O aslında 20 lira ama sahibi 50.000 liraya satacağını söylüyor gelin detaylarına hep birlikte bakalım.
Bundan birkaç yıl önce bir müşterisinden aldığı 20 lirada bir basım hatası olduğunu fark eden Serdar Türk; parayı değiştirmek istedi fakat müşterisinin bankada değiştirirsiniz yalnızca bir basım hatası demesi üzerine Türk, daha sonra değiştiririm diye köşeye bıraktı. Parayı inceleyip değiştirmekten vazgeçen esnaf saklamaya karar verdi. Ve gelen müşterilerin de bu basım hatası olan banknota çok ilgi gösterdiklerini belirtti.
Fotoğraf: DHA
DHA’ya konuşan Türk; kendisinin bir koleksiyoner olmadığını ve eğer merakı olan veya para koleksiyonu yapan biri bunu isterse 50.000 TL karşılığında satabileceğini belirtti.
Geleneksel Türk televizyonculuğunun kalıplarını kırarak 22 Şubat 2019 tarihinde ikinci kez yayın hayatına merhaba diyen TRT 2, resimden edebiyata, sinemadan müziğe, felsefeden tarihe kadar birçok alanda bilinmeyenleri, konuşulmayanları ve gösterilmeyenleri ekranlarınıza taşıyor. Kanalın sloganı “Sanat içinde sanat” olarak belirlendi. Alev Alatlı, Hülya Koçyiğit, Doğan Hızlan, Fuat Güner, Anjelika Akbar, Gülveri Kaya, Teoman Duralı ve Alin Taşçıyan gibi isimlerin ekranlarımıza taşındığı kanalda 7/24 sanatla iç içe bir seyir keyfi yaşayabilirsiniz. Her akşam birbirinden kaliteli filmleri ekranlarınıza getiren TRT 2 bunun yanı sıra; Sinema+, Film Gibi Hayatlar, Hayat Sanat, Tarih Söyleşileri, Felsefe Söyleşileri, Koleksiyoner ve daha bunlara benzer onlarca programla ilgi alanınıza eğilmenize olanak sağlamaktadır.
1986 yılında açılan TRT 2 haber ve sanat kültür yayıncılığının mihenk taşlarından birisi olmuştur. Çeşitli değişikliklerle 2010 yılına kadar yayın hayatına devam eden TRT 2, 2010 yılında alınan kararla yayın hayatına veda etmişti. Klasik TRT 2 denilince aklıma tabi ki de Ressam Bob Ross’un Resim Sevinci programı gelmektedir.
Aslında kulağa tanıdık gelen bir sendrom ve aslında hepimiz ne olduğunu çok iyi biliyoruz. Şimdi detaylarıyla birlikte daha iyi öğreneceğimiz bu sendrom belki çoğumuzun başına gelmiştir…
Stockholm Sendromu Nedir?
Rehinelerin, kendilerini esir alanların duygularını anlama noktasına gelmeleri ve kendisini rehin alan kişilerle geçirdikleri sürenin sonunda onlara yardımcı olmaya başlaması ve nihai olarak da onlarla özdeşim kurmalarına Stockholm Sendromu denmektedir. Bu sendromun anlamını genişleterek insanın kendisini zora sokan, üzen koşulları benimsemesi, savunması ve bu koşulları yaratan nedenleri görmemesi, ezenin yanında yer alması olarak da tanımlayabiliriz.
La casa de papel
Psikiyatr Nils Bejerot tarafından adlandırılan sendrom, ismini 1973 yılında İsveç’in başkenti Stockholm’de yaşanan bir olaydan almaktadır. Olay 23 Ağustos 1973 günü Stockholm’de soyguncular bir bankayı soymak için basarlar, bankada 4 banka görevlisini 6 gün boyunca 131 saat rehin tutarlar. Soyguncular, rehinelere iyi davranır aralarında iyi ilişkiler oluşur. Polisin bankaya operasyon düzenleyeceğini fark eden rehineler, soyguncuları uyarırlar. Rehineler olay sonrasında yakalanan rehineler aleyhine ifade vermekten kaçındıkları gibi, soyguncuların avukatlık ve savunma giderlerini karşılamak için aralarında para toplarlar. Günün gazeteleri bu olay üzerine ‘ soyguncular bankadan para çalamadılar, ama bazı insanların kalbini çaldılar’ diye manşet atar. Rehinelerden Stockholm Sendromuna yakalanan bir görevli serbest kaldıktan sonra nişanlısını terk ederek, banka ilgi duyduğu banka soyguncusunun hapisten çıkmasını bekler.
1973 İsveç
Bu sendromun ortaya çıkmasının temel nedeni, hayatta kalma içgüdüsüdür. Dış dünyadan tamamen soyutlanan kurban, ihtiyaçları için kendisine baskı yapan kişiye bağımlı olduğunu hisseder. Saldırganın yaptığı küçük iyilikler kurbanın gözünde büyür, zamanla kurban kendisini saldırganın yerine koyup olayları onun gözünden görmeye, yaptıklarına hak vermeye başlar. Kurban tarafından baskıcının şiddet eğiliminin tamamen göz ardı edilmesi sonucunda, içinde bulunulan tehlike de reddedilir. Kurban, tek olumlu ilişkisinin şiddet gösteren ile kendi arasında olan olduğunu düşündüğü için bu ilişkiyi de kaybetmek istemez ve dolayısıyla saldırgandan ayrılması gittikçe zorlaşır.
