3 Aralık Dünya Engelliler Günü 1992 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından uluslararası bir gün olarak ilan edilmiştir.
Doğuştan veya sonradan oluşan bir kaza, uzun süreli bir hastalık sonucu vücudumuzdaki organlarımız işlevlerini yerine getiremediği için bedensel, zihinsel, ve duygusal yeteneklerimizi kaybederiz. Bu duruma engellilik diyoruz. Dünya nüfusunun yaklaşık %15’i engelli bireylerden oluşmaktadır. Türkiye nüfusunun ise yaklaşık %6.6’sı…
Hepimiz birer engelli adayıyız. Bir dakika sonrasında bir kaza geçirip veya bir hastalığa yakalanıp bir engelli olmayacağımızı kim söyleyebilir ki?
Hepimizin aklına engelli denildiğinde fiziksel engelli olan kişiler geliyor genellikle ama bunun yanında zihinsel engelli, konuşma engelli, görme engelli, işitme engelli kişiler de var. Elbette ki bizlere göre çok hassas bir yapıya sahiptirler. Onlara yardıma ihtiyaç duydukları anda tabii ki yardım etmeliyiz ama yardım ederken de dikkat etmemiz gereken pek çok şey var.
Görme engelli kişiye yardım edecekseniz eğer ondan izin almadan koluna girmeyin. Öncelikle ona yardıma ihtiyacı olup olmadığını sorun. Yollarda onlar için ayrılmış sarı şeritli yerleri lütfen işgal etmeyin.
İşitme engelli biri ile konuşurken sakız çiğnemeyin, ağzınızı kapatmayın. İşitme engelli kişi ile konuşurken bağırarak konuşmanıza gerek yoktur. İşitme cihazı kullanıyorsa eğer zaten normal konuştuğunuzda da sizi duyacaktır. Konuşma engelli bir kişinin konuşmasına asla gülmeyin.
Tekerlekli sandalye kullanan bir kişiye izinsiz yardım etmeyin. Çünkü edilen bu izinsiz yardım onun sandalyeden düşmesine neden olabilir. Eğer koltuk değneği kullanıyorsa kollarından tutmayın. Kollarından tuttuğunuz anda dengesini kaybedip düşebilir.
Birçok önemli kişinin engelli olmasına rağmen çok güzel işler çıkardığını ve çok güzel işlere imza attığını biliyoruz. Bunlardan birisi Aşık Veysel’dir. Aşık Veysel çiçek hastalığından dolayı iki gözünü de kaybetmiştir. Onun bu haline üzülen babası da ona bir saz hediye eder. Daha sonrasında saz dersi almaya başlar ve o kendini geliştirerek aşık geleneğinin son büyük temsilcisi olur.
Bu güzel örnek bizlere bazı şeyleri ne kadar da net ifade ediyor değil mi? Engelli insanların, himayeye muhtaç ve acınacak kişiler olmadığını bilmeliyiz. İsterlerse neler başarabileceklerini tahmin bile edemeyiz. Bu yüzden onlara yardımcı olurken kırmamaya, onların da birer birey olduğunu unutmamaya özen göstermeliyiz. Bu dünya hepimizin ve bu dünya sevgi var oldukça yaşanılabilir bir yer olacaktır.
Sevgi varsa engel yoktur. En büyük engel sevgisizliktir.
Ağaçlar yapraklarını saçıyordu, Aralık girmişti devreye. Korkulu hava kendini göstermiş, buz gibi sıyırıyordu yüzümüzü. Biraz ilerleyince kendini belli etti güneş, titretti içimizi. Sağ yapıp, sol vuruyordu anlaşılan. Pek samimiyetsizdi. Aylar geçip, mevsimler birbirini kovalarken sanki bizim de içimiz renk değiştiriyor, betimiz benzimiz atıyordu. Allah’tan içimizi ısıtacak insanlar vardı da bir tarafımız hep sıcak kalabiliyordu.
Oğlan kıza baktı, gülümsedi. İçini açmıştı ona dolaylı yoldan da olsa. Kız bundan korkuyordu belki de.. Belki de ilk defa birinin ona içini açmamasını diliyor ve istiyordu.. Herkesin bir korkusu olur ya işte onun da korkusu içiydi. Can alıcı, hassas noktasıydı… Oğlan içini belli etti. Kız gülümsedi içindeki buruklukla, bir şey diyemedi. Dilindekileri ağzına gömdü. Oğlan kızdı haklı olarak. Derin bir iç çekti ve ekledi; “Kalpsizsin. Taş olsa erirdi şimdiye…” ‘Evet öyle. Kalpsiz değilim ama taş olsa erirdi…’ dedi içinden kız.
“Kimsenin iç âlemine karışma, Kimseyi iç âlemine karıştırma. Kimseye iç âlemini açma, Gizli tut. Yan ama tütme.” demiş İbni Haldun. Belki de öyleydi…
Bazı duygular tercüme edilemez diyorlar ya tam da o haldeydi. Karşı karşıya gelinince söylenemeyen şeyleri, en azından yazılarda, şiirlerde ifade edebiliyoruz da bir nebze de olsa rahatlayabiliyoruz buna da şükür. Anlayıp anlatamadıkların, kötü addedildiğin zamanlar olur, yüzüne yüzüne çarpar durur hayat bu gerçekleri. Her defasında aynı yerden kırılırsın ama nedense devam edersin yürümeye ve yaşamaya..
Üstat Necip Fazıl’ın bir anısı vardır; Üstada sormuşlar; “Kırılan kalp yine sever mi? Üstat da; ‘Evet’ demiş.. Adam ‘peki demiş, Üstadım siz hiç kırılan bardaktan su içtiniz mi? ‘Üstat da cevap vermiş; ‘Peki sen hiç bardak kırıldı diye su içmekten vazgeçtin mi?“ Belki, bir de bu açıdan bakmak, bazen sınırları değiştirmek gerek… İçimizi açmamaya çare gerek, içimizin yükünü karşı tarafa yüklememek gerek…
Günümüzde herkes bir yerlere koşuşturuyor, evvelden sadece kovalamaca oynarken koşardık belki de. İlerledikçe kaybolan masumiyetimiz nerede? Yoksa onu mu yakalamaya çalışıyoruz şimdilerde? Neden hep eskilere özeniriz düşündük mü hiç? Eski fotoğraflar, eski kıyafetler, eski evler, eski yaşamlarımız… Hatta şimdilerde ” Vintage” adıyla günümüzde yer ediyor.
Anı Yaşa!
Bazen kafamızı yastığa koyduğumuzda bile ileriyi değil de eskileri düşündüğümüz oluyor, bunun nedeni ne? Aslında burada fark ediliyor olması gerekiyor. Bulunduğun o anın ne kadar kıymetli olduğu ve asla aynı anı, aynı şekilde, aynı his ve düşüncelerle yaşayamayacak olduğumuz içindi tüm bu eskilerde kalışımız.
Yaşam size ne getirir bilemezsiniz ama sizden ne götüreceğini siz belirlersiniz.
Esra Ezmeci
Oysa biraz durup düşündüğünde ve o anı içinden geldiği gibi dolu dolu yaşayabilse insan, ne bu kadar eskiye takılı kalır ne de gelecekten umutsuz olur. Artık o anın kendine ait olan kıymetinin farkındadır ve ona göredir davranışları. Geleceğe karşı da umutsuz değildir, çünkü kıymetini bildiği ve kendine yetiştiği bir geçmişe sahiptir, bu ona gelecek için gönül rahatlığı sağlar. İnsan kendini gerçekleştiremediği ve tanımadığı sürece mutsuz olur. Herhangi bir şeye bağımlı olmadıkça (Kötü alışkanlıklar, bağımlı ilişkiler, çıkar üzerine kurulmuş arkadaşlıklar…) ve kendini tanıyıp vakit ayırdıkça mutlu olacaktır.
