25.1 C
İstanbul
Çarşamba, Ağustos 6, 2025

Bir Saniye

Sevgili Lusin, acımasızca dökülüyor kağıda, içimde tuttuğum tüm hisler kendini bırakmak istercesine. İşte bir ayna karşısında, tüm bunlarla savaşıyor gibiydi. Ruhu neredeydi? Gözlerini kapatınca bu şehrin tüm soğukluğunu içine çekiyor gibisin. Adımların daha yavaş, gülümsemelerin çok. Kendi çukurunda dans etmek böyle bir şey mi? Ellerim çaresiz ve cevaplarını bekliyor. Beni bana anlatır mısın? Fakat bir saniye, sen üzülme.

Bir, Lusin.

Sadece bir saniye.

Belki bir saniye öncesinde gülümsüyordun. Belki de şu anda somurtuyorsun. Hayır, seni güçlü görüyorum. Mutsuzken bile gülümsemelerin seni aydınlatıyor. Işığını hiç söndürme olur mu? Çünkü ben gücümü senden alıyorum. Eğer ki bir ağaç altında dinlenmek istersen, yapraklarım seni koruyor olacak. Sadece bir saniye, tut ellerimi Lusin.

Bir saniye Lusin.

Sadece bir saniye.

Hangi yola ait olduğunu bulmuş gibisin. Korkuyorsun, çünkü bazı şeylerin değişeceğini biliyorsun. Değişmek korkutucu mudur peki? Dün olduğun ‘sen’ ile bugün olan ‘sen’ bile birleşmezken… Tut ellerimi Lusin, çünkü o kapıları birlikte açacağız.

Bir saniye, Lusin.

Korktuğun başka şeyler mi var?

Saate doğru yaklaşıyor gözlerin. Sımsıkı kapatıyorsun kendini. Öyle hızlısın ki, aklının odalarında koşturup duruyorsun hiç durmadan. Kendine gelmek mi bu sence? Ait olmadığın kapıları çalma. Zaman denilen zehire kanma. En önemlisi de, dur Lusin. Sadece bir saniye dur. Görüyorum kendine koştuğun tüm o sokakları. Ellerin mürekkep kokuyor, defterin siyah. Gülümsüyorum, Lusin. Çünkü seni bulmuş gibiyim. Ellerinin ait olduğu yeri biliyorum. Ve sen tüm o kapıları kendine doğru çevirmeyi nasıl başardın? Tüm bunlar olurken ellerin renklere karışıyor bir anda. Gökyüzündeki kuşları izliyorsun ve gülümsüyorsun. Bu sana gerçekten yetiyor mu? Bir kuş gökyüzünde kanat çırptı diye, gülümsüyor musun?

Bir saniye, Lusin.

Sadece bir saniye.

Ellerin toprağı tutuyor çaresizce. Birilerini mi kaybettin yoksa? Evet, gözyaşların çaresizce suluyor toprağı. Ve bir ümit yeşeriyor kalbinden. Yeniden doğacakmış gibi. Her şey tükendiği yerden tekrar doğuyor senin için. Ve sen büyüyorsun. Büyüyorsun, güzel Lusin. “Sonu olacak bir canlıyız biz” diyorsun. “Koşabildiğim kadar koşacağım, düşebildiğim kadar düşeceğim.” diyorsun. Belki de bu yüzden yüzün parlıyor, güzel Lusin. Yolun sonunda birbirimize bakacağız, biliyorum. Birimiz terk edecek içinde bulunduğu şu ruhu ve birkaç kelam çıkacak yaralanmış ruhumuzdan.

Sen bendin.

Ben de sen.

Belki de iki ayrı kişi.

Belki de iki aynı kişi.

Bir saniye, Lusin. Sadece nefes al.

Her şey geçiyor. Ve her şey bitiyor.

Bir saniye, Lusin.

Sadece nefes al.

Ve bu oyunu bitir.

Reign Over Me: Charlie’nin Gizemli Dünyasına Bir Yolculuk

Reign Over Me \ Hayatı Yakala, 2007 yapımı bir aile dramı filmidir. Filmin yönetmeni ve senaristi Mike Binder‘dır. Başrol oyuncuları Adam Sandler, Don Cheadle, Jada Smith ve Liv Tyler‘dır. Bu oyuncuların filmdeki karakterleri sırasıyla Charlie Fineman, Alan Johnson, Janeane Johnson ve Angela Oakhurst’tür.

Mike Binder
Adam Sandler (Charlie)
Don Cheadle (Johnson)
Jada Smith (Janeane)
Liv Tyler (Angela)

Filmde eşini ve çocuklarını bir uçak kazasında kaybeden Charlie‘nin hayat hikayesine tanıklık ediyoruz. Kazadan seneler sonra Charlie üniversiteden arkadaşı Johnson ile karşılaşıyor ve birbirlerinin hayatlarına yön vermeye başlıyorlar.

Ailemiz hepimiz için çok önemli. Onların acı çekmelerine dayanamazken onları kaybetmek gerçekten çok kötü bir durum. Hepimiz acılarımıza karşı farklı şekillerde tepki veriyoruz. Kimimiz acının altında ezilirken kimimiz acıyı yok sayıyor. Filmdeki başkarakterimiz Charlie’nin de acılarına karşı geliştirdiği farklı bir yöntemi var. Bu yöntem ona iyi mi geliyor yoksa kötü mü geliyor, filmi izlerken bu soruyu cevaplayabilirsiniz.

Filmi izlerken Cahit Zarifoğlu‘nun şu sözleri aklıma geldi:

Acını yaşa
Öfkeni de yaşa
Ve seyret
Kendini sakın bastırma
Öyle suyun üstünde akan yaprağa bakar gibi bak
Seyret , uzanıp onu almaya kalkışma
Kendini suçlama
Başkalarını da suçlama
Olacak olandan kaçınamazsın
O yüzden; hiç bastırma kendini
Baskılama
Çünkü insan bastırdığı duygunun esiri olur…

Reign Over Me, etkilendiğim bir film oldu. Bazı sahnelerde gözyaşlarıma engel olamadım. Charlie’nin yaşadıkları, Johnson ve Charlie’nin arkadaşlığı ve diğer olaylar çok samimi ve gerçekçi bir şekilde izleyiciye aktarılıyor. Filmin her sahnesinde dram yok. Bazı sahneleri mutluluk vericiydi ve bazı sahneleri de komikti. Filmin konusunun hepimizin ruhuna dokunacağına ve filmden kendimize pay çıkaracağımıza inanıyorum.

Filmden bir alıntı:

“Ondan söz etmeme gerek yok ya da fotoğrafına bakmama çünkü gerçek şu ki ben onu devamlı görüyorum, sokaklarda. Sokakta yürürken onu başka birinin yüzünde görüyorum. Sizin yanınızda taşıdığınız fotoğraflardan çok daha net.” (Charlie)

Filmi herkese tavsiye ediyorum. İyi seyirler 🙂

Hediye

-Hadi kalk temiz hava girsin ciğerlerine biraz. Şu karşı dağların ardında bir köy vardı hatırladın mı, sen çok küçükken gitmiştik bir kere. Tavuklar, horozlar vardı korkup kaçmıştın hemen arabaya; hem hani Asiye Teyze vardı pişi yapmıştı, geçenlerde Orhan Amca’na anlatmış, Ebrar yine gelse yine yaparım hem artık tavuklardan da korkmaz demiş. Gitsek ya oraya bak hava da ne güzel, güneş sanki yeryüzünün hükümdarıymış gibi saçıyor her tarafa ışıklarını. Kuşlar senelerdir tutsakmış da özgürlüğüne yeni kavuşmuş gibi nasıl uçuyorlar kıvanç dolu, umut dolu… Ebrar Hanıımm, kime sesleniyor bu adam. Şu yatak dile gelse haykırıp isyan edecek yahu, 3 haftadır bindin tepesine karabasan gibi. Teğmen Kahraman Güngören üzerini değiştirmek üzere koğuşuna gidiyor komutanım! 1 saat sonra mutfakta içtima alınacaktır!

