bekledi, tam elini kaldırdı kapıyı çalacakken bir anda kapı açıldı. Çok hafif aralıklı bir şekilde içeriden Selami çıktı.

‘’Zeynep?’’ (Şaşkınlıkla)

‘’Ay… Şey… Kusura bakma korktum. Selami, seni merak ettim. Rabia Hanım’a sordum burada olduğunu söyledi. Bir bakmak istedim, iyi misin diye.’’

‘’Tamam anladım. Gel seninle şöyle yürüyelim biraz bahçede.’’ (Zeynep’in koluna girer)

‘’Olur tabi yürüyelim.’’

Bahçede sessiz bir şekilde biraz yürüdükten sonra havuz başında banka gelip otururlar. Selami sessizliğini bozar.

‘’Ben senden ilk gün ne rica etmiştim. Hatırlıyor musun?’’

‘’Evet hatırlıyorum.’’

‘’Bana pek hatırlıyormuşsun gibi gelmedi.’’

‘’Biliyorum ama sen varsın diye geldim. Senden izinsiz zaten asla girmedim ve girmem.’’

‘’Teşekkür ederim. Fakat ben buraya mümkün oldukça yaklaşmanı istemiyorum. Biliyorum ben buradayken aradığın zaman bile ulaşamıyorsun. Çünkü telefonumu kapatıyorum. Biliyorum dün seni çok üzdüm ona rağmen beni merak ettin ve geldin ama sana son kez söylüyorum Zeynep bir daha asla buranın yakınına bile yaklaşma lütfen!’’

‘’Tamam, tamam da sen böyle biri değildin Selami, ne oldu sana? Çok değiştin. Nerede o sakin, anlayışlı ve sabırlı adam?’’

‘’Burada Zeynep merak etme burada. Bakarsan görürsün. Yeter ki sen dediklerimi yap.’’

Oradan hızla kalkıp köşke girdi Selami ve odasını çıkıp kıyafetlerini değiştirdi. Giderken annesini öpüp kahvaltıya kalamayacağını söyledi. Düşünceler eşliğinde koca bir gün geçiren Zeynep’in asıl yenemediği şey merakıydı. Orada ne olduğunu öğrenmek istiyordu.

Aradan üç hafta geçmişti ve bütün aile Semiha Hanım’ın daveti üzerine bir araya gelmişti. Semiha Hanım güzel bir aile yemeği yemek istiyordu. Akşam anlaştıkları saatte herkes gelmişti. Zeynep’in bütün ailesi oradaydı. Ailesiyle vakit geçirdikten sonra özlediği yeğenleriyle birlikte bahçede oyun oynuyorlardı. Selami ara sıra ortadan bir kayboluyor bir görünüyordu. Yokluğunu pek hissettirmemeye çalışıyordu.

Zeynep yeğenleriyle bahçede top oynarken bir ara Semiha Hanım’ın tansiyonu düştü fenalaştı. Herkes endişe ve panikle başına toplandı. Ortalıkta görünmeyen Selami bir anda annesinin baş ucunda belirivermişti. Düşen tansiyonu sonrasında ilacını alan Semiha Hanım yavaş yavaş kendine geliyordu. O sırada top oynayan yeğenlerinden biri Zeynep’in kolunu çekiştirerek;

‘’Teyze, teyze. Çok sıkıldık saklambaç oynayalım lütfen.’’

‘’Dur teyzecim şimdi olmaz.’’

‘’Ya bana ne lütfen n’olur gel.’’

Biricik yeğenlerini kıramayan Zeynep kararsız bir şekilde ne yapacağını bilemezken, Semiha Hanım’ın iyi olduğunu görünce yeğenlerinin ısrarına dayanamayıp onlarla kısa bir süre oynamaya karar verdi. Teyzeleri ağaçlardan birine kolunu dayayıp gözlerini koluna koyarak otuzdan geriye saymaya başladı. Yeğenleri çoktan saklanmıştı bile. Saymayı bitirdikten sonra kafasını kaldırıp etrafını aramaya başlamıştı. Önce büyük yeğeni Hamza’yı bulmuş, sonra ortanca olan Ayşe’yi ve en sonunda saklambaç için ısrar eden en küçük yeğeni Kemal kalmıştı geriye.

