28.9 C
İstanbul
Cumartesi, Ağustos 16, 2025

Ahraz

Kısılmış çekik bir karartı,
Bu hangimizin aldığı bir karardı?
Ahraz’ım diyorum;
Görüyorum, duyuyorum oysa.
Neden bilmiyorum; kaçıyorum o’ysa.

Kendimde göremediğim güzelliği görüyor musun?
Sevgili olacakken seven oldu(k)!
Râ’na olacakken nâra oldu(k)!
Kırılmak değil kurulmak anı sahi,
Ben kalbin leylak saati.

Gerektir bana o figan pervane;
O fidan, sendeki bu perva ne?
Sırla (a)sırlanalım sırılsıklam,
Çekingen, çekişken ve çelişken değil-sen anlam.
Mananın sırrına ermemiş kelamı,
Kalem neden aşk diye yazsın!
Alıp veremediğin selamı,
Melekler neden sevap diye -soluna- yazsın!
Başım mı dönüyor, dünya mı aheste?
Semah mı oldu(k), sabah mı şayeste?
Taş kalbine taştan köprüler…
Toprak kalbine gül bahçeler…
Şuursuz bir şûunsuza saçıldı parıltı,
Mıh çakılmış akıllarda çıktı patırtı.
Kırılmak değil kurulmak anı sahi,
Ben kalbin leylak saati.

Neresinden tutulur kıymetin (ma)yası?
Dualı avuçlarda doğruyu gösterir pusulası.
Ahraz istenilse de istenilmese de aşikarlaşıyor.
Ahraz’sın, Ahraz’ım,
Bergüzar’ım görmezden gelinir mi?
Bakmadan geçilemeyeceği gibi.
Sapmadan hakikate gidilir mi?
Saptırmadan, kendini kaptırmadan…

Ahraz’ım diyorum;
Görüyorum, duyuyorum oysa.
Senden bil(m)iyorum, yüzleşiyorum o’ysa.
Kırılmak değil kurulmak anı sahi,
Ben kalbin leylak saati.

Ay Âşığı

Bu güzel türkü için; Yol’a Düş’e selamlar, saygılar…

Zemherinin ayazında açmış, nâmütenâhî bir çiçeğim
Dalları yaprak dökmüş
Rüzgara yenik düşmüş
Amansız kaderlere perde çekmiş
Ay ışığında süzülen yapraklı bir dalım

Dillerde sayıklanan türkü
Gözlerden ırak, gönüle yoldaş…
Ha düştüm ha düşeceğim
Ha şaştım ha şaşacağım
Ay ışığında süzülen yapraklı bir dalım

Gecelere korku salan
Pervasız kurtlarla boğuşan
Nemli nemli pencerelerden bakan
İki dirhem bir çekirdek ayazım
Ay ışığında süzülen yapraklı bir dalım

Kışı görünce kaçar
Yazı görünce uçarsın kalbime
Telaşımı da koyarsın heybene
Göç eylersin gönül dağıma
Ay aşığında açan bir yaprağım

Mevsimi geldi baharın, tazelenme zamanım
Geleceksen gel artık, hasretimizi dağıtalım
Geleceksen gel artık, kavuşmayı canlandıralım

  • Nâmütenâhî: Ucu bucağı olmayan, sonsuz, sınırsız
  • Amansız: Öldürücü, cana kıyıcı
  • Pervasız: Çekinmez, korkusuz, sakınmaz
  • İki dirhem bir çekirdek: Çok özenli ve güzel giyinmiş, çok şık

Nehirkent: Bâtından Önce Zâhiri Keşifler

Nehirkent’te keşfedilmemiş bir çok sokak, ev ve birtakım yerleşim yerleri vardır. En azından bizim için öyleydi. Bundan dolayı her hafta keşfe çıkardık. Keşif bölgelerimizin bir kısmını vasıflarına göre tasnif etmiştik. Mesela korkunç evler, ıssız yollar, arka bahçeler ve tarlalar bunlardan bazıları. Tarlaların iki dönemi olurdu. Biri hasat dönemi, diğeri hasat sonrası dönem. Tarla keşiflerimizi hasat sonrası dönemde yapardık, zira hasat vaktinde uzunlukları üç metreye kadar ulaşan yarımşar metre aralıklarla ekilmiş çok fazla mısır olurdu. Bu vakit orada Lost oynardık. Fazla uzaklaşmama kaidesiyle tabi.  Bir hasat sonrası tarla keşfimiz de civardaki en yakın tarla olan Hendekli Tarlaları seçtik. Keşif iki büyük, derinliği bir metre, genişliği iki metre, uzunluğunu o günlerde ölçemeyeceğimiz kadar uzun olan iki hendeği geçmekle başlardı. Hendeklerden sonrası tehlikeli bölge olup büyük köpekler ve yabancı insanların bölgesiydi. Dolayısıyla temkinli çıkmalıydık. Çatı üstünde planımızı yapıp evlere malzemelerimizi hazırlamaya geçtik. Çıkınımın içine bir miktar atıştırmalık piknik bisküvi, bir miktar içecek su ve meşrubat koyup İnciraltı’nda buluşmak üzere çıktım. Birkaç dakika sonra Usta kurt ile Sinsi kurtta çıkınlarını hazırlamış bir şekilde geldi.

Hendekli Tarlanın ikinci durağı Ulu Çınar

Yola koyulmaya hazırdık. Isırgan geçidinden büyük kapıya geldik. Hendekli Tarlaya genelde buradan geçerdik.  Kapıyı biraz zorladıktan sonra açıp tek tek geçtik. Hendeklere geldiğimizde içimizde bir heyecan vardı. Daha önceki birkaç denememizde köpeklerin saldırısına uğrayıp son anda kaçmıştık. Yine aynı şey olursa diye yükümüz hafifti. Köpekler çok hızlılardı, ancak biz yavru kurtlar korktuğumuz zaman olağanüstü bazı şeyler sergileyebiliyoruz. Neyse, hendek artık görünmeyecek kadar arkamızda kalmıştı. Yavaş yavaş sona yaklaştığımızı hissediyorduk. Bir yandan da hayal kırıklığına uğramıştık, bir şey bulamamıştık zira. Ta ki Usta kurt şaşkın bir edayla bizi çağırana dek. Birkaç metre ötemizde yere diz üstü çökmüş yüzünde hayret ifadesiyle bir şeye bakıyordu. Yanına gittiğimizde elinde bir beze sarılmış belli ki önündeki kuyuya ait kapağı tutuyordu. Kuyunun ağzı on beş santimetre genişliğindeydi. Yani çok büyük değil. Garip olan şey içinden çıkardığımız bir çeşit pusulaydı. Üzerine kanla (kırmızı olduğu için biz kan olduğuna inandık) bir şeyler yazılı olan bu pusula bir yere işaret ediyordu. Onu daha sonra incelemek üzere kenara koyduk ve üçümüz birden kuyuya eğildik. Kuyunun içinden ses geliyordu. Hafif dalgalanan, sesinden miktarının hiç de az olmadığı anlaşılan su sesiydi bu. Bir anda kafamıza dank etti. Bulunduğumuz tarla parçası suyun üzerinde nasıl duruyor? Ya o içinden çektiğimiz pusula bir tür bubi tuzağıysa? Ya şimdi çökerse? Dehşete kapıldık ve hemen pusulayı yerine koyup kapağı taktık ve eskisi gibi bezle sardık. Koşabildiğimiz kadar hızla koştuk. Çünkü hala oranın her an çökebileceğini veya daha korkuncu elimize aldığımız o kanlı pusulanın bir lanet olup cinlerin bizi alıp götürebileceğini sanıyorduk. Koştuk koştuk. Nihayet büyük kapıya geldik. Tüm gücümüzle açıp Isırgan geçidinden İnciraltı’na geldik. Bir yandan soluk soluğa kalmış bir yandan da az önce yaşadığımız korku dolu andan tir tir titriyorduk.