+Babacığımm… Bizi yalnız bırakır mısın ?

-İtiraz yok efendim, Orhan Amca’nla konuştum bile. “Ebrar’ı çok özledim size almaya geliyorum 1 saate hazır olun.” dedi.

.

Ağlamaktan bitap düştüğü şu günlerde her zamanki gibi yine nemli olan yanağına bir öpücük kondurup çıktım kendini hapsettiği odasından. ‘Bizi yalnız bırakır mısın?’ Biz… O ve biricik annesi, yüreğimin sızısı Leyla’ma tuttuğu yas. Annesini kaybettiğinden beri çıkmadı odasından Ebrar, odasından çıkmadığı gibi yorganını da kaldırmıyor ki annesiyle uyuduğu son gece yatağına sinen koku buharlaşıp gitmesin. Dilinde tek kelam ‘Babacığım… Bizi yalnız bırakır mısın?’ Ebrar yemek ? Ebrar kavun? (en sevdiği) Ebrar gezelim? Ebrar okul? Ebrar oyun? Ebrar Orhan Amcana gidelim?..

Ne söylediysem nafile. Leyla’mın ateşi Ebrar’ıma baktıkça harlanıyor içimde. Ama Teğmen Kahraman Güngören, görev adamı; şimdi yaranın üstünü kapatıp Ebrar’ı iyileştirme zamanı. Leyla’mla Orhan aynı ilkokulda öğretmendi. Oradan tanışıyoruz can kardeşimle. Ben görev gereği evde duramadım senelerdir. Orhan Asiye teyzemizin oğlu, Ebrar’ın öğretmeni, Leyla’mın sırdaşı benim uzaktayken gözümü ardımda bırakmayan muhlis dostum. Has adamdır Orhan, sırtını yaslasan yere düşmezsin, emanet bıraksan canı pahasına korur bilirsin. Ebrar’la da çok iyi arkadaştır, bana anlatmadıklarını Orhan’a anlatır bizim kız. Zaten çocuğun beni gördüğü mü var bunca yıl. Bir babası var, adı gibi Kahramann bir babası var ama nerde kim bilir?

Leyla’m hem annelik hem babalık yaptı Ebrar’a. Allah var ya bir kere sitem ettiğini duymadım. Vatan sağ olsun, sen iyi ol bize yeter der dururdu. Yahu be kadın, bir telefonu da sinirli aç, bir kere çocuk hastalandığında ara Allah ne verdiyse saydır dimi, yok. Hep neşeyle açardı telefonu Leyla’m. Kahramanımız derdi, nasılsın cancağızım, sesin evimize güven kalbimize huzur kattı. Sonra Ebrar’ın sesi gelirdi kesik kesik
-‘ben de konu’ ‘baba duyuyor musun ba’ ‘anne hadii bana ver artık telefo’
+’Kızım bir dur, vericem babana’ derdi. Bir sıkıntı var mı diye önce Orhan’a sonra Leyla’ma sorardım. Leyla’ma kalsa her şey süt liman, söylemeyecek bana hiçbir şey. Orhan da söylemezdi doğruyu hissederdim ama bilirdim onları koruyup kollayacağını.

Bir kere bayram izninde kalktık, giyindik güzelce. Bayram bizde çifte yaşanırdı hep, bazen öyle seneler olurdu ki 2 bayram ancak oturabilirdik ailecek sofraya. Yine öyle bir sene Ebrar’I uyandırmaya gideceğiz sonra da bayramlaşacağız. Meğer bizimki güneş ışınları pencereleri delip geçmeden uyanmış, süslenip püslenmiş. Bir de kapıya not bırakmış eğri büğrü harfleriyle, o zamanlar 6 yaşında mı 7 yaşında mı kestiremiyorum okuma yazmayı yeni sökmüştü . “Teğmen Kahraman Güngören ve onun biricik Leyla’sı! Allah’tan geceden bir şeyler hazırlamışsınız da Bayram Amca’ya ikram edip gitmesine mani oldum. Düşünceli adammış, o gelince beraber olduğumuzu duyar duymaz yola koyulmuş. Zaten güneş uzak kutuplardaki şehirleri terk edip yanımıza gelinceye kadar o çoktan gelmişti bile. Uyanır uyanmaz mutfağa koşun uykucular, Komutan Ebrar Tomris Güngören bu yaptıklarınızı yanınıza bırakmayacaktır!”

Leyla’mla göz göze gelmemizle kahkahayı patlatmamız bir oldu. Ebrar 90 yıl yaşamış da 9 yaşına geri dönmüş gibi bir çocuk. Hem çok hisli, içine kapanıktır hem de ünlü komedyenlere taş çıkartacak kadar mizahlı, zekidir. Hele konuşmaya başladı mı 10 tane büyük insan olsa çevresinde hepsini susturur konuşur sabaha kadar. Senelerimiz işte böyle birbirimizden uzak diyarlarda, hasret yangınıyla geçip giderken bir gün telefon geldi Orhan’dan.

Sarp dağların eteklerinde dar bir vadide yürüyoruz, emrimde tam 19 asker, gece tüm kasvetini ve sükunetini üstümüze bindirmiş, telsizlerden kısık sesle konuşuyoruz saat 4 bilemediniz 5, bacağımda bir titreme. Elimi kaldırıp ivedi bir tavırla indirdim, tüm askerler oldukları yerde çömeldi. Bacağımdaki titreme öyle ısrarlı, öyle rahatsız edici ki dedim Güngören! 2001 Yüksekova. Sağ kasık 3 saçma, sağ diz 2. Aynı titreme, aynı zonklama. Bacağımdan vücuduma yayılan sıcaklık. Meğer yüreğime düşmüş ateşi de bilememişim. Gözümü açtığımda yanımda Kemal Albay vardı. Operasyonun ortasında telefonumu açmış, Orhan’dan haberi alır almaz da yığılıp kalmışım. Hemen kışlaya haber vermişler, helikopter gelip almış falan derken Kemal Albay yanımda beni teskin ediyordu kendime geldiğimde..

Hangi cümle hangi sözcükler hangi teselli Leyla’mı geri getirir geri. İlk uçakla yola koyuldum. İnsan öte köylerden biri ölünce “Allah rahmet eylesin,  çok severdim onu” diyor da yüreğinin içi yanınca kapısının önündeki ayakkabı yığınına bakamıyormuş meğer. O ana kadar inanmak istemedim Leyla’mın gidişine. Yakıştıramadım beni bu kekre dünyada yapayalnız bırakıp gitmesini o güzel yüreğine. Eve adımımı atar atmaz Orhan koştu geldi, sarıldı bana. Ebrar, dedi. Ebrar için ayakta duracağız!

O gün ben gelene kadar Orhan’ın kucağında yorulup uyuyakalmış Ebrar. Bugün tam 22 gün oldu, çıkmadı yatağından. Bir gün oturdum yanına usulca, kaşlarının üstünden doğru yüzüne dökülen saçlarını topladım kıvırarak kulağının arkasına iliştirdim. Ballı süt yapmıştım tutuşturdum eline, diğer elini de aldım iki elimin arasına. “Ebrar biliyor musun annen dün gece gelip uzun zamandır niye okula gitmediğini sordu” dedim. “Saçlarımı da okşadı mı bari?” demesin mi?  O güne kadar “Babacığım. Bizi yalnız bırakır mısın”dan başka söz etmeyen 9 yaşındakı kız; 35 yaşındaki teğmeni susturdu oracıkta. Ne diyeceğimi bilemedim bir süre, gülümsedim. “Ya.. Okşamaz mı hiç, seni çok özlüyormuş ama yıldızların arasındaki uzak şehirlerde okuma yazma bilmeyen çocuklar varmış, onlara okuma yazma öğretip gelecekmiş” dedim.

