Dil ne bilir şekeri şerbeti Aldığın lezzeti baldan mı sandın? Ne arı,ne ağaç verir nimeti, Elmayı,narı daldan mı sandın? Baharı gönderir al gelin gibi, Bir hazinedir ki,görünmez dibi, O Cemil’dir,Cemal Onun tecellisi, Güzeli yeşilden,aldan mı sandın? Çok istesen de inadın olmaz, Taktirden öte muradın olmaz, O uçurursa senin kanadın olmaz, Uçmayı kuştan,kartaldan mı sandın? Gördüğün göremediğin göz Onun, Bildiğin,bilemediğin öz Onun, Dediğin,diyemediğin söz Onun, Kelamı dudaktan,dilden mi sandın? O dilerse azlar çok olur, O dilerse varlar yok olur, Allah dilerse açlar tok olur, Tokluğu paradan,puldan mı sandın? İbrahim duada,Nemrutun ateşinde, Ateşler gülzar olur,türlü esrar içinde, Oğul razı kurbandır babasının peşinde, Kesmeyen bıçağı İsmail’den mi sandın? O’nun sanatı,varlığın nakışında, O’nun şevkati ananın bakışında, O’nun rahmeti,suyun akışında, Suyu pınardan,gölden mi sandın? Ellerin titrer fer kesilir gözlerden, Kapılırsın pek amansız bir derde, Maraz,musibet ancak bir perde, Ey Kul eceli,Azrail’den mi sandın? Ameline bakarsın ateşi tartar, Rahmete bakarsın ümidin artar, Kurtar bizi Ya Rabbim kurtar, Gönül necatı,kurtuluşu amelden mi sandın.
Hayat akıp giderken kendim için ne yapıyorum diye düşünüyor musun hiç? Ya da neler yapmıyorum diye…
Kabuğuna çekilip yaralarını sarıyor musun? Yaralandığın zaman neler yapıyorsun mesela, düşünüyor musun uzun uzun yoksa ağlıyor musun için için… Gel bu sefer yaralarımızı beraber saralım sevgili okur. Seninleyim bir kahve de bana doldur.
Charlie Chaplin göz kırpıyor bana ve şu sözcükleri fısıldıyor tütsü kokan odama; “Gülmek hayatın en güzel eylemidir ve her ne varsa sizi bundan alıkoyan, onları yok edin.”
Yok et seni mutsuz eden her şeyi, bu bir kırılmış vazoda olabilir dar gelen kıyafet veya dostum zannettiğin o boğucu insan da olabilir. Her şey olabilir, önemli olan ne olduğunu bulup yok etmek olacaktır. Huzur kokan bir ortamın yoksa eğer bu ortamın ta kendisi bile olabilir. Hadi durma yola adım at. Ne duruyorsun ki? hayatını değiştirecek sihirli değnek gelene kadar sen eline bir değnek al ve tüm sihri ona boşalt. Durma değdir şu değneği artık hayatına.
Unutma ki o değneği ancak ve ancak sen var edebilirsin, kimse sana bir değnek verip hayatında olmayan şeyleri var et demeyecektir ve hiç kimse senin hayatına sihir tozlarını serpmeyecektir. Eee… o zaman hadi kalk artık konforsuz konfor alanından, tut ucundan hayallerinin ve koş yarınlarının çiçekli yollarına.
Önce bir kağıt kalem al eline, istersen bir beyaz sayfa olsun bu, istersen renkli bir sayfa… kalemin mürekkebine dikkat et bitmemiş olsun, en az umutların kadar güzel bir kalem seç, kağıdın anlam dolsun.