İnciraltı üssü (temsili)

Aslında bu tür maceralardan çok hoşlanırdık. Zira üzerine haftalarca konuşabileceğimiz olaylardı bunlar. Hendekli tarladaki bu keşif, “Kanlı Pusula Keşfi” olarak kayıtlarımıza geçmişti. Tabii ki üzerine uzun uzadıya konuştuk; o pusulanın ne anlama geldiği, kuyunun altındakinin gerçekte ne olduğu, onu oraya kimin koyduğu ve en önemlisi bir daha gidip gitmeyeceğimiz. Sonunda şunlara karar verdik; pusula bir hazineye işaret ediyordu, o kuyunun içindeki petroldü; dev bir petrol kuyusu, oraya o pusulayı koyan kimse onu kendi kanıyla lanetlemişti. Tabi ki de oraya bir daha gitmedik. Aslında bir kere niyetlendik ama sonra ne olduysa vazgeçmiştik.

Şimdi düşünüyorum da kendimizi keşfetmeden etrafı keşfetmeye başlamıştık. Aslında kendimizi de bu keşifler sayesinde keşfettik diyebilirim. Neler öğrendiğimizi, nelerden korktuğumuzu, neleri sevip neleri sevmediğimizi bu şekilde yaşayarak anlıyorduk bir nevi. Bazen sınırları aşıp ne olabileceğine bakıyorduk. Bazense bize öğretilenlerin ne kadar doğru olabileceğini sınıyorduk. Tabi sonuçlarına katlanarak. Bu yüzden ileride, küçük insanlara öğretilebilecek en büyük şeyin yaptıklarının sonucuna katlanmak olduğunu düşünecektim. Çünkü o zaman işin sonunu kestirip etrafına en az zarar vereni tercih edebilir, (u)yarama(kla)z(ım)lık bir iş yaparken.

Tom ve Huckberry’ninkileri aratmayan maceralarımız devam edecekti. Şimdi düşünüyorum da yolları Nehirkent’e, en azından bizim nehir kentimize düşseydi, Twain’in kitaplarında Pazaradası’ndaki Yavru Kurtlar da geçerdi…

Vâv

  • Vâv’ dı aşk.
  • Vâvlaşmak ,
  • Nûnlaşmak,
  • Vav olur gözlerimiz
  • Zamana vav çizmekteyim
  • Hiç kimseye söylemedim;
  • Nihayetinde bir insandım,
  • Yahut
  • Gidenlere mi Özlem?
  • Kalanların gideceğine mi?
  • Yad ettikçe kalbine, adı aşkla nakşolan
  • Her halinden okunur aşka dair bir kelam
  • Gönlü vav, başı elif, heybesi sırılsıklam
  • Kalemin mürekkebine dökmediğim şiirim..
  • Bak gördün mü
  • Şiir kağıda d’üşüyor.
  • “Vav ”mıh gibi aklıma kazındı.
  • Görecek hamuşu yüreğim !
  • Vav oldum,
  • Satır – satır dökülüyorum,
  • Şiir gibi içime,
  • Nâif bir mısra gibi.
  • Ben vuslat ışığında dönen garip pervâne,
  • Vuslâtı kelam.

Sevgi Sandığımız


Süsleri kâğıt mendil
Dağılırken elbisesi
Çeyiz sandığı gibi
Ürkektir yalnızlıklarım.
Eğer senin için durmamışsa zaman
Aşinadır vasıfsız bir telaş
Aşkın sessizliğinde.

Esnaflıktan Yazarlığa

Toplumun nabzı diline de vurur. Örneğin gündemde siyasi bir mesele varsa o meseleyi özetleyen kelimeleri gündelik kulağımıza çalınanlar listesinin başında görürüz. Mazbata mesela. Keza sorun sağlıkla ilgiliyse tıbbi terimler listede baş sıradadır. Şimdi olduğu gibi. Pandemi, karantina, dezenfekte bunlardan bazıları sadece. Astronot kelimesinden önce keşke bu kelimelerin Türkçelerini bulsaydık ama neyse konu o değil. Konu pandeminin getirileri ve götürüleri üzerine. Bu pandemi süreci herkesin bildiği gibi esnafı kırıp geçirdi. Ahmet Cevdet beyde bunlardan biri.

Ahmet Cevdet bey, klasik küçük esnaflardan. Tek farkla ki o okumayı çok sever. Bu şahsi düşüncem tabi. Etrafımda ki esnafların elinde hiç kitap görmeyen biri olarak bu kanıya vardım. Her yer ve kişi için geçerli değil yani. Ancak Ahmet Cevdet bey gerçekten bir başka adam. Okuduklarını sorgulayan, ondan okuduğunu bir de bundan okuyup karşılaştıran, mesele hakkında bilgisi olup yorum yapabileceğini düşündüğü kimselere konuyu açıp onlarla etraflıca tartışan ve tabi ki en büyük esnaf özelliği olan –ki şimdide öyle mi bilmiyorum ama efsaneye göre her esnafın vasfıdır- herkese karşı sıcak kanlı bir bakkal. Ahmet Cevdet bey bu iki ismininde kullanılması hususunda ısrarcı olduğundan meşakkatli dahi olsa onu tanıtan bu yazıda buna özen gösteriyoruz. Olur da Sadece Ahmet dersek affına sığınıyoruz şimdiden.