Birkaç yudum içtiği sütünü yanındaki şifonyerin üstüne bıraktı. İki elimin arasına sıkıştırdığım elini  çıkardı, doğruldu yatağında. “Teğmen Kahraman Güngören, yaklaş!” dedi. Şaşkın şaşkın yaklaşırken bir yandan da mutlu olmaya başladım. Ebrar, süt içiyor, konuşuyor, aramıza dönüyordu. Ben yatağının kenarında oturmuş Ebrar’a yaklaşırken, yüzümü o küçük sıcacık ellerinin arasına aldı. 3 haftadır tıraş olmadığım için uzayan sakallarımı sevdi biraz. Kaşlarını çattı, “Bu ne boş vermişlik asker, yarın bu sakallar kesilsin ellerime batıyor size sevemiyorum yahu!” dedi gülümseyerek. Ben de gülümsedim, içim daha da huzur dolmaya başladı, yıldızlararası şehirler hikayesi şimdilik işe yaradı işte dedim. Biraz daha doğruldu, üzerinde Leyla’mın aldığı ince kazağı vardı.

Gözleri ağlamaktan yuvalarına kaçmış, etrafları biraz pembeleşmiş morlaşmıştı. Kulağıma eğilirken bir buse kondurdu yanağıma. “Teğmen Kahraman Güngören, Leyla Güngören bu şehirdeki görevini mükemmel bir şekilde tamamlamış olup, dünyanın en Kahraman insanıyla evlenmiş, dünyalar tatlısı bir çocuk doğurup büyütmüş, yüzlerce öğrenci yetiştirmiş olmasından ötürü buradan daha güzel ve daha huzurlu olan Cennet şehrinde öğretmen olmaya terfi edilmiştir. Orada bu şehirdeki görevlerini tamamlayıncaya kadar kızı Ebrar Tomris Güngören’i ve biricik sevgilisi Teğmen Kahraman Güngören’i bekleyecektir. Geride kalanların ona kavuşabilmesi için iyilikler yapması ve onu unutmaması son emrimdir.”

Hayretler içinde dondum kaldım. “Emredersiniz komutanım” deyip saçlarından öpüp çıktım odasından. Ben dokuz yaşımda bir günün kaç saat olduğunu bilmezdim bu nasıl çocuk. Derken Orhan geldi aklıma, ah benim uçsuz bucaksız ovalardan büyük yüreği olan kardeşim. Leyla’mı o da çok severdi. Küçücük bir köy okulunda hayalleri, gönülleri kocaman iki dost, iki sırdaş, iki kardeşti onlar. Onun da ciğeri yandı ama göstermedi bir gün bize. Her gün Ebrar’a gelir kitap okur, mutfağa girer iki kahve yapar elini omzuma atıp bana dağ olurdu. Ebrar’ın odasından çıkarken yatağının başucuna kaydı gözlerim. 2 yıl önce doğum gününde hediye almıştım yaprakları kokulu, üzerinde pembe sarı tüyler olan günlüğünü. Salona gidip uyumasını bekledim hemen. Gece şehre çöküp, ağaçlar, dağlar, yollar karanlığa hapsolurken usulca odasına girdim aldım günlüğünü.

9 Nisan, Pazartesi

“Her doğan gün beraberinde bir sürü umut getirir demişti Teğmen K. Sabırsız davranıp güneş şehre gelmeden uyandığım için mi acıyor kalbim?”(Her sayfanın başına bir söz yazmıştı, sanki büyük bir roman yazarının kitabı gibi)

Bugün çok farklı şeyler oldu arkadaşım Elko.. (Bu iki yıl evvel Orhan’la beraber günlüğüne koydukları isimdi. Ebrar, Leyla’m, Kahraman ve Orhan’ın baş harfleri) Aslında gariplikler dün gece başladı. Bir anda fırtına çıktı, elektrikler kesildi. Etraf o kadar karanlıktı, şimşekler o kadar çok çakıyordu o kadar korktum ki keşke Kahramanımız burada olsaydı dedim. Derken annem geldi elinde değişik bir şeyle odaya. Lambalı gaz mı, gazlı lamba mı ne diyorlarmış ona. Odaya ışık verdi de biraz rahatladım.

Annemle sohbet etmeye başladık sonra, sınıftaki ilkbahar tablosunda güneşler çiçekler vardı hani ne bu gökyüzü şehrinin kızgınlığı, kime öfkelenmiş diye sorunca başladı konuşmaya. Sorduğuma pişman oldum inan ama aramızda kalsın annem duyarsa belki üzülür. Yalan söyleyen insanlardan tut da ödevini yapmayan öğrenciler, kedileri sevmeyen neneler, ağaçlarla konuşmayan onların üzerini çizen çocuklar… uyuyuvermişim bir gürültü koptu uyandığımda, gökyüzü şehrinin öfkesi geçmemişti anlaşılan, esip gürlerken biraz korktum anneme seslendim.

Seslendim, seslendim, bağırdım, omzunu tutup çekiştirdim, bir türlü uyanmadı. Biraz korktum, eh be ne ağır uykun  varmış diye söylendim uyanmadı. Hemen telefonu alıp Orhan amcamı aradım Elko, o da hemen geldi. Önce anneme uzun uzun baktı, gözleri falan doldu, hayır çocuğuz diye de hiçbir şey bilmiyor değiliz ya anladım ben de annemin hastalandığını. Anladım anlamasına ama burdan sonrasına inanamayacaksın Elko. Orhan amcam annemi kucağına alıp salona geçirdi, sonra yatağıma oturup beni de yanına oturttu. Ebrar dedi şimdi sana bir şeyler anlatacağım ama hepsi aramızda kalacak anlaştık mı ? Zaten o benim biricik sırdaşımdı, anlaştık tabii ki dedim koydum başını göğsüne.

-Ebrar hani bazen grip oluruz öksürürüz ya da koşarken düşeriz de bacağımız acır ya, neren acıyor diye sorsam sana gösterirsin dimi bacağını, boğazını ?

+Evet Orhan Amca..

-Bir de güzel duygularımız vardır; sevgi, heyecan, özlem -hani Kahramanımıza duyduğumuz- gibi. Onların yerini sorsam sana gösterebilir misin?

Uzun bir süre düşündüm, Orhan amcam hep bana böyle zor sorular sorar, beni böyle köşeye sıkıştırmaktan hoşlanırdı.
+Orhan amca Allah aşkına sen gösterebilir misin sanki onların yerlerini? Dedim.

Gülümseyip saçlarıma bir öpücük kondurdu.

Sen hiç ruh diye bir şey duydun mu Ebrar?

+Orhan amca dünden beri korktuğum yetmezmiş gibi geldin yanıma zor zor sorular soruyorsun, bir de ruh falan diyorsun; senin niyetin beni korkutmak mı ?

Hayır hayır, dedi. Sağ elimi tutup usulca kalbimin üzerine götürdü. Bak dedi ruhun burada. Onun içinde kötülük olmaz. Hırsızlık olmaz, kötü söz olmaz, iftira olmaz. Yalnızca iyilikleri içine alır ruh şehri. Bedenimize bir süreliğine gelir, kalbimize yerleşir yeterince iyilikle dolup şehir kalabalıklaşınca da memleketine gider. Leyla’nın ruh şehri dolmuş baksana hiç hareket etmiyor.

+Nasıl yani, dedim. Dediklerinden hiçbir şey anladığım yoktu ama Orhan Amca’m güzel şeyler anlatıyordu besbelli.