Biraz dursak olmaz mı? Kendimizi tanısak… Bir kâğıt parçasına, belki telefonun not kısmına, belki sessizce bir deniz kenarında adımlarken, belki dişlerini fırçalarken… İçimizi dökelim , biraz kendimizi dinleyelim olmaz mı? Bugüne kadar dinlemediğin ve kendini tanımadığın, belki gerçekleştiremediğin halini gördün. Şimdi sıra gerçekleştirmek için çalıştığın, dinlediğin, sevdiğin, vakit ayırdığın ve bulunduğu anı yaşayan kendini görmekte.
Ben şiirin yaratıldıktan sonra çok önemli bir yaşamı olduğuna inanan bir insanım. İnsan gibi yaşadığına inanıyorum (…) Hep kuşkulu konuşuyorum, çünkü yazarken gerçekten bunlar düşünülmez (…) Benimki şiirsel dediğimiz dil, sizinki çözümleyici bir dil. Ben de sizinle birlikte çözümlemeye kalkarsam, hem şiiri açıklamış olurum ki karşı koyduğum bir şey benim bu, hem bir şeye de yaramaz. Onun için ben daha uzaktan bakmak zorundayım şiire. Çünkü, belki de benim dediğim gibi değil bu söylediklerim. Masama gelen insan gerçek mi, düş mü bilmiyorum diyorum. Bugün böyle diyorum. Acaba bu şiiri yazdığım gün gerçek olarak mı düşünmüştüm o gelen insanı? Onu da bilmiyorum.
ÇAĞRILMAYAN YAKUP
I Kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi Yakup Bunu kendine üç kere söyledi Onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar O kadar çoktular ki, doğrusu ben şaşırdım Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli Daha hiç çağrılmadım Biri olsun “Yakup!” diye seslenmedi hiç Yakup! Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım Ve içimden durgun ve çürük bir suyu düşüreyim Ceplerimdeki eskimiş kâğıt parçalarını atayım Sonra bir güzel yıkanayım da. Ben size demedim mi.
Evet, kurbağalara bakmaktan geliyorum Sanki böyle niye ben oradan geliyorum Telaşlı, aç gözlü kurbağalara Bakmaktan Bilmiyorum Bilmiyorum, bilmiyorum Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? Hayır, Yakup Bazen karıştırıyorum.
Bazen karıştırıyorum ya, çok uzun bir gündü Sonra bu çok uzun günün sıcak bir günü Kediler kırmızı alevler halinde koşuyordu Onlar işte hep boyuna koşuyordu Birileri çıkıyordu ordan burdan Hiç çıkmamak halinde ve ölgün Birileri çıkıyordu Geceden kalma bir lamba yanıyordu, açık Bir pencerenin sokağa doğru içinde Bu uyum korkunçtur Yakup! Yakubun olması korkunçluğudur bu Dünyanın insana doğru içinde Yakup, Yakup! Burdayım, yani ben.. evet, geliyorum Lambayı söndürmesinler, geliyorum Siz bütün lambaları yakın, evet Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? hayır, Yakup Bazen karıştırıyorum.
Ve kendine bilinmeyenler yaratan Yakubum ben, iyi ya Durduğum bir gündü, diyorum, bütün ilgiler sizin olsun Her türlü bir şeyler sizin olsun, ben artık Hep böyle istiyorum, ayıp değil ya Durduğum bir gündü, diyorum, yüzümü göğe doğurduğum Bir gündü ve yaşar gibi kaldığım bir yaşama içinde Ve yollarda ölü baykuşlar bulduğum Bir ölünün günü boyayan renginde Çürük evler bulduğum, içleri sonsuz kayalar Kayalardan dondurmalar sorduğum Ben, yani Yakup, Yakubun hiç çağrılmamış şekli Kim bilir ne diyordum (Kim bilir ne diyordu bir baykuş yaratıldığına Bir baykuş tarafından Ve bütün baykuşlar o bütün baykuşların arasında ne oluyordu Ben ne oluyordum.)
Bütün iskemleler ağır ve hastalıklı Bir gidip bir geliyordum kendime aptallaşarak Bunu Yakup söyledi Dedi ki, çünkü herkes Yakubu yaşıyordu, bense Çöllerden ve kızgın güneşlerden icatlar yapıyordum Kızgın kâğıtların üstüne Ve alevler halinde dünya bana dokunuyordu Ve ayakta soğuk bir bira içmiş kadar bir anlamım oluyordu bazen Oluyordu ve bir de Bir otobüse bindiğim, biletçinin bilet bile kesmek istemediği ben Kendimi koruyordum Bunu bana Yakup söyledi Öyle bir Yakup ki bu, onca din kitaplarının sözünü bile etmediği Kimsenin sözünü bile etmediği bir Yakup Ben Bunu hep biliyorum Bunu hep biliyorum ve işte Özgürüm, cezasız duruyorum.
II Kurbağalara bakmaktan geliyorum Dedi Yakup, bunu kendine üç kere söyledi Telaşlı, açgözlü kurbağalara Bakmaktan geliyorum. Ben sanki Yusuf Ve Yusuf değil Her gün bir tahtaboşta asılı duruyorum Ve durmuyorum. Ben işte Yakup Yok artık karıştırmıyorum.
Taş merdivenleri ağır ağır çıktım, bunu ben böyle yaptım Eski taş merdivenleri. Yanımdan bir sürü adam Geçti ve kolayca gittiler Müzik aletleri renginde ve pırıl pırıl gittiler Yanan güneşin altında Onlar ki.. onlara benzer şeyleri ben çok gördüm Ve onlar bir zamanı tamamladılar, öyle yaptılar Ve sordum Yakup daha başka nasıl bir Yakup olsun Ve onlar daha başka nasıl bir onlar olsunlar ki Yakup ve onlar nasıl olsunlar. İşte ben taş merdivenleri Kurbağalara bağlayan taş merdivenleri Durmadan kendimle karıştırıyordum Kimse beni tutup çıkarmıyordu Vıcık vıcık taşlar duyuyordum ayaklarımın altında Anlamsız, yapışkan bir yığın taşlar Yoruldum! bunu sanki biri söyledi Yakubun biri Ara katta bir pencerenin önüne ancak gelebildim Kendime bir isim düşünerek Birden ki bir isim düşünerek kendime. Hayır bu kimse değil Ancak gelebildim
Aşağıda bir luna park kımıldıyordu. Ah kurbağalara bakmam gecikecek Luna park kımıldıyordu, hem öyle değil Bu uyum korkunçtur Yakup Bir yokluğun kımıldamaya doğru içinde Ve sen ki böyle tanımlanırsan Yakup Yakuup! Bir şey ki seni çağırıyor, o şimdi ne olmalı Gene bir Yakup olmalı bu, Yakup Kurbağalara bakman gecikecek, bunu ben nasılsa söylüyorum Nasılsa ben bunu bir kere söylüyorum Güneşse kırmızı top taşıyan bir adamın tahta bacağını çok yakıyordu ki Adam içinden bağırdıkça dünya Ters yönden yaratılıyordu, diyebilirim Bir öğle üzeriydi adamın içindeki kalp Kan kalp Kırmızı top Yakıcı dönüşümler çıkaran Belli ki susmak yaratılmamış şekliydi dünyanın Öyle değil mi Yakup Hemen hemen öyleydi, Yakup bunu söyledi İyi ki söyledi. Ara katta bir pencerenin önüne ancak gelebildim Şimdi bir kurtarabilsem ayaklarımı O benim ayaklarımı… taşlardan Bir kurtarabilsem Saat on ikiyi gösteriyordu ki, ben nerdeydim Bir zamansızlığın Yakuba doğru içinde Saat on yediyi ve yirmi biri Gösteriyordu ki, ben nerdeydim Her saniyedeki ve işte her saniyedeki Ben, yani Yakubun o dağılgan şekli Nerdeydim.