Dedik ya Ahmet Cevdet bey okumayı sever diye, geçen gün dükkanın önünden geçerken bir kitaba dalıp hararetle okuduğunu, bir yandan da soluk soluğa kaşını gözünü habire oynattığını görünce daldım yanına. Anlaşılan sevdiği tarih konularından birinin savaş sahnesini okuyordu. Böyle sıkıntılı yüz ifadesine bakılırsa o dönemin baş kahramanı ya tabanları yağladı kaçıyor ya da kaçmaya fırsat bulamadan olan oluyordu. Dükkana girdiğimde beni fark etmedi. “Selamun aleyküm Ahmet Cevdet bey,” dediğimde ancak başını kaldırdı, ayracını kaldığı yere sıkıştırıp kitabı arka üstü masasına koydu. Şu ünlü bakkal masası hani; üzeri küçük ıvır zıvırlarla dolu, müşterinin parasını bırakacağı –ismini benimde bilmediğim- hafif girintili oval kase, önünde bozuk ve kağıt paraların olduğu bir çekmecesi olan masalardan bahsediyorum, evet. “Ve aleyküm selam Çakır bey,” dedi, anlaşılan hala kafası kitaptaydı. “Vaktin varsa otur şöyle, çay içelim.” “Ahmet Cevdet bey, geçerken uğrayım dedim, ama akşama gelirim, konuşuruz o meseleyi,” bunu derken kaşımla kitaba işaret ettim. Evet kaşlar bizde çok fonksiyonlu kullanılan malzemelerdendir. “Hee? He tamam tamam olur,” dedi yine dalgın dalgın. Birkaç şey alıp çıktım. Çıkarken arkama baktığımda derin bir nefes alıp kitabı eline aldığını gördüm. İçimden, “Vallahi, alem adamsın Ahmet bey,” dedim, içimden olduğundan Cevdet’i eklemedim.

Ahmet Cevdet bey kırk beş yaşında, evli, iki çocuk babası bir esnaftı. Bakkallık işi ona babadan kalmaydı. Dükkanı babasından devraldığında şu ankinin yarısıymış. Sonradan yanındaki küçük boş olan dükkanı da alıp birleştirmiş. Aslında kendisi vizyon sahibi bir insandır. Her türlü insanla muhabbet kurabilir, devamlı müşterilerinin isteklerini dikkate alıp dükkanını habire yenilemeye bakardı.

Kıraathaneye ismiyle müsemma olmadığı için gitmediğini söyler. Okuma adına yalnızca gazetenin olduğunu, onunda genelde o kumaş örtülü klasik kahvehane masasının üzerinde duran bir süs eşyasına devşirildiğini, dolayısıyla oralara kıraathane yerine kahvehane demeyi tercih ettiğini belirtir. Buradan Ahmet Cevdet beyin gün içinde dükkanından hariç boş vaktinin olduğunu anlamışsınızdır. O da Oğlu Selim’in okul çıkışı dükkanda iki saat durması sonucu oluşur. Ahmet Cevdet bey  yine de eve gitmeyip bu vakti de dükkanın önündeki sedire oturup okumakla geçirir.

Bir gün kendisiyle, dükkanın önündeki sedirde oturmuş kahvelerimizi yudumlarken konu yine kitaplardan açıldı. Bende dayanamayıp “Ahmet Cevdet bey, bunca okur anlatırsınız, hem de meseleleri iyice anlayıp yorumlayacak kadar… Sizde bir şeyler karalasanız ya, belki güzel bir şeyler çıkar ortaya,” dedim. İlk başta sıcak bakmasa da hemen ve kesin bir dille kabul etmemesinden anladım aklında bir fırıldak çevirdiğini. Ertesi gün, “Çakır bey, dediğiniz meseleyi etraflıca düşündüm, malum, bu sıralar işlerde kesat, aklıma da bir mesele geldi, bu gün bir şeyler karalayacağım, akşam dönerken uğrada bir bakıver,” dedi sokağın karşısında yürüyen bana. Birkaç tahminim var aslında ama akşam göreceğiz neler karaladığını. Şunu söyleyebilirim ki iyi bir şeyler çıkmıştır ortaya. Eh, Ahmet Cevdet bey! Esnaflıktan yazarlığa, daha doğrusu esnaflıkla yazarlığa tevdi ettiniz, tebrikler.  

Engellenebilir Her Ölüm Cinayettir: Hükümsüz

Kalk doğur kendini, kadirsin
Kadınsın, kızımsın, annemsin

Önce müziği açın olur mu? Bugün sizi yine biraz üzebilir, dertlendirebilirim kusura bakmayın. Kaldi ki hiç durmaksızın kanayan bir yaradan bahsetmek, zaten dertli olanı dertlendirmez. Kadın cinayetleri artık haber gündeminde günlük olaylardan farksız hale geldi. Dünya kadınlar gününde bile kaç kadın yaşamının baharında dünyaya gözlerini yumdu. Bugün size bu öneriyi Büşra olarak yazıyorum, siz beni böyle biliyor böyle tanıyorsunuz fakat yarın, yarın hiç şüphesiz ki hiç bilmediğim görmediğim insanlar Twitter’da #Büşraiçinadalet, #Kadıncinayetleri hashtaglarini açabilirler. Diyor ya şarkıda ‘Biz büyüdük ve kirlendi dünya’ diye. Biz büyüdük de mi kirlendi yoksa büyüdükçe ne kadar kirli olduğunu mu gördük idrak etmekte çok zorlanıyorum.

Bir kadının gözleri, bir erkeğin zulmünden dolayı yaş dökerse;
Melekler attığı her adımda o adama lanetler yağdırır.
-Hz. Ali

6-7 yaşlarımdayken Münevver Karabulut diye bir isim duymuştum. Sonra Özgecan Aslan. Ceren Özdemir, Şule Çet, Pınar Gültekin, Aleyna Çakır, Bensu Narlı… Sadece ismini duyabildiklerimiz… Sadece resmi rakamlar, rakam… 72 günde 70 can. 70 İNSAN. 70 güzel kadın. Hayalleri, umutları, heyecanları, üzüntüleri, sevinçleri ve daha nicesi… Sebep ne? Yemeğin eksik tuzu, perdenin kenarındaki toz, telefonun bildirim sesi, koltuğun rengi, gözünün üstündeki kaşı…

Yeryüzünde gördüğümüz her şey, kadının eseridir.
-Mustafa Kemal Atatürk

Hükümsüz… Acun Ilıcalı’nın kurduğu Exxen platformunda yayınlanan; kadın cinayetlerini, yaşanmış hikayelerden esinlenerek anlatan mükemmel dizi. Esma hanımın babasının hukuk bürosundan çıkarken yaşananan cinayet avukat Esma ile Filiz’i bir araya getirecek ve bu güçlü, başarılı 2 kadın birçok cinayeti açığa kavuşturacaktır. Dizide bir de gazetecimiz Selim ve Esma hanımın babasının kadim dostu, cinayetlerin aydınlanmasında büyük katkısı olan Serkan ön planda. Bu dörtlü ilerleyen zamanlarda gecesini gündüzünü beraber geçirecek, birbirlerine omuz olacaktır. E tabii birbirleriyle çift olacakları da kaçınılmaz son…

Tükenmez borcum var anama benim,
Onun varlığından oldu bedenim.
-Aşık Veysel

Dizinin introsunda her bölümde farklı bir söz geçiyor. Bu bazen Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed(s.a.v.) ‘in, bazen Gazi Mustafa Kemal’in, bazen Neşet Baba’nın, bazen Şems-i Tebrizi’nin. Fakat hepsi yüreğe dokunan, hepsi gerçeklerin bir cümleyle gergin bir oka dönüşmüş hali. Bölüm bitince de o ok gelip yüreğimize oturuyor. Boğazımızda bir düğüm olup kalıyor.