-Ebrar düşünsene ; çiçekleri, ağaçları, gökyüzü şehrini sevmeyen bir insan hareket etse ne olur etmese ne olur? Ruh şehri o kadar güçlüdür ki beden şehrine emir verir her zaman. O izin verirse yürüyebilir, o izin verirse konuşabilir insanlar. Ve bunları yaparken onlara dikkat edersen eğer ruh şehirlerinin ne kadar büyük ya da ne kadar küçük olduğunu da görebilirsin. Sen şimdi sorarsın ee kötü insanlar da yürüyor koşuyor konuşuyor, onların ruh şehri neden izin veriyor dersin. Tüm bu şehirlerin sahibi o kadar merhametlidir ki onların pişman olup şehre doldurdukları kötülüklerle iyiliklerin yer değiştirmesi için onlara süre veriyor. Yani anlayaca..

+Annemin ruh şehrinde hiç kötülük yoktur biliyor musun Orhan amca, bir tane bile. Demek o yüzden kımıldamadan yatıyor kaç saattir. Yani ruh şehri artık beden şehrini terk etmiş. Ama o bir öğretmen ruh, ne yapacak ki şimdi gittiği yerde.

-Benim akıllı kızımm.. İşte şimdi Leyla Öğretmen güzel ruhların bir araya toplandığı memleketlerinde, cennet şehrinde öğrenci ruhlara okuma öğretecek.

+Anladım Orhan amca, anladım da annemin beden şehrini ne yapacağız şimdi?

-Onu gömeceğiz, şşş dur dur. Hatırlıyor musun seneler önce Kahramanımızın sana aldığı, büyüdüğün için de bileğine olmayan bir bilekliğin vardı?

+ Ebrar Tomris yazıyordu, benim için çok değerliydi kaybolmasın diye gömmüştük.

-Heh işte Leyla’yı da kaybolmasın, her özlediğimizde yanına gidebilelim diye gömeceğiz. Hem biliyor musun sana hediyeler de yollayacakmış ileride…

Yaa Elko, Orhan Amca’mın anlattıklarına bak! Bilgili biri olduğunu bilmesem deli deyip güleceğim ama bana hiç yalan söylemedi ki bunca zaman. Neyse bundan sonra ben de hiç hareket etmeden duracağım yatağımda, sadece ağaçları, kuşları, gökyüzü şehrini düşünüp onlara güzel sözler söyleyeceğim içimden, belki o zaman ruh şehrime yeterince iyilik birikir de giderim annemin yanına.. Babam böyle yapmama çok üzülüyor ama onun ruh şehri de çok güzel biliyorum, neden böyle yaptığımı öğrenince de kızmaz hem. Ruh şehirlerimiz memleketlerine dönmek istediğinde birbirimizden ayrılmayalım diye her şey.


He bir de çocuklar ilerdeki ceviz ağacına sapanla taş atıp, yaprakları incitip duruyor.  O kadar üzülüyorum ki babam annem için ağladığımı zannediyor. Bizi yalnız bırakır mısın diyorum –ruh şehrimle beni-, o ise biz darken annemi kast ettiğimi zannediyor. Canım Kahramanım.. anlatacağım her şeyi sana da ruh şehrim yeterince iyilikle dolduktan sonra. Kendine iyi bak Elko, seni seviyorum.. Ruh şehrini iyiliklerle doldur.

                                                                                                               -Ebrar Tomris…

Gözyaşlarım günlüğünü ıslatmış. Güzel yürekli Orhan… Nasıl da incitmeden anlatmış her şeyi, Ebrar nasıl olgun karşılamış.. Elimin ayağımın gücü gidiyor. Usulca giriyorum odasına günlüğünü yerine bırakıp, uyumaya gidiyorum…

.

-Ebrar Hanımm!! Orhan amcan gelmiş hazır mısın?

Orhanı görür görmez çıktı yatağından, kulağına bir şeyler fısıldadı gülümseyerek. Ruh şehrine biriktirdiklerinden bahsetti anladığım kadarıyla. Arabaya atladık, karşı köyün yoluna koyulduk. Ebrar pek sevmezdi bu yolu, “yılan gibi viraj üstüne viraj koymuşlar bu nasıl yol” derdi. Bugün varana kadar övdü de övdü. “Bu yolu kim yaptıysa çok güzel yapmış, şuna bakın ağaçlara rahatsızlık vermemek için yolu uzatıp viraj koymuşlar ne güzel.” Dedi. Güzel kalpli meleğim.. Ruh şehrini iyiliklerle doldur hep böyle.

Asiye Teyze sofrayı kurmuş, pişileri hazırlamış bizi kapıda bekliyor. Ebrarla bir güzel kucaklaştılar, hemen elini öptü Asiye Teyze’sinin. Güzel birkaç cümle kondurdu, öpücüklerinin ardından. Kocaman bostanı vardır Asiye Teyze’nin, karnımızı doyuyur doyurmaz attık kendimizi yeşilliklerin, nimetlerin arasına. Bostan deyip geçmeyin onun bahçesindeki nizamı, işçiliği en iyi yetişmiş mühendis yapamaz. Mısırlar bir tarafta sütun sütun, domatesler onlara dik iki sıra, sonra sarmaşıklı fidanlarıyla fasulyeler, sonra sırasıyla mevsimlik meyveler. Bahçenin bekçileri gibi etrafı da meyve ağaçlarıyla dolu, yeşil yeşil sulu sulu erikler, Ebrar’ın kulağına küpe kirazlar, hepsi birbirinden farklı şekil ve boyuttaki elmalar. Girişinde de uzun uzun gül bahçeleri vardır, mis gibi koku yayılır etrafa…

Ebrar kaşla göz arasında kayboldu. Asiye teyzesinden küçük bir tekne istemiş. Sonra da topraktan yetişen sevdiği ne varsa toplamış. Elindekinin ağırlığından, diziyle tekneyi destekleyerek yavaş yavaş geldi yanımıza. Yüzünde bir mutluluk ki gözlerinin ışıltısı güneşin ışınlarıyla birbirine karışıyor.. Orhan Amca, dedi. Baksana annem bir sürü hediye göndermiş.

Bedevî

Usuldan titrer bir yürek değdiği yerde
Parmak uçlarım hissizleşir gider yere
Kaybolan bedenim midir mecalime
Yoksa boğuklaşan sesim midir işler saatime?

Düşüncelerimi versem bir rüzgara
Savursa da oynasa takılmasa bir dala
Koyuversem dağlayanı bir koya
Sevsem, okşasam, sarmalasam doyasıya…

Buzdan bir sudur kafesim
Çıkıverse içimden taa solumdaki nefesim
Akıp gidiyor çağıl çağıl sudaki seferim
Kaldır kafanı bak aynadaki senin eserin…

Çalkalanır durur gönül bu, bedevî
Varsın gitsin, elden gelene ne demeli
Yetmedi hırpalamak artık geçti devri
Eski benden kalmadı bir tek eseri…

Gözlerin aynası, simalarda solmuş
Olmuş devirler arası ışıklık bir loş
Kalbin de kemiği yok, gelene doymuş
Çaylar ziyan, emekler acıtır olmuş

Kudüs’e Ağıt 2

Kudüs’e ağlıyorum semasında vahşet
Analar taş topluyor evladına hasret
Ekmeğini taştan çıkaranın yüzünde kasvet
Kudüs’e ağlıyorum taşları esved

Kudüs’e ağlıyorum avluda ateş
Çocuklar can veriyor, gülüyor kalleş
Ne tırnak kaldı, ne el, ne de eş
Kudüs’e ağlıyorum nerede kardeş

Kudüs’e ağlıyorum gözümde yaş
Ayağımda prangalar,
gözüm görmez güneş
Dillerde tekbirler
minarelerde tek bir ses.