Bilmem ki. Bir avukat benim ellerimi tuttu. Gözlüklü bir kadındı bu, iyi mi Kim bilir bir çağın neresinden burada. Anlaşılması Yoktu ki. Kendine özgü bir duruşu Yoktu ki. Pek güçlü kolları vardı yalnız Ne diyordum, ben işte Yakup Çekiverdi beni taş hamurun içinden Pek öyle gürültüyle değil Bir başka yapışkanlığın içine Çekiverdi beni Göğüsleri pek hoştu, ipekli bir giysinin altındaydı onlar Sonra elleri ve kalçaları pek hoştu Kılların ve bütün oynak yerlerin ölümlere doğru içinde Bacaklarıyla bir şeyler bir şeyler bir şeyler yapıyordu artık Onu ben çok iyi görüyordum. Ama çarşaflar, öyle bir takım kıpırdanmalar araya giriyordu Engelliyordu bizi Ter içindeydik. Ellerimden çekiyordu. Ter içindeydik Beni kurtarmak istiyordu, bir isim gibi Ben’i Ter içindeydik Terlerimiz üstümüzde duruyordu, yıkanmış yeni kaplar gibiydik Üstümüzde olgun ve kararsız su tanecikleri bulunan Biz Yakup Biz gözlükten, taş hamurdan ve beyaz çarşaflardan Ve biraz hiç çağrılmamaktan yapılmış Kurbağalara geldik.
III Kurbağalara bakmaktan geliyorum Dedi Yakup, bunu kendine üç kere söyledi Masalarda oturmuşlardı. Ben oradan geliyorum Yazı makineleri, kağıt sesleri Ben oradan geliyorum.
Önce bir kenarda durdum, hiç kimse beni çağırmadı Sonra bir yer bulup oturdum. Hadi bir sigara içeyim dedim Olmaz, dedi mübaşir kılıklı kurbağanın biri Belli ki yeni tıraş olmuştu, bana yakasından bir kopça eksik gibi geldi Öyleyse peki, dedim, ayağa kalktım, şöyle bir duvara dayandım Bu kez de duvarlarda sanki duvarca bir sözdizimi Olmaz ki, Yakup! Peki Yakup ne yapsın, bu aklımdan bile geçmedi Herkesin durduğu bir yere gittim. Ben Yakup Ya onlar kimdi Aralarına aldılar beni. Artık ben hiçbir şey göremiyordum Biri bir şeyler söylüyordu yalnız, yüksekçe bir yere oturmuş Onu ben duyuyordum Duyuyordum, sesi başımın üstünden dünyaya yayılıyordu Ve “Yakup” sesini ancak anlıyordum. Yakubun ötesinde Birtakım sözler ediliyordu, onları ben anlamıyordum Anlamıyordum ama, iyi sözler söylemiyorlardı benim için Sonra bir şey daha vardı anlamadığım: yani ben neydim ki, ne yapmış olmalıyım Ben, yani Yakup Dedim ki kendi kendime, insan ne söylerse söylesin Ve ne yaparsa yapsın, öyle değil mi Bütün bunlar bir bir kalacaktır yaşamanın içinde Diye düşündüm ya ben Ben, yani Yakup Bütün gücümle bunu bağırdım Ben ki bağırdım işte, bütün kurbağalar bir olup beni dışarı çıkardılar Bir odaya aldılar beni, ellerime gözbebeklerime Daha başka yerlerime de baktılar Sonra bilmiyorum ki, kapıyı gösterdiler bana Ben, Yakup, beni hiç kimse çağırmadı Sokağa çıktım, bir sürü yerlerden geçtim. Şimdi Hatırlıyorum da, bir deniz kıyısında azıcık durabildim Yosunlar, kumlar, şeytan minareleri Ve kumlarda katılaşmış kıvrımlar Bağırdım, bağırdım, bağırdım Tanrının ayak izleri! Tanrının ayak izleri!
IV Kurbağalara bakmaktan geliyorum. Ben Yakup Bunu Yakup söyledi Yıkanmış çamaşırlar duruyordu odamın penceresinde Gök işte bu beyazlıktan azıcık alıp veriyordu, diyebilirim Bir kırlangıç onu kirletmese Ki onlar o kadar çok siyahtırlar ki, ben Onları hiç sevmem Ve demek ki benim odamda hiç kimseler yoktur Odamın düşünülmesi halinde bile Kimseler yoktur Biri sanki çarşıya çıkmıştır sürekli bir biçimde Ve biraz da çarşılar Ve durmadan satılan o kırık dökükler bitmez ki Bitmesin Çünkü bir gün bir boy aynası satın almak istiyorum ben Kirli ve eski Bir at arabasının aynaya doğru büyüyen içinde Onu ben taşıtmak istiyorum, caddelerin İntiharlara doğru büyüyen içinde Ben, yani Yakup Kurbağalara bakmaktan geliyorum işte Açgözlü, mor kurbağalara Akşama doğru bir dilim ekmek yiyeceğim belki Bir bardak da süt içeceğim. Sonra Bir güzel uyumak istiyorum, bütün gün çok yoruldum Ben Gözlükten, taş hamurdan ve çarşaflardan Ve biraz hiç çağrılmamaktan yapılmış Yakup Uyumak istiyorum.
Ve sabah bunları bir bir kendime anlatacağım Yakubun gene bir yokluğa doğru büyüyen içinde.