Henüz 10 bölümü yayınlanmış olan dizinin son bölümü beni oldukça sarstı. Her bölümü ayrı özel ayrı güzel elbette. 2015 yazı sanırım. Çilem Doğan. Eşinin seneler boyu zulmüne uğramış, sonunda onu fuhuşa sürüklemek istediğinde yataktaki silah ile onu öldürmüştü. Ben onu öldürmeseydim o beni öldürecekti demişti. Nur Fettahoğlu mükemmel oyunculuğuyla, savunma metnini birebir okurken göz yaşlarınıza hakim olamayacaksınız… Velhasıl, bu diziyi izleyin, izlettirin. Engellenebilir her ölüm, cinayettir. Selam olsun, engellemeyenlere…

Nur Fettahoğlu/Çilem Doğan

Çilem Doğan için Ayşen Aksakal’ın hazırladığı metinle size baş başa bırakıyorum… Hiçbir kadının içindeki sevincin sebebinin hayatta kalabilmek olmadığı bir dünya olması dileğimle..

Ayşen Aksakal’ın Hazırladığı Metin

Olay şöyle oldu Hakim Bey ben anlatayım en baştan;
İnsan çocukken, anasında babasında ne yoksa onu arıyor demek ki.
14-15 yaş da çocuk yaşı bence. Annem sürekli bir evi çekip çevirme telaşında, baba desen ne iş bulsa onun peşinde, kolay değil evde kaç nüfus onun eline bakıyor.
Yani evde a’federsin aşk yok Hakim Bey.
Zaten daha yeni genç olmuşum, kalbim her daim ağzımda, televizyonda izliyorum dizileri, nasıl da tutkulu aşklar, kıskançlıklar, vazgeçememeler. Çocukmuşum daha ama kazınmış aklıma, “Ben aşık olup evleneceğim.” dedim.
İstedim ki uyurken yüzüne keyifle bakayım, bir bulgur bile pişse evde soframı özenerek kurayım.

Ben bunun a’federsin yeşil gözüne kandım Hakim Bey.
Yeşil böyle çayır çimen ormandır ya hani; ruhum kanatlanıp uçacak sandım.
Yeşile uzun bakılır, bıkılmaz sandım. Çocuk da değildim artık ya işte insanın gönlü kaymayıversin.
Kabul ediyorum. Buraya kadar benim suçum.
O çok ağladığım film gerçekmiş; sevgi emekmiş, bilemedim. Cahilliğime verin.
Ama yeminle gerisinin günahı bende değildir.

28 gün sürdü o yeşil gözlerin derinliği, 29. gün yediğim yumrukla al oldu elmacık kemiklerim, sonrasında öğrendiğim; morluklar iyileşirken yeşile dönüyor insan derisinin rengi. O’dur yani.
Bitmedi Hakim Bey. 
Bir yumrukla bitmedi. 
Ne iş yaptığını bilemiyordum, dükkanı vardı esnaf sanıyordum.
Milleti haraca bağladığından, tefecilikten kazandığı ile benim çorba kaynattığımdan haberim yoktu.
Her öğrendiğim yeni bir iz oldu bedenimde. Allar mora, morlar yeşile dönüştü.
Ben zaten elimden geleni yaptım. Mahkemede ben değil, o sanık olsun istedim.
Her bir fiskeden sonra karakolda aldım soluğu. İnsanım sandım devlet nezdinde.
Devletin verdiği nikah cüzdanı benim yaralarımdan daha geçer akçe çıktı.

Her seferinde benzer tavsiyeler ile yollandım karakoldan.
Azıcık sabırlı olacaktım, yuva kolay kurulmuyordu, biraz suyuna gideydim, erkeklik onurunu rahat bırakaydım. Aile içinde olan biraz da aile içinde kalsındı.
Canım çok yanıyordu ama Hakim Bey.
Onun erkeklik onurunun limiti yoktu. Fasulye kılçıklıysa onuruna mı dokunuyordu? Çocuk yaramazlık yaparsa gururu mu zedeleniyordu? Halı bizim namusumuz muydu da leke olunca beynimde patlıyordu?

Ellerime bakın Hakim Bey, çamaşır suyu ile çatlamıştır, bir de ciğerimi görebilsek keşke, kederden ve soluduğum deterjanlardan çoktan solmuştur.
Dedim ki kendime, benim canım değilse de, kendi parası, yasası bu devletin önemlidir.
Bu adam yasaları çiğniyor, bari gideyim onu ihbar edeyim.
Dövmekten yargılanmazsa, eve giren kanlı paradan yatsın bari. En azından soluk alırdık birkaç yıl kızımla ben.

Kızım var benim Hakim Bey, ellerinizden öper. 
Çok akıllı çok usludur aslında.
Bebekken de böyleydi. Hamileyken yediğim dayaklardan bir haller oldu sanırdım başlarda. Ama demek ki anasına daha da dert olmamak için Tanrı vergisi sakin oldu yavrucak.
Benim ihbarlar kafi gelmedi. Savcıya söyler sandığım polis gitti durumu koca dediğim adama anlattı.

Yolun başında göründüğünde anladım. Malum olmuştu zaten, kalbim ağzımda atıyordu gün boyu.
Analık refleksi de istersen Hakim Bey, ilk iş kızıma sarılıp kokladım.
İnsan öleceğini anlıyor biliyor musun?
Kırar gibi çaldı kapıyı.
İlk 10-15 dayaktan sonra, insan korkmaz oluyor kaba dayaktan.
Canının ne kadar yanacağını biliyorsun. Acı eşiğin de yükseliyor. Yine de her seferinde yüreğin ağzına geliyor, için kanıyor gibi hissediyorsun. İçin kanarsa ölürsün.
Biz filmlerden, biz ölenlerden öyle gördük.
Dayaktan değil de ölmekten korkar oluyor insan.

Öyle bir ölüm korkusu vardı yine içime. Ama ilk kez o gece, çocukken anamın yaptığı keşkeğin tadı geldi ağzıma.
Bir de çocukluğumdan kısacık bir piknik anısı, ayaklarımı dereye sokmuş oynarken annemin elime tutuşturduğu ekmek arası köfte, bir de kızım doğduğu gece kucağımda bir bebek kokusu ile daldığım yorgun ama mutlu ilk uyku.
İnsanın hayatı bir film şeridi gibi geçiyorsa ölmeden önce gözlerinin önünden; işte benim mutlu sahnelerim de bu kadarcıkmış demek ki.
“Çocuğu odaya götür” dedi bana. 
Ahlakı da bu kadar işte, anasız kalsın çocuk, ama anasını da ölü gözleri tavana bakarken hatırlamasın istedi herhal.
Aklımdan o kadar çok şey o kadar kısa sürede geçti ki Hakim bey, ben inanın sandığınızdan daha akıllıyım sanırım.
Uzattım biraz kızımı odaya götürüp yatırma faslını.

