22.7 C
İstanbul
Pazartesi, Ağustos 18, 2025

Mavi Gözlü Dev

Nâzım Hikmet Ran ya da kısaca Nâzım Hikmet (15 Ocak 1902 – 3 Haziran 1963), Türk şair, oyun yazarı, romancı ve anı yazarı. “Romantik komünist” ve “romantik devrimci” olarak tanımlanır. Siyasi düşünceleri yüzünden defalarca tutuklanmış ve yetişkin yaşamının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmiştir. Şiirleri elliden fazla dile çevrilmiş ve eserleri birçok ödül almıştır.

Nâzım Hikmet Ran ya da kısaca Nâzım Hikmet, Türk şair, oyun yazarı, romancı ve anı yazarı. “Romantik komünist” ve “romantik devrimci” olarak tanımlanır. Siyasi düşünceleri yüzünden defalarca tutuklanmış ve yetişkin yaşamının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmiştir. 

Doğum tarihi: 15 Ocak 1902, Selanik, Yunanistan

Ölüm tarihi ve yeri: 3 Haziran 1963, Moskova, Rusya

Defin tarihi ve yeri: Novodeviçi Mezarlığı, Moskova, Rusya

Eş: Vera Tulyakova Hikmet (1960–1963)

Nâzım Hikmet Ran ya da kısaca Nâzım Hikmet (15 Ocak 1902 – 3 Haziran 1963), Türk şair, oyun yazarı, romancı ve anı yazarı. “Romantik komünist” ve “romantik devrimci” olarak tanımlanır. Siyasi düşünceleri yüzünden defalarca tutuklanmış ve yetişkin yaşamının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmiştir. Şiirleri elliden fazla dile çevrilmiş ve eserleri birçok ödül almıştır.

Yasaklı olduğu yıllarda Orhan Selim, Ahmet Oğuz, Mümtaz Osman ve Ercüment Er adlarını da kullanmıştır. İt Ürür Kervan Yürür kitabı Orhan Selim imzasıyla çıkmıştır. Türkiye’de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin en önemli isimlerindendir. Uluslararası bir üne ulaşmıştır ve dünyada 20. yüzyılın en gözde şairleri arasında gösterilmektedir.

Şiirleri yasaklanan ve yaşamı boyunca yazdıkları yüzünden 11 ayrı davadan yargılanan Nazım Hikmet, İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın süre yattı. 1951 yılında Türk vatandaşlığından çıkarıldı; ölümünden 46 yıl sonra, 5 Ocak 2009 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile bu işlem iptal edildi. Mezarı Moskova’da bulunmaktadır.

Yaşam öyküsü

Ailesi

Babası, Matbuat Umum müdürlüğü ve Hamburg Şehbenderliği yapmış olan Hikmet Bey, annesi Ayşe Celile Hanım’dır. Celile Hanım piyano çalan, resim yapan, Fransızca bilen bir kadındır. Celile Hanım, bir dilci ve eğitimci de olan Hasan Enver Paşa’nın kızıdır. Hasan Enver Paşa, Polonya’dan 1848 Ayaklanmaları sırasında Osmanlı İmparatorluğu’na göç eden ve Osmanlı vatandaşı olunca Mustafa Celalettin Paşa adını alan Konstantin Borzecki’nin (Lehçe: Konstanty Borzęcki, d. 1826 – ö. 1876) oğludur. Mustafa Celaleddin Paşa Osmanlı Ordusu’nda subay olarak görev yapmış ve Türk tarihi üzerine önemli bir eser olan “Les Turcs anciens et modernes” (Eski ve Yeni Türkler) kitabını yazmıştır. Celile Hanım’ın annesi ise Alman kökenli Osmanlı generali Mehmet Ali Paşa’nın yani Ludwig Karl Friedrich Detroit’in kızı olan Leyla Hanım’dır. Celile Hanım’ın kız kardeşi Münevver Hanım, şair Oktay Rifat’ın annesidir.

Nâzım Hikmet’e göre, babası Türk ve annesi ise Alman, Polonyalı, Gürcü, Çerkez ve Fransız kökenli idi. Babası Hikmet Bey, Çerkes Nâzım Paşa’nın oğludur. Annesi Ayşe Celile Hanım, Çerkes, Leh, Sırp, Alman, Fransız (Huguenot) kökenliydi.

Babası Hikmet Bey, Selanik’te, Hariciye Nezareti’nde (Dışişleri Bakanlığı) çalışan bir memurdur. Diyarbakır, Halep, Konya ve Sivas valilikleri yapmış olan Nâzım Paşa’nın oğludur. Mevlevi tarikatından olan Nâzım Paşa aynı zamanda bir özgürlükçüdür. Kendisi Selanik’in son valisidir. Hikmet Bey henüz Nâzım’ın çocukluğunda memuriyetten ayrılır ve ailece Halep’e, Nâzım’ın dedesinin yanına giderler. Orada yeni bir iş ve hayat kurmaya çalışırlar. Başarısız olunca İstanbul’a gelirler. Hikmet Bey’in İstanbul’daki iş kurma denemeleri de iflasla neticelenir ve hiç hoşlanmadığı memuriyet hayatına geri döner. Fransızca bildiği için yeniden Hariciye’ye atanır.

Çocukluğu

15 Ocak 1902’de Selanik’te doğdu. İlk şiiri Feryad-ı Vatanı 3 Temmuz 1913’te yazdı. Aynı yıl Mekteb-i Sultani’de ortaokula başladı. Bir aile toplantısında denizciler için yazdığı bir kahramanlık şiirini Bahriye Nazırı Cemal Paşa’ya okuyunca çocuğun Bahriye Mektebine gitmesine karar verildi. 25 Eylül 1915’te Heybeliada Bahriye Mektebi’ne girdi, 1918’de 26 kişi içinden 8. olarak mezun oldu. Karne değerlendirmelerinde zeki, orta derecede çalışkan, elbisesine özen göstermeyen, sinirli ve ahlakî tavırları iyi bir öğrenci görülmektedir. Mezun olduğunda dönemin okul gemisi Hamidiye gemisine güverte stajyer subayı olarak atandı. 17 Mayıs 1921’de aşırıya kaçan halleri bulunduğundan ordu ile ilişiği kesildi.

Milli Mücadele dönemi ve gençliği

Nazım’ın ilk kez neşredilen, Mehmed Nazım imzasıyla yazdığı “Hala Servilerde Ağlıyorlar mı?” başlıklı şiiri 3 Ekim 1918’de Yeni Mecmua’da yayımlandı.

19 yaşındayken, 1921 yılı Ocak ayında arkadaşı Vâlâ Nureddin ile Milli Mücadele’ye katılmak üzere ailesinden habersiz biçimde Anadolu’ya geçti. Cepheye gönderilmeyince Bolu’da bir süre öğretmenlik yaptı. Daha sonra Eylül 1921’de Batum üzerinden Moskova’ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde siyasal bilimler ve iktisat okudu. Moskova’da devrimin ilk yıllarına tanık oldu ve komünizm ile tanıştı. 1924’te yayınlanan ilk şiir kitabı 28 Kanunisani Moskova’da sahnelendi.

Moskova’da 1921-1924 yılları arasında geçirdiği sürede Rus fütüristleri ve konstrüktivistlerinden esinlendi ve klasik biçimden sıyrılarak, yeni bir biçim geliştirmeye başladı.

1924’te Türkiye’ye dönerek Aydınlık Dergisinde çalışmaya başladı, ancak dergide yayınlanan şiir ve yazılarından dolayı on beş yıl hapsi istenince bir yıl sonra tekrar Sovyetler Birliği’ne gitti. 1928’de Af Kanunundan yararlandı ve Türkiye’ye döndü. Ancak tekrar tutuklandı. Serbest kaldıktan sonra Resimli Ay dergisinde çalışmaya başladı.

1929’da İstanbul’da basılan “835 Satır” adlı şiir kitabı, edebiyat çevrelerinde geniş yankı uyandırdı.

Hapis hayatı ve sürgünü

1925 yılından başlamak üzere şiirleri ve yazıları yüzünden hakkında açılan pek çok davada beraat etti. Yargılandığı davaların listesi şu şekildedir:

  • 1925 Ankara İstiklâl Mahkemesi Davası
  • 1927-1928 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
  • 1928 Rize Ağır Ceza Mahkemesi Davası
  • 1928 Ankara Ağır Ceza Mahkemesi Davası
  • 1931 İstanbul İkinci Asliye Ceza Mahkemesi Davası
  • 1933 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
  • 1933 İstanbul Üçüncü Asliye Ceza Mahkemesi Davası
  • 1933-1934 Bursa Ağır Ceza Mahkemesi Davası
  • 1936-1937 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
  • 1938 Harp Okulu Komutanlığı Askerî Mahkemesi Davası
  • 1938 Donanma Komutanlığı Askerî Mahkemesi Davası

1933 ve 1937 yıllarında örgütsel faaliyetleri nedeniyle yine bir süre tutuklu kaldı. Barışseverler Cemiyeti’nin kuruluşunda yer aldı. 1938’de bu kez “orduyu ve donanmayı isyana teşvik” suçlamasıyla tutuklandı ve yargılandığı davada 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde aralıksız 12 sene kaldıktan sonra, 14 Temmuz 1950’de çıkan Genel Af Yasası’ndan yararlanarak, 15 Temmuz’da serbest bırakıldı. 2007 yılında vizyona giren Mavi Gözlü Dev adlı film, Nazım’ın Bursa cezaevinde kaldığı yılları anlatmaktadır.