Edip Cansever, “Çağrılmayan Yakup” başlıklı uzun şiirinde, bireyin “ben”iyle ve “öteki”yle kurduğu varoluşsal ilişkiyi sergiler. Bu şiiri anlamak için öteki kavramı üzerinde durmak yerinde olacaktır. İnsanlar ve topluluklar kendilerini tanımlayabilmek için kendisinden olmayan başka insan ve topluluklara gereksinim duyar. Kültür oluşturmanın temelinde de kimlik oluşturmak yatar. Bir toplumun “biz” kimliğini oluşturabilmesi, “ben”in belirlenmesi ile mümkün olur. Kendisi ile kendisinden olmayan arasındaki ayırt edici özellikler ve sınırlar belirlenerek kimliğe ulaşılabilir. Bu durumda kendinden olmayana “öteki” sıfatı yüklenir ve öteki olumsuz bir uzamda konumlandırılır. İnsan veya topluluk kendisini tanımlarken “öteki”nin kötü özellikleri üzerinde yoğunlaşarak (hatta yoksa bile kötü özellikler yükleyerek) onu dışarıda tutma eğilimindedir. Ben, Öteki’ne değer biçerken kültürün ölçütlerini kullanır ve bunu genel anlamıyla kültürle karıştırır. Bu durumda Öteki, kendisinin eksik halinden başka bir şey olamaz.” Böylece ben ve öteki arasındaki mesafe kalıcı olarak büyüme eğilimindedir. Biz/ben yüceltilirken öteki aşağılanır. Öznenin üstünlüğü ve çeşitli yaptırımları yavaş yavaş dile, zihne ve gündelik yaşama yerleşerek normalleşir ve bunun sonucunda kalıcı bir ötekileştirme meydana gelir. “Ben” kimliğini oluşturmak, dışarıda kalan ötekilerle mümkündür. Gelişim süreci içindeki ötekiler, bakan öznenin yarattığı kurmaca bir yapıya sahip olurlar ve kurmacaya dayalı gerçek bir “ben” kimliği kurulmaya çalışılır. Ben’in gerçekliği de öteki ile kurduğu etkileşime bağlıdır. Ben ve öteki arasındaki ilişki incelenirken önemli olan aradaki farklılıklar değil, bu farklılıklara yüklenen anlamlardır. Öteki, öznenin sahip olduğu özelliklerden yoksundur ama aynı zamanda da radikal farkından dolayı öznenin istikrarlı dünyasına bir tehdit de oluşturmaktadır. İnsanların veya toplumların, kendisinden çok farklı insan veya toplumla karşılaştığında, kendisiyle özdeşleştirdiği değerlere sığınarak farklı olanı yadsıma eğiliminde olduğunu belirten Claude Lèvi-Strauss, yabancılık hissinin doğurduğu tiksinti ve ürperti gibi kaba tepkilerden söz eder. Kendi toplumuna ait değerleri benimsemiş bir gözlemci, farklı ve kendi içinde değerlere sahip bir toplum ile karşılaşınca bu yeni olanı inkâr eder, sadece kendi toplumunun bir tarihi olduğuna inanır. Ötekine atfedilen tiksinti uyandıran özelliklere Richard Kearney de değinir. Öteki”nin daima yabancı/canavar konumda olduğunu ileri sürer. Yabancı figürü genellikle kendilerini başkaları üzerinden veya başkalarıyla karşıtlıklarına göre tanımlamaya çalışan insanlar için bir sınır deneyimi olarak iş görür. Yabancılar birbirinin gözünde neredeyse daima ötekidir. Yabancı olan öteki, “ben”in kendi içindeki bir bölünmenin uzantısıdır ve özne konumundaki kimlik, kendisine yakıştıramadığı tüm olumsuz özellikleri ötekine yükler. Edip Cansever, “Çağrılmayan Yakup” başlıklı uzun şiirinde, bireyin “ben”iyle ve “öteki”yle kurduğu varoluşsal ilişkiyi “tikelde tümeli gösterme” çabasının bir sonucu olarak “Yakup” özelinde günümüz insanının durumunu yansıtarak gerçekleştirir. Yakup; kendine, başkalarına, çevresine, dünyaya, olay ve olgulara, insanlık durumlarına karşı bir “yabancılaşma” içindedir. Bunun getirdiği sıkıntı ve çaresizlik, onu varlık bunalımına düşürmekte, sürekli bir çıkmaza doğru sürüklemektedir. Bulunduğu durumdan kurtulmayı istemekle birlikte bunun için ne yapılabileceği konusunda bir fikri ya da bu yönde somut bir girişimi yoktur. Bilinç durumu da zaten buna elverişli değildir. Her şeyi, anlamsız bir tekdüzelik içinde algılayan Yakup’un algı biçimleri, metnin kuruluşuna ve anlatım özelliklerine de yansır. Cansever, çağımız insanının bu trajik durumunu, umutsuzluğuyla birlikte verir.
“Dilimde sabah keyfiyle yeni bir umut türküsü Kar yağmış dağlara, bozulmamış ütüsü…” böyle bir soğuk havada bu şiirle içimizi ısıtmalık mis kokulu bir gün. Bir aralık huzur da verir-miş inandım.
“Kim mutlu edebilir seni? Sen hazır değilsen? Başkasıyla gelen mutluluk başkasıyla gidecektir. Kendi kendinle mutlu ol benden sonra bir aralıkta da.”
Son görüşmemizde son sözümüz bu olmuştu Kasım Abi’yle. O bir aralıkta duygusallığım tuttu işte.
‘Duyguları yaşamaya izin vermeliyiz.’ değil o. ‘Duygular varlıklarıyla bizim yaşamamıza izin veriyor.’ sırayı karıştırmamak lazım Çocuk Hanım, derdi. Tabi şimdi yanımda olsaydı. Evet aynen bunu derdi dostum.
İstanbul’da cadde ve sokak aralarında yürürken birden durup geriye bakıyorsunuz. O kadar yoğun güzel bir koku bulutu içinden geçtiğinizi fark ediyorsunuz ki; acaba bir parfüm aracı devrildi de taşıdığı ürünler etrafa mı saçıldı diye düşünüyorsunuz.
Hayır böyle bir şey olmadığını fark ediyorsunuz… Kış mevsimine girdik ya(!)
Ihlamurun yeri ayrıdır bende… Kış ayında en yakın dostumun biri de ıhlamur. Kavanoz içinde evlerin “Nöbetçi Eczanesi” halinde raflarda durabiliyor. Demlenmiş bir şiir kalıp bozulmuyor. Bir aralık mutlu olmak için hazırım ıhlamur çayımı hazırlarken şimdi.
“Pencereden kar geliyor aman annem, Gurbet bana zor geliyor…” dedim dinledim diye midir bilemem?
“Bazı insanlar bazı insanlara şifadır. Allah şifamızı versin.” diyen annem, memleketten ıhlamur yollamış. Bir de şu notu eklemiş:
“Bir Aralık mutlu son yaz bu yıla.”
Ne diyeyim anneme şair demiş benim yerime de:
“Kesin bir gün belirtemem, n’olur takvim sorma bana -Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.”
Bir aralık hak edene hak ettiğini veriyormuş dediler bana. İçim rahat biraz olsun.
Çocukken, bir şey istediğinde alamadığını mı öğrendin? Başkalarının isteklerinin seninkilerden daha önemli olduğunu mu öğrendin? Bir şey istemediğini söylediğinde; karşındaki üzüldüğünü kırıldığını veya sana kızdığını mı gördün? Ya ihtiyaçlarını söylemene rağmen duyulmaya duyulmaya susmayı mı öğrendin?
Şimdi bir yetişkin olarak; kendi ihtiyaçlarına, tercihlerine ve seçimlerine sahip çıkabileceğini hatırlat kendine. Buna hakkın olduğuna sen ikna olursan karşındaki zaten olur.
Ben ikna oldum Çocuk Hanım. Büyüdük. Demlendik.
“Ihlamur düz kenarlı ve yürek biçiminde yaprakları var. Yürek biçimli yapraklar kışın dökülüyor çünkü ıhlamurun cinsi böyle, yaprak döken ağaç. O kalp döküyor tıpkı hayatın kendisi gibi.” demişti babam.
Bazen bütün kalpler yerinden sökülmüş olmuyor mu?
Kalpsiz tohumlar haline gelinmiyor mu?
Kendi kendime konuşmaya, sorular sormaya başladım işte… “Bir aralık bakarım, bir aralık yaparım, bir aralık ilgilenirim.” cümlelerine nokta koymadıkça sert bir kış geçirecek-miş gibi yüreğimiz… Noktayı kalbinize değil, yapmayacağınız cümlelerin sonuna koyanlardan olalım da kar gibi temiz kalalım bari. Yılın son ayki sayfası temiz güzelliklerle beyaz kalsın bari.