Hatta sonra bir de “Dur çamaşırları asayım.” dedim.
Ama bu kadardı yeminle Hakim Bey. Tüm planım azıcık daha hayatta kalabilmekti.
Bir kaç dakika daha.
Yüzümde patlayan kabza planda yoktu, yatağa savrulmayı planlamadım, elim yeminle kazara girdi yastığın altına.
O yastığın altına daha o sabah silah sakladığını bile bilemezdim.
Gözlerini görseniz, kafasından çok daha öndeydi, tükürükleri yüzümde patlıyordu. Yumruğu öyle hızlı iniyordu ki aralarda nefes bile alamıyordum.
Seyit Çavuş’u hatırlayın Hakim Bey, bize ortaokulda anlatırlardı. 200 kiloluk mermiyi kucaklayıveren Seyit Çavuş.
Savaş gibi bir şeydi, memleket değil, ben elden gidiyordum.

Elim metale değdi.
200 kiloluk mermiyi kavrar gibi, parmaklarım yerini buluverdi.
Yoksa Hakim Bey yeminle, sahil kenarında balon bile vurmuş değildim.
Sıktım mı hatırlamıyorum, kaç kere sıktım hatırlamıyorum.
Üzerime düştü bir onu biliyorum, bir de ağırlığından kurtulmaya çalıştığımı.
Üzerimde hep bir ağırlıktı zaten ama böylesini ilk yaşadım.
Nasıl kalktım bilmiyorum, kızımı nasıl aldım kucakladım, ayağımda terlik var mıydı, üstüm kan mıydı vallaha hatırlamıyorum.

Öldüğünü duyunca kendim geldim söyledim Hakim Bey.
“Sanırım ben yaptım.” dedim.
Nasıl oldu anlamadım ama sanırım ben yaptım.
Erkekler takım elbise giyip önüne bakınca cezası iniyor, benim takımım, kravatım yok. Annem apar topar bu tişörtü bulabilmiş.
Bir de ne yalan söyleyeyim hayatta kalmış olmanın saklayamadığım bir sevinci var içimde.
O ölmese ben ölecektim.

O size, beni pazarlamaya karar verdiğini söylemeyecekti, başka adamların koynuna beni sokma planlarını anlatmayacaktı, benim patlıcan fazla pişti diye, perdeler azıcık kirlendi diye, masada kırıntı kaldı diye yediğim dayakları söylemeyecekti, kaç kere hastanelik olduğumdan bahsetmeyecekti. 

Çay bahçesinde çekilmiş bir fotoğrafım var. Biraz yan gülmüşüm. Belki de o fotoğrafı gösterip namussuz karılar gibi çıkmış filan diyecekti.
Karısını başka adamlara satan o değilmiş gibi “Namusumu temizledim.” diyecekti.
Siz onu 3-5 yılla yargılayıp, namusu kirlendi diye mazur görüp, yandan gülüşümü tahrik sayıp bir de üzülecektiniz adama.
Oysa namus benimdir Hakim Bey, bir kağıda imza attık diye kimselere bırakmam.
Sonuna kadar idare edebilmiş olmam, elaleme değil de başıma gelenleri hep karakollara anlatmış olmam, kızıma hiç fark ettirmemiş olmam namusumdur.
O utanmamış yaptıklarından, benim utanacak bir şeyim yoktur.

İçimdeki hayatta kalma mutluluğunu atamıyorum Hakim Bey. 
Ağlayamamam bundandır.
Ne yalan söyleyeyim aynı acının çemberinden geçmiş, sağ kalabilmiş kadınlarla aynı koğuşta, bir ömür kazasız belasız da yaşarım ben ama benim bir kızım, bir de memleketin aç kaldığı bir adalet var.
Gel sen, ölmedim diye beni cezalandırma, benim bir derdim; kızımın bari mutlu olmasıdır.
Yanında ben olayım.
Can alan bir katil değil, can derdinde bir kadın de bana.
Kurşunla yatıp kurşunla kalkan, yastığın altında silahla yatan adamlar hiç eceliyle ölmüş mü?
Hem sevebilseydi o da ölmezdi dimi ama?
Öldüyse hepsi benim suçum mu?

http://anitsayac.com/

Anlamlandırmalarımız

anlamdırmalarımız

Hiç hayatın anlamını sorguladınız mı?

“Ben neden varım, bunları neden yaşıyorum, bunlar benim başıma neden geliyor, tüm bunların anlamı ne?” dediniz mi?
Yaşadığınız ayrılık sonrası “Bu yaşananların anlamı neydi ki?” diye düşünürken buldunuz mu kendinizi?

Muhtemelen yanıtınız, evet. Dünya yaratıldığından beri insanlar “Hayatın anlamı nedir?” diye sorup duruyor. Tüm inanışlar, mistik öğretiler, Antik çağlardan kalma eserler, bu soruya cevap aradığımızın kanıtı, hala da arıyoruz.

Peki hep anlam bulmaya mı çalışıyoruz? Hayır.
İnsan hayatın anlamını aradığı kadar da, hayata anlam yükleyebilen bir varlık. Galiba az çok her canlıda var bu, hayatta kalabilmek için hayatı -bilinmeyeni- anlamlandırma güdüsü.

Peki biz hayata nasıl anlamlar veriyoruz dersiniz?

Gelin birkaç örnekle anlamaya çalışalım.
Önce çok bilinen, toplumsal bir olaydan başlayalım.
El öpme geleneğimiz ve ona yüklediğimiz anlam mesela.
Dışarıdan bakılınca tuhaf bir uygulama; yaşça büyük olan birinin elini öpüp alnınıza koyuyorsunuz. “Saygı, değer, hürmet” anlamı yüklediğimiz için bunu yapmadığımızda karşı taraf kötü hissediyor, küsüyor, kızıyor. Halbuki bu manayı veren de biz değil miyiz?
Pandemi geldi, el öpme kalktı, ama saygısızlık diyen olmadı. Ya bayram günü el öpmeyen torun olsaydık? Yılın en saygısız torun ödülünü alırdık galiba.

Toplumumuza dair anlam kalıplarımız kenarda dursun, gelin biz bir de kişisel deneyimlerimize bakalım.

Olay : Sizin doğum gününüz, size bir hediye alınmış ve üzerinde fiyat etiketi var ve içinde bir tebrik notu yok. Bu duruma kendinize göre anlam verip ona göre davranabilirsiniz.

1- Parayı kendi değer kavramınızla ilişkilendiren biriyseniz, etikete bakıp:

▪︎Ucuz bir şeyse “Bana bunu mu layık görmüş, durumu da iyi halbuki, ben ona adana pahalı bir şey almıştım!” diyebilirsiniz.
▪︎Pahalı bir şeyse “Vay canına!” deyip kendinizi değerli hissedebilirsiniz.
Veya “Görgüsüz şuna bak gözüme sokar gibi etiketi de sökmemiş!” diyebilirsiniz.
▪︎Hediyenin etiketi olmasaydı bu sefer de internetten fiyata bakabilirsiniz veya markasına. Çünkü sizin verdiğiniz anlam bu bağlamda işliyor: Para = benim değerim

2- Para öncelik değilse hediyeye odaklanabilirsiniz. Sevdiğiniz bir şey mi, sizin tarzınıza uygun mu, içinde ne yazıyor?