Yasal olarak yükümlülüğü olmamasına karşın askere çağrılınca, öldürüleceği endişesiyle 17 Haziran 1951’de İstanbul’dan ayrılarak, Romanya üzerinden Moskova’ya gitti. 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığından çıkarılmasının ardından, büyük dedesi Mustafa Celaleddin Paşa’nın (Konstantin Borzecki) memleketi olan Polonya’nın vatandaşlığına geçerek Borzecki soyadını aldı.

Sovyetler Birliği’nde Moskova yakınlarındaki yazarlar köyünde ve daha sonra da eşi Vera Tulyakova (Hikmet) ile Moskova’da yaşadı. Memleket dışında geçirdiği yıllarda Bulgaristan, Macaristan, Fransa, Küba, Mısır gibi dünya memleketlerini dolaştı, buralarda konferanslar düzenledi, savaş ve emperyalizm karşıtı eylemlere katıldı, radyo programları yaptı. Budapeşte Radyosu ve Bizim Radyo bunlardan bazılarıdır. Bu konuşmaların bir kısmı bugüne ulaşmıştır.

3 Haziran 1963 sabahı saat 06:30’da gazetesini almak üzere ikinci kattaki dairesinden apartman kapısına yürüdüğü sırada, tam gazetesine uzanırken geçirdiği kalp krizi sonucunda hayatını kaybetti. Ölümü üzerine Sovyet Yazarlar Birliği salonunda yapılan törene yerli ve yabancı yüzlerce sanatçı katıldı ve törenin görüntüleri siyah beyaz olarak kaydedildi. Ünlü Novodeviçi Mezarlığı’nda (Rusça: Новодевичье кладбище) gömülüdür. Meşhur şiirlerinden biri olan Rüzgâra Karşı Yürüyen Adam figürü, siyah granitten yapılan mezar taşı üzerinde, ebedileştirildi.

Hüküm giyerek hapis yatmaya başladığı 1938 yılından 1968 yılına kadar eserleri Türkiye’de yasaklandı. Eserleri, 1965’ten itibaren çeşitli basımlarla yayımlanmaya başladı.

Yeniden Türk vatandaşlığına alınması

2006 yılında Bakanlar Kurulunun Türk vatandaşlığından çıkarılan kişilerle ilgili yeni bir düzenleme yapması gündeme geldi. Yıllardır tartışılmakta olan Nâzım Hikmet’in Türk vatandaşlığına yeniden kabul edilmesi yolu açılmış gibi görünmesine rağmen Bakanlar Kurulu bu düzenlemenin sadece yaşamakta olanlar kişiler için olduğunu ve Nâzım Hikmet’i kapsamadığını belirterek bu yöndeki talepleri reddetti. Sonradan dönemin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, İçişleri Komisyonu’nda “Tasarıda, şahsa bağlı hak olduğu için bizzat müracaat etmesi gerekir. Arkadaşlarım da olumlu şeyler belirttiler, komisyonda görüşülür, bir karar verilir” dedi.

2009 yılının 5 Ocak Günü “Nâzım Hikmet Ran’ın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkartılmasına ilişkin Bakanlar Kurulu kararının yürürlükten kaldırılmasına ilişkin önerge” Bakanlar Kurulu’nda imzaya açıldı. Nâzım Hikmet Ran’a yeniden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının iade edilmesine ilişkin bir kararname hazırladıklarını ve bu teklifin imzaya açıldığını ifade eden Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, 1951 yılında vatandaşlıktan çıkartılan Ran’ın yeniden Türk vatandaşı olmasına ilişkin önerinin Bakanlar Kurulu’nca oylanarak kabul edildiğini söyledi.

Bakanlar Kurulu’nun 5 Ocak 2009 tarihinde aldığı bu karar, 10 Ocak 2009 tarihinde Resmî Gazete’de yayınlandı ve Nâzım Hikmet Ran, 58 yıl sonra yeniden Türk vatandaşı oldu.

Üslubu ve başarıları

İlk şiirlerini hece ölçüsü ile yazmaya başladı ancak içerik bakımından diğer hececilerden farklıydı. Şiirsel gelişimi arttıkça hece ölçüsü ile yetinmemeye ve şiiri için yeni formlar aramaya başladı. Sovyetler Birliği’nde yaşadığı ilk yıllar olan 1922 ile 1925 arasında bu arayış doruğa çıktı. Hem içerik hem de biçim bakımından dönemindeki şairlerden farklıydı. Hece ölçüsünden ayrılarak Türkçenin vokal özellikleri ile ahenk oluşturan serbest ölçüyü benimsedi. Mayakovski ve fütürizm taraftarı genç Sovyet şairlerinden esinlendi.

  “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim.Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak bu cehennem, bu cennet bizim. Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
Yok edin insanın insana kulluğunu, bu dâvet bizim….Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim…”
 (Nazım Hikmet)

Şiirlerinden birçoğu Fikret Kızılok, Cem Karaca, Fuat Saka, Grup Yorum, Ezginin Günlüğü, Zülfü Livaneli gibi sanatçılar ve gruplar tarafından bestelendi. Ünol Büyükgönenç tarafından özgün bir şekilde yorumlanmış olan küçük bir kısmı ise 1979’da “Güzel Günler Göreceğiz” ismiyle kaset olarak çıktı. Birkaç şiiri ise Yunan besteci Manos Loizos tarafından bestelendi. Ayrıca bazı şiirleri Yeni Türkü’nün eski üyesi Selim Atakan tarafından da bestelenmiştir. “Salkım söğüt” adlı şiiri Ethem Onur Bilgiç’in 2014 tarihli animasyon filmine konu olmuştur.

UNESCO’nun ilan ettiği 2002 Nâzım Hikmet yılı için besteci Suat Özönder “Şarkılarda Nâzım Hikmet” adlı bir albüm hazırladı. Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığının katkılarıyla, Yeni Dünya plak şirketi tarafından hayata geçirildi.

Şair Nâzım Hikmet’in 2008 yılının ilk günlerinde, eşi Piraye’nin torunu Kenan Bengü tarafından Piraye’nin evrakları arasında “Dört Güvercin” adında bir şiiri ve üç adet tamamlanmamış roman taslağı bulundu.

Eserleri

  • Ahmet Aslan, Geberiyorum
  • Ahmet Kaya, Aynı Daldaydık
  • Ahmet Kaya, Şeyh Bedrettin (Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı şiirinden uyarlama)
  • Cem Karaca, Ceviz Ağacı
  • Cem Karaca, Çok Yorgunum (Mavi Liman şiirinden uyarlama)
  • Cem Karaca, Hasret (Davet şiirinden uyarlama)
  • Cem Karaca, Herkes Gibi
  • Cem Karaca, Hoşgeldin Kadınım (Hoş Geldin şiirinden uyarlama)
  • Cem Karaca, Kerem Gibi
  • Cem Karaca, Şeyh Bedrettin Destanı (Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı şiirinden uyarlama)
  • Edip Akbayram, Gidenlerin Türküsü
  • Edip Akbayram, Güzel Günler Göreceğiz (Nikbinlik şiirinden uyarlama)
  • Edip Akbayram, Korkuyorlar
  • Esin Afşar, Tahir ile Zühre Meselesi
  • Ezginin Günlüğü, Japon Balıkçısı
  • Ezginin Günlüğü, Seni Düşünmek Güzel Şey
  • Fikret Kızılok, Akın Var
  • Grup Baran, Güneşi İçenlerin Türküsü
  • Grup Baran, Salkım Söğüt
  • Grup Yorum, Ben Bir Asker Kaçağıyam
  • Grup Yorum, Bu Memleket Bizim
  • Grup Yorum, İnsanların İçindeyim
  • Grup Yorum, Veda
  • Hakan Yeşilyurt, Piraye [not 1]
  • Hüsnü Arkan, Bor Oteli
  • İlhan İrem, Hoşgeldin Kadınım
  • İlkay Akkaya, Beyazıt Meydanı
  • Mesud Cemil, Kanatları Gümüş Yavru Bir Kuş
  • Onur Akın, Sev Bakalım
  • Onur Akın, Seviyorum Seni
  • Ruhi Su, Kadınlarımız
  • Ruhi Su, Masalların Masalı
  • Ruhi Su, Onlar Ki
  • Sümeyra Çakır, Hürriyet Kavgası
  • Yeni Türkü, Mapushane Kapısı
  • Yeni Türkü, Öldükten sonra
  • Yeni Türkü, Sen
  • Zülfü Livaneli, Bulut Mu Olsam
  • Zülfü Livaneli, Hoşçakal Kardeşim Deniz
  • Zülfü Livaneli, Karlı Kayın Ormanı
  • Zülfü Livaneli, Kız Çocuğu
  • Zülfü Livaneli, Memetçik Memet
  • Zülfü Livaneli, Saat Dört Yoksun
  • Zülfü Livaneli, Vapur

Prototipik Modern Bir Vahiy

Belki de hep seslere tutunarak yürüdüğü için

İstediğini sandığı yere hiç gidemeyen,

Her şeyi alıp kendinde toplayan,

Düşünce körü

Ölüleri de kaldırmak gerek

Tam da şimdi

Kendi varoluşlarının tarihsel süreksizliğinden.

Gösterilmemiş olanı akla getirdiği için

Gösterilen şey,

Hiç yazılmamış olanı okur

Tüm inşa edici seçimler.