Kurbanlar, böyle bir duruma düştüklerinde‘Stockholm Sendromu’ yaşadıklarının farkında olmuyor. Ve birçoğu bunu ‘Aşk’ sanıyor. Karşısındaki insanın yaptığı tüm zorbalıkları, uyguladığı tüm baskıları “Beni sevdiği için yapıyor”diyerek hoş görüyor. Olayın saçmalığını, garipliğini anladığı zaman ise iş işten geçmiş oluyor. Bu kez de ‘bağımlılık’ sorunu yaşamaya başlıyor. Sanki o hayatından giderse, hiçbir şey yapamayacakmış gibi hissediyor. Uyuşturucu bağımlılarının mal bulamadığı zaman yaşadıkları ‘yoksunluk krizi’ gibi… Hatta kurbanlar “Onsuz yapamam” diye düşündükleri gibi, bazen baskı uygulayan kişi için de “Bensiz yapamaz” yanılgısına bile kaptırabiliyorlar kendilerini.
Stockholm Sendromu’nun gelişimini etkileyen faktörler;
Kaçırılma, esir alınma süresi ve yoğunluğu
Rehinenin saldırgana olan yakınlığı ve bağlılık derecesi
Kurbanın kendi ortamından psikolojik anlamda ne kadar uzaklaştığı
İçinde bulunulan durumun kendine özgü hassasiyeti
Düşmanca bir çevrede bulunma
İzolasyon durumu
Çaresizlik hissi
Stockholm Sendromunun Görüldüğü Belli Başlı Gruplar;
Rehin alma durumu ve benzer bir baskı yaratan kaçırılma durumlarında (rehine-esir alan) Tecavüze uğrama, ensest ya da cinsel tacize maruz kalan çocuklarda (istismara uğrayan çocuk-istismar eden ebeveyn) Savaşta bulunma, savaş esirleri, toplama kamplarında yaşama durumlarında Hayat kadınlarında (pazarlanan) Aile içi şiddete maruz kalınması durumlarında (dövülen eş-döven eş) Yoğun dini (tarikat benzeri ) ve siyasi baskı uygulanması durumlarında (brainwashing durumlarında) (takipçi-lider) Uzun süren hapishane deneyimlerinde (tutuklu-gardiyan) gibi gruplarda Stockholm Sendromu görülmesi olasılığı çok yüksektir.
Psikologlar, bu koşulların çoğunlukla aile içi şiddet olaylarında baş gösterdiğini belirtir. Bu tip durumlarda, şiddete uğrayanlar saldırganı kışkırtıp hiddetlendirecek şeyler yapmaktan çekinir. Onun onayını kazanmak ister ve onun tarafında gibi davranır.
Aynı şekilde, savaşta ve savaş esirlerinde de tarafa patolojik şekilde bağlanma olayları görülür. Saldırganıyla özdeşleşen kurban, saldırgana karşı birçok duygu besler, onunla özdeşim geliştirir ve hatta kişilik değişimi yaşar.
Travmatik bağlanma güçlendikçe, şiddet ve şiddet tehdidi de artar. Tutarsız davranışlar sergileyen bir saldırgan karşısında, kurbanlar da uygun olmayan düşüncelere sahip olurlarsa saldırganın onlardan daha güçlü şekilde öç alacağını düşünürler. Bu hem izolasyonu hem de bağlanmayı artırır.
Bir Hint atlasıydı ki geniş ve uzun, işte o denizdi eklemleri kıkırdayan terzinin ellerinden geçmeden yeryüzünden çekildi Tanrı ile Musa’nın konuşmalarındaki üçüncü şahıstı; işte o Tûr’du Kutsal Ahit Sandığı’nın bakir muhafızıydı, gözlerden silindi Van Gogh’un yıldızlı gecesinde gökyüzünde salınan yıldızdı Sema kocamandı, o ufacıktı aydınlatamadı gökyüzünden döküldü Mezopotamyalı Zin’in yüzünde parlayan güneşti Mem öldü, o söndü
Che’nin başında filizlenen kavganın çiçekleriydi devleşen öfkelerin ortasında açan devrim dalgalarının büyüyen hür sesiydi
O asırlardır varlıkla yokluğun kavgasıydı Aşkla nefretin diş bilemesiydi Kıskançlığın fidelenmesiydi Yetememezliğin verdiği hazin terkedişti O… O kimdi biliyor musun evladım? O, varlık sahasında yoklukla verdiğimiz savaştı O, nefretimizle büyüttüğümüz korkularımızdı Birbirimize yetememizin ardındaki hoyratça savruluşlardı O insanlığın sürecek tek kavgasıydı; güçtü O bendim O sendin O bizdik …
Kayalara oyularak bir yerleşim merkezi oluşturulan Batman ilçesi Hasankeyf , dünyanın dört bir yanından ziyaretçilerle turizmin önemli cazibe merkezleri arasında yer alıyor. Barajın açılmasıyla beraber Hasankeyf sulara gömülüyor. Hasankeyf, kurulduğu tarihlerde ticaretin gelişmesine katkıda bulundu.
HASANKEYF NE DEMEK?
Kayalara oyulmuş konutları nedeniyle, Süryânice Kifo uani
kaya kelimesinden türetilmiş Kifos ve Cepha / Ciphas isimleriyle bahsedilen
şehir “Mağralar Şehri” ya da “Kayalar Kenti” anlamına gelen
Arapça “Hısnı Keyfa” denilmiştir. “Hısn-ı keyfa” adı
Osmanlılar zamanında Hısnıkeyf, halk arasında da Hasankeyf şekline dönüşmüş.