▪︎Siz mor renkten hoşlanıyorsanız, mor bir tişört alındığında, “Beni tanıyor, zevkimi biliyor!” diye sevinebilirsiniz.
▪︎Hediyenin içinde not yoksa “O kadar hediye almış insan iki satır not yazar!” diye sinirlenebilirsiniz.
▪︎Kuşkucu biriyseniz; “Bu kesin yalakalık olsun diye aldı, yarın bir gün işi düşer bunun!” diye önyargılı da olabilirsiniz.

Verdiğiniz manalara göre farklı duygular hissedersiniz ve bu, davranışlarımıza yansır.
Birinin hediyesini sosyal medyada paylaşırsınız, diğerininkini -ucuz olanı-paylaşmaz ve aklınızca siz de onu önemsememiş olursunuz.

Bu anlamlar ‘sizce’ doğru olabilir.
Ama gerçeği biliyor musunuz?

O insanın kalbindeki niyeti gerçekten biliyor musunuz ?
Size hediye alan kişi, hediyeyle sizin düşündüğünüz manayı mı kastetti?
Perde arkasında neler olabilir?

Ucuz hediye alan arkadaşınızın parası az olmasına rağmen size hediye aldı.
Pahalı hediyeyi arkadaşınız kendine aldı ama o bir nedenle size verdi.
Fiyat etiketine gelirsek belki de değişim yapasınız diye üzerinde bıraktı arkadaşınız.
Bu arada ucuz ve pahalı anlamları da size ait.
Ucuz nedir, 50 ₺ mi?
Ya pahalı ne kadar, 200 ₺ mi?

Size mor tişörtü, siz seviyorsunuz diye aldığını sandığınız arkadaşınız, doğum gününüzü son anda hatırlayıp, “Aman şimdi dırdır eder bu!” deyip o an çarşıda olan kardeşine aldırmış olabilir hediyeyi.
Not yazmamış dediğiniz arkadaş da notu yazmış ama pakete koymayı unutmuş olabilir. Ve unuttuğunu bilmediği için size sitem edebilir duygusal notuna dönmediniz diye.

Bakın tek bir olay bile ne kadar karmaşık.
Ve beynimiz yüzlerce olayla insanla uğraşıyor, çoğu zaman mutsuz, öfkeli olmamızın, değersiz hissetmemizin nedeni de belki de bu yanlış anlamalar.
Birinin yüz ifadesine, mesajdaki emojisine, söylediği lafa, whatsapp durumuna, giydiği kıyafete, saç rengine, dövmesine, ev eşyasına, okuduğu kitaba, dinlediği müziğe, izlediği filme… alışveriş yaptığı marketin poşetine kadar mana veren biziz. Önyargı, dar düşünce, sınıflandırma, genelleme ne dersek diyelim sonuç aynı; biz kendimize göre kalıp biçiyoruz.

Elbet anlam vereceğiz hayata ama güzel düşünmek, hoşgörülü olmak, bazen aldırmamak da bizim elimizde.
Düşündüğümüz her şeyin bir düşünce olduğunu, verdiğimiz anlamların yanlış olabileceğini kabul ederek geniş bir çerçeveden hüsnü zan ile bakalım hayata.

Ve şunu bilelim, hayatın anlamı bizim hayata verdiğimiz anlamdan daha fazlası, daha iyisi, daha güzeli olmayacak.

Görmeyince Sevilmiyor Mihriban

Mihriban: Aşkın ve Zamanın Derinliklerinde Bir Türkü

Musa Eroğlu’nun, Abdurrahim Karakoç’un ünlü şiirinden bestelediği Mihriban, sadece bir aşk şarkısı değil; kaybedilen zamanın, geç kalınmış hislerin, pişmanlıkların ve unutmanın bir nevi içsel öyküsüdür. Türk halk müziği repertuarına kazandırılan bu eser, hem şiirin hem de melodinin etkisiyle dinleyeni derinden sarar, her dinleyişte farklı bir duygu yoğunluğu yaratır.

Şiir ve Müzik Arasındaki Büyülü Bağlantı

Mihriban şiirinin teması, çok sevilen bir kişiye duyulan aşkın yıllar içinde nasıl unutulmaz bir yara haline geldiğini, fakat sonunda her şeyin bir şekilde unutulabileceğini anlatır. Abdurrahim Karakoç’un kaleminden dökülen dizeler, Mihriban’a duyulan aşkı, zamanın hüsranını ve kaybolan yılları içeren bir melodram yaratır. Bu şiirin derinliğini ve hissiyatını sadece okuduğunuzda değil, Musa Eroğlu’nun bestesiyle dinlediğinizde de tüm duyguları içinde hissedersiniz.

Musa Eroğlu’nun bestesi, şiire hayat veren bir melodi gibi işlev görür. Şiir, kelimelerle aktarılan duyguyu tamamlar, şarkı ise bu duyguları müzikle derinleştirir. Eroğlu’nun melodisi, zamanın hızla geçişine ve kaybedilen fırsatların yavaşça yitmesine bir yankıdır. Akustik ve duygusal yapısıyla Mihriban, Türk halk müziği geleneğinde nadir rastlanan bir parça haline gelir.

Aşkın Zamanla Değişen Yüzü: Unutmak ve Hatırlamak

Şiir, unutma ve hatırlama arasında sıkışmış bir duygunun derinliklerine iner. Karakoç, Mihriban’a olan sevgisini, bu aşkı yıllar sonra bir notla anlatmaya çalışırken zamanın, hatıraların ve aşkın unutulamaz etkisini sorgular.

“Unutmak kolay mı? deme,
Unutursun Mihriban’ım.
Oğlun, kızın olsun hele
Unutursun Mihriban’ım.”

Bu dizeler, zamanın insan üzerindeki yıkıcı etkisini anlamlı bir biçimde aktarır. Zamanla her şeyin değişebileceğini, hatıraların soluklaşacağını ama bir zamanlar derin bir şekilde hissedilen duyguların da unutulabileceğini söyler. Karakoç, Mihriban’a seslenirken, sadece bir aşkı değil, zamanın getirdiği kaçınılmaz değişim ve unutma sürecini de dile getirir.

Türküde, her şeyin unutulabileceği fikriyle birlikte, aslında zamanla ne kadar çok şey kaybedildiğini de hissettirir. Mihriban, “Unutursun” dedikçe, dinleyiciye yalnızca bir kaybın değil, aynı zamanda bu kaybın izlerinin hayatı nasıl değiştirdiğini anlatan bir hikaye sunulur.