İşte bunlar kesintisiz bir süreksizlik içinde

Küreselleşen insanlar.

Oysa tanrının kendisi bir durumken.

Kaçmaya hazırlanan işte bu sözcükler de

Prototipik modern bir vahiy

Okunmayı talep ediş biçimiyle.

Hem zaten değil mi ki birkaç sözcük

Hayatı ve zamanı idame ettiren.

Bir Hayali Yaşamak, Bir Hayalde Yaşamak

 Müzik ruhunuzun nerede kaybolduğunu bilir denir. Doğru yerde ve zamanda dinlenen müzikler hayatımızda en kıymetli anlara eşlik eder, en unutulmaz hatıraları oluşturur çoğu zaman. İyi bir müzikle pek çok şey yapılabilir. İyi bir müzikle neşelenilebilir, gülünebilir, yalnızlaşabilir, hüzünlenilebilir, huzur duyulabilir, eskiye dair bir şeyler anımsanabilir, geleceğe dair düşüncelere dalınabilir, şimdinin keyfi sürülebilir ve tabii ki en çok da hayal edilebilir. Hayal dediğimiz şey aslında özünde oldukça karmaşık bir kavram. Çünkü hayal etmek, genel düşüncenin aksine gerçekliğin zıttı olarak var olan bir ifade değil, gerçekliğin içerisinde, gerçeklikle birlikte olarak sürdürülen bir eylem. Biraz açmak istersek örneğin yaşadığı gerçeklikten koparak olağanüstü, yani gerçeküstü hayallere saplantı derecesinde kapılan ve bu hayallerde yaşayan bir insanı, öncelikli olarak gerçekliğini kaybetmiş bir hayalperest olarak nitelendirmektense, durumu hayallerinin olağanüstülüğünden değil, gerçeklik anlayışının olağanüstülüğünden değerlendirmek; gerçeklik algısını araştırmak daha doğru olacaktır çünkü bu kişi muhtemelen gerçeklik algısı ve anlayışını hayalleri üzerine inşa etmiştir, hayallerini gerçeklik algısı üzerine değil. Dolayısıyla hayallerine temel oluşturabilecek bir gerçeklik anlayışı yoktur. Yalnız burada nesnellikten değil, gerçeklikten bahsediyorum. İkisini birbirine karıştırmamak gerekir çünkü nesnellik bir tanedir ve herkes için aynıdır. Bunun yanında gerçeklik de bir tanedir fakat her insanın, gerçekliğe bakış açısının, bunu kendi içinde tartma ve değerlendirme mantığının farklı olmasına dayanarak diyebiliriz ki gerçekliği de farklıdır ve pek çok çevresel ve belki zaman zaman da genetik etmene bağımlıdır. Bu anlamda kişinin gerçeklik algısı, insan vücudunun işleyişine benzetilebilir; üstüne düşünülmediği takdirde her şey oldukça basit ve alışılmış bir şekilde işlemeye devam eder ama aslında son derece karmaşık bir yapısı vardır ve bilinmeyenleri bilinenlerinden her zaman daha fazladır. Eğer öyle olmasaydı kişinin kendine ulaşması için verdiği mücadele ve girdiği uğraşlar da bir ömür boyunca sürmezdi. Kendini tanıması değil, kendine ulaşmasından bahsediyor olduğumun farkındalığı bu noktada önemli. Çünkü bana göre insan, bütün bir bedeni, zihni, kalbi ve ruhu ile birlikte devamlı bir değişim içerisinde olduğundan ve zaman zaman kendisine bile yabancılaştığından, kendini tam anlamıyla tanıyabilmesi pek de mümkün değil. Oysa kendisine ulaşabilmesi daha mümkün. Çünkü tanımak bir anlamda bilmek ise; ulaşmak, her haliyle ve bilinmezlikleriyle birlikte kabul edebilmektir ve bence daha önemlidir. Kişinin bu kendisine ulaşma serüveninde kendi gerçekliğini kurarken şekillendirdiği kavramların yeri ise hiç de küçümsenmeyecek kadar fazla. Hayal de onlardan bir tanesi. Hayaller insana başkaları ve kendisi hakkında pek çok şey söyleyebilir. Peki çok güçlü etkileri olabilen bu hayaller insanı bazı durumlarda korkutmalı mıdır? Özellikle gerçekleşmeyeceği net olarak bilinen bazı hayaller, sonrasında sebep olabileceği ruhsal yıkıntıdan kurtulmak için, belki de hiç kurulmamalı mıdırlar? Dostoyevski Yeraltından Notlar’da bir sarayın varlığından, daha doğrusu arzularındaki, hayallerindeki varlığından bahsederken der ki ‘’ Billur sarayın gerçekte olmamasından bana ne? Arzularımda varsa, daha doğrusu arzularım yaşadıkça o da var olacaksa, gerçekliği neden umurumda olsun?*’’ Gerçek bir kabulleniş ve umursamazlığın getirisi olan bu yaklaşım pek çok açıdan bir cesaret örneği sayılabilir. Kendi iç dünyasını ve gerçekliğini dış dünyanın önünde tutma cesaretini gösterebilmek, ancak kendi iç dünyasında dışarıda geçirdiğinden çok daha fazla zaman geçiren, yalnızlığını en derin ve yalın şekliyle kabul edebilen ve buna teslim olabilen, kendini zaman zaman yalnızlığının içinde hapsolmuş bulabilen insanların yapmaya cesaret gösterebileceği türden bir şeydir. Peki neden örneğin bir korkaklık değil de cesaret sayılmalıdır? Veya korkaklık da sayılabilir mi bu yaklaşımla yaşamak? İnsan bir şeyleri istediğinde, hayalini kurduğunda, o şeyi somut olarak elde etmek ister. Kendisinin dışında başka insanların da bundan haberdar olabileceği türden bir şey olmasını arzular. Çünkü arzusunun temelinde yatan sebeplerden biri de hiç şüphesiz görülmek ve bilinmektir. En mütevazı insan bile sahip olmayı veya yapmayı istediği şeylerde, kurduğu hayallerde içten içe bu arzuyla beslenebilir ve bu sebeple motive olabilir: başkaları tarafından görülme, bilinme ve tanınma arzusuyla. İnsan acı çektiğinde bu acının duyulması için inler. Çünkü çekildiği haber verilen bir acı, acıyı çeken insan tarafından artık daha katlanılabilirdir. Yapayalnız olunan bir zamanda yalnızlığını herhangi bir yolla başkalarına duyurmak daha çekilebilir ve tatmin eden türden bir yalnızlığa dönüşür. Çünkü insan tamamen yalnız kalmaktan; çektiği acılardan kimsenin haberdar olmamasından, yaptığı veya başardığı işleri kimsenin bilmemesinden, sahip olduklarını hiç kimsenin görmemesinden her zaman bir parça korkar. İşte bu açıdan bakıldığında, tüm bunların arasında, bir şeyi sadece hayallerinde var etmek ve kendisinden başka kimsenin bu varlıktan haberdar olmayacağını kabul etmek, yalnızlığın ürkütücü tarafına karşı gösterilen bir cesaret örneği sayılabilir, ve sayılmalıdır da. Bunun yanında aynı örnek, bir başka bakış açısıyla, korkaklık da sayılabilir. Çünkü billur sarayın yalnız arzularında var oluşunu kabul etmek ve bununla yetinmeyi öğrenmek, buna alışmak, zaman içinde kişinin arzularını, hayallerini, yani kafasının içini kendi konfor alanı haline getireceğinden bir süre sonra kişinin buradan çıkmaması artık bir tercih değil bir zorunluluk olacak ve bu konfor alanını terk etmenin fikri bile son derece rahatsız hissettirecektir. Yani billur sarayı arzularında var ettikten sonra durumun diğer boyutlarını umursamama ve bununla yetinme durumunun temelini, kişinin arzuları ve hayalleri dışına çıkma ve gerçek hayatla karşılaşma korkusu oluşturacaktır. Bu durumda her iki senaryo da denge sağlanamadığı takdirde beraberinde yeni sıkıntılar getirecektir. İnsan, kendisini birilerine kanıtlama, başkaları tarafından görülme, fark edilme arzusunu baskılayabildiği ve yaşadığı şeyi bu kaygılardan tamamen bağımsız olmasa da en azından uzak olarak, öncelikle kendisi keyif aldığı veya istediği veya öyle gerekli gördüğü için yaşayabildiği ölçüde gelişebilir ve olgunlaşabilir. Bunun yanında bu görülme arzusu bazen o kadar büyüyebilir ki insan okuyacağı kitabı başkaları tarafından entelektüel görülme kaygısına göre seçer, fikirlerini bu kaygıya göre oluşturur, gideceği yeri başkalarının gözünde güzel olup olmadığına göre belirler, arkadaşlarını, sevgilisini popülerliğine göre gruplar, izleyeceği filmi sırf birilerine izlediğini vurgulayabilmek ve bahsedebilmek için izler. Yaşadığı her andan başkalarını haberdar etmek ister. Sanki paylaşılmayan ve başkalarına gösterilemeyen bir an, kişi için neredeyse yaşanmamıştır, yoktur, kıymetsizdir. Günümüzdeki pek çok insan gibi kendinden ve kendi keyiflerinden uzakta olarak, üstelik kendinin ve keyiflerinin tam da merkezinde olduğunu sanarak bütün yaşamını geçirir. Yaşamın bu duygusuz olmasa da ruhsuz olan akışı içinde hayal kurabilmek; gerçekleşmeyeceğinden emin olunsa bile sonrasında hayal kırıklığına uğramaktan korkmadan güzel hayallere hak ettikleri değeri verebilmek, hayal kurmaya saf bir cesaretle yaklaşabilmek, yaşamın oldukça kıymetli ve gerekli bir parçası olarak düşünülebilir bu yüzden. Ama tabii ki hayal kurmanın insanın iç dünyasında yapıcı etkileri olduğu gibi, yıkıcı etkileri de var. Bir hayali ciddi bir tutkuyla arzulamak ve ona bağlanmak, bu hayalin gerçekleşmemesi durumunda insanı ciddi bir bunalıma da sürükleyebilir. Fakat aslında dikkatli bakıldığında bu bunalımın temel sebebinin kurulan hayalin gerçekleşmemesi olmadığı, asıl nedenin gerçekleşmesi yönünde duyulan arzu ve girilen beklenti olduğu görülür. Kişi bunalıma girmiştir çünkü kurulan hayal, kişiye gerçek hayatta gerçekleşebildiği ölçüde bir şeyler ifade etmektedir. Oysa zihnin içinde yaşanan bir hayalden keyif alabilmek ve bununla yetinmek öğrenilirse söz konusu olan bunalım da belki şiddetini önemli oranda düşürecek, veya bunun pratikte uygulanabilirliğine göre belki de hiç var olmayacaktır. Peki bir hayali zihnin içerisinde yaşamak, söz gelimi her gece, içinde bulunulan mutsuz ve keyifsiz yaşamdan uzaklaşmak arzusuyla kafanın içinde oluşturulan hayal ürünü bir evde gezinirken uykuya dalmak, uzun vadede bizleri iyice içe dönükleştirerek o evin içerisinde hapsolma tehlikesiyle karşı karşıya bırakır mı, yoksa düşlendiği anlarda getirdiği keyif ve huzurun yanında, bizden götürdüğü hiçbir şey olmaz mı? Kişinin bu evde örneğin kaybedilen sevdikleriyle beraber yaşamasının ve bundan kimseye söz açmadan, hayal olduğunun son derece farkında olarak, sadece ruhundaki boşlukları doldurabilmek umuduyla kullandığı bir araç olarak hayal kurmanın, doldurmaya çalışılan bu boşluklardan çok daha büyüklerinin açılmasına sebebiyet vermeyeceğine güvenilebilir mi? Hayal kurmak bizi geri dönüşümsüz olarak realiteden koparabilir mi? Toplumda genelde düz bir ifade ile ‘deli’ olarak kabul edilen, psikiyatrik tedavi alan veya alması gereken insanların belirli bir kesiminde bu kopmuşluğun örnekleri çok çeşitli olarak incelenebilir. Her vakanın ayrı bir hikayesinin olmasından ve ‘hastalık yoktur hasta vardır’ yaklaşımından da destek alarak şunu da sorabiliriz ki; normal olarak kabul edilen kesimin yaşadığı realiteden kopmuş ve kendi hayal dünyaları içinde yaşayan bu insanlar, geçirdikleri patolojik durumların dışında, kendi hayal dünyaları içinde yaşamaktan ve en sonunda da burada hapsolmaktan kaynaklı olarak mı gerçek dünyadan kopuyor, yoksa dış dünyadan kopmuşluğun bir getirisi olarak mı kendi hayal dünyalarına çekilmeye başlıyorlar? Bu soruya pratikte net bir cevap bulabilmek mümkün değil. Verilecek cevap varsa bile her insan için farklı olacaktır. Yine de bu iki durumu teoride incelemek, bizi net cevaplara ulaştıramasa da bazı bakış açıları ve fikirler kazandırabilir.
 İlk durumda kişi kendi zihninde kurduğu bir dünyada yaşamaya başlar, kendisini dış dünyadan koruma veya belki de sadece kendi dünyasında geçirdiği bu vaktini artırarak daha fazla keyif alma/mutlu olma amaçlı olarak buraya olan ziyaretleri sıklaşır, burayla olan bağı kuvvetlenir ve yaşamının gidişatına bağlı olarak da bir süre sonra buraya bağlı hale gelir. Başlangıçta sadece bir kaçış odası olarak inşa edilen bu yerde zaman geçtikçe kapı kaybolur, yerine yeni duvarlar örülür, en sonunda da kişi hapsolur. Kişi, bu hapsoluş hikayesinin farkında ve bilincindeyse içe kapanık, değilse hasta olarak nitelendirilir. Çünkü farkındalık meseleye -belli bir seviyeye kadar- bir tercih ve kontrol boyutu kazandırır, kişi kurduğu hayalin gerçek olmadığını bilerek fakat gerçekmiş gibi düşünmeye yine de devam etmek isteyerek, bunu tercih ederek hayatına devam eder. Farkındasızlık ise insanda sanrılar ile sonuçlanır, gerçek ile hayal ayırt edilemez hale gelmeye başlar.
 İkinci durumda ise kişi dış dünyadan bazı nedenlerden dolayı bir şekilde kopmaya, uzaklaşmaya başlar. Bu durumda insanı kendi hayal dünyasında yaşamaya iten şey dış dünyaya karşı koyduğu mesafesi olur. Bu iki durum arasından ikinci durumun ruh ve akıl sağlığını kaybetme riski açısından daha sağlam bir noktada olduğu söylenebilir. Sanrılar içerisinde yitip gitme ve gerçek olanı kaybetme olayına bu durumda daha az rastlanır. Fakat burada da insanı kendisine çekebilecek tehlikelerden biri şu olur: dış dünyadan uzaklaşmak, kurulan hayallerin gerçekleşebilirliğine olan hevesin ve inancın devamlı azalmasına sebep olabilir ve bunun sonucunda da kişi hayalini gerçekleştirmek için kendisine sunulan fırsatı göremeyecek kadar körleşir ve/veya isteksizleşir. Zihninin içinde oluşturduğu ve onunla yaşadığı hayaliyle yetinmeyi öyle iyi öğrenir ve kendisini bu konuda öyle iyi eğitir ki bu hayalinin gerçek olabilme fırsatını farkında olarak veya olmayarak, isteyerek veya istemeyerek elinin tersiyle iter. Ve çok acıdır ki böylece yaşamının çoğu kafasının içinde yaşadıklarından ibaret kalır.
 Hayal kurmak her insanın bir şekilde dahil olduğu ve genellikle de etkileri hafife alınan kolay ve sıradan bir olay. Oysa kolay bir şey olmasının yanı sıra o kadar da basit bir şey değil. İnsanı olgunlaştırabildiği, onarabildiği gibi insana küçümsenmeyecek ölçülerde yıkımlar da getirebilir. Ulaşılamayan, gerçekte var olmayan şeyleri zihninizde var edebildiği gibi sizi kendi zihninize hapsedip varlıklarınızı, sahip olduklarınızı yok da edebilir. Umut, keyif ve mutluluk getirebildiği gibi yalnızlık ve bilinç kaybına, umutsuzluğa, ruhsal ve zihinsel problemlere de sebep olabilir. Bu oranların detaylı hesabı ve sorgulaması ise kişinin kendisine bırakılmalı. Çünkü elbette ki her yaşam farklıdır ve sonuçta ilaç ile zehir arasındaki tek fark da maddenin dozudur.