Kudüs…! Kadim şehir
Gölgende kehkeşanlar birikmiş
Göğünde Miraç
Sana yönelmiş kalpler
Ya şehadet yahut aş.

Filistin Şiirleri |2| Ahed

Ahed, dağları titretir heybetin
Yüreğin yangın yeri, davan çetin
Cüreti toplanmış sende ümmetin
Siyoniste korku salar kasvetin

Savunduğun dava hepimizindir
Kalbindeki yara hepimizindir
O hayasız düşman hepimizindir
Haykırışın, sesin hepimizindir

Ahed, direnişin çiçeğisin sen
Ramallah’tan gelen rayihâsın sen
Çatık kaşlarınla Selahattin’sin
Duruşunla evrensel lisânsın sen

Kaldırdığın yumruk hepimizindir
Öfken, acın, hüznün hepimizindir
Hürriyet, esaret hepimizindir
Bak, geliyor zafer; hepimizindir

Ahed, gelecek güzel günler elbet
Geleceğiz dört bir taraftan sabret
Sıkıştı köşeye o azgın zalim
Sonu kainata olacak ibret

Ahed-ed Temimi

Vâveylâya İlk Mektup I

Bir araya gelmesi dağların

Ve tekrarlanan fışkısı bir kıvılcımın en ince yerinden

Onun ismi tekrarlanıyor dillerin ucunda

Dilimin ucu tane tane kaynayan yanardağ

Ne olursun yanaşma yamaçlarıma

Ne olur tekrar duyulmasın ismin en ücra köşelerimde

Yamaçlarım, bir yansımanı daha kaldıramaz

Sonra kızgın kayalara, fedakarlığın özlemini

senin siluetinden nasıl çıkarırım

Yârimin bir gölgesi daha değerse toprağıma

Yağmurların bıraktığı o yeşil alan

O ruh döngüsündeki kızışma

Beni sonsuzluğumdan yakalayacak

Biliyorum uğrayacaktır bu yolun sonu, ölümün çukuruna

İşte o zaman beklenmedik, göremediğimiz o zaman döngüsü

bizi en kıvrak yanımızdan yakalayacak

Kuzey Sentinel’e, Atlantis’e kadar izimizi süren o gölge

Aynada yalancı şahitlik yapmaya kadar varmış!

Mahkemeye yüzünü gösteren sahte yanım

Vücudumdaki yanıklardan habersiz

İsminin muhtevasından bihaber

Kulakları ardına kadar kesik, sağır

Gözleri bir yıldızın parlaklığından âmâ

Dilimin ucundaki o meyus gerçek

Vaveyla senden hiç bu kadar uzağa düşmemiştim

Parçaları evrenin göğsümde birer heyelan

Girme bu devrik yolun ağzından

Anla ne olur, kızılla çalkalanan bu girift gök taşmaya hazır

Sol yanım sancılanıyor, şahadeti sallantıda

Ve şakakları kanla boyalı şeytan doğuyor ardıma

Sanık âdemoğlu, davacı fânilik

Öleceksin diyor, öleceksin!

Yanımda savunucum, nefsim, avukatım

herkesi aynaya davet ediyor!

Sunulan kurban safderun ben,

Aynada konuşan mecnun seyyah

Halen dilinde yıldızların yarası

Gözünde onun silueti

Kulağı isminin gayrısına sağır

Diyor ki: kızıla çalan toprağa, kaynayan kayalara, yarılan denizlere karşı

Öleceğiz vaveyla, ne çare, öleceğiz!..

Küçük Bir Dünya


İnsanlığın başlarında türeyen kötülüklerin nesli,
İki küçük çocuğun hayaller zincirinden vazgeçirilmesi,
Dünyanın beşikte sallandığı kadarını bilmesi,
Ve oluşan hasarın etkisini düşünmesi,
Çocuklar için çok fazla, bunlar bilinmeli,
Geleceğin ve geleceğim İki güzel yavru,
Yavrular için artık o varlıklar, insan olmalı,
Küçük bir dünya, hayat o yavrular ile yaşamalı.

Gri Şehir

Şimdi yokluktayım. Külfet bindirmeyin üstüme. Hava sıcak ama ben üşüyorum. Kalbim üşüyor, ruhum esmiyor artık denize doğru. Geminin sesini, kuşun ötüşünü duymaz, hissetmez oldum. Yüzümü en çok pencerelerin bulunduğu yöne dönerken, bir gün, tamburam göğe ıtır kokan seslerle yükseliyordu. Son perdede oyun, kaldırımları gösteriyordu. Kaldırımların arasından çıkan bitkiyi umursamayıp o da “candır” diye düşünmeyip üstüne basan çok olurdu. Yıkılmış, harabe anıları olan bu kaldırım, bizim topraklarımızda üç harfli sesleri kendine mesken tutuyordu. Yazık, çok yazık! İçimde büyüttüğüm canlılar küstüler. Toprak, petrol yataklarının arkasından ateş püskürtüyor. Burası sular altında kalmış karanlık bir şehirdi. Yorgunluk kahveleri bu şehirde özlem duyularak içilir, peşinden atlıyla kovalayanlar sınıfları doğrudan geçmenin, estetik devlet sırrıyla yaşıyordu.

Camdan Hikâyeler

Buruk bir hikâyem var. Kayaların, ağacın, duvarın üstüne tırmanması zor bir hikâye… Bir kuş misali çırpınıyorum. İpek yolunda okuduğum yazılar, kayalarda dik durmaya çalışıyordu. Susmuş bu şehir gri şarkılar söylüyor, vaveyla kendine. Deniz gibi seviyorum dünyada olup biteni. Yine görüşelim dünyadan seslerle. Susmuş bir şehir nasıl müzik yapıyor, dinleyelim. Bu dünyada insan hikâyesini camın üzerine yazmayacakmış bunu anladım. Yoksa camı kıracak çok insan çıkıyor karşısına. Ben dünyaya kendimi bulmaya geldim. Kırılacak, paslanacak hiç vaktim yok.  Bu işler nasıl olur bilmem de, bir şeylerin resmini çizmek gerekiyor. Her yüreğin harcı değilmiş, camın üzerine hikâye yazmak. Tahminim, bu hikâyeleri olduğu gibi toprağa yazmak. Kağıda da değil, toprağa… Çünkü benim, bizim hikâyemize bir tek toprak sahip çıkacaktır.

Buraya Geri Döndüm.

Bir apartmanın bodrum katında pencereden bakmaya çalışan iki çift gözün dumanıydı, kalp ağrısı… Kimi insan olduğu yerde gökyüzünü seyredip durur kimisi de ekmek peşinde koşarken bir şiir sevdasına tutulur. Öyle ya kimse sormaz, şaire hâlini… Acaba kim anlardı, şiirin suyuna ekmeğini banan insanı? Çocuklar gibi şendik, son durakta. Yapılacak, yaşayacak çok anımız vardı. Apartmanın bodrum katındaki daktilonun sesi şimdi göklerden gelen dolunun maviye boyanmış, örülmüş son haliydi.

Bir Resim Çiz Çocuk

  • Bir resim çiz çocuk ,
  • İçinde yeşili, maviyi anlatan,
  • Engin denizleri sonsuzluğa uzanan,
  • Gözlerinin rengini anımsatan,
  • Zaman denen ninni uyutur mu beni?
  • Getirir mi sana dair tüm zamanları,
  • Bana bakan gözbebeğini?
  • Bunlar sevmeyi bilir mi ah çocuk?
  • Zerre kadar bir vicdan taşımışlar mı yüreklerinde?
  • Yürekler gibi gözler de kirlendi.
  • Dokunaklı bulutlara matemli
  • İnsanlığın gözü yaşlı..
  • Sessizliğe atılan her sesin
  • Muammaya mahkum,
  • Duymuşlar mı çocuğuna tecavüz bir annenin feryadını yüreklerinde…
  • Ah! çocuk
  • Tacizin, tecavüzün, istismarın,
  • Olduğu bu çağda
  • Gittiğim her yerde
  • Çağımın utancını yaşayacağım.