Ömrümüzde kim bilir her birimiz kaç baharı geride bıraktık; ama hâlâ büyük bir özlemle en güzelini yaşama arzusuyla nefeslerimizi ufuktaki o bahar için alıp vermeye devam ediyoruz. Devam ediyorum lapa lapa barışıklığımla, sevgiye bağışıklığımla. Hayat o kadar hızlı yaşanıyor ki çoğu kez mevsimlerin gelişini, gidişini dahi hissedemeyecek kadar bizi körleştirebiliyor. Yüreğinin soğuduğuduğunu ya da içinin ısındığını hisseden insan şu 12 ayın halini mi hissedemeyecek (!)
İnsanlar tabiata ilgisiz. “Vay be kış gelmiş diyor, haberimiz yok” ahvalinde(mi)yiz? Tabiat doğru yolu izliyor da insanın tabiatı bir ilginç.. Vay be çayımı yudumlarken “Mevsim de ömür gibi gelip geçiyor işte!” diyorum.
Ne aralık ama… Sıcacık mis kokulu kahvelerde, cama vuran yağmur seslerinde, ışıl ışıl yeni yıl telâşında. Ruhumuzu ısıttık, döndük kendimize, en derinde kendimizi bulduk. Ömür bir ıhlamur kokusu… dedirtti bana.
Şu sıralar her günümüz ayrı bir acının dikenli bağcıklarıyla önümüze geliyor. Yataktan kalkıp sokağa çıkana kadar kaç baharın bittiğini sonradan öğreniyoruz.
Beraber yenilen yemek, içilen çay, gidilen yol, kurulan hayaller.. Birlikte yaşanan ve yapılan çok şey, zehrini alır insanın. Kendi yalnızlığını unutup huzurevinde bir başına camdan dışarıyı seyredene üzülebiliyor insan. Bir başına, geçmişinde beraber olduğu her şeyi içinde tekrar tekrar canlandırıyor, onu seyrederken ise şimdi beraber olmadığı her şeyin hayalini kaçıncı kez olduğunu bilmeden canlandırıyor içinde. Hüznü, heybesinde. Ayak izlerini bulmaya çalışıyor mesela eski bir şehirde. Sesinin hangi duvarlara çarptığını, susmayı nerede öğrendiğini arıyor. Kaybettiklerinin ve dahi hiç olmamış olanların nasıl içinde saklı olabildiğini anlamaya çalışıyor. Olmayan şeyin hacmi olur mu? İnsan, yer veriyor kalbinde, hiç olmayana bile. Beraber olabilmenin ve kalabilmenin çöküşü, yükseltiyor yalnızlığı. İnsan, daha dün tanıştığına yer açıyor hayatında ama tutamıyor hep yanında..
Ormangülüm; beraberken, hüzün yerlisi olmaz heybemizin. Birlikte olabilmek diğer her şeyi teferruat bilmeye yetiyor, bilirsin. Yalnız içilen çorba midesine oturuyor oysa insanın. Yahut bir başına izlediği komedi filminde ağlayabiliyor insan.. Beraber kalabilmenin adını yaşamak sayıyorum. İnsanın ise ölümü yeterince bilmediğini düşünüyorum. Ayağımızı bastığımız toprağın üstümüzü örtmesi uzak değil hiçbirimize. Ölüm var; uzak olmaya sebep olan tüm teferruatları ortadan kaldırmalı bu gerçek. Gözümüzden ırak olanlar gönlümüzde de ırak değil, hasrettir.
Sesim, umuda dönük. Dünyadaki tüm yarım kalmış sözleri tamamlamak istiyorum. Kelimelerin anlamına tutunuyorum. Kelimeler bazen şeker, bazen iki uçlu bıçaktır, bilirsin. Yine de yaşamaya dair bir şeyler söylemekten korkmuyorum. Birlikte olabilmenin adı yaşamaktır. Ormangülüm, birlikte yürünecek yollar, okunacak kitaplar, söylenecek türküler var. Aramıza yalnızlıktan duvarlar örmeyelim. Sonra fiyakalı duvarlara sahip oluruz ama gidecek tek bir evimiz olmaz.
Yaşama ve dünyanın hengameli akışına gözlerimizi açtığımız an itibariyle başlıyor kader serüvenimiz. Ve o andan sonra başlıyor, hayat denen ve hep korkular üzerine kurulmuş mücadelemiz. Ailemiz, sevdiklerimiz ve çevremiz bizleri negatif düşünceler ile dolu bir geleceğe hazırlıyor. Hayatı öğrenmeye çalıştığımız (ev, okul, iş, ibadethane… ) her yerde korku üzerine bir yaşam inşa ediliyor. Hep bir şeyler ile korkutuluyoruz. -Böyle yaparsan, sınıfta kalırsın! -Böyle yaparsan, bu kemanı çalamazsın! -Böyle yaparsan, cehennemde yanarsın! Sonuç olarak korkuları yüzünden, bir şeyler yapmaya cesaret edemeyen insanlar, birilerinin korku imparatorluğunda yaşamaya çalışıyorlar ve bunun adına da “Kader” diyorlar. Ne acı.. Korku ve negatif düşünceler üzerine atılan hiçbir adım, asla yere sağlam basamaz. Okuduğum bir kitabın* kapağında yazan şu cümle; “Düşüncelerinizi Değiştirirseniz, Kaderinizi De Değiştirirsiniz” hayatımda bir dönüm noktası olarak birçok şeyi değiştirdi. İçine tıkıştırıldığım kabuğu kırıp, kalıplarımdan sıyrıldım. Bakış açımı ve düşüncelerimi değiştirip, tüm bildiklerimi sorgulamaya ve yeniden öğrenmeye başladım. Bizler dünyaya baktığımız pencerenin perdesini açmadığımız için, dışarıyı kara bulutlar ile kaplı, kasvetli bir havadan ibaret sanıyoruz. Çünkü bizlere öğretilen, hep perdenin arkasından bakmak oldu. Hayatına yeni bir anlam katmak, kalıplarından, korkularından sıyrılıp, sağlam adımlar atmak için, hemen şimdi her şeyi bir kenara bırak. Perdeni aç…
Kurşun beyinde, hissedileni yürekte olan gözlerini yıldızlara diktiği günü hatırladı. Gençliğin o masumluk örtülü afacanlıklarını, aşkı için birçok şeyden vazgeçtiğini, sevdadan piyangoyu tutturduğuna inanıyordu. İlk kez söyleyecekti sevdiğine gözlerindeki bakışı, sözlerindeki duruşu… Ama gözleri ipekten bir ipin her bir sütunu gibi her medeniyeti ayrı güzel olan ama sözleri bir keskin bıçak gibi değdiği anda kanatan hep aklına geliyordu şimal yıldızlarının onda bıraktığı tesir. Belki de sevgisini o yıldızın çuvalına koyuyordu. Gözleri iki yıldızı temsil ediyordu. İçerisine doldurduğunu geri göndermiyordu… Çünkü şimal yıldızları kuzeye bakıyor, kurşun beynimde, sözlerin bir yıldızın sembolleşmiş simgesinde ve çınlıyor kulağım vazgeçememek eylemini ileriye dek sürüklemekte ısrarcı tavırlarını sergilemekten vazgeçmiyor. Sadece iki kelime yetebiliyor fikirlerimi kükretmeye ” Kurşunların İzleri” adres sormadan çıkmak istiyor yola fikirler ve sanat ile buluşuyor yolda. İki fikir anlamsızca yol alıyor mesafeler yakınlaşıyor hedeflere, son sözler dökülüyor iki dudak arasından… Çünkü şimal yıldızları kuzeye bakıyor, kurşun beyinde, kurşunların izleri yürekte…
Dindir sinendeki sönmez ateşi Cihanda yoktur gövdendeki nâr’ın eşi Uyan, akreple yelkovanın uyuttuğu gaflet uykusundan Tebah olmasın ardında bıraktığın hiçbir an Acz içinde, bataklık dibinde kalmışsın biçare Yok mudur zihninde yaşamak yahut yaşatmak için gaye Ye’s bataklığı sen istersen oluverir gülistan Ruhun bedeninden müteferrik, ne bu tantana bu isyan Âti meçhul, geçmiş ardında kalmışsa; ne diye bedhahsın şu ana Zâyi etme lahzanı, inhimakın olmasın istikbalden yana Kaldır kafanı bak semaya, huzur nasıl ediyor aniden zuhûr Helak olmuş ruhun, seslenmiş duymamışsın; hıyanetin aslı budur Vakfetmişsin kendini geleceği meçhul olan istikbale Unutmuşsun sevgiyi, saygıyı olmuşsun hırsına pervane Seyretme yanından geçen serçeyi; okşa kanatlarını nazikçe Dalgın mısın dargın mı? Neden bakışların meyûsane Çeksen içine bakarken ufka meltemle gelen nefhayı Diriliverir ruhun, kaldırır her türlü cefayı Yâdına düşerse mazi bakışların oluverir âmâ Unutma, yeryüzünde en kıymetli mücevherdir vefa Hatrından çıkmış düştüğün yerden kaldıran eller Esbab arama, davran! Ne vefasız insan imiş derler.. Etmişsin kendine her türlü nimeti zehir Görebilirsen içtiği her damla suda Hakk’ı anan kuşları; anlarsın dünya ne denli efsun bir yerdir
En sevdiğim şiirin geçen aylarda farkına vardım: ‘Sevgilerde’. Anladım ki bazı şeyler senelerce sizin gözünüzün önünde durabilir, onun kıymetini anlamak için ‘bir an’ gerekir.