Şimdi başla hayatında eksik olan şeyleri yazmaya, ya da yaz ne fazlaysa. Kahveni doldururken umudunu cebine koymayı sakın unutma ama. Bir mum yak geleceğine ve doldur o kağıdı. Unutma ki göz görmeyince gönül katlanır, görsün gözün olmayanları, olacak olanları, olmaya zorladıklarını. Görsün ki gözün değiştirsin tüm olanları. Hayallerine giden bu yola engel koyma ve buna sende engel olma. Hiç bir şey için çok geç değildir değiştir rahatsızlıklarını, odanı, dünyanı…
Önce kendim demekten asla vazgeçme. Bencillik değildir buBENciliktir.Artık SENci olmanın tam zamanıdır. Kur yeni baştan dünyanı ve bu kez başrolü asla kimseye kaptırma. Hatalarını affet önce, hatalarına yol açan insanları bağışla, çocukluk travmalarını sakince hatırla ve iyileştir onları. İçinde ki çocuğa; büyüdüğünü ve onun hep yanında olduğunu söyle, beraber büyüdüğünüzü ve her şeyin geçtiğini hatırlat ona. Gülümse çocukluğuna affettir ona her acını, söyle bağışlasın tüm yara açanları. Bir bardak çikolatalı süt içir ona, çok güçlü olduğunu söyledikten sonra seni asla kaybetmeyeceğim içimde diye fısılda…
Aşktan yaralı isen sar bugün yaranı, yalnız mutlu olduğunu tekrar hatırla, gücünü çıkar ortaya olmayacak olanla kıyma değerli zamanına, olacak olanlara yeni sayfalar aç, akışına bırak gönül sayfanı, elbet gönlünü hak edecek biri çalacak kapını…
Ailenden yaralıysan eğer unutma ki seni sen yapan asıl mesele ailen. Olsalar da olmasalar da, dursalar da yanında hiç kalmasalar da mutlu anlarında, onlar seni bu dünyaya getiren kişilerse dur orada teşekkür et önce, sonra affet tüm yanlışları affet tüm hataları, ben bugün bensem, iyiysem ya da kötüysem sayenizde diyerek sal seni salmayan düşüncelerini.
Başka bir konuysa canını sıkan, şunu unutma hepimiz yaralıyız sağdan soldan, yalnız değilsin… hiçte yalnız kalmayacaksın. Çünkü herkes yaralı ve herkes noksan.
Sen sadece şunu öğren; bu hayatta kendinden başka bir merhem daha yok yaralarına, öğren artık güçlü olduğunu. Tanı artık kendini ve izin verme pembe odalarına herkesin girmesine, sev kendini ki delirme biri seni sevmeyince, saygı duy kendine sana saygı duymasalar bile saygının babasını ilk önce kendine ver. Ağaç gibi durma bu hayatta kendini her an yenile, kitap oku , kült film ve dizileri izle, sevdiğin her şeyi yap kendine, ağaç olma ki biri gelip kırmasın dallarını, rüzgarlar eğmesin seni, biri gelip gölgende dinlenmesin izin verme asalak insanların sende yaslanmanlarına.
En iyisimi sen seç hayatta ki duruşunu, sen seç hangi tarafta olduğunu. Seçilme hiç bir konuda, tüm fırsatları sen yarat ve evrene her zaman pozitif cümleler kur. Kendimden biliyorum; ne zaman negatiflerle dolu yaşasam bu hayatı devamı çorap söküğü gibi geliyor. Kurma olumsuz cümleleri kendine, ne olmak istiyorsan o olmuş gibi yaşa hayatı, ne sana gelsin istiyorsun bağır evrene getirsin kapına. Kırk kere söyle istediğin her şeyi elbet seni boş çevirmeyecek evren, elbet bu huzurlu yaşamın meyvesini alacaksın…
Evet sevgili okur hadi şimdi tam zamanı gülümse hayata ölüm var ucunda, değmez yarına mutsuz uyanmaya, hiç gerek yok hayatını başkaları yüzünden zindana çevirmeye… hadi ben eminim senden, sende emin ol kendinden, güven kendine ve başar. Hadi artık istediğin hayatı yaşa, unutma hayat kısa kuşlar özgürce uçuyor, takıl bir kuşun peşine aç kanatlarını uç ütopyana. Uç ki kanatların paslanmasın, aç ki kanatlarını hayallerin gülümsesin …
Yoksa sen de taşıyamaz da döker misin beni yerlere?
Mesela ben gürleye gürleye sana doğru gelen bir yağmur bulutunda olsam, o anda hemen şemsiyene mi davranırdın?
Yoksa tenine dokunabileceğim o anı sabırsızlıkla bekleyerek yüzünü bana doğru, göğe mi çevirirdin?
Rahmetim de der miydin bana?
Yağmur olsam yağsam sana, ıslatır mısın kendini benimle?
Yoksa sen de dayanamaz da kaçar mısın en kuytu yerlere?
İyi günümde kötü günümde, hayatımın her yerinde
Aşk denilen bu resimde, durur musun benimle birlikte?