Cinin 3 Dilek Hakkı

Ben, fitili ömrüm olan bir lambanın ciniyim.
Engin okyanuslarda albatros misali süzülürken,
Kirli bir akıntıya kapılıp, saplanmışsam ne olmuş?

Çöplükte kaşıkçı elması ararken bana tesadüf etmiş olan,
Açgözlü bir insanoğlu,
gömleğinin yeniyle lambamı parlatma çabasına girdi.
Salladı, içinden bir ses bekledi.
Feryat etsem ödü kopacak.
Üç dilek hakkı vermezsem gitmeyecek.
Versem ayran budalası olacak.

Kendi bencilliği ile,
Ölümsüz hayat istemeye utanmayacak.
Bolca para isteyecek.
Ardından gönlünü de hoş tutacak.

Varın yoğun harmanlandığı şu dünya da,
Gözyaşı kaçakçılarına ortak oldum.
İnfazdan kalanları kurutup paraya çevirenler…
Namı, tuz baronu olmuş kontlar…
Lambada ki huzursuzluğum fitilimi ateşlemişken
Açgözlüyü bu kaçakçılara bıraktım.

Üç dilek hakkı mı?
Beni rahatsız ettiğine saysın.

Dream Objects – Düş Nesneleri 15 Temmuz’da ilk kez İstanbul’da

Lüks ürünler, arzu nesnesi olmanın ötesine geçiyor, düşlerinizi ve içsel yolculuğunuzu uyandırıyor.

Tayvanlı Türk sanatçı Melek Kocasinan’ın (Gao Anqi) pandemi döneminde hazırladığı yeni serisi “Dream Objects – Düş Nesneleri”, 15 Temmuz’da ilk kez İstanbul’da sergileniyor. Sanatçı yeni serisinde, arzu nesnesi lüks ürünler ve paketleriyle etkileyici eserler sunuyor. Modern insanlar, kendi gerçeğine ulaşmak ve daha derindeki düşlerine dokunmak için tasarımsal lüks objelerden yararlanabilir mi sorusuna da cevap arıyor.

Tayvanlı annesi ve Türk babasının kültürel farklılıklarıyla yoğrulan; Türkiye, Tayvan, Amerika arasında geçirdiği çocukluk ve gençlik dönemlerinde çıktığı içsel yolculuklarla kendini geliştiren Tayvanlı Türk sanatçı Melek Kocasinan (Gao Anqi), pandemi döneminde kaldığı Ankara’da üretmeye, yeni seriler tasarlamaya devam ediyor. Tayvanlı Türk sanatçı bu kez de, 15 Temmuz’da Beşiktaş Akaretler’deki Karl & Ein Sanat Galerisi’nde açılışı yapılacak ve ilk kez sergilenecek olan yeni serisinde, lüks tüketim ürünleriyle insanın ilişkisini yaratıcı bir şekilde araştıran “Dream Objects – Düş Nesneleri”serisiyle karşımıza çıkıyor. 

Seri, çağdaş insanın ruhsal bütünlüğe kavuşabilmesi için arzu nesnelerinin bir araç olma ihtimalini görselleştiriyor. Nesneyi aşabilmek için ondan kurtulmak yerine, o nesnenin yarattığı içsel arzuya ve o arzunun yaşanış biçimine odaklanılmasını öneriyor. Çağımızda alışveriş bağımlılığı olarak kötülenen ve minimalist yaklaşımlarla fazlalıkların azaltılması önemsenen dünyamızda, asırlar boyunca lüksü özlemiş, aramış ve bedeller ödemiş insan doğasına daha gerçekçi bir bakış sunuluyor. İrrasyonel bir bakış açısıyla gösterişli lüks objelerle ilişkimizde o içimizde canlanmak isteyeni sarsıp uyandırmak; o nesnenin ötesini hayal etmesi için bir kapı olarak kullanmayı çağrıştırıyor. Sanatçı, lüks ve insanın çağlar boyunca kurduğu düşlerin hikayesini sanatla birleştirerek çağdaş insanın kendinden bile gizleyebildiği arzu haritasını görünür kılmayı amaçladığı serinin devamında ise başka lüks objeler, saatler ve mücevherler de dahil etmeyi planlıyor. 

Chanel, Louis Vuitton, Hermes, Fendi, Prada, Cartier, Rolex gibi dünyaca ünlü lüks markaların ürünlerini ve ürün ambalajlarını düzenleyerek oluşturduğu fotoğrafların negatiflerini alarak canlı renklerle dolu kompozisyonlar oluşturan Kocasinan, ‘düş/rüya’ anlamına gelen geleneksel Çince karakter – meng’ kelimesini tekrarlayarak, lüks nesnelerin üzerinde kullanıyor. Sanatçının, M.Ö. 1600’lü yıllarda kaplumbağa kabukları ve hayvan kemiklerinde ilk yazılı örneklerine rastlanan 夢– meng (düş/rüya) sözcüğünü seçmesindeki amaç ise; insanların hayal kurma ve onları gerçekleştirme ihtiyacının kadim köklerini de hatırlatmak. 

“Seride kullandığım 5000 yıllık Çince ‘meng’ kelimesini, resimsel özelliği ve geçmişi nedeniyle seviyorum. Eserlerde kullanılan bu kelimeyi Tayvan’da Çince öğrenirken, annemin verdiği çalışma kartlarının arasından özellikle alıp sakladım. Her nereye gittiysem bu kart benimle beraber seyahat etti. 30 seneden fazladır saklıyorum. Kartta, sözcüğün geçirdiği evrim de var. Önce dikine bir düz çizgi (yatak) ve üzerinde yatan insan ve ağaçlar varmış. Ekilen tohumların, bir orman oluşunu temsil ediyormuş. Bir insana düşünü sorarsak, biz de aslında bir tohum ekiyoruz o kişiye, gelecekteki ormanı hayal etmesi için. Kelime zamanla evrilerek, kaşlar, göz ve çatı altındaki geceye dönüşmüş. Hem gece düşlerini hem de yaşamla ilgili hayallerimizi, hedeflerimizi temsil eden bir hale gelmiş. İnsanın kadim düşleme ve hayal gücünü, yaşamda gerçekleştirmek istediklerini anlatıyor. Antik Yunan’da Plato, içimizdeki çağrı diyor buna. Şamanik öğretilerde de, hayatın bizim üzerimizden görmek istediği düşten bahseder. Gerçekleşmeyi isteyen bir canlı varlık gibi içimizde bekleyen… Ben de, Dream Objects- Düş Nesneleri serimde, o içimizde canlanmak isteyeni, farklı bir yolla uyandırmak istiyorum. Çünkü hayatın bizim üzerimizden gerçekleştirmek, yaşama geçirmek istediği düşe doğru yöneldiğimizde büyürüz, enerjimiz artar, yaşam dolu oluruz, fark ediliriz… Tersi yönde hareket edersek hatırlanmayız, silikleşiriz. Bu seride, etkileyici objelerle, aslında tasarımcılarının gerçekleşmiş düşlerine ulaşmanın, yani çantayı satın alıp kullanmanın ötesinde, içine çekildiğimiz düş nesneleri bize kendi içimizde isteyenleri hatırlatabilir mi sorusuna yanıt arıyorum,’ diye özetliyor yeni serisini Kocasinan. 