Mihriban: Sevmeye Geç Kalan Aşıkların Hikayesi

Mihriban, zamanında aşık olduğu kişiye ulaşamayan, onun duygularını bir türlü ifade edemeyen iki insanın yaşadığı kaybı anlatır. Bu kayıp, hem aşkın hem de hayatın geri dönüşsüz bir şekilde kaybolan anlarının hikayesidir. Karakoç, şiirini yazdığı andan itibaren, Mihriban’a ulaşamayacaklarını fark eder. Ancak yıllar sonra, ona olan duyguları, en güzel kelimelerle ve en derin anlamlarla karışarak, bir şiire dönüşür. Şiir, sadece bir duygu selinin sonucu değil, aynı zamanda kaybedilen zamanın ve pişmanlıkların da bir ifadesidir.

Türküdeki satırlara bakıldığında, aşıkların birbirlerine duyduğu sevdanın, zamanla nasıl daha da derinleştiği ve belki de kaybolan yılların geriye dönüşü olmayan bir yara gibi olduğu görülür.

“Tarife sığmıyor aşkın anlamı
Ancak çeken bilir bu derdi gamı
Bir kördüğüm baştan sona tamamı
Çözemedim çözülmüyor Mihriban.”

Bu dizeler, aşkla ilgili söylenebilecek tüm kelimelerin yetersiz kaldığını vurgular. Aşk, bir düğüm gibidir; bazen çözülmesi imkansız hale gelir ve aşkın sonu gelmeyen bir hikayeye dönüşür.

Musa Eroğlu’nun Bestesi: Aşkın İfadesi

Musa Eroğlu, şiiri bestelerken sadece sözleri değil, bu sözlerin arkasındaki duyguyu da müzikle ifade etmeyi başarmıştır. Eroğlu’nun melodisi, bir zamanlar yaşanamayan bir aşkın acısını, yıllar sonra ortaya çıkan duygusal patlamayı ve sonunda yaşanan pişmanlıkları başarıyla yansıtır. Şarkının her notası, her geçişi, aşkın ardında biriken yılların derin izlerini taşır. Musa Eroğlu’nun klasik halk müziği öğeleriyle harmanladığı bu şarkı, yalnızca bir sevdanın öyküsünü anlatmakla kalmaz, aynı zamanda zamanın nasıl geçtiğini, bir ilişkinin nasıl kaybolduğunu ve geriye sadece hatıraların kaldığını da ortaya koyar.

Sonuç: Bir Aşkın Efsanesi ve Unutulmaz Bir Türkü

Mihriban, yalnızca bir şiir ya da bir şarkı değil, aynı zamanda geç kalmış aşklar, kaybedilmiş fırsatlar ve unutulmaz hatıralarla dolu bir hayatın sembolüdür. Hem Abdurrahim Karakoç’un kaleminden dökülen dizeler, hem de Musa Eroğlu’nun bestesi, bu derin duyguları ve acıları dinleyicinin iç dünyasına taşır.

Her dinleyişte, Mihriban’ın aşkı ve kaybolan yılları yeniden hatırlanır. Karakoç’un şiirinin her bir kelimesi, Eroğlu’nun melodisiyle birleşerek kalplerde yankı uyandırır. Aşkı, kaybı ve zamanın geçişini anlatan bu eser, halk müziğinin en nadide parçalarından birisi olarak yerini alır.

Benden Vazgeçme: Five Feet Apart

Five Feet Apart isimli film, iki hasta gencin yollarının hastanede kesişmesini ele alıyor. Yönetmen koltuğunda Justin Baldoni’yi görüyoruz ve bu film onun ilk yönetmenlik deneyimi. İlk yönetmenlik deneyimi olmasına karşı gerçekten de harika bir film ortaya çıkmış diyebilirim.

Five Feet Apart (Senden Beş Adım Uzakta) Filminin Konusu Nedir?

Five Feet Apart, yukarıda da bahsettiğim gibi iki hasta gencin yollarının hastanede kesişmesi üzerine ilerliyor. Stella henüz daha 17 yaşında Kistik Fibröz hastası olan bir genç kızdır. William ya da kısaca Will de Stella gibi Kistik Fibröz hastasıdır. Fakat Will’in hastalığı Stella’nın hastalığından daha ileri bir seviyededir. Ve yolları bu hastanenin koridorlarında kesişir.

Kistik Fibröz hastaları çapraz enfeksiyon riskine karşı birbirlerinden 2 metre uzak tutulmaktadır. Çünkü bu hastalar enfeksiyon kaptıklarında sonuçları ölümcül olabilmektedir. Aslında şu an gündemimizde olan Covid-19‘u da bu anlamda biraz da olsa andırmaktadır. Stella bu yüzden kurallara dikkatli bir şekilde uymaktadır. Will ise tam tersidir. Kendisine hiç dikkat etmemektedir. Stella bu yüzden Will’den pek de hoşlanmaz. Ama yine de ona yardım etmeye çalışır. Ona uygun bir program hazırlar ve bu sayede de ikisi arasında çok güzel bir bağ oluşmaya başlar.

“İnsanın dokunuşu ilk iletişim şeklimiz, havaya ihtiyaç duyduğumuz gibi sevdiklerimizin dokunmasına muhtacızdır; ama ben dokunmanın önemini hiç anlamamıştım, ona dokunuşun önemini hiç anlamamıştım.

Ta ki ondan mahrum kalıncaya kadar…”

Bizler de bu pandemi döneminde sevdiklerimize sarılmanın ve onlarla vakit geçirebilmenin önemini daha da iyi anladık. Bu filmi izlerken şu anki durumuzu da göz önüne alarak bana daha da anlamlı geldi. Filme başlarken peçetelerinizi yanınıza almayı sakın unutmayın. Çünkü gözyaşlarınıza asla hakim olamayacaksınız. Filmi merak edenler için fragmanı da bırakıyorum. Sizlerin de çok beğenerek ve severek izleyeceğinize eminim. İzledikten sonra da film hakkındaki düşüncelerinizi benimle paylaşmayı unutmayın. Sağlıkla kalın. 🙂

Ali Faik Bak: Çekin Elinizi Yüreğimden; Bir Öğretmenin Hatıraları

Ali Faik Bak ‘tan bahsedeyim biraz yazarı tanımak lazım ki okuyucu yazılan kitaba yazanı bilmesi açısında…

Rize, Pazarlı bir ailenin beşinci çocukları olarak 1965 yılında Samsun’da doğdu. İlk orta ve liseyi Bursa’da okudu.

Ankara, Gazi Üniversitesi, Ticaret Turizm Eğitim Fakültesi, Büro Yönetimi Öğretmenliğinden 1988 yılında mezun oldu. Aynı yıl öğretmenliğe başladı. Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde öğretmenlik ve yöneticilik yaptı.