Yoksa sen de dayanamaz da gider misin bambaşka düşlere?
İnsanları sevmekten korkmayan birilerinin oralarda bir yerlerde hâlâ var olduğunu umarak Orhan Ölmez’in seslendirdiği bu güzel şarkıyı hediye etmek istedim…
Bir rüya düşünün. Hiç tanımadığınız bir zat geliyor. Tebessüm ediyor üniforması içerisinde. Hayran kalıyorsunuz. O kadar güzel tebessüm ediyor ki uyandığınızda bile üstünden günler geçse dahi, eşsiz güzel sima gözlerinizin önünden gitmiyor. O kadar muazzam. Sonra uyanıyorsunuz. Kişiye bakıyorsunuz gencecik yaşında veda etmiş hayatına üniforması içerisinde. Sonra yüreğim sıkışıyor. Annesi, babası, ablası, arkadaşları, dostları nasıl dayanmış diyorum. Ben tanımadan dayanamadım kıyamadım. Kendimi onun ya da ailesinin yerine koydum, çıkamadım işin içinden. Hala da çıkamıyorum. Bu kadar güzel tebessüm eden birine nasıl kıyılır yani nasıl kıydılar? Hiç mi vicdan kalmadı? Şuan bir anne değilim, yavrumu kaybetmedim lakin bebekken bir kuş alıp elimde büyütmüştüm. O öldüğünde anlamıştım evlat acısını çok küçük bir nebze de olsa. Çok alakasız bir örnek oldu. Biri kuş, biri insan evladı ama ikisine de verilen emek ya da sevgi değil mi? İkisinin de taşıdığı can değil mi ?
Kur’an-ı Kerim’in, Maide suresinin, 32. ayetinde buyruluyor ki: “Kim katil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kişiyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir adamın hayatını kurtarırsa sanki bütün insanlığı kurtarmış gibidir.”
Bir masumu öldürmek bütün insanlığı öldürmeye eşdeğer. Bu çok acı bir gerçek. Peki ya öldürenler bu ayeti kerimeden haberleri var mıdır? Acaba rüyama gelen zatın katilleri, elleri kolları dışarıda gezerken haberleri var mıdır? Zannımca yoktur. Umarım doğruyu bulup vicdanlarının sesini dinlerler. Dünyanın bir adaleti yok ama Allah’ın bir adaleti var şüphesiz buna inanıyorum. Umarım biz de birilerinin ellerinden tutan kişiler oluruz. Yoksa bu dünyada savrulmak çok kolay.
Ve O’nun rüyama gelmesi, tebessüm etmesi inanıyorum ki bu da boş değil. Erken ayrıldı aramızdan ama bir sona değil bir başlangıca gitti. Canım benim ötelerde arkadaş, komşu olmak dileğiyle…
Yaşadığımız pandemi sürecinde evde dışarı çıkamadığımızdan en büyük kurtarıcı balkonlar ve bahçeler oldu. Normal hayatımıza özlem duysak da sağlıklı olduğumuz için şükrettiğimiz şu günlerde, biz de bulunduğumuz ortamı güzelleştirmek, bir an olsun mental sağlığımızı zinde tutmak için dekorasyon gibi bir takım işlere sarmış olabiliriz.
Büyük metropol şehirlerde genellikle küçük balkonlu evler olduğundan, sizinle küçük balkonumuzu nasıl dekore edebileceğinizi gösteren dekorasyon fikirleri paylaşacağım.
İlk olarak kendi tarzınızı yansıtacağınız malzemeler ile istediğiniz tarzda dekorasyon yapabileceğinizi unutmayın. Küçük objeler, sarkıt lambalar, hasırlar, minderler ile sizde bu tarzı kendi balkonunuzda yansıtabilirsiniz.
İkinci olarak yer karolarınıza yapay çim halı ya da tahtalar ekleyebilir, ortamın havasını anında değiştirebilirsiniz. Tabi çiçekleri de unutmayalım.
Kendi mobilyanızı kendiniz yapmaya ne dersiniz? Taşıma paletlerini üst üste koyup, boyayıp, üzerine de minderler ile kapattınız mı ta tammm işte size harika bir balkon mobilyası.
Küçük de olsa masam sandalyem olsun derseniz, iki kişilik masalardan alıp etrafı saksılar, bitkiler ve ufak dekoratif objeler koydunuz mu bu iş tamam.