*Dostoyevski, Yeraltından Notlar, İş Bankası Yayınları, s 39&40

Ivan Sergeyeviç Turgenyev’dan Babalar ve Oğullar Kitabına Farklı Bir Bakış Açısı

Ivan Sergeyeviç Turgenyev: Babalar ve Oğullar Kitabının Konusu.  

Toplumsal – siyasal görünümünü ele alıyor. O zamanın Rusya’sında yaşanan geleneksellik ile bireysellik arasındaki çatışmayı adım adım göstermektedir. Adından da anlaşılacağı gibi babalar kuşağı, ataerkil toplumun sarsılmaz saymakla direndiği sağtöre inancını, oğullar ise bütün töreleri yok sayma savaşını temsil ederler. Ve çok severek okuduğum bir kitap bana çok şey kattı, sizlere de katacağına inanıyorum.

“Zaman bazen kuş gibi uçar bazen de solucan gibi sürünerek geçer; ama insan en çok zamanın ağır mı yoksa çabuk mu geçtiğini fark etmediği vakit kendini iyi hisseder.”

Mesela bu kitaptaki Bazarov adlı baş karakter Batıcı, nihilist ve ilerlenme yanlısı olduğu için Rus milliyetçiliğine ters bir tutum sergilerken, Bazarov’un arkadaşının ailesi ise bunun tam tersi. Yani milliyetçi ve Batı karşıtı bir tutum sergileyip Puşkin’in kitaplarından örnek veren bir aile. İşte tam da bu kuşak çatışması yüzünden bu kitabı ele aldım ve bilgilendirmek istedim. 

Eleştirisel bir yapıya sahipti Bazarov, bu kitabı detayına kadar anlatmak isterdim. Ama okumak o kadar farklı ki tarifi yok. Bir örnek vermek istiyorum. 

Bazen bende, belki herkeste de olur. Bazen Bazarov gibi çelişkilerle düşünüyorum ama kendimle, aşkın saçma bir şey olduğunu söyleyip yeni aşklarda buluyorum kendimi. Bizim de bilincimiz ailelerimizin bilinciyle hiç çelişmiyor mu arkadaşlar? 