Aramasına rağmen Kemal’i yakınlarda bulamayan Zeynep merak etti ve çıkması için seslendi. Hafif uzaktan gülme sesleri geliyordu. Sessizce dinleyen Zeynep sesin müştemilat tarafından geldiğini anladı. Müştemilata doğru yürüdü ve yine seslendi. Tekrar gülme sesi geldi. İyice dinledikten sonra sesin müştemilatın kapısından geldiğini fark etti. Kapıya doğru yöneldi ve kapının hafifçe açık olduğunu fark etti. Kapının ardından bir anda sobelemek için fırlayan Kemal gülerek ağaca doğru koşuyordu. Önce peşinden gitmek istedi birkaç adım attı Kemal’e seslendi fakat sobelemek istediği için hiç arkasına bile bakmadı.

Zeynep şaşırmış bir şekilde kapının açık olduğu gerçeğini görmezlikten gelemedi. Uzun süredir devam eden merakına yenik düştü ve kapıdan içeri girdi. İçerisi zifiri karanlık sayılırdı. Eliyle duvar dibini yokluyordu bir düğme bulup ışığı açmak için. Sonunda aradığı düğmeyi bulmuş ve basmıştı. İstediği gibi bir ışık düğmesiydi. Şimdi etrafı çok daha iyi görebilecekti. İçeride ağır bir koku vardı. Bazı eşyalara anlam veremiyordu. Sanki korku filminden bir sahne gibiydi.

Diğer odalara hızlıca bakıp çıkmak istiyordu. İlk gördüğü odaya girdi ama orası oda değil tuvaletti. Lavabonun içinde bir sürü kırmızı lekeli bezler gördü. Hemen oradan çıktı ve diğer odaya girdi. Duvarda asılı bir sürü kesici ve delici alet gördü. Sanki Marangozhane gibiydi. Diğer ve en büyük odaya giren Zeynep kapının girişinde dondu kaldı. Odanın tam ortasında Teneşir vardı. İçerisi çok soğuktu. Bir süre şaşkınlıkla baktıktan sonra, arkasından gelen yüksek bir ses tonuyla bütün şaşkınlığı ve dikkati dağıldı.

‘’Zeynep!’’

Bir Kadın Bir Erkek

Bir kadın…

Hafif kavruk, esmer teni.

Yüzünde bir parça tebessüm,

İçinde kim bilir neler saklı.

Yürüyor kaldırımlardan

Biraz düşünceli.

Acı çekmiş yürüyüşünden belli.

Bir erkek…

Kadının peşinde.

Gizliden gizliye takip ediyor

Gönlünde kadın içinde binbir fırtına.

Aklı kadında

Konuşmaya cesareti yok gibi.

Bir kadın…

Erkekten habersiz beklemekte.       

Adın Sonbahâr

  • Fânî ömür biter, bir uzun sonbahâr olur
  • Yaprakların güneş ve ölüm rengi,
  • Yaprakların dökülüyor,
  • Eser rüzgarların durgun ahengi…
  • Günler hâzinleşir, geceler uhrevîleşir,
  • Yaprakların serinliğini,
  • Yüreğimde dolduruyorum ;
  • Gitme sonbâhar…
  • Sırtında taşıdığın kıl heybe
  • Güz geldi ve yıldızlarını üstüme dök;
  • Kırlangıçlar birdenbire çekip gidince,
  • Yapraklar sallanınca neden tıkanıyorum…
  • Mevsimler gelip geçiyor, tıpkı ömrümüz gibi ;
  • Sonbahâr ;bir başka diğişle hazan,
  • Yani hüzün mevsimi,
  • Gitme sonbâhar…
  • Değişmek mevsimlere özgü kalsaydı.

Bilinmeyene Mektuplar

-1-

Cam kenarında geçiyor günlerim. Göğü selamlıyor, bazen de uğurluyorum. Tüm bu zamanın içinde parlıyor gibisin. Kendimi bu sıralar boş bir kutu gibi buluyorum. Çoğu zaman öylece bakıyorum pencereye. Bir şeyler değişebilirmiş gibi. Tüm bu zamanlarda bir ayna oluyor elime varlığın. Delirmiş gibi hissediyorum. Bir de boş. Her bir uzuvumda bir insanın izleri varmış gibi… İzleri kapatamıyorum, kanıyorlar. Gözlerimi kapatmak hiç bu kadar zor olmamıştı. Sonra bir cümle geçiyor kulağımdan, “Kalemi bırakma.” diyorsun. Deme! Kalem benim boğazıma batıyor. Kendimi görüyorum, görmemem gereken o deliklerde, benden kaçıyor öylece.