Farklılıklara saygı duyan ve kendine göre olmayandan da bir şey öğrenen insanlara ihtiyacımız var. Onlara sarılmak ve varlıklarına buradan teşekkür etmek istiyorum.
Öğrenmek hem de bitmek tükenmez bir merakla, öyle geliyor ki insanın yıllarını adaması için nefis bir yol olmalı.
Bir işi yapmayı ne kadar istersem öğrenme hızımın aynı oranda arttığını böylece bu işi hem tutkulu hem de ciddi bir şekilde yapabildiğimi gördüm. Tutku, ciddiyetin sentezi tatminkarlığı ve birçok değeri beraberinde getiriyor.
Duyduktan sonra etkisinde kalıp alıntı defterime not etmiştim. Başarılı ya da başarısız olduğum fark etmez yaptığım her uğraştan sonra kendime sormam gereken iki soru var: 1- Elinden gelenin en iyisini yapmaya gayret ettin mi? 2- Elinden gelenin en iyisini yaparken şevkli miydin? ~Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu
Büyüğünden küçüğüne güven duyduğum her neyse beni yarı yolda bırakabileceğini gördüm. Bir kalem, siz onu masadan almadığınız sürece orada kalır fakat bir kişi -vasfı ne olursa olsun- size aynı kesinliği veremez. Az çoğun aksine dinlendirici, keyifli, verimlidir.
Büyük hedefleri, içindeki basit imgeler mümkünata yaklaştırıyor. Bu da sizi ‘zor’ yerine ‘keyifli’, ‘yapamam’ değil ‘yaptım’a götürüyor.
Her tarafım insanlarla dolu, onlar da benlikleriyle, düşünceleriyle. Ancak herkes parmak izi gibi özgün olmuyor. Esinlenmek ile kopyalamak farklı şeyler. Bunun karşı taraftaki çıktıları yeniliği al ve kendine göre benimse, yeniliği al ve bende olduğu gibi benimse. Doğru kişiden doğru şeyi esinlenmek, sanıyorum kısaca böyle.
Kişi hangi unvana sahip olursa olsun bir insana makamına göre muamele ediyorsa geriye kendinden hiç bırakır.
Bir cümlede müthiş alana yayılan ve cesaret kapsayan alıntılarımdan bir diğeri ve oldukça önemlisi: ‘Konfor çürütür, kaos büyütür.’ ~Prof. Dr. Sinan Canan Bu, hangi büyük görünen işin ardındaki öğretiye odak sağladı, beni kaç alana yönlendirdi? Anlatmak için dört kelime, başlamak için bir adım yeter.
Öğrenmeye çalıştığım konulardan biri; kimsenin seni desteklemesine, alkışlamasına gerek yok. Sen kendinden eminsen gerisi önemli değil.
Şekillenmemiş düşüncelerim, çıkmaz sokaklarım var. Her gittiğim yolda keşfetme isteği benimleyse buraya yazacak birkaç şeyim de olacak.
30 Kasım 2020’de 12.29’da 8 derece İkizler burcunda Gölgeli bir Ay tutulması yaşanacak. Bu ay tutulması 2020 yılının son ay tutulması olacak sevgili arkadaşlar..!
Bu tutulma: Doğu Asya, Avustralya ve Amerika’da izlenecek. Tutulmalar bildiğiniz gibi dolunay ve yeni ayların on katı gücünde etkiyi barındırırlar. Bu tutulma da çok önemli bir tutulma..!
Ay tutulmaları “Bitişler” demektir. Yeni Ay’lar ise “Başlangıçlar” demektir. Aralık ayının 14’ünde gerçekleşecek olan tutulma ile ilgili yine bir yazıyla size bunu anlatmayı umut ediyorum. Orada da yeni başlangıçlardan bahsedeceğiz. Burada; tamamlanma, nihayi bitişler, artık bir şeylerin nihayete gelmesi, olgunluğa erişmesi ve ön plana çıkmasından bahsetmemiz gerekiyor.
“BİTİRMEK İSTİYORDUM AMA BELKİ SÜRDÜRDÜĞÜM BİTMİŞ BİR ŞEYDİR DİYE DÜŞÜNDÜM”
Bu tutulma bir şeyleri bitirme dönemi aslında. Eskimiş, varlığını bitirmiş ama bizim bir süredir bırakamadığımız, vazgeçemediğimiz, alıştığımız şeylerden hayat bizi kendi yöntemleriyle kurtaracak.
Böyle zamanlarda bitmesi gereken şeyin bitmesine izin vermek lazım, hayırlısını görmek lazım, faydasını görmek lazım, direnmemek lazım.
Bu cümle çok güzel o yüzden “Bitirmek istemiyordum ama belki sürdürdüğüm bitmiş bir şeydir diye düşündüm.” Bırakın bitmesi gereken bitsin.
“HAYAT BİZE VERDİĞİMİZDEN DAHA ÇOĞUNU VERMEYE HAZIR”
Güzel haber şu: Ay Tutulmasının içerisinde Şiron olacak, yani şifalanma da olacak. Bitmesi gereken şeyler bir şekilde ruhumuzu rahatlatacak, bize iyi gelecek şeyler de olacak.
Bu dönemde birilerine yardım etmeye, şifa olmaya gayret edin ya da birilerinden yardım alma konusunda çekingen olmayın. Hayat bize verdiğimizden daha çoğunu vermeye hazır.