Hasankeyf, Batman’a bağlı, iki yakasını Dicle ‘nin
ayırdığı tarihi bir ilçedir. Güneydoğu Anadolu Bölgesinde bulunan ilçenin
tarihi, 10.000 yıl öncesine kadar gidiyor. ilçe, 1981’de doğal koruma alanı
ilan edildi. Dicle nehrinin üzerinde yer alması ve ticaretin büyük bölümünün
nehir üzerinden yapılması ilçeyi ticari ve ekonomik olarak önemli ölçüde
geliştirdi.
HASANKEYF TARİHİ
Hasankeyf’in ne zaman kurulduğu kesin olarak bilinmemekle
birlikte tarihi antik döneme kadar dayanıyor. Hasankeyf höyüğünde yapılan
çalışmalarda 3.500 yıldan 12.000 yıl öncesine kadar arkeolojik kalıntılara
rastlandı. Yerleşim, Yukarı Mezopotamya’dan Anadolu’ya geçiş yolu üzerinde ve
Dicle nehrinin kenarında kurulmuş olması nedeniyle stratejik bir öneme sahipti.
MS 2. ve 3. yüzyıllarda sınır yerleşimi olarak Bizanslılarla Sasaniler arasında
el değiştirdi. Diyarbakır ve çevresini ele geçiren Roma İmparatoru II.
Constantius, bölgeyi Sasanilerden korumak amacıyla iki sınır kalesi inşa
ettirdi. MS 363 yılında inşa edilen kale uzun süre Roma ve Bizans egemenliğinde
kaldı. Hıristiyanlığın bölgede 4. yüzyıldan itibaren yayılmaya başlamasının
ardından yerleşim Süryani piskoposluğunun merkezi durumuna geldi. Kadıköy
Konsili tarafından MS 451 yılında Hasankeyf’teki piskoposluğa Kardinal unvanı
verildi. Hasankeyf 640 yılında, Halife Ömer döneminde İslâm ordusu tarafından
ele geçirildi.
HASANKEYF NEDEN SULAR ALTINDA
Batman’ın Hasankeyf ilçesi birkaç ay içinde 12 bin yıllık
tarihi; orada yaşayanların evleri, anıları ve gelecekle ilgili hayalleri; bitki
ve hayvan türleri ile birlikte Ilısu Barajı’nın suları altında kalacak. Dicle
Vadisi’nde bir yaşam biterken, yeni bir yaşam başladı. Hasankeyf halkı yeni
inşa edilen Hasankeyfe taşındı.
Ilısu Barajı’nda su tutma işlemleri için hazırlıklara başlandı ve baraj suyu Hasankeyf’e ulaştı
Devletin evleri sular altında kalacak Hasankeyfliler için
yeni kent merkezinde inşa ettiği 710 konuta ve iş yerlerine, yalnızca nüfusu
ilçede kayıtlı olan aileler yerleştirilecek.
Türkiye’nin En Fazla Enerji Üreten Dördüncü Barajı
Yetkililer projenin, hem Türkiye hem de Güney Doğu Anadolu Bölgesi için bir fırsat olduğunu belirtiyor.
DSİ’nin yaptığı açıklamaya göre, 8,5 milyar TL’ye mâl olan
Ilısu Barajı, ülkedeki en fazla enerji üreten dördüncü baraj olacak, yıllık
ortalama 4,12 milyar kilowatt saat elektrik üretecek.
Yetkililer, baraj tamamlandıktan sonra ilçenin yeniden
turizme kazandırılacağını, tekneler ve teleferikle Hasankeyf’e turlar
düzenleneceğini söylüyor.
Projeye karşı çıkanlar ise Hasankeyf’te toprak altında da
halen tarihi eserlerin bulunduğunu, bu eserlerin de gün ışığına çıkarılarak
ilçenin bir açık hava müzesi haline getirilmesini istiyor.
Bir zamanlar mesken olarak kullanılan binlerce mağara,
burada yerleşimin çok eski çağlarda başladığını gösteriyor.
Mezopotamya’nın bereketli toprakları üzerine kurulu, Dicle
Nehri’nin hayat veren sularını içeren bu antik kent, savunmaya elverişli
tepeleri, kayaları ve mağaralarıyla da birleşince, eski çağlardan beri
hükmedenlerin paylaşamadığı bir yer olmuş. Şimdi bu uygarlıkların miras
bıraktığı eserlerin 7 tanesi yeni yerleşim alanına taşındı. Yetkililer, diğer
eserlerin de oldukları yerde korunacaklarını söylüyor.
Hasankeyf’te küçüklüğü geçen bir gencin sözü;
“Küçüklüğün nerede dediklerinde sular altında kalan şehri göstereceğim benim küçüklüğümden kalan bir parça vardı oranın üstüne’de su döktüler… ”
Aziz Bey; ömrü yanılgılarla dolu bir şekilde geçen, hayatın zamanlamasını yapamayan bir adam.
Ne olurdu bu kadar bencil, dediğim dedik, burnu havada olmasaydın?
Değdi mi bu halin kaybettiklerine Aziz Bey?