Bir şey diyemiyorum. Birbirimizden kaçıyoruz. Böyle olmamalı. Çünkü biz birbirimize küsersek, kime kaçarız?

Benliğime bunu anlatamadım. Ondan korkuyorum. Yıldızların elime düştüğü bu gecede tek yaptığım yazmak oldu yine. Biliyorum, kötü olsa da yazmak, geleceğim tek durak olacak hep. Sen de biliyorsun, ben onsuz yapamıyorum. Beni kaleme itip doğrusunu gösterdin. Sana minnettarım.

Kendi ellerime bakıp, “Olmuyor.” dediğimde, bana olacağını gösterdin. Bir insanın kalbine dokunmak bu kadar kolay mıydı? Ruhumun çiçeklendiğini hissettim o buz gibi duvarların içinde. İnan ki kolumu tutacak gücüm yok, sadece gözlerimi kırpıyorum bu hayatta. Fakat ben sana yazmayı seçtim bugün.

Bu şair geceye vurana kadar vakit, herkese yardım ediyor. Gülümsüyorlar. Gece şaire vurduğunda yastığıyla bakışıyor sadece. Böylesine yalnızlığa sarılmamıştı hiç. Varlığı değersiz miydi? Ruhunun böyle hissettiğini yeni anlamıştı. Yalnızlığı kabullenmişti. Fakat onu istemediğini bilmiyordu. Kabuğunu sıkı sarmıştı. Şimdi sen gelip, kabuğun yanına kıvrılmak istiyorsun. Bunu yapamazsın.

Şair, kaçabilir.

Üzülme, o böyle. Birazcık huysuz, birazcık korkak. Belki de hiçbiri. Onu öğrenmek, bir resmi çizen ressam gibiydi. Her bir yerini, güzelce çizmeliydi insan.

Resmi çizebilecek misin? Uzun sürecek bir resime ellerini verebilecek misin?

Şair, zor.

Kalemde onu çizmek, onu ona anlatmak gibi olur. Korkma, herkes kendini çiçekli ellerde görmek ister. Fakat sen ellerini saklamalısın. Bir siyaha dönüşmesini istemem.

Ellerin parlıyor, bu siyah çemberde. Onları korumalısın. Bize bırakılan tek şey oldular. Almasınlar elinden, ışığını yitirme. Çünkü güneş senin için doğmaya devam edecek.

Sana, sadece senin anlayacağın bir mektup yazdım. Sonsuza dek duracak, kollarında.

Ona iyi bak.

-Nefeli.


Hayat Kız

Sıkı sıkı kenetlenmiş duvarlar etrafında

Bir kız gezer,

Elinde balta,belinde yük.

Bir sofada ölü bulunan

Issız ve boşluğun taraflarında

Bir kız gezer,

Elinde su, belinde çuval.

Kuyularda zincirler,

Bir aşağı bir yukarı çekilir.

İnciyi güle bağlayan yarında

Bir kız gezer,

Elinde kamçı, belinde sepet.

Adım adım yaklaştığımız,

Rehavet içinde bulunduğumuz bir sona doğru.

Bir ileri bir geri sayıklanan günün yarımında,

Bir kız gezer,

Elinde yemiş,belinde kemer.

Bakıp göremeyen her gözde,

Aklının derin sızısında,

Bir kız gezer

Elinde bebek, belinde hayat.

Yürünmeyen yolların kuytusunda,

Söylenmeyen sözlerin susuşunda,

Bir kız vardır;

Gezer durur, gezer durur

Elinde kalbi, belinde saçları.

Bir kız vardır;

Ağlar durur, ağlar durur.

Sus çizgisi olur dudak bitiminde,

Uzar gider ağaç boylarına,

Akar gider nehrin dalgalarına,

Bir bulut olur uçar sonsuzluğa.