Sanatçı serisinde ayrıca sanat severlere bir de kendilerini sorgulama şansı tanıyor. Seri; ‘Alışveriş, moda ve lüks, kişisel keşif için ihtiyacımız olan iyileşme için bir arayış mıdır?’, ‘Lüks, statü ya da diğerlerini takip etmek için değil, kendi yönelimlerini fark etmek için kullanıldığında, yarattığı duygusal haz ve düşsel zemin nedeniyle, psikoterapik bir etkiye sahip olabilir mi?’, ‘Bilinç dışımız bizimle sembollerle, karmaşık bir şekilde konuşmaya çalışırken, lüks ürünler bu konuşmaya aracılık edebilirler mi?’, ‘Sahip olunmak istenen pırıltılı, renkli objelerle, sosyal statünün ötesinde, kendimizle ilgili aradığımız ama adını koyamadığımız bir şeyleri arıyor olabilir miyiz?’, ‘İçimizdeki boşluktan değil, ortaya çıkmak için uğraşan, gizli arzularımızla ilgili hislerimizi transfer ettiğimiz objelere olan duygularımızı inceleyerek, nesneyi aşarak kendimize ulaşmak mümkün müdür?’ gibi sorulara cevap arıyor. 

Sanatçı bu sorulara kendi cevabını ise şu sözlerle veriyor; “İnsanın zihninde beliren veya kendisine çekim hissettiği görsel imgeler, insan zihninin etkileşimine dair ipuçları sunar ve bizi ruhsal bütünlüğe ulaştırmak için bir gerilim yaratır. Benim için bu gerilim, çocukluğumdan beri ilgi duyduğum tasarımcı çantalarıydı. Onlara sahip olmaya, dokunmaya olan arzumun içinde hem anne tarafından beslenme özlemi, daha da önemlisi benden küçük bir varlığa hiç zarar vermeden ve kullanılmadan saklama isteğimi gördüm. Arzuladıklarımız belki içimizdeki boşluktan kaynaklanmıyor; kalbimizin derinliklerinden dışarı çıkmaya, hayata geçmeye çalışanları işaret ediyor. İçimizdeki o heyecanı ve arzuyu takip edersek, nesneyi aşarız ve içimizdekine, kısaca kalbimizdeki düşe ulaşırız. Bu anlamda eserlerim, ‘senin düşün nedir?’ diye sorarak, izleyiciye kendilerini daha önce denemedikleri bir yönden; imgesel, düşsel ve sembolik bir yerden keşfe yöneltmeyi arzuluyor. Hep ‘az, çoktur’ deniyor tasarım ilkesi olarak. Hayatta ise belki de ‘çok, çoktur’. Yaratıcılık, bazen ne işe yarayacağını bilmediklerimizden yepyeni olasılıklar yarattığımız bir karmaşık ve çoğul ortama ihtiyaç duyar. Arzuladıklarımız belki içimizdeki boşluktan değil, dışarı çıkmaya çalışanların bir izdüşümü olur. O heyecanı, arzuyu takip edersek, nesneyi aşarız ve düşe ulaşırız. Bu nedenle çağımızdaki moda dergileri, instagram’daki influencer sayfalarına negatif bir gözle bakıp yargılamadan önce, insan olarak çekildiğimizi yeri fark etmek ve o çekildiğimiz yerdeki anlamlar üzerinde tefekkürde bulunmaya çalışmak gerekir gibi geliyor bana. Bu sayede içsel yolculuğumuzu çok daha geniş kapsamlı yapabiliriz.” 

Büyük İlgi Gören ‘FENDI Peekaboo’ Çanta da İstanbul’a Geliyor

Tayvanlı Türk sanatçı Melek Kocasinan’ın (Gao Anqi) ilk olarak Ankara’da sergilen ve büyük ilgi gören “Transcending the Dream Object- Düş Nesnesini Aşmak” isimli eseri de 15 Temmuz’da Karl & Ein Sanat Galerisi’nde olacak. Fendi’nin Peekaboo çantasını bir sanat eserine dönüştüren sanatçı, bu eserinde lüks ve günlük nesneler kullanarak yeni anlamlar üretmeyi, bu anlamlarla da içsel yolculuğa çıkmamızı sağlıyor. Mevlana’nın “Gönlünde olanı benden gizleme ki, benim gönlümdeki de ortaya çıksın,” sözünden esinlenerek kalbimizdeki yeteneklerin ortaya çıkması için karşımızdakinin de iç dünyasını ve yeteneklerini açmasının ilham vericiliğini vurguluyor. Peekaboo çantalı heykel, yükseldiği katman katman aynalı basamaklarla, bir yandan sosyal statüde yükselmeyi canlandırırken; bu yükselişi sindirmenin, kendini aşarak başkalarıyla paylaşmanın, topluma geri vermenin önemini de hatırlatıyor. Çantanın sol tarafında gözüken kırmızı camdan kalp ile çantayı insanlaştıran Kocasinan, izleyicinin çantadan taşan mücevherimsi ve parlak nesnelere bakarken zemindeki aynalı yüzeylerde kendini de görmesini ve kendi içsel zenginliklerine yönelmesini amaçlıyor.

Sanatçının Türkiye’de Devam Eden Sergileri

Melek Kocasinan’ın “Karanlıkta Işıldayan” serisi, 22 Temmuz tarihine kadar Beşiktaş Akaretler’deki Karl & Ein Sanat Galeri’sinde ziyaret edilebilir. 

Vuslat-ı yâr

Sevmek,sevilmek

Sabahın bu saatlerinde ansızın aklıma gelişini seveyim güzel yüreklim…

Ansızın gönlüme konman, ansızın gelen gülümseme,
Vuslat-ı yâr…

Ey sevdam! İşte tam bu anda bir nefes vuslattayım.
Bir adım içerideyim; bir adım dışarıdayım.
Bilmem ki her seferde neden bu kadar kederdeyim?
Sana bir o kadar yakın ve bir o kadarda uzaktayım…
Sen, senden ayrı gayrı kalan ruhum gurbete sürgün, vuslat-ı Yâr hasretim…
Yine yarıda kalan bir rüya!
Yine yarıda kalan bir ruhum…
Boşluklarla dolu bir anı
Nasip yakındır vesselam vuslata az kaldı…

Güzel yüzlüm,

Yağmur yüreklim,

Müsaitsen şayet, seninle biraz kavuşmaya ihtiyacım var vuslat-ı yâr.

Hukukumuz Var

Hukuku kalmayanların münasebeti biter. Sonuçlanan tüm davalar tekrar yargılanmaz. Özgürlük yani Fuzuli’nin şiirindeki

‘’Ne senden rüku, ne benden kıyam. Bundan sonra Selamün Aleyküm, Aleyküm Selam’’ gibi kesindir bazen.

Gaspıralı’nın “Dilde, işte, fikirde birlik” ideasını ne kadar uyguluyoruz? Uygulamanın adabını öğrenemedik. Belki de bütün suç, edebiyat derslerimizin sınav odaklı ezberletildiğindendir. İlginçtir, kışın seyahatimde rastladığım sahaftan aldığım,  İmam Gazali’nin “Yöneticilere Altın Öğütler” kitabındaki bir pasajı yorumunuza bırakıyorum. ‘’Halktan pek tanınmayan birisiyle, mevki sahibi bir insan bir dava için geldiklerinde; birisi fakir, diğeri zengin ayrımı yapmaksızın, eşit muamelede bulunursan, gerçek adaleti uygulamış olursun.’’