Gerçekten, dünyada kucağında sağlıklı bebeğiyle güzel bir anneden daha etkileyici bir şey var mıdır acaba?

Ne olursa olsun hem anneler hem babalar hem kızlar hem oğullar iyi ki varlar. Hep yanlış ve suçlu olanın anneler babalar olmadığını düşünürüm. Bazarov da böyle düşünmüştür. Yanlış olan şey bizim seçimlerimiz, tutkularımızdır. 

Genelde bu tarz kitapların akılda kalıcı olması adına okunulması gerek. 

Ayrılığa Ramak Kala

Bir sarsıntıdan bahsediyorlar,
Yüreğimin, kalbimin merkezinden.
Orası payitaht
Gerçi,
Senin olduğun her yer payitaht.
Kalbim ve ödüm yarışıyor
Çırpınmakta.
Bir sarsıntı hem yeri hem yüreğimi.

Gideriz su kenarına balığa,
İntihara gelir balıklar
Senin koynuna.
Bak gittiğin yerlere
Dayanamıyor senin gelişine
Güzelliğine, alımına, çalımına.
Yer yerinden oynuyor
Ayrılığa ramak kala.

Salarız uçurtmayı semaya,
Kuşlar av olurlar uçurtmana.
Kanat çırpar kaçırırlar seni
Bulutlara.
Geceleri ay büyür yaklaşır sana,
Kayar yıldızlar sana kavuşmak
Ümidiyle.
Kuzey yıldızı yönünü şaşırır
Gözün çarpsa gökyüzüne.
Bedenim tekler
Bir defa gülüşüne.

Kaç defa istedim
Bir kuş, ay, güneş, yıldız olsam
Dönsem sana yüzümü
Doyana kadar baksam.
Bir gelinlik kız olsan,
Kızarsa hayadan yanakların.
Bir yudumluk su olsam,
Senin çeşmenden aksam.
Bir meltemlik yel olsam,
Senin pencerene çarpsam.
Bir günlük kelebek olsam,
Bir dokunuşunla
Ellerinde can versem.
Sen bir gülsün
Keşke bülbülün olsam.
Seni koruyan diken,
Koklayan duyu olsam.
Ah bir sen varsın
Yanında da ben olsam.

Gözyaşlarım senin için tebessümlerimde
Sevincim de seninle hüznümde
Güzel şiirde de sen kötüde de
Baktığım her yerde sen
Umudum da sen tükenmişliğimde.

Şu kalbin kilit, anahtar bende
Diğerleri çilingir, açana kadar.
Şu kalbin payitaht, sarayı benim
Diğerleri cuntacı, koltuğa kadar.
Şu kalbim ölüm, Azrail sensin
Diğerleri intihar, ölene kadar
Şu kalbim yaşam, kaynağı sensin
Diğerleri heves, alana kadar.

Bak gözüme gör kalbimi
İçimde ne savaşlar var
Ne sehitler ne devrimciler.
Hisset kalbimi bak gözüme
Bebeğinde sen varsın,
Yaşında aşkımız.

Yaz Saki bir satır daha
Aşkımıza…

Halk Ozanı Neşet Ertaş’tan Ah Yalan Dünya

Bu haftanın müziği büyük üstat Neşet Ertaş‘tan geliyor Ah Yalan Dünya…

Neşet Ertaş, (d. 1938, Çiçekdağı, Kırşehir, Türkiye – ö. 25 Eylül 2012, İzmir, Türkiye), Türk halk ozanı ve halk müziği şarkıcısı.

Neşet Ertaş, ilkokula gittiği yıllarda önce keman, sonra da bağlama çalmayı öğrendi. Babası Muharrem Ertaş ile birlikte yörenin düğünlerinde sazı ile türküler söylemeye başladı. Ertaş, etkilendiği tek kişinin babası Muharrem Ertaş olduğunu söyler. Bu durumu şu şekilde ifade eder; “Babamla ben aynı ruhun insanlarıyız.” Türkülerinde yoğunlukla aşk temasını ele almış.

Neşet Ertaş halk tarafından çok sevilen bir halk şairi, ama bizler en çok  halk ozanı Neşet Ertaş diye hitap ederiz. Kopuzla türkü söyleyen en eski Türk şairleri. Osmanlı döneminde halkı şairleri için kullanılırdı.

Ah, yalan dünyada, yalan dünyada

Yalandan yüzüme gülen dünyada

Eski olan her şey kulağa hoş geliyor. Maneviyatı, yüklediği anlam, duygu yoğunluğu her şeyi hissettirecek güzel türküleri var Neşet Ertaş’ın, kendisinin türküleriyle birlikte çok da güzel şiirleri bulunmakta insanın içine işlenen anlam yüklü…

Sen ağladın, canım, ben ise yandım

Dünyayı gönlümce olacak sandım

Boş yere aldandım, boşuna kandım

Rengi gözümde solan dünyada.

Ne güzel demiş Neşet Ertaş “Dünyayı gönlümce olacak sandım” oysa hepimiz de öyle sandık, öyle yaşadık. “Boş yere aldandım, boş yere kandık. Rengi gözümüzde solan dünyada.”

“İnsan gitmekten, dünya kalmaktan ibarettir..”

Ünlü saz ustası Neşet Ertaş, geride bıraktığı eserlerle, dilden dile dolaşan türküleriyle milyonların sevgilisi olarak aramızdan ayrılmıştı.

Mekanın cennet olsun büyük usta halk ozanı Neşet Ertaş; güzel bir insan geldi geçti bu dünyadan. ??

Savaşın Bedelini Çocuklar Öder: Annemin Yarası

Annemin Yarası, 2016 yapımı dramatik bir filmdir. Filmin yönetmeni Ozan Açıktan‘dır. Filmin çekimleri Türkiye başta olmak üzere Makedonya, Bosna-Hersek, Hırvatistan ve Sırbistan’da gerçekleştirilmiştir.

Oyuncu Kadrosu:

  • Meryem Uzerli (Mariya)
  • Ozan Güven (Borislav)
  • Bora Akkaş (Salih)
  • Okan Yalabık (Mirsad)
  • Belçin Bilgin (Nerma)
  • Mehmet Ergen (İhsan)

Annemin Yarası Filminin Konusu Nedir?

Annemin Yarası filmi, yetimhanede büyümüş olan Salih’in ailesini aramasıyla başlıyor. Salih ailesini ararken annesi hakkındaki çok çarpıcı bir hikâyeyi daha öğreniyor. Bosna savaşının sonuçlarına kurban gittiğini anlıyor.

Bu savaş sırasında Salih’in annesi olan Nerma’ya bir asker tecavüz etmiştir. Salih bu tecavüzün sonunda dünyaya gelen bir çocuktur. Nerma bu tecavüz sonucunda büyük bir yıkım yaşamıştır. Kullandığı ilaçlar yüzünden de ne Salih diye bir çocuğu olduğunu ne de tecavüze uğradığını hatırlamaz. Ama doktorun verdiği ilaçları kesmesiyle beraber gerçekler Nerma’nın yüzüne bir tokat gibi çarpar.

Salih bu durumu öğrendiği zaman annesine tecavüz eden o askeri bulmak için yola çıkar. Önce askerin ismini öğrenir ve daha sonra tüm o isimdeki kişilerin yanına gider, o kişiyi bulur da. İzlediğimde o askerin bir zamanlar nasıl bu kadar cani olduğuna inanasım gelmemişti. Eminim ki sizler de izlediğinizde bana hak vereceksiniz.

Film, savaş sonrası travmaları anlatması bakımından insanın ister istemez içine dokunuyor. Ben kendi adıma bu filmi izlemeye başladığımda bu kadar etkileneceğimi düşünmemiştim, ama sonrasında gördüm ki filmi izlemekten çok yaşamış gibiydim.

“Mutlu bir geleceği,

mutsuz bir geçmişe

kurban etmeyecek tüm güzel çocuklara…”

 

Adı Kaldı Nazım’ın

Dalın sevdalara…
Bir Nazım olun mesela,
Piraye için yanan,
Vera’ya tapan.
Dalın hayallere,
Bir Piraye olun mesela,
Nazım için kalbi atan,
Arkasına asla bakmayan.
Ya da bir Vera olun,
Adı kayışlara kazınan.
Kimine yara, kimine vuslat olan.
Bir iz bırakın kalemlere,
Gelecek boş karelere.
Vera da Nazım,
Nazım da Piraye .
Piraye de harabe.
Kimi yüreklerde unutulmaz bir darbe.
Bir miras olsun, aşkı arayan nesillere.
Mücadeleye inanın ve mutlaka aşkı tadın.
Gelmeyecek olan sevginin,
Yasını tutmayı bırakın.
Ve geçmişe bakın.
Bir adı kaldı Nazım’ın
Bir de acısı Piraye’nin.
Umuda kurun saatinizi.
Vuslata ermek yakın…

Kendime

Omuzundakileri taşıyamayan ben miyim? Nasıl olur, oysaki senelerdir bunu yapıyorum. Bugünü mü buldu dökülecekleri? Uzun bir yolculuğa çıkıyorum, döndüğümde kendime biriktirmiş mektuplarım olacak. Benden bana, umarım hâlâ sana dair olan her şeyi seviyorsundur.