❗ Hava Grubu Burçlar (İkizler, Kova ve Teraziler): En net etkiyi alacaklar. ❗ Ateş Grubu Burçları (Yay, Aslan ve Koçlar): Bu tutulmadan destek etkisi alacaklar. ❗ Su Grubu Burçları (Yengeç, Balık ve Akrepler): Kadersel etkiyi yaşayacaklar. ❗ Toprak Grubu Burçları (Başak, Oğlak ve Boğalar): Zorlu etkiler alacaklar.
Yani nereden ne geleceğini sezinleyemeden hayatta yaşayacağınız deneyimlerle karşılaşabilirsiniz. -Kadersel dediğimiz şey buydu çünkü.-
Kurulan bu düzenin üstüne aslında bir çıkmazda olan durumları yeniden toparlama amaçlı bir tutulma serisi gibi gözükebiliyor gözümüze. Yani “Uzun zamandır bir şeyi yapmaya çalışıyorum ama bir türlü olmuyor! Artık yeni yatırımlar uygulamanın vakti geldi. Bundan sonra yeni başlangıçlar, yeni serüvenler, yeni süreçler denemem gerekiyor.” dedirtecek bu tutulma bize.
Hayatta kalanlar el kaldırsın! ?
Zira yokuş aşağı gidiyor her şey bu günlerde. Sebebi malûm…
Sevgili Ay ?
Sana bu satırları Dünya’dan yazıyorum. Sen şimdi doluyorsun ya tüm ihtişamınla, aşağıda durumlar biraz karışık… Nasıl anlatsam… Biraz heyheyliyiz. Eş, iş, dost, sevgili ne varsa tufan yeri.
Bir de tutuldun ya… Bizde elektrikler komple gitti. Önümüzü zor görür olduk. Mumlar da koyduğumuz yerde değil. Elini attığı yerde fener bulanlar da var tabi. Sakin kalıp tosladığı duvarda aklı başına gelenlerde. Onca yol aşıp, aklı hâlâ takıldığı o küçük taşta olanlarda.
Yani kısaca ışığına sağlık! Kendi ışığımızı görmemizi istediğini biliyoruz. Sorun sende değil bizde. Ey Ay! Eksik olma! Dolsan da tutulsan da seni seviyoruz başkan. ❤
Bana bugün ne yapmalı diye soracak olurlarsa, ancak önce kendini düzeltmelisin diyebilirim. Bir temel ilkeden yola çıkmak gerekirse bu temel ilke ancak şu olabilir: Kendini çözemeyen kişi kendi dışında hiçbir sorunu çözemez.
Oğuz Atay
Sartre göre varoluş, insanda ama yalnız insanda, özden önce gelir. Bu demektir ki insan önce vardır; sonra şöyle ya da böyle olur. Çünkü o özünü kendisi yaratır. Nasıl mı? Şöyle: “Dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak, yavaş yavaş kendisi belirler. Bu belirleme yolu hiç kapanmaz..”
Samuel Beckett, Molloy’a daha ilk cümlelerden itibaren varoluşunu sorgulatmaktadır. Bir kendini tanımlama söz konusudur. “Kimim ben, neyim ben?, Nasıl geldim?, Nerdeyim? gibi sorularla varoluşunu sorgulayarak kendini tanıma yoluna sokar. Bunlar, benliğini bulmasına yardımcı sorulardır. Özünü arayan her kişi, kendisine bu gibi sorular sorar. Sonra yaşadığı bu dünya; çok acımasız, pis, psikolojik ve fizyolojik yıkımların olduğu bir yerdir. Zaten yaşadığı yerde hiçbir şey düzgün ilerlemiyorsa bireyde normallik aramak anormallik olur. Bilinç ve bellek parçalanması, toplumdaki kaostan, huzursuzluktan kaynaklanır. Bu durumda güçlü kalanlar gider ya da Molloy gibi bir deliğe tıkanır. Beckett, Molloy’u güzel bir deliğe tıkar, nerede olduğu bilinmemektedir. Çünkü kafalar âdeta sakattır. Oğuz Atay, “Tutunamayanlar” adlı eserinin 149.syf’da “tutunamayan” ne demek ondan bahseder. Burada tutunamayan üzerinden ağır bir toplum eleştirisi yapar. Hayatın tutarsız olduğunu ortaya koyan kişi zaten tutunamaz. Kalıplaşmış hayatın tutarsızlığında insanların kalıplaşmış şekilleri ve kendileri olamamalarına karşı yöneltilen eleştiri vardır. Bireyin kendisi olamamasının hastalıklı ruh halinin nedeni toplumdur. İnsanların yaşayıp giden yanlışlıklara ilişkin hiçbir tepkisi yoktur, her şeyi kabullenmektedir. Bilinç sürekli akar, mantık yoktur ama yazılanlara baktığımızda sıradan birinin yazmadığını, aydın birinin kaleminden çıktığı görülmektedir. Molloy, geçmişe gider, annesinden bahseder. Bunlar eski zaman elbiseleridir. Geçmiş peşlerini bırakmaz. Tüm geçmiş göz önüne gelmektedir, an yaşanmaz, bedeni burada ama beynini geçmiş zamandadır. Tutunamayanlar adlı eserde Turgut: “Selim’in annesi şunları şunları diyebilir.” diyerek beyninin geçmişte yaşatır. Bu bir nevi iç zaman ile dış zaman çatışmasıdır. Dış zaman ilerler, iç zaman buna yetişemez. Bunun nedeni ise öz arayıştır. 34.syf’da Turgut “Öz-BEN” diyerek bu arayışı yaptığını göstermektedir. Turgut öz arayışındadır, ben olmayacaktır. Olric ortaya çıkacaktır. Kimse kendinden memnun değil, kendisi değildir. Hep birbirinin yerini almak düşüncesindedir. Turgut, Selim olacak sonra Olric oluşacak bu da öz arayışının en güzel örneğini oluşturacaktır. Biz bir sistemin içerisindeyiz. Küresel Köyde Hayat adlı eserde, Hayat, “Ben sizin gibi olmayacağım” dese de sonunda o da bu sistemin içerisinde yok olacak. Birey benini sorgularken bilinci sürekli akar. Geçmişten önemli isimler verir, çöp yığınları gibi üzerine biriken yaşamdır bu. Turgut da geçmişten önemli isimler verir. Turgut, Selim’i unutamaz, sürekli geçmişten kişilere göndermeler yapar. Geçmiş zaman elbiseleri peşini bir türlü bırakmaz. Turgut hem kendini hem Selim’i sorgulamaktadır. Beyni o kadar doludur ki susmaz. Susmayan bir beyin hep vardır. Samuel Beckett’in “Adlandırılmayan” kısmında da bu görülmektedir. Son nefesini veresiye kadar yazacaktır. Küçüçük bir kurtçuğa dönüşecek yine yazacaktır. Âdeta beni ölüm gelesiye kadar yazacaktır. Ontolojik bir sorgulama vardır. Varoluşunu sorgulama, kimlik çatışması sonucu herkes birbiri olmuştur. Bir türlü birey kendi olmamaktır. Hep bir arayış vardır, bu arayış sayesinde bilinç sürekli akacaktır. Toplumdaki kaostan kaynaklanan bilinç, bellek parçalanması yaşanmaktadır. Eller, ayaklar hiçbir işe yaramaz çünkü fizyolojik ve psikolojik olarak yıkımdadırlar. Dünyada kaos vardır, insanlar bu kaostan doğan umutsuzlukları görecek ya kafalarından ya da vücutlarından sakat olacaktır. Leyla Erbil bunu tüm