Doğru tektir. Normalleştirdiği kötülükleri püskürtmelerinin yanı sıra diğer insanları ‘herkes’ söylemiyle kalitesiz, seviyesiz, cahil tayfasına çekmeye uğraşıyorlar. Tıpkı salgın döneminde koltukları ısrarla oturmaya teşebbüs etmeleri gibi herkesleşmek de kimliksizleştirmektir. Makalenin sansürlenerek dağılmasına sebep olan derginin bir daha o eski heyecanını bulamamasına yönelik tarihi hepimiz biliriz. Ve hiçbir kalem sansürü hak etmez. Seçerek okumak hakkınızı kullanır ve fikrinizi net ifade ederek omurgalı yazarsanız mutlaka etkilenenler olur. Burada önemle vurgulamak istediğim hukuk fakültesi bitirmeye gerek yok daha adil davranmak bünyenizde var ise zaten cümleciğinizle dahi kimsenin hakkına gasp etmezsiniz.

Yaralamak çok basit. Kötülük haddi ahdi hesabı açık değilse fitne örgüsünü size kılıfla kusacaktır. Bu nasıl ayırt edilir? Örneğin; beğenilecek bir sözcük ele alalım. Bir de ego savaşını bitirmemiş öfkeli karakteri de şuraya çekelim. Diyelim ki; ‘’yalan haber’’ ‘Almanya’da eğitime para almıyorlar, yaşam koşulları süper, her vatandaş şu kadar Euro maaş alıyor’. Bu kişi hemen bulunduğu ülkeyi kötüleyerek Avrupa’yı övüyorsa sonra da insanların hayatını düşünüyormuşçasına acımtırak merhametli cümleciğini kafana taş atarcasına karşısındakine söylüyorsa burada yüreğe yapılan kul hakkı devreye girer çünkü iki kişinin arasındaki üçüncü kişiler görünmüyor. Ortada bir haber var, bir buna kapılan karakter var bir de cümlecikler var. Bu durumda yaralanan kim? Sizce karşısındaki insan mı yaralandı yoksa bu enerjiyi yayanlardan etkilenerek emek ile  dışarıya çıkıp hayal kırıklığına uğrayanlar mı?  Dinleyici, dinleyicidir. Bir fikir adamı gaza, dolduruşa, söylenen cümleciklere takılmaz. Bu kişiler tamamen iletişimi keserek çizgisinde ilerler. Uzun zaman alır idrâk etmek. Örneklemeler çoğaltılabilir. Üstelik yalan haberciler ve yarım bilgiyle kibir saçanlar tehlikelidir, yaralayıcıdır. Bir asker ne için vardır? Neden eve dönen asker aslında hiç eve dönememiştir? Hukuk ve hak bahsedecek en son kişiler bu yaralayıcı kişilerdir. Birinci Dünya Savaşı vaktini öylesine doldurmuş bir harp değildir.

Keşkelerimi geride bıraktım. Yaralıyım. Tam da yaralarımı sardığım kayboluşlardan tutuyor ellerimi, inandığım tütsülen andım. Ant (yemin etmek, söz vermek, bilmek) demişken, hepimizin felsefi andı kendisine özneldir.  Sadece ilâhi marş çerçevesinde de algılanmasın. Amaç ve niyet okuyanlardan beklediğim kavramlar. Şarkının dediği ‘’Yanlış bir öyküdeyim, beni yeniden yaz’’ (ayrılık, kırgınlık, yanılgı). Fethi Gümühluoğlu gibi ben de öğrencilerime ‘Hiç aşık oldunuz mu?’ sorusunu hediye ediyorum. Bir hocam bana beni takdir etmek için katıldığım eğitim mecrasında davranışımın vefa olduğunu söyleyerek lütufta bulundu. Sevdiğim ortamlar gelişime açık seminerler ya da kurslar. Anlayacağınız talep etmeden talip olunur. Dramaya da lüzum yok. Konudan konuya geçiyorum. Düşüncelerinizden sorumlusunuz. Lafla peynir gemisi yürümez. Ben hep terkedilen gemilerdeki batıkta buldum kendimi. Twitter, Whatsapp, Facebook hesaplarımı sildim. Mecburen İnstagram kullanıyorum. Sahte merhametin twiti olmaz.

Tolstoy haklı. Sahi insan ne ile yaşar? Bir cevap arayalım, hukukumuz var mı? Ancak Goethe daha haklı. Belki de hiç münakaşamız olmamıştır. Seni hiç sevmedim saçlarım uzunken. Ben yangını (yürek, içtenlik, kalite, muhabbet) sevdim. Yetmek, yetinmek, yetişmek, yetkinlik. Dost kime denir?  Hakkım helal olsun. Dağ yıkılır, insan yıkılmaz. Sonraki yeni normal hayatımda artık yoksunuz. Lafa tutmayın çözüm bulamıyorsanız, haset etmeyin gerçekliği arıyorsanız.

“son çaldığımız kapıda kimseler yoktu
kapının ardında bir boşluk bir boşluk ki sormayın
ne ekmek ne umut ne yaşam
hepsinin en güzeli
Tanrı’yı gördük”
Mumsöndü / Arkadaş Z. Özger

Meyra

Kısa vadeye yönelik planlama yapmak için eline kalemi aldı. Birden durgunlaştı. Biraz önce parıl parıl parlayan gözleri bir anda ışığını yitirmişti sanki. Geleceğe dair düşünmeyeli epey zaman olmuştu. Önceden plan yapmayı çok severdi. Tek günlük geziler için bile sayfa sayfa notlar alır, ihtiyaç listeleri hazırlar, evden çıkmadan listeye bakarak defalarca eşyalarını kontrol ederdi. Birden bire son 3-4 yıldır bir kere bile liste yapıp tatile çıkmadığını anımsadı. Gitgide geleceğe yönelik planlar yerine günü kurtarmanın derdine düşüyordu. Hayatın çetrefilli akışı tüm hayatını ona fark ettirmeden kontrol altına almıştı. Fakat o da halinden pek de hoşnutsuz değildi.

Daha önceleri bedenini, ruhunu saran o yaşama hevesi ve sevinci gitgide yerini monotonluğa teslim ediyordu. Bu durumda kurduğu çoğu hayalin başına yıkılmasının payı da çok yüksekti. Hayat, defalarca ona hayal kurdurtmuştu ve başlarda ufak çapta olan bu hayalleri gerçekleştirmesine olanak sağlamıştı. Ama insanın doğası gereği hayaller gerçekleştikçe mutlaka daha büyük bir hayal kurulurdu, öyle de oldu. Hayat ondan yine hayaller kurmasını istedi fakat işler bu sefer pek de yolunda gitmedi. Yıkılan her hayali ona acı vererek geri geldi. Her gerçekleşmeyen hayalinde bir adım daha geri çekildi hayal kurmaktan. Önceleri kurduğu hayalleri geleceğe dönük planlar yapabilmesi için ona heves verirdi. Fakat hayal kurulmazsa yıkılmazdı da. Canının yanmaması için geleceğini hayatın nereye götüreceği bilinmeyen belirsiz kollarına bıraktı.

Dolu dolu yaşayabilmek için plan yapmak lazımdı. Hayattan tat almak için mutlaka hayal kurmak gerekirdi. İnsan ancak hayal edebildiği kadar vardı, o zaman daha da çok hayal kurmaya zorlamalıydı kendisini. Hayatın ona çok fazla borcu vardı. En çok da sevgi borcu vardı. İnsan sevildiği ve sevdiği şeyler için hayal kurardı, planlar yapardı. O zaman yaşamayı karşılığını beklemeden daha da çok sevmesi gerekiyordu. Çünkü hayat hiçbir zaman insana borçlu kalmayı sevmezdi. Birden elinde tuttuğu kalemin varlığını yeniden fark etti. Hayattan en yüksek hediyeyi alabilmek için, hayatın keyfini doyasıya tadabilmek için geleceğini en baştan planlamaya başladı.

Kelebeğin Umudu(Yeni sekmede açılır)