Aslında her şey genç yaşta Maryam isimli kıza aşık olmasıyla başladı. Bu aşktan sonra Aziz Bey hayata hiç yetişemedi. Herkese kör oldu gittikçe daha bencilleşti. Yakaladığını sandığında elinde kalan tek şey pişmanlık oluyordu.
Zaman geçer Aziz Bey Vuslat’ı tanır.Yazarımız Ayfer Tunç Vuslat ile ilişkisini şöyle ifade eder:
“Aşık olacak, kapris çekecek, ortak hayatlarını bitmeyen istekler manzumesine çevirecek bir kadının gönlünü eyleyecek hali de, arzusu da yoktu.Öylesine bencil düşünceler içerisindeydi ki ancak Vuslat gibi sessiz, silik, dikkatle bakılmadıkça görülmeyen, varlığına ihtiyaç duyulmadıkça çıkmayan, o konuşursa dinleyen, sorarsa cevap veren kısacası hayatını olabildiğince kolaylaştıracak bir kadınla yaşayabileceğini düşünüyor, dahası böyle bir kadın istiyordu.”
Aziz Bey Vuslat’ını hep yok saydı.Her gün pencerenin önündeydi. Görmedi. Gittikçe babasına benzedi.
Ömrünü, yanlışların doğru olduğunu iddia etmekle, olmadığı bir adam gibi olabilmek için kendi halinde bir kadını tüketmiş bir adamın devamı zavallı kopyasıydı. İçi iki kere ezildi.
Aziz Bey’e kızmak veya acımak size kalmış.
Yaşananların dışına çıkıp kitaba tekrar baktığımızda olayların geçtiği yerleri; Beyrut ve İstanbul’u göreceksiniz.
Aynı zamanda Aziz Bey’in gamlı halini bize Türk Musikisi ile anlatılıyor. Sayfalarda gizli nağmeleri dinleyerek Aziz Bey’in duygu durumunu daha iyi anlayabilirsiniz.
Eğer Aziz Bey ile henüz tanışmamışsanız tanışın derim. Ayfer Tunç’un insan olmaktan doğan zaaf ve yanılgılar nedeniyle yaralanmış, boşa geçmiş hayatlar üzerine yapılandırdığı öykü evreninin en gerçek kişisi.
”Öyle bir aşk bekliyordu ki hayattan yüzünde birden bire patlayan bir tokat gibi onu serseme çevirsin. Eli ayağı tutulsun, kesilsin.”
”Bilmiyordu ki vücudun ruha ihanet etmediği anlar pek anlar.Ne çok ister insan büyük kederlerin ardından ölüp gitmeyi de başaramaz.Ruh, başına kara bir hale takarak göğe yükselmek için çırpınır;ama vücut dünyalıdır. Yer, içer, yaşar.”
”Seninle fotoğraf çektirelim dedim ama samimi bir resim olsun.Bana, beni seviyormuşsun gibi bak.”
”Sanki ben bu uzun ve ince çizgi üzerinde, sonsuza kadar yürüme cezalısıydım.”
Türk Arkeolojisinin önderlerinden Arif Müfid Mansel 1905 yılında İstanbul’da doğdu. Dönemin soylu ve kültürlü ailelerinde olduğu gibi Arif Müfid ailesi tarafından dil ve müzik eğitimi verilerek, özel olarak yetiştirilmeye çalışılmış, orta eğitimini İstanbul Alman Mekteb i’nde başlayıp, Fransız St. Benoit lisesinde 1925 yılında tamamlamıştır. Arif Müfid’in bundan sonraki hayatı için aile dostları İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdürü Halil Edhem Eldem’in büyük etkisi olmuştur.
Ünlü Alman arkeoloğu Theodor Wiegand, dostu Halil Edhem’e şükran ifadelesi olarak iki Türk gencinin Almanya’da burslu olarak tahsil etmeleri için resmi bir yazı gönderir ve bu iki genci Halil Edhem Bey tarafından seçilmesini arzu eder. Bu teklif üzerine Halil Edhem Bey, Arif Müfid ve Ahmet Rufai’yi seçerek 1925 yılında Almanya’ya gitmelerini sağlar. 1929 yılında Arif Müfid Almanya’ya gidişinin henüz 4. yılında ve henüz 24 yaşındayken “Stockwerkbau der Griechen und Römer” adlı tezle Doktor unvanını alır.
Arif Müfid, doktorasının ardından hemen yurda döner ve hemen İstanbul Arkeoloji Müzeleri kadrosunda 1931 yılına kadar Müzeler Umum Müdürü Halil Edhem’in ve 1946 yılına kadar da onun ardından müdür olan Aziz Ogan’ın yardımcısı olarak görev yapar.
Askerlik görevini yapıp, 1935 yılında tekrar müzedeki görevine başladığında Atatürk’ün ilgi duyduğu Yalova ve buradaki tarihi kaplıca çevresinde kazı yapma fırsatını bulur ve ayrıca aynı yıl kış sömestresinden itibaren İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde ders vermeye başlar.