Kollarımı açmış gökyüzünü selamlıyorum … Salıncak, sen çocuklara verilmiş bir nimetsin derken midemdeki bulantılarla iniyorum. Ne kadar büyürsem büyüyeyim bu huyum geçmedi. Belki bulantı değil de midemdeki kelebekler ayaklanıyordur. Bir çocuk salıncakta bu kadar heyecanlanmaz derdi annem, bence de öyle olmalıydı. Kelebeklerim hayatım boyunca benden gitmedi. Belki sevmem gerekiyordu ama bunu öğrenememiştim. Yahu öğretmenin aferin dedi diye de heyecanlanmazsın değil mi? Elim ayağım birbirine dolaşırdı, bugün hâlâ çok sevdiğim insanlarla buluşurken de böyleyim. İçim içime sığmaz, akşamdan düşünür dururum yarının nasıl olacak diye. İçimdeki heyecanım hep böyle kalsın istedim benimle, öyle de oldu. Bugün onun sayesinde kendimi fark ediyorum. Koşmam gerekiyor, mide bulantıma rağmen salıncağa binmem gerekiyor, bir şeylerin mükemmel olmasını bekleyemem. Çünkü hayat benim mükemmel olacağım kadar uzun değil. Ben, ben olduğum için güzelim. Beni herkesten farklı kılan heyecanım. Şimdilerde değiştin biliyorum. Artık kendini sevmeyi öğrendin belki de kendin olmayı. Uzun yolculukların zorlu geçer. Şimdi önünde kocaman yirmiden sonrası var, kollarını aç ve gökyüzünü selamla. Kelebeklerin seninle.

Benden, bana. Umarım gittiğin her yolda kelebeklerin seninle olur. Kendinden vazgeçme, çünkü sen böyle çok güzelsin. Eğer hâlâ bir şeyler heyecandan için elini ayağın titriyorsa onu herkesten gizle. Çünkü dünya bunu kabul edecek kadar güzelleşemedi. Kendine yetebil.

Benden, bana. Sana biriktiriyorum. Kendine çok iyi bak.

Merdiven ve Toprak Altları

Merdiven altlarında buluşurduk seninle, apartmanın kapısı hiç açılmasın, birileri bizi hiç yakalamasın isterdik. Kışın beraber üşürdük, bu his de eksik kalmasın diye yapardık bunu. İkimiz de bilirdik bir gün yaşlanacağımızı, çoluk çocuğa karışamayacak olmamıza rağmen evin bir köşesinde çocuk odamızın yerini alacağını. Bir oğlan ve bir kız çocuğu vermişsin gibi öpmüştüm seni evlendiğimiz günün ertesi ve bir ömür devam ettim bu şekilde öpmeye, binlerce çocuğumuz oldu, onlar da çoluk çocuğa karıştılar ve uçup gittiler bu evden. Bu evin kapısından giren sadece sen ve ben kaldık. İlk girdiğimiz günü hatırla şimdi; heyecandan elimiz ayağımıza dolaşmıştı, balkonda birkaç dakika sarıldık birbirimize, sonra sırasıyla her odada, ardından da tüm caddelerde ve sokaklarda saat fark etmeksizin. Bazı akşamlar ise çay demlerken eskileri yâd ettik seninle, elin yanar diye ben koydum hep çayı. Tüm iş telaşesinden ve tüm kalabalıklardan senin hayalin ile sıyrılıp ulaştım sana. Televizyonun sesi asla senin sesini örtecek kadar açılmadı. Hep beraber yaptık kahvaltıyı; bazen hastane odasında poğaça simit ile, bazen bir çorbacıda, bazen ise bizim evimizde, hep de senin ellerinden. Yıllar yılları kovaladı, ben çay dökmeye devam ettim, ellerim de titrer oldu sen çay bardağını titretirken. Bastonlar odamızın baş ucunda yerini aldı, ben yine de senin elini tutmaktan hiç vazgeçmedim. Beraber vapura bindik İstanbul’da, beraber simit attık martılara, ardından gözümü kapadım birkaç saniyeliğine, açtığımda yine bir vapur dolusu kadar insan vardı yanımda, lakin ne bir kuş ne de bir martı vardı etrafta. Elimde de simit yerine bir kürek vardı, toprak atıyordum istemsizce bir kefenin üzerine, etrafta seni arar oldum, yıllardır her şeyi beraber yapan biz, yine bir olup toprak atalım istedim bu zavallı ölüye. Sonra aklıma çocukken buluştuğumuz merdiven altı geldi, gözümü kapadım hemen, oraya dönelim diye, tekrar köşe başında sen belir, soluğu merdiven altında alalım diye, olmadı. Gözümü açtığımda yine kürek ileydim, yine toprak atıyordum ve yine seni göremiyordum. Bu sefer ağlıyordum, hem de hiç ağlamadığım kadar. Kapattık üstünü, son kez toprak attım üzerine, mezar taşınla bakıştım biraz, yüzünü arar oldum, birkaç saat orada öylece oturup yüzünü aradım. Herkes gitti, ben yine orada sabah ettim akşamı, sen yine yoktun. Oysa nefes alsan, bu dünyanın herhangi bir yerinde var olsan izin verir miydin bana, bir gece vakti mezarlığın tekinde olmama, ıssız bir yer olan bu mezarlıkta tek başıma kalmama? Vermezdin işte, ama yoktun sen. Çıktım gittim mezarlık kapısından, eski apartmana gittim hızlıca, rastgele zillere bastım, sonunda birisi açtı kapıyı. Buraya sensiz hiç girmemiştim, merdiven altına oturdum usulca, yine seni bekledim, ilk günkü heyecanıma ulaşamadım bu sefer, o seninle ilk kez yalnız kaldığım an oluşmadı kafamda, hiç yalnız kalmamıştım merdiven altında, şimdi sen nasıl yalnız kalırsın toprak altında? Nefret ettim bu yüzden merdiven ve toprak altlarından ben, ikimizi ayrı düşürdüler diye.

Merdiven altlarında buluşan bir çift varmış diye yazsın şimdi kitaplar ve kadın toprak altına girdiğinde erkek nefret etmiş merdiven ve toprak altlarından. Adam bir daha asla uğramamış merdiven altlarına ve yakmış kendisini doğmamış çocuklarına ait çocuk odasında. Küle çevirmiş aciz bedenini,  girmek istememiş toprak altına, olur da görür diye sevdiği kadının cansız bedenini, tekrardan ölür diye toprak altında.

Edremit’in Gelini

Edremit’in gelini kınalamış elini
Sarmaya doyamadım o incecik belini
Hoştur cilvesi cilvesi elmaslı fesi

Bu türküde ne bulduğumu anlayamadılar sevgili okuyucu tıpkı neden çantamda şiir kitabı taşıdığımı anlayamadıkları gibi.
Şöyle diyordu Kelebeğin Rüyası filminde: “Bir şair, şiirden anlamayan birisiyle şiirsel bir ortamda uzun süre kalırsa şiirden kesilir.”
Bıkmadan anlattık ne bulduğumuzu şiirde, türküde, kalemde. Kimi anladı kimi anlamadı. Bizlerse artarak büyüyen bir aşkla düştük peşine kaçırdığımız bir dize varsa bulmak için. Adı bilinmedik hiç bir şair kalmasın diyeydi tüm çabamız. Bir şiire konu olan artık yaşanması imkansız aşkları içselleştirmekteydi belleğimizin en büyük fonksiyonel girişimi. Çünkü bizler bir sevgilinin saçının kokusundan önce bir kitabın sararmış sayfasının kokusunda bulmuştuk kendimizi. Ve öyle öyle sevdik sonra bir kadını, bir adamı, bir çocuğu. Hal böyleyken bizlerin ince işlenmiş nakış misali ilgimizi, sevgimizi, ironilerimizi kaldıramadı günümüz gençleri. Düşünsenize kelime dağarcığı 120 olan bir kişinin karşısına geçip de, ‘Sevgilim ben sende imkansızlığı seviyorum ama asla ümitsizliği değil.’ diyorsun. Bakıyor sadece. Şimdi diyeceksiniz ki sen de kelime dağarcığı yüksek insanlarla konuş.


Aşk olsun arkadaşlar, etrafımızda Ahmed Arif’ler, Nazım Hikmet’ler, Oğuz Atay’lar, Cemal Süreya’lar vardı da biz illaki başkasını mı seçtik. İnsan çevresinden ibarettir diyordu bir yazıda. En sık görüştüğümüz 5 kişinin ortalamasıymış bizim de kim olduğumuz. Hep diyorum ya, şansımıza böyle bir devre denk geldik. Metropollerde büyüdük, tüm dünyayı gezdik cebimizde Nazım kitabı vardı. Türlü markalar giyerek gittik en özel davetlere, istek bir şarkı söyleyin dediklerinde dilimde hep türkü vardı. Hep öyle zamanlarda ‘ Acaba bir sahil kasabasında doğsaydım bundan seneler seneler evvel. Teknoloji böyle güçlü değilken, sosyal medya yokken, bir kadın ve bir adam birbirlerine yetebiliyorken bir ömür, nasıl hissederdim?’ diye düşündüm.


Biliyor musunuz? Düşünmesi bile güzel.
Ve itiraf etmeliyim ki ne zaman meditasyon yapmaya niyetlensem; yalın, sade, içinde kitapların olduğu bahçesi denize açılan bir balkon hayal ediyorum. Ve evet arka fonda bu türkü çalıyor. Edremit’in Gelini. Seslendiren sanatçılardan en sevdiğim yorum Mustafa İpekçioğlu’na ait.