eserlerinde yapar. “Bir dakika ilacımı içip geleceğim.”der. Geçmiş, an, gelecek çatışacak andan zevk alınmayacaktır, gelecekte saçma, faraziler vardır. İnsanlar bunalım içerisindedir, mutlulukları anlıktır. Gerek Turgut gerek Molloy gerekse Molane’da bunu görmek mümkündür. “Tutunamayanlar”da Turgut, “Gidelim Olric”der. Olric yoktur kendine der. Kafasından altı ses çıkar. Tamamen içe kapanıklık hali, bireyin bunalımlı dönemi ve şizofrenik davranışları dikkati çeker. Kısır, iğdiş edilmiş, yitik bir toplumun ürünüdür. Hem ruhen hem bedenen yitik olacaktır. Bireyin bozuk psikolojileri, şizofrenik davranışlara sebep olacaktır. Bunalımlı dönemde birey sıkıştırılmıştır, kısırlaştırılmıştır, iğdiş edilmiştir. Ne kendinden ne çevresinden ne de toplumundan memnun olmaktadır. Molloy’da da Molena’da da abuk sabuk hayaller, bilinç akışındaki felsefi sorgulamalar ile çarpışacaktır. Molloy’un 13.syf’da bilinç yitiktir ama hala yazma düşüncesindedir. ”Yazım kurallarını unuttum, sözcüklerin yarısını da.” derken kalemi onun sığınağıdır, kendini var etme mücadelesini sürdürdüğü, benini, özünü bulacağı, mücadele ettiği yerdir. Molloy kendini tehlikede hisseder, bedenini, ruhunu tehlikede hisseder. Onca masumluğuna karşın tehlikede hisseder. Sonra kendine sorular yöneltir. “Masumluğun işi ne burada?, Kötülüğün sayısız neferiyle ne ilişkisi var?” diyerek ontolojik sorgulama yapar. S.Beckett anlattıklarının deli saçması olduğunu bunu da bilerek yaptığı göstermektedir. Sonra bilincinin sürekli aktığını şu sözlerden anlıyoruz. “Biraz sonra ineklerden, gökyüzünden söz edeceğim, göreceksiniz.” Molloy’da birey 24.syf’da kendi olamamasından yakınır. Yöneltilen sorulara verilen cevapların içtenlikle vermediğini söyleyecektir. Çünkü kendi istediği şekilde dile getirse toplum düzenini ve ahlakını zedeleceğini dile getirir.Bir yerde de yaban olmaktan çekinme söz konusudur. Bilinç akışından dökülenleri sakatlığı üzerine abuk sabuk şeyler söylemeye koyulması olarak nitelendirecektir. 25.syf’da Molloy “Bütün dış görünüşüme karşın nasıl da çaresiz olduğumu ama bu çaresizlik içinde de patlamaya hazır yanardağ andıran bir güç gizlediğini hissedebilmek için onların arasından kendimi benim yerime koyacak biri çıkar mıydı acaba?” diye sorarak bireyin patlama noktasında olduğu göstermektedir. Oğuz Atay, 93.syf’da müthiş bir varoluş sorgulaması yapar.”Kendini çözemeyen insan kendi dışında hiçbir şeyi çözemez.” diyerek varlığa, öze olan vurguyu gösterir. 97.syf’da Atay, insanın kendini tanıması gerektiğinden ve en çok kendisi ile ilgilenmesi gerektiğinden bahseder.Toplumsal normların kendimiz olması üzerindeki etkisinden bahseder. 138.syf’da Oğuz Atay, bilincini Orta Asya’dan Anavatana göçmeden önceki kabile hayatına götürecek. 151.syf’da Atay, kelime ve yalnızlık üzerinde duracak. Yokluk varlıktan önce vardı. Yokluk insanın içinde kelime ile birlikte yaşadı. Selim’in kendini kelimeler ile beslediğinden bahseder. Kelimeler insanın aklına geldikçe bireyin yalnızlığının büyüdüğünü söylemektedir. İnsanın düşünceleri ile var olduğundan bahseder. 163.syf’da yine Atay, elimizin, kolumuzun, kendi olamayışlarımızı bebekken kundaklanmamıza götürerek bilincini ontolojik sorgulamalar yaptırır. Dandini dastanalar ile bizi daha küçükken uyutmalarına karşı sorgulamalar vardır. S.Beckett, Molloy kısmının 31.syf’da “Bütün söz konusu olduğunda çaresiz kalıyor insan. Belki de ölümden önce bütün diye bir şey yok.” derken varlıktan önce yokluk vardı felsefesine giderek varlığın özünü yoklukta bulur. Yine 44.syf’da “…İnsanları çok az tanıdığım ve varoluş kavramının da ne anlama geldiğini bilmediğim için bu konu üzerinde düşüncelerim hep korkunç bulanık olmuştu.” Ben olmayan herkese “ben” belirsiz ve korkunç bulanık geldiğini görülmektedir.
73.syf’da Molloy “Sabahın gizlenme zamanı olduğundan bahseder. Kendi olamayan insanlar için diri ve neşeli, düzene, güzelliğe ve adalete susamış olarak uyanırlar. Varoluşunu arayanlardan da bunu beklerler gibi bilincinden dökülen sözcüklerden onun ontolojik sorgulamaları görülmektedir. Beckett ölümü de Molloy’a sorgulatır. Beckett kendi kabuğuna, mağarasına çekilenlerin de bir bedel ödeceğini söylemektedir. Beckett, Molloy kısmının 111.syf’da insanların inançlarını sömüren, kendi olmaya çalışan insanın uyumayı başarması olanaksızdır. Kendi olma acısı sınırsız olduğunda uyumanın kolay olmadığına değinir. Beckett, var olmayan insanın, kendisinden habersiz olduğunu suskunluğundan habersiz olup sustuğunu, var olmayı başaramadığı için var olmayı bıraktığını dile getirerek düşüncelerini noktalar.
Göğe bakalım hep beraber Yarınlara olan inancımıza, Hayallerimize bakalım Var olduğumuz evrenin, yaşamın, hayatın kıymetini anlamaya çalışalım Alnımıza yazılanı Avucumuza kazılanı Vücudumuza azledileni benimseyelim
Ruhumuzu tazeleyelim yeni yaşama Kucaklarımızı dolduralım yeni tatlı telaşlarla Ucu bucağı olmayan, sonsuz şükürlerle kucaklayalım sevdalarımızı Solacakmış gibi bir çiçeği Ağlayacakmış gibi bir bebeği Gidecekmiş gibi bir yaşamı, Dolduralım ciğerlerimize Unutmadığımız, unutulmadığımız kadar Yıldırılmayacağımız yolumuz kadar İnançla sarılalım yaşama Biz bilirsek anlarız, Düşünürsek görürüz görülmeyeni Güvenerek uçarız, korkmadan yükseliriz
Gök bizim olur, güneş bizim, ay bizim.. Tren bizim olur, vagon bizim Biz talih oluruz, başımıza konan kuş kader Yol bizim olur, han bizim..
Biz yaratılışta mükemmel, katında âciz.. Bir damla su, bir avuç toprak Birkaç kelam tevazuyuz özümüzde Kime kibirlenelim ki, senin makamında?.. Kime arz edelim hatalarımızı senden başka?.. Kimsemiz sen’sin, Mâbudumuz sen…