Müzik aşkı…
Arif Müfid’in klasik müziğe olan düşkünlüğü de dillere destandır. Genç yaşında başlayan eğilimi, Almanya’daki öğrenim yıllarında perçinlenmiştir. Geniş bir plak koleksiyonu ve derslerine de yansıyacak bir müzik kültürü vardır. Öğrencilerine de müzik sevgisi aşılar. Adnan Pekman klasik müziğe olan ilgisini Arif Müfid’e borçlu olduğunu söylüyor. Arif Müfid en başta, Adnan Bey’e edinmesini önerdiği bir plak listesi yapmıştır. Birlikte müzik sohbetleri yapar, müzik dükkânlarına gelen plakları birlikte takip eder, birbirlerinin eksiklerini tamamlar, plak değiş tokuşu yaparlar. O dönemde streo müzik teknolojisi yeni başlamıştır. Adnan Bey ile Almanya’da birlikte bulundukları bir sırada, Arif Müfid Brown marka bir pikap satın alır. “Çok parlak iş” dediği pikapla en sevdiği klasik müzik eserlerini stereo olarak dinleyebileceği için heyecanlıdır. Ama müzik setini Türkiye’ye getirmek bir meseledir. Almanya’da ahbap oldukları bir Türk, “Hiç merak etmeyin, ben Türkiye’ye arabayla gidip geliyorum, ilk gelişimde size pikabı getireceğim” der. Gerçekten, 1 ay sonra, adamcağız müzik setini getirmiştir. Ne çare, hoparlörün biri eksiktir. “Hiç merak etmeyin, bir dahaki gelişimde getiririm onu da” dediyse de, bir daha adamdan haber alınamaz. Adnan Bey, buruk bir gülümsemeyle, “Arif Bey, ölünceye kadar hep o bir hoparlörü bekledi” diyor (23).
Kitap aşkı…
Arif Müfid, kitaplara da çok düşkündür. Semavi Eyice zamanla, onun kitap sohbeti yaptığı dostlarından olmuştur. Nadir kitaplar, önemli eserler, okunulan, edinilen kitaplar üzerine konuştukları zamanlar yaratırlar. Arif Bey’in başta Anadolu arkeolojisi olmak üzere, ilkçağ, Bizans, Osmanlı tarihine yoğunlaşmış, ayrıca büyük ansiklopediler ve çok ciltlerden oluşan yaklaşık 6 bin ciltlik kütüphanesi, Semavi Bey’in değerlendirmesiyle, “İstanbul’un en özel kütüphanelerindendir”. Osmanbey’deki konağın büyük bir salonunda özel olarak yaptırdığı kütüphanede, İstanbul Rus Arkeoloji Enstitüsü’nün yıllığı gibi bulunması çok zor nadir eserler de yerini almıştır. Ayrıca, yurtiçi ve özellikle yurtdışındaki meslektaşlarının yolladığı sayıları binleri bulan ayrı basım makaleler, alfabetik sırayla kutulara yerleştirilmiştir. Ailesinden kalma Arapça eserlerin pek çoğunu, kendi işine yaramayacağı için, Edebiyat Fakültesi’nin İslam İncelemeleri Bölüm Kütüphanesi’ne hibe eder. Arif Bey, “Çocuklarım” diye söz ettiği kitaplarına (24) büyük özen gösterir, her birini özel olarak ciltletir, kütüphaneye öyle yerleştirir. Ama “çocuklarını” öğrencileri ve bütün dostlarının kullanımından hiçbir zaman sakınmaz.
Eserleri :
Stockwerkbau der Griechen und Römer (1932, Berlin)
İstanbul’da Bulunan Bir Prens Lahdi (1934, İstanbul)
İran’ın Tarih ve Arkeolojisi (1934, İstanbul)
Yalova Kılavuzu (1936, İstanbul)
Trakya’nın Kültür ve Tarihi (1938, İstanbul)
Mısır ve Ege Tarihi Notları (1938)
Silifke Kılavuzu (1943, İstanbul)
Ege ve Yunan Tarihi (1947, Ankara)
Türkiye‟nin Arkeoji, Epigrafi ve Tarihi Coğrafyası için Bibliyografya (1948, Ankara)
Perge’de Kazılar ve Araştırmalar (1949, Ankara),
Die Ruinen von Side (1963, Berlin)
Side Klavuzu (1967, Ankara)
Side 1947-1966 Yılları Kazıları ve Araştırmalarının Sonuçları (1978, Ankara)
''Düşün ki bir adam seni bekler, asılmayı bekleyen mahkum gibi...''
SENSİZ BİR GECE
Gece başlıyor yavaştan Yine zifiri karanlık basıyor dört bir yanı Eski bir radyoda seni arıyorum Seni anlatıyor her şarkı bana Her nağmede sen varsın Yağmur da eşlik ediyor şarkılara Avlunun duvarlarını dövüyor, Rayihanı taşıyan rüzgarlar. Gam, kasavet yayılıyor ortalığa Sonra hayalin düşüyor önüme Her şey güzelleşiyor bir anda. İçimde ötüp duran yaralı bülbül susuyor. Lal olmuş dilim sessizce adını sayıklıyor. Gözlerim; ağlıyor, ağlıyor, ağlıyor… Bitiyor gece! Doğar birazdan turuncu güneş, geceye inat. Şükür! Unutturamadı gözlerinin güzelliğini bana Nisyan taşıyan bulutlar. Açtım penceremi, içeri dolmanı bekliyorum. Kanatlanır şimdi bembeyaz güvercinler, Adını taşırlar yatağıma kadar Dolar ciğerime senden esen kokular.
WhatsApp, tepki çeken özelliği için geri adım attı. Bir süredir platforma reklam özelliğini getirmeyi düşünen WhatsApp’ın bu girişimi şu anlık rafa kaldırıldığı görünüyor.