Umarım en kısa sürede bu pandemi süreci biter ve biz de sokaklara ve özlem duyduğumuz her şeye kavuşuruz, bu süreci en iyi şekilde atlatmak için sizde bu şekilde kendinizi motive eden şeyler yapabilirsiniz.
Eğer sizde balkonunuzu dekore etmeye başladıysanız bize instagramdan fotoğraflarını atıp herkese ilham olabilirsiniz. @24okur fotoğraflarınızı bekliyor.
Bütün zaman alt üst olmuş
Bir da görünüp kaybolmanın yanında
Sen nerden geldin ki?
Binlerce yıl sonra.
Senin için aşılmış onca dağın ardında yokken
Nasıl çıktın o boğan karanlıktan
Üç bin yıldır seni severken
10 güne nasıl sığar hasretim düşündün mü?
Rüyalarım dar gelir sana
Öyle büyük hayallerim kalmadı
Amansız düşüncelerimde
Tek kalan silik bir hayat.
Söylesene ben bunla ne yapayım
İçine seni sığdıramam sığmazsın
Ben mi? Kayboldum.
Ne olur geri ver ne varsa sana dair
Büyük şeylerden geçtim
Aynı sokağın kaldırımında ayak izine denk gelsem
Kapatıp gidecem ne varsa
Bilmem şart gökyüzüne değen gözlerini
Bilmem şart rüyalarını
Bilmem şart…
Aamir Khan’ı çoğumuz oynadığı filmlerle ve oyunculuğu ile tanıyoruz. Ama onun en önemli özelliği oyunculuğu değil yardımseverliği. Daha önce de yardımseverliği ile gündeme gelmişti. Bu sefer çok farklı bir şey yaptı ve herkesin kalbine bir kez daha dokunmayı başardı.
Aamir Khan ihtiyacı olan herkese 1 kg un dağıtacağını söyledi. Bazı kişiler bu miktarı az buldukları için almaya gitmediler. Sadece gerçekten ihtiyacı olanlar aldılar. 1 kg unu aldıklarında içinde sadece un olmadığını gördüler. İçerisinde 1375 rupi vardı. Bu sayede bu para gerçekten ihtiyacı olanlara gitmiş oldu. Ne kadar ince düşünceli bir insan olduğunu bu sayede bir kez daha anlamış olduk.
Ben ilk olarak onu Ghajini filmiyle tanımıştım. Normalde Hint filmleriyle pek alakam olmamasına rağmen bu film beni çok etkilemişti. Diğer filmlerini de izledikçe gerçekten Aamir Khan’a hayran kaldım. Her izlediğim filmi kalbime dokunmayı başardı.
Sizlerde izlemediyseniz mutlaka izleyin filmlerini. İzlemeniz için oynadığı filmlerden bir kaç tanesini sizlerle paylaşacağım. Şimdiden keyifli izlemeler dilerim. 🙂
Her birinde bu ve bunun gibi sorulara estetik cevaplar alacağınız altı küçük filmden oluşan bir yapım: Asabiyim Ben.
Orijinal ismiyle Relatos Salvajes, 2014 yapımı, Arjantin-İspanyol ortak yapımı, 120 dakikaya sığdırılmış altı ayrı hikâyeden oluşan bir film. Meraklısının her yerden bulabileceği prestijli ödül isimlerini de geçip hikâyelerimizin içeriğine, işlenişin üslubuna geçelim.
Bir uçaktasınız ve havadayken uçaktaki yolcuların tamamının ortak bir tanıdığının olduğu fark ediliyor. Bir yolcu mevzubahis kişinin terapisti, diğer yolcu eski bir arkadaşı, diğeri eski kız arkadaşı, diğeri bir zamanlarki müzik hocası… Herkes bir şaşkınlık ve merak içinde kalakalıyor. Fakat yolcuların arasında herkesin bir yerden tanıdığı o adam yok. Böyle bir durumda yolcularla ortak özelliğinizin, şu an uçağı kullanan kişiye hayatınızın herhangi bir zamanında kötü davranmış olmasını muhtemelen istemezdiniz.
Hayatı boyunca öteki olmayı deneyimlemiş bireyin yaşadığı bunalım, duyduğu öfke ve içinde baş gösteren intikam ateşi bu kadar kısa sürede bu kadar