Edremit’in bağına duman çökmüş dağına
Huriler çadır kurmuş cennetin ayağına
Hoştur cilvesi cilvesi elmaslı fesi

Koşturmacadan, birbirimizle yarışmaktan, hissizlikten uzak
Sarıp sarmalandığımız, ve içiNizdeki en üretken hücrelerin çağladığı bir ömür yaşamanız dileğimle sevgili okuyucu.
Mutlu kalınız.

Paslanmış Kilit

Şimdi kanadı kırık bir kuş özgürce dans etmeyi beklerken, gökyüzünden uzunca bir zaman mahsur kalmış kanatları, hafif bir rüzgarla bile umuda kanat çırpıyor.

İşte bu hikaye “yine, yeniden” denemenin özgürlüğünü, umuda misafir ediyordu.

Bir hayali var aslında günümüzün tecrübe edilmişliğinin. Bu herhangi bir konu ya da mecra, ne olursa olsun.
Hep denedik ama olmadı.
Ya olsaydı…?
Ya başarsaydık…?
Aklımıza takılan sorulardan, cevabını bildiğimiz sorulara geçiş bile yapamıyoruz.

İlk seferde, ilkinde, hatta anında…Tam isabet!
Bana sadece tatmin olmuş, bir duygu balonu gibi geliyor.
O vakit ucuz olmaz mıydı tecrübe denen yaşanmışlığımız?
Acısız, yarasız hatta hasarsız…
İçinizden eminim, “Keşke ucuza kaçsaydık” diyenleriniz bile olmuştur.
Bu kadar iç çekmezdik.
Bu kadar heba edilmezdik, ah’lar vah’lar…

Sabırsızlığımızı, tutkularımızın anahtarı sanırız. Hâlbuki korkularımızın paslanmış kilidi de ifade edemiyoruz.

Denemişliğin tadını çıkaramıyoruz.
Hemen olsun’lara bağlıyoruz.
Hüsrana başrol veriyoruz
Umuda, figüran muamelesi…
Oysa gülü gül yapan dikenidir.
Kusuru kendindedir.
Ben yaptım, ben ettim rahatlığı da beni burada cezbediyor.
Beni ben yapan tecrübelerimdir, deneyimlerimdir. Yarası da benim, şifası da benim. Aslında hayatımın ana kahramanı “benim”.

Kahramanımıza iyi bakın…

Beden Eğitimi Aslında Nedir?

Beden Eğitimi ve Spor’ un Faydası Nelerdir? ve Bu Derse Yeteri Kadar Önem Veriliyor mu?

Beden eğitimi ilk olarak isminden de anlayabileceğimiz gibi beden terbiyesi bedeni terbiye etmek gibi bir anlamı vardır. Beden eğitimi terim olarak ise vücudu geliştirmek, güçlendirmek ve sağlığı korumak gereğiyle araçlı ya da araçsız olarak yapılan hareketlerdir. Beden eğitimi, eğitiminin insan beden sağlığını ve becerilerini geliştirmeye yönelik dalına denir.

Beden eğitimi insanın bedensel eğitimi olduğu kadar zihinsel eğitiminde de önemli bir yere sahiptir ve beden eğitimi insanların fiziksel aktivitelerle, psikomotor ve bilişsel gelişimini sağlayabilmesini ifade eden bir süreç şeklinde de adlandırılabilir.


İnsanlarda beden eğitiminde bedensel eğitim ile zihinsel eğitim arasında çok önemli bir bağ vardır. Nasıl bedeni terbiye edip eğitebiliyorsak aynı şekilde ruhumuzu da terbiye edebiliriz ve bu eğitimlerin uygarlıklar tarihi kadar eskidir. Günümüzden yaklaşık 2400 yıl önce yaşamış olan Yunan filozof Platon’un “Gerçek müzisyen ve sanatçı, müzik ile jimnastiği en doğru oranlarda birleştirebilen kişidir.” sözleri ise eski Yunan’ da bile beden eğitimine verilen önemi göstermiştir. Sonra da eski çağlarda bu önem azalıp göz ardı edilse de 18. yy da Fransız düşünür Jean Jacques Rousseau oldu. Emil isimli yapıtında beden eğitimin okul derslerine girmesi gerektiği düşüncesini savunmuştur. Okullarda ise beden eğitimi derslerini koymuş olan ilk ülke 1814′ te Danimarka olmuştur. Bunun üzerine Danimarka’yı başka ülkeler de takip etmeye başlamıştır. Türkiye’ de modern beden eğitiminin öncüsü ise Selim Sırrı Tarcan‘dır.

Image for post
Image for post

BEDEN EĞİTİMİ VE SPORUN FAYDALARI
Beden eğitimi branşı bireylerin fiziksel gelişimlerine katkıda bulunmak için bulunmuş sadece bu branşa özgü bir amaçtır. Hareket sisteminin temelini aktif olarak kaslar pasif olarakta iskelet oluşturmaktadır. Hareket ise bunların daha güçlü olmasına yardımcı olmaktadır. Bu eğitim organizmayı içerir ve zihin beden bütünlüğü eğitimin temel felsefesini oluşturur. Beden eğitimi bu bağlamda kişilere kendini ifade etme ve yaratıcılık olanakları sağlar. Bedenin bireyin duygularını ifadede kullanılması, yeni hareketlerin yaratılmasında zengin olanaklara sahiptir.


Bedensel olarak insan gelişimine önemi ise kemik özgül ağırlığını ve bağ dokuların esnekliğini arttırarak bunları baskı ve gerginliklere karşı güçlendirir. Beden eğitimi etkinlikleri düzenli olarak yapıldıklarında, organizmanın fiziksel uygunluğunu ve dayanıklılığını buna bağlı olarak iç organların fonksiyonlarını geliştirir. Böylece organizmanın değişen koşullara daha kolay uyum sağlaması ile yorgunluğa karşı koyma gücü artar. En çok etki ise becerilerin gelişmesi kassal hareketle verimliliğin artması dolayısıyla kassal güç ve dayanıklılığın artmasında görülür.
Beden eğitiminde yapılan fiziksel egzersizler, çocukların kemik ve merkezi sinir sistemi gelişimini olumlu yönde etkilerken, kilo kontrolü ile dengeli bir şekilde kilo almalarını da sağlamış olur ve bunun gibi daha çok sağlık açısından olumlu etkileri vardır peki sadece bu kadar mı? Bunun gibi daha çok sağlık açısından olumlu etkileri vardır bunun yanın da zihinsel olarak hareket etmek insan zihnini rahatlatmak stresi ve gerginlik oranını düşürdüğü gözlemlenmiştir. Beden eğitimi kendini ifade etme ve yaratıcılık olanakları da sağlar. Oyun ve spor ortamında ki etkileşim duyguların oluşumu ve kontrolü için uygun olanaklar gerçekleştirir.


Eğer beden eğitimde takım oyunu varsa karakter ve kişilik gelişimine katkı da bulunur. Güçlü bağlar kurulur bunlar bağlılık, takım ruhu, grup etkileşimi oyun ve spor alanlarında görülen özelliklerdir. Bu özelliklerinde kişilik gelişiminde önemli ölçüde katkıları vardır. Bunun ötesinde düzenli olarak spor yapan kişiler özellikle de bir branş üzerine yoğunlaşan çocuklar özgüvenlerini ve sorumluluk bilincini geliştirirler zamanlarını doğru kullanabilme, başkalarıyla iletişim kurabilme becerileri kazanırlar. Takım sporları sayesinde paylaşmayı, dayanışmayı, ekip çalışmasını öğrenen çocuklar kendi yeteneklerini de keşfetmelerinde yardımcı olmaktadır. spor ile hafızlarını ve aynı zamanda zekalarını güçlendiren çocuklar geniş bir sosyal çevreye sahip olmakla birlikte olumlu bir benlik gelişimi edinmiş olurlar. Yarıştıklarında kazanma ve kaybetme durumları ile çocuklar farklı duygu ve heyecanları deneyimleyerek mutlu olabilmeyi mücadele etmeyi bir sonra ki adımda daha iyi ve başarılı olmayı hedeflerler ve bunları günlük yaşamlarına aktararak başarılı olup takdir edilirler.

Image for post
Image for post

BEDEN EĞİTİMİ DERSİ ÖNEMSİZLEŞTİRİLİYOR MU?
Beden eğitimi dersleri gerektiği kadar önem görmüyor mu? Aklımızda ki sorulardan sadece bir tanesi. Günümüzde şu an çoğu ders online olduğu gibi de beden eğitimi dersleri de online şekilde işleniyor ya da biz buna umarım işleniyordur da diyebiliriz. Maalesef bunu üzülerek söylemeliyim ki bu ders gereğine uygun bir şekilde işlenmiyor ve önem görmüyor bu dersin içeriğini yoklama alıp öğrencilere istediği topu verip serbest bırakmak sanan kişiler mevcut ve bunun adının da “Beden Eğitim ve Spor” dersi olduğunu sanıyorlar ama aslında böyle değil. Tabi istisnalar var iyi ki de varlar ama maalesef bunu ufak istisnaların değil bütün herkesin beden eğitimi öğretmenlerinin bu mesleğin içinde olan tüm kişilerin dersinin ve müfredatının gereğinin bu dediklerim olmadığını bilmesi ve anlatması gerekiyor aslında olması gerekenin dersin aktif bir şekilde işlenmesi ve müfredatın gereği neyse o konuları öğrencilere anlatıp gösterilmelidir. Onlara spor yaptırmayı elinden geldiği kadar sevdirip hepsinden önemlisi bunların neden yaptıklarını açıklamalı onlara hayatlarında neler için işlerine yarayacaklarını söylemelidirler.