Facebook’un tekeline aldığı uygulama, sosyal medyada 1.5 milyar kullanıcısı ile en çok tercih edilen uygulamaların başında geliyor. Fakat platform, buna rağmen kullanıcı sayısı ile paralel giden bir kazanca sahip olamadı henüz.
Facebook’un tekeline girmeden önce 0.99 dolar ücrete sahipken 2014 yılında Facebook’a satılınca ücretsiz hâle gelmişti. Geçtiğimiz aylarda kazanç elde etmek adına reklam gösterimi girişimlerinde bulunan platformun 2020 yılı içerisinde bu özelliği kullanıma sunması beklentiler dahilindeydi. Ancak Wall Street Journal’ın şirketin yakın kaynaklarından aldığı haberine göre Facebook bu projeyi geçici bir süreliğine rafa kaldırdı.
Kötü olan birisi cebinde Nazım Hikmet taşır mı hiç? Taşımaz, değil mi? Kötü olan birisi cebinde Turgut Uyar taşımaz, Cemal Süreya taşımaz, Sabahattin Ali taşımaz, Orhan Veli hiç taşımaz… Beş Kardeş dizisinde geçen sahnedeki bu sözü duyduğumda edebiyatın insanlar için birleştirici bir bağ olduğunu anladım. Farklı zaman dilimlerinde yaşamış, farklı insanları sevmiş, farklı hayatlar yaşamış ancak aynı yollarda yürümüş, aynı acıları paylaşan koca bir nesil…
Örneğin yalnızlık üzerine yazılmış şiirler vardır, her bir şair farklı şekilde izah etmiştir içindeki yalnızlığı. Ancak hangi kelimeyi kullanırlarsa kullansınlar, hangi söz sanatına başvururlarsa başvursunlar yazılan bu şiirler her dönem her insana yalnızlığı anlatmayı çok iyi başarmıştır. Herkes farklı yorumlamış, ama herkes aynı yalnızlığı paylaşmıştır. Orhan Veli şöyle demiştir yalnızlık için;
Bilmezler yalnız yaşamayanlar, Nasıl korku verir sessizlik insana; İnsan nasıl konuşur kendisiyle; Nasıl koşar aynalara, Bir cana hasret, Bilmezler.
İkinci Yeniciler’in en yalnız şairi Turgut Uyar ise şunları yazmıştır;
Çekemezsin bir yere sineden başka Biliyorum günler hep böyle geçecek. Ne akşamleyin komşu, ne bir akraba, Ne bir dost, oturup karşılıklı içecek.. Yalnızlık sade şurda burda değil, Düşüncede, hatırada ve dilekte. Hangi taşı kaldırsan, nerde ‘of! ‘ çeksen, Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte.. Bilmem rengi nasıldır, boyu ne kadar. Biçen her kimse yıllardır yanlış biçiyor. Bir elbise ki, alabildiğine dar.. Nedir bir türlü sırrını anlamadık, Kimdir bizimle böyle şaka ediyor, Hangi cebini karıştırsan yalnızlık..
Son olarak Nazım Hikmet Ran, karaladığı sayısız şiirlerinden birinde yalnızlığı anlatmıştır bizlere, yıllar öncesinden yüreklerimize dokunurcasına;
iyi geceler yalnızlık, belki beni düşünüyorsun şimdi, ve uyumam için yıldızları bile karartıyorsun geceye. sessizliği getiriyorsun kulağıma, ki bir kuş sesi bile yok, düşün! ne üst komşudan sevişme sesi, ne yan komşudan bebek ağlaması, ne bir araba sesi, ne mesaj,masaj ne de telefon… ay bile yok gökte, ne gözüme ışık giriyor, ne tenime kendi terim. iyi geceler yalnızlık. yalnız kalmayı öğrettin yine yine yıllar sonra yine karanlık yine sessiz ve, ve işte. her şiir bitecek diye bir şey yok, bir şey var ki hiç bitmeyecek. ne aşk, bitecek bu dünyada ne de sana dolmuş bu yürek, toprak oluncaya dek.
Edebiyatı paylaşanlar kardeş gibidir, dert kardeşi, yalnızlık kardeşi, kader kardeşidir birbirinin. Kısacık ömrünün demlerinde elbet bir an yalnız hissetmiştir her insan. Kimisi yalnızlığı bir düşman gibi karşılamıştır kimisi de dost gibi. Kimisi umuda tutunmuştur yalnızlığını bastırmak için, kimisi ondan kurtulmak için yine ona dönmüştür yüzünü. Yalnızlığını paylaşan da vardır, dert paylaştıkça azalır düşüncesiyle, kendine saklayan da vardır Özdemir Asaf gibi, ne de olsa “Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz.”
Yalnızlığı besleyip büyütecek kadar çok değildir ömrün süresi. Her şey gibi o da göz açıp kapayıncaya kadar geçer. Zamanın göreceli olduğunu, ömrün süresinin baktığın pencereye göre anlam kazanıp değersizleştiğini şöyle betimlemiştir Nazım;
Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya Ona sorarsanız: ‘Lafı bile edilemez, mikroskobik bir zaman…’ Bana sorarsanız: ‘On senesi ömrümün…’ Bir kurşun kalemim vardı, ben içeri düştüğüm sene Bir haftada yaza yaza tükeniverdi Ona sorarsanız: ‘Bütün bir hayat…’ Bana sorarsanız: ‘Adam sende bir hafta…’ Katillikten yatan Osman; ben içeri düştüğümden beri Yedi buçuğu doldurup çıktı. Dolaştı dışarıda bir vakit, Sonra kaçakçılıktan düştü içeri, altı ayı doldurup çıktı . Dün mektubu geldi; evlenmiş, bir çocuğu olacakmış baharda…Şimdi on yaşına bastı, ben içeri düştüğüm sene ana rahmine düşen çocuklar. Ve o yılın titrek, uzun bacaklı tayları, Rahat, geniş sağrılı birer kısrak oldu çoktan. Fakat zeytin fidanları hala fidan, hala çocuktur.