Bu kitaba başlarken sizi biraz aydınlatmak isterim. Ali Faik Bakın ders niteliğinde olan bu kitabı sadece yazmakla, anlatmakla bitmez. Okumak gerek, bilmek, o duyguyu yaşamak ve hissetmek lazım…

Sıra dışı bir hayat yaşadım. Çizgi ötesi… Tıpkı radyo programlarımdaki gibi. Bana giydirilen deli gömleğini yırttım. Baktım, altından ilginç bir adam çıktı. Yaşam öyküm kendime kalmasın istedim. Öğrencilerim, onların aileleri, iş arkadaşlarım ve dostlarım bunu fark etmeme neden oldular. Hayatımı yazsam roman olurdu, demiyorum. Fakat hayatımı yazarsam gelecek nesillere bir ışık olur diye düşünüyorum.

Ali Faik Bak ne güzel demiş ve kaleme almış, yaşadıklarını, yaşamış olduklarını, nasıl bir öğretmen olduğunu, neler elde ettiğini ve yaşamış olduğu hayatı , tanıklık ettiği insanlara olan o muazzam bakış açısını bizlere sunmaktan geri kalmamış. Gerçekten severek okuduğum bu kitabı sizlerin de okumanızı öneririm. O kadar haklı ki yazdığı her şey için, çünkü yaşamış olduğu hayatı kaleme almış, okuduktan sonra her öğretmen böyle olmasını dileriz şüphesiz…

İstedim ki; bir öğretmen nasıl olur bilinsin. Yine istedim ki; memleketimde yönetici nasıl olunuyor? İnsanlar bir kalemde nasıl harcanıyor? Küçük âlemde dönen dolapları birkaç kat büyüttüğünüzde diğerlerini anlamakta zorlanmayacaksınız.

Bu kitabı okuduktan sonra gerçekten de bir öğretmen nasıl olmalı, kim gibi olmalı tartıştım. Çünkü Ali Faik Bak çok güzel bir öğretmen idi. Eğitim anlayışı verme şekli gerçekten çok güzel okurken bir öğretmen böyle olmalı dedim.

“Toplum mühendisliği, tek tip insan yetiştirme hevesi, ideolojik körlük, ihtilaller ve onların sebep olduğu yıkımlara benim penceremden bakın istedim. Bir yanda sahte dostlukları, ikiyüzlülüğü, makam mevki için alçalmayı görürken, diğer yandan gerçek dostlukları, samimi arkadaşlıkları, sevgisinin gücünü de göstermek istedim.

Okunulduğunda anlayacak ve anlaşılacak mal, mülk, mevki için neler ne dostluklar bitmiş.. Ders niteliğinde olan bu kitabı okumayanlar okusun bende çok güzel etkiler bıraktı.

En çok aklımda kalan da şu yazdığı bölüm diyebilirim.

(Küfür) küfür öyle bir hal aldı ki normal konuşma haline gelmiş ve ben bu kitabı okurken fark ettim. Gerçekten de öyleymiş kimse söylediği kelimenin farkında bile değil, çok tuhaf ama gerçek. Bizzat şahit oldum bu kitabı okuduktan sonra, insanlara daha iyi bakmam gözlemlemek gerektiğini düşündüm.

Okumak lazım kitapları, bir şeyleri elde etmek, ders almak için okumak derim ve susarım… Bitirmeden Ali Faik Bak’tan çok sevdiğim bir alıntıyla bitirmek isterim.

Kimsenin yüreğime dokunmasını istemediğim gibi, ben de kimsenin yüreğine dokunmuyorum. Sadece bir pencere açtım, iyi seyirler diliyorum.

İyi Okumalar dilerim ??

Öyle Bir Rüya

Sana bir şarkı yazmış olsaydım;
Seninle başlayıp,

Seninle biten,
Seni sana hatırlatan,

Anlamsız olanı anlamlandıran.
Elden ele, dilden dile dolaşsaydı

Seni bulana kadar.
Veyahut seni hiç bulmasada olur.
Dillerine bir pranga gibi dolayanlar,

Merak etselerdi seni.

Sana bir şarkı yazmış olsaydım;
Her şey sana benzedi deseydim,

Seni beklerken.
Elden ele dilden dile dolaşsaydı da seni bulsaydı.
Kaşlarını çatıp demek bana benzeyenini de bulmuş sonunda deseydin.

Sana bir şarkı yazmış olsaydım;
Çatık Kaşlarına,

Mahrur gözlerine,
Kendinden çok düşkün oluşuna özgürlüğüne,
Kelimeler sana benzedi deseydim;
Rüzgarda savruk, başına buyruk.
Demek sevdasını üç satırlık kelimelere sığdırmış deseydin.

Sana bir şarkı yazmış olsaydım;

Neden o diye soranlara,
Bir şâirin sözleri kulaklarımda çınlarken,
Her nakaratta haykırmak isterdim.
Gönül ancak ram olur,

Tercih yapmayı ne bilsin(!)

Yalan Oldu

Bize kalan o güzel sevdalar hazan oldu.

Vuslat yerini artık ayrılıklar süslüyor.

Gözlerimiz yabancı şimdilerde

Yıkılan hayallerim virane bir hayatım oldu

Enkaz yeri sanki kalbim

 

Dün yalan oldu.

Yağmur sonrası bendeki güneş.

Sevmek yalan oldu, aşk yalan oldu.

Zaman boşa geçti gönül yoruldu.

Altındaki toprağı koklamadan

Göremediği hiçliğinde kaybolan

 

Hani Aşık Veysel der ya dünya

İki kapılı bir han,

İşte başı yalan sonu yalan

Olan bir han…

Sır gibi hengameydi duymadı kimse.

Harika Bir Oyun: Emojilerle Kitap Bulma!

Çok seveceğiniz bir içerikle daha sizinleyiz: Emojilerle Kitap Bulma. Hem emojilerle hem de kitaplarla aram iyi diyorsan bu test tam da sana göre. Sakın kaçırma! 😉

[zombify_post]

Umut Meşalesi

İçimde susmayan onlarca çığlık.
Bu şehrin gürültüsünü kapatıyor.
Ruhunu kaybetmiş bir yolcunun,
Şiirlere sarılması gibi heveslerim.
Sessiz değilim. Büyük bir hengâme var.
Düşüncelerimde her gün bu bağrışlar.
Yitirilmiş bir kentten,
Kimsesi olmayan sessiz caddeler.
Gece yalnızlığımda yıldızları toplamam,
Karanlığımı aydınlatmak içindir.
Ve sabaha kadar ayı izlemem,
Anlatamadığım serzenişlerimdendir.
Zaman değil, türküler merhem yaralara.
Kaybetmişlik bütün denizlerin rıhtımında.
Büyümek marifet değilmiş,
Her gün bir komedyanın arkasında.
Çocukların gülüşlerine yetişemem artık.
Kahkahalar içimizdeki acı çığlıklarda.
Rüyalarım pembe bir düş değil,
Hayallerim de hızla benden kaçarcasına.
Geçmişin iniltisi kulaklarımdayken,
Üzgün kentler var arkamda.
Uzaklardan yalınayak bir çocuk koşar
Gözlerinde karanlık umut meşalesi.
Ve ağlarcasına bağırır.
Yaşamak için sadece merhamet var buralarda.