Beden eğitimi dersi, temelinde derslerinde ki oyunlar ve etkinliklerle paylaşımı eğlenmeyi ve eğlenirken, öğrenmeyi bir arada yapabileceklerini gösteren bir derstir ve bu dersi öğrencilerin benimseyip sevmeleri için öğretmenlerimiz çabalamalıdır. Çocukları yapamıyorlar, yetenekli değiller diye bir köşeye ayrıştırmadan onları motive edip destekleyerek o sınıf ya da faaliyet ortamına katılmaları sağlanılmalıdır ve bunu yapıldığında aslında onları o ortama değil topluma da katmış, kazandırmış olurlar.

Bir şeyler başarabildiklerini zor olsa da çabalamalarının ne kadar önemli ve güzel bir davranış olduğunu gösterilmelidir çünkü aslında bunlar her öğretmenin yapması gerekenlerdir onları sahiplenmek ve eğitmek öğretmenlik mesleğinin asıl ruhudur. Beden eğitimi dersi öğretmenlerinin ve bu camiada olan kişiler daha çok uğraşıp çabalamalı, bu algıyı yıkmalıdır ve branşa sahip çıkmalıdırlar. Buna karşılık gelerekten de spesifik bir şekilde bakılırsa başka branşların öğretmenleri beden eğitimi öğretmenleri’ nin dersinden ek ders yapıyorlar çoğunlukla neden beden eğitimi derslerinden alınarak matematik ek dersi yapılıyor ya da neden fizik, kimya vb… Aslında bu sürekli bir şekilde yapıldığında doğru bir tercih değildir. Tabi ki de bu dersler de önemli öğrenilmeli fakat aslında baktığımız da bir beden eğitimi dersi için matematik dersinden neden ek ders alınmıyor? Fakat anlatılmak istenen şudur ki bu sayılan dersler ne kadar önemliyse beden eğitimi dersi de bir o kadar önemlidir.

Nasıl sayısal ya da sözel derslerde sayıları veya kelimeleri kullanmayı öğrenip bunlar üzerinde sayısız düzen ve işlem varsa aynı şekilde beden eğitimi dersi de kişilere vücudunu nasıl kullanacağını bedeninin sağlığı için neler yapacağı bildirilen sayısız hareketi ve faaliyeti öğrendiği, ruhsal olarakta kişiyi pozitif yönde etkisi olan önemli bir derstir. Bunlardan en önemlisi spor yapmanın verdiği stres atma da aslında kişileri deşarj ederek yaşamında, okulunda daha çok motive ve konsantre olmalarını sağlamaktadır. Beden eğitimi dersinin de bu bakımdan diğer dersler kadar önemli ve değerli olduğunu yok sayılmaması ve sadece çocukların değil bütün herkesin yapacağı bir faaliyet olduğunu unutup bir köşeye atmamak gerekmektedir çünkü “Hareket herkesin doğasında vardır.” bunun içinde tüm beden eğitimi öğretmenleri ve öğretmen adayları bu camianın içinde bulunan kişiler de dahil olmak üzere herkes bu bilinci yaymalı ve kendi bölümlerini bu dersi daha çok koruyup sahiplenmeli ve üzerine düşmelidir.

Image for post

Kelimelerin Anlatamadığı

Kelimeler… Bazı durumlara söyleyecek kelime bulamadığımız, üzerinde çalışıp çalışıp o konuyu anlatamadığımız kelimeler… Kelimeler çıkmıyorsa ağızdan söylenecek söz kalmamıştır belki. Söyleyemiyorsak, çıkmıyorsa ağzımızdan sözcükler uygulanacak sorumluluklar da kalmamıştır demektir belki.

Bu konuları anlatacak o sözcükler öyle ince ki insanlığın sonunu getirecek cinsten. Belki de bu yüzden sarf edemiyoruz o sözcükleri. Yok sayıp ”Olmaz öyle şey” diyoruz, kendimize. ”Hayır, çıkmaz. İlerde yaşayacaklarımızla karşılaşamayız” diyoruz. Gelecekte bunları yaşayacağımızı bile bile. ”Tüm bunların sebebi ve sonucu biz olamayız.” diye düşünüyoruz.

Yüzleşmeliydik. Kendimize ne yaptığımızın farkına varıp o kelimeleri çıkarmalıydık ağzımızdan. Sözcüklerle bütünleştiremediğimiz o metinleri yazmalıydık artık. Hatta yazmakla vakit kaybetmemeli göstermeliydik herkese, kendimize neler yaptığımızı.

İşte kelimelerin anlatamadığı, yazılamayan o metinleri kısa filmler göstermişti. Bu kısa filmler sadece bizi değil geleceğimizi, neler yaptığımızı ve artık neler yapamayacağımızı gösteriyordu.

Sabancı Vakfı’nın yürüttüğü Kısa Film Yarışmaları’nda gözlemliyorduk bunların hepsini. Beş dakikayı geçmeyen o filmciklerde sözsüz, yazısız; yıllardır anlatamadıklarımızı kendimize anlatmayı beceriyorduk. Bundan kaçmayı bildiğimiz günlerimizi unutmak isteyen ve neler yapabileceğimizi soran yaşlı gözlerle izliyorduk. Dünyayı nasıl böyle çıkmaz sokak haline getirdiğimizi, kendi pisliklerimiz içinde boğulduğumuzu… Kuraklığı, iklim değişikliğini, bitki örtüsünün çoraklaşmasını, susuzluğu, hayvanların ölümünü, en etkileyicisi ise çaresizlik dolu bakışları…

Biz o filmleri izlerken dünyaya değil; kendimize, dökemediğimiz o sözcüklere ağlıyorduk. Öyle ki kelimelerin birleşmediği bu konuda yine kelimeleri bütünleştirmeye çalışarak bir metin ortaya koymuştuk. Yazarak bu filmlerin kelimeleri olmuştuk.

Çoğalmalıydı… Çoğalmalıydı… Kendimize farkındalık, sosyal yaşama farkındalık çoğalmalıydı…

Sabancı Vakfı Kısa Film Yarışması’nda ödül alan kısa filmler:

Sanata Bi Yer Platformu İle Sanat, Sergi Salonlarının Dışına Taşındı

2015 yılından bu yana Türkiye’nin birçok şehrinden öğrencilerin sanatını görünür ve ulaşılabilir kılan Sanata Bi Yer platformu ile sanat, sergi salonlarının ve galerilerin dışına taşındı. Doğuş Grubu mekanlarının sanatçı adayları için sergileme alanına dönüştüğü platform kapsamında 13 öğrencinin çalışmalarından oluşan seçki, 1 Mart 2021’e kadar farklı lokasyonlarda sanatseverlerle buluşuyor.

2015 yılından bu yana güzel sanatlara ilgi duyan üniversite öğrencilerine ‘’Çünkü Sanat Alan İster’’ mottosuyla Doğuş Grubu’na ait çeşitli mekanlar, festivaller ve sergilerde çalışmalarını sergileme imkanı sunan sosyal sorumluluk platformu Sanata Bi Yer, 1 Mart 2021 tarihine kadar 13 öğrencinin çalışmalarından oluşan seçkiyi farklı lokasyonlarda sanatseverlerle buluşturuyor. Ece Gül, Eylem Can Kılıç, Mert Ağbulak, Safiye Otman, Seda Öztürk, Serap Can, Merve Özpütürcüklü, İbrahim Yanık, Yunus Emre Aydın, Emine Dirik, İbrahim Deniz Tavlıbıyık, Emirhan Azgel ve Tuğba Korucu’nun birbirinden farklı çalışmaları İstanbul’a yayılıyor.

Genç sanatçı adaylarının çalışmaları Doğuş Center Maslak, Doğuş Oto Maslak, Doğuş Otomotiv, D-Gym, D-Ofis ve Yapı Kredi Bomontiada’da sanatseverlerle bir araya geliyor. Sanata Bi Yer platformu hakkında detaylı bilgi ve öğrencilerinin portfolyolarını incelemek ve hayatınızda sanata bi alan açmak için sanatabiyer.com adresini ziyaret edebilir, Sanata Bi Yer instagram hesabından takip edebilirsiniz.

Kısaca Sanata Bi Yer:

Üniversite öğrencisi genç sanatçı adaylarının yeteneklerini geliştirmelerini sağlayarak ilk sergilemelerini yapmak üzere Doğuş Grubu mekanlarını galeriye dönüştüren Sanata Bi Yer platformu derecelendirme, değerlendirme yapmadan, eleştirmeden genç sanatçı adaylarını sadece davet ediyor ve çalışmalarını sergilemeleri için imkan sağlıyor. Sanatseverler ise hem üniversite öğrencisi genç sanatçı adaylarıyla buluşuyor hem de eserleri satın alarak onlara destek oluyor. Türkiye’de sanatın gelişimine yeni mekanlar katarak, duvarları kaldırarak, 365 gün erişilebilir bir dijital sergi sunan bu özel platformun bugüne kadar gerçekleştirilen 4 karma sergi, 10 pop up sergi, seminerlerle 7 binin üzerinde üyesi bulunuyor.