Yalnızlığınızı yaşayın, her duyguyu sonuna kadar hissedin ancak bunu ömrünüzün sonuna dek sürdürmeyin, Hayatta bir an yalnız olun, geri kalan bütün vaktinizi sevdiklerinizle doldurun. Varlığı yalnız kalmak için değildir insanoğlunun, her ne duygu yaşarsanız yaşayın günün sonunda hep birini severek koyun başınızı yastığa. Yeri gelecek üzülecek yeri gelecek ağlayacağız, ama sevgisiz kalmayacağız, edebiyatsız kalmayacağız. Umuda dair şiirlerle, Nazımlarla, Turgutlarla kalın.
“sev beni, alış bana kimse ürkütemez bağlandığımız güzelliğin utkusunu sev beni, bir dağ gölgesi kadar sev şimdilik bırak musluğun sızmasını damın akmasını bir tırnak gibi büyü domuz bir tırnak gibi zorlayarak her bir yanı çünkü biraz sonra umut başlar her günkü, başlar“
Şubat ayında piyasaya sürülecek yeni albümlerinden Black Swan isimli ilk single’ı sürpriz bir videoyla piyasaya süren ünlü K-Pop grubu BTS’in klibinde çağdaş dansçılar Slovenya merkezli MC Dance Company’den çok ünlü isimler de yer alıyor.
Bu kliple hayranlarına yeni kliplerinden ve tarzlarından ne beklemeleri gerektiği yönünde ipucu veren BTS’in klibi Martha Graham’dan bir alıntı ile başlıyor; “Bir dansçı iki kez ölür: bir kez dans etmeyi bıraktığında ve ilki daha sancılıdır.”
Klipte gruba ait hiçbir üyenin yer almıyor oluşu bizlere grubun daha farklı çalışmalar içerisinde olabileceğini düşündürüyor.
Şarkı hakkında gruptan yapılan resmi açıklamaya göre de; “Black Swan, bir gün müziğin bize dokunmayabileceğine dair endişelere ses veriyor. Bu bir sanatçının müziğin onun için gerçekten ne ifade ettiğine dair bir itiraf” ifadelerine yer verildi.
Yönetmenliğini Harutyun Arto Davulciyan’ın üstlendiği, söz ve müziğinin Mert Erşahin’e ait olduğu ‘Mutkuluk’un video klibi youtube, spotify ve tüm müzik platformlarında yerini aldı.
İsmiyle dikkat çeken klibi sizler için aşağıya bıraktık. Keyifli dinlemeler.
https://youtu.be/fGDcDY_KWQ0
Şarkı Sözleri:
“Hani nefes almak ağır gelir ya Ama yine de nefes almaya çalışırsın ya Hani öldüm bittim dersin ya Bir türlü ölemezsin yaşayıp gidersin ya
Bir kelime var eskilerden kalma Şu an hatırlayamasam da Multutuk, muktuluk, mutkuluk Dilimin ucunda…”
“Kırk bir muhteşem caddeden geçtim,” Görüyor musun, işte bundan bahsediyorum.. Bir cümle bile insanı koca bir hayale düşürmeye yetiyor. Cümleye bak, al çayını, kahveni içe içe bu cümleyi düşün. Doğalgaz faturasını ödemiş olsaydın içerdin belki. Gerçi sular da kesik sayende. Bırak artık cümle kovalamayı, hayali de iş ara iş! Belki de mistik bir anlamı var. Düşünsene, üç ülkedeki yedi şehrin kırk bir caddesinde anlam arama yolculuğuna işaret ediyor olabilir. İşaret etse ne olacak. Bir çift ayakkabın var onların da tabanı delik. Ya da şunu düşün, kırk bir muhteşem cadde gezmiş yazar ve kırk ikinci caddeye geliyor ama cadde koca bir harabe. O anda caddede sevgili görünüyor ve anlıyor ki kırk bir cadde harabe, kırk ikinci cadde muhteşem. Bunları hayal edeceğine çalışsaydın da asıl senin hayatın harabe değil muhteşem olurdu. O zaman sen de görürdün sevgilini. Bak, yazar burada 41 muhteşem caddeden geçtim diye 42. yaş gününde şimdiye kadar yaşadığı zamanın güzelliğini anlatıyor olabilir. Sorumluluklarından kitaplara kaçmasaydın sen de geçerdin öyle muhteşem yıllardan. Kitaplara kaçmaktan başka çarem mi var Allah aşkına? Kaçmaya çalışmamak zaten çarenin kendisiydi. Kaçacak kadar korkak olduğun için bu haldesin. Sus! Yeter! Benim de gücüm bu kadar işte! Bu kadar! Tak, tak, tak… Şule’nin topuk sesleri apartmanın içinde yankılandı. Elektriklerin kesik olduğunu bildiği için zile basmaya yeltenmedi bile, anahtarı ile direkt açtı kapıyı. Daireye girer girmez içerideki ağır koku yüzünden afalladı, avucuyla ağız ve burnunu kapattı. Dairede mum ışığı bile göremeyince telefonunun flaşını açtı. İlk adım attığı yer kaygan olduğu için sendeledi ama düşmedi, yere baktı. Kan! İzleri takip etti. Elinde tuttuğu ışığın yansımasıyla yerin ayna parçalarıyla kaplı olduğunu fark etti. İzler ve parçalar salona doğru gidiyordu kavga çıkmış gibiydi. Koridorun sonundaki duvarın üstünde sekiz tane beşli çizgi ile yanında ayrı iki çizgi daha gördü. Çizgilerin altında koyu kırmızı bir yazı vardı, “Kırk bir karanlık caddeden geçtim, ecelim oldu kırk ikincisi.”
Bu üç maddeyi bir güzel harmanlıyorsunuz ve nihayetinde nur topu gibi bir reyting rekortmeni diziye sahip oluyorsunuz. Başrolde: durmadan itilip kakılan bir kadın (Nare) ve hemen akabinde “namus” diye diye çılgına dönmüş namussuz bir adam (Sancar Efe)…
Nasıl ama? Buraya kadar her şey normal. Asıl olay; bu iki insanın aşk (!) kisvesi altında yaşadığı epik sevda öyküsüyle başlıyor. Aşk; nice aşıkları heba eden, hasret tutkusuyla şairlere şiir yazdıran, ozanları dağlara süren çılgın serüven!
Fakat ne hikmetse son zamanlarda bizim lügatımızda ‘aşk’ bambaşka bir şekilde lanse ediliyor. Televizyon başında oturup ‘Sefirin Kızı’ denen diziyi izleyenlere göre aşk; bütün engellere rağmen çocukluk sevgilisiyle kavuşup, gerdek gecesinde bakire olmadığını anlayınca sevdiği kadını kapı dışarı eden bir adamın kirli diline pelesenk olmuş bir hiçten ibaret.
Bitmedi!
Karşısındaki gözü dönmüş adama, babasının evlatlık aldığı adam tarafından tecavüze uğradığını, esasen onu aldatmadığını söyleyen zavallı kadın bir türlü kendini inandıramıyor. Son çareyi hayatına son vermekte buluyor ve hiç düşünmeden uçurumdan aşağı atlıyor.
Aradan 8 yıl geçiyor… Genç kadın uçurumdan atlamasına rağmen büyük bir mucizeyle hayata tutunuyor. Durun durun sakın şaşırmayın! Çünkü daha büyük bir mucize yaşanıyor; bütün bu olanlara rağmen onu kapı dışarı eden adamdan olan bebeği doğurmayı başarıyor.
Ne senaryo ama!
Senaristlerimizin parlak ufkuna erişmek ne mümkün… elbette hikaye bununla sınırlı kalmıyor. Yıllarca yurtdışında babasıyla (Sefir) kalan Nare en sonunda dayanamıyor ve tecavüzcüsünü bıçaklayıp kızının elinden tutarak Türkiye’ye kaçıyor.
Kızını babasına emanet ettikten sonra yine aynı uçurumdan atlamayı planlayan kadının işleri pek yolunda gitmiyor. Uçaktan iner inmez soluğu bir başka uçakta alıyor. E tabi dizilerimizin olmazsa olmazı “nezih bir kurtarıcı erkek” karakteri. Bu rolü de Yedi Güzel Adam dizisinde hayranlıkla izlediğimiz ‘Adil Erdem Bayazıt‘ karakterine can veren Uraz Kaygılaroğlu’na vermişler.
Son derece yakışıklı, centilmen, Ege’nin en zengin ailesinden olan veliahtımız (Gediz) genç kadını görür görmez tutuluyor. Ayrıca ilk görüşte aşık olduğu kadının en yakın arkadaşının eski karısı olduğunu bilmeden…
Şaşırdınız mı?
Neden şaşırıyorsunuz ki… Sancar Efe’nin yıllarca bekleyip de, Nare’nin Türkiye’ye döndüğü gün evlenmesine şaşırın bence. Verin müziği! Zeybek olmadan olur mu? Sonuçta meydanda böbürlene böbürlene boy gösterisi yapan efemiz, evlendiği gece sevdiği kadını hırpalayıp kapı dışarı etti, ağzından çıkan tek kelimeye inanmadı ve kadının beline doladığı kırmızı kuşağı buruşturup yüzüne fırlatarak “sen bu kuşağı hak etmiyorsun!” dedi.
Alın size efe gibi efe! (!)
Türk milletinin aklıyla dalga geçen yapımcılar, senaristler ve üzülerek söylemeliyim ki bu tarz projelerde yer alan oyuncuların tamamı bu aşağlık güruhun birer yolcusu.
Farkındayım, farkındayız; kadınlara dayatılan kirli parmaklar hiçbir zaman inmeyecek. Kadınların sona ermeyen ölüm tragedyası, şiddetle ve aşağılamayla gözlerini açtığı bir toplumun iyileşmesi bir hayli zaman alacak, belki de iyileşmeyecek.
İflah olmayan bir topluluğa belki de bu tarz senaryoları layık görüyorlar…
Görmekten usandığımız abartı şiveler, entrikalar, şiddet, aşağılama, erkek egemenliği altında hüküm süren bir grup denyo ve yine vasatın altında bir dizi. Böylelikle Türk dizi sektörüne olan umutlarımızın hepten son bulma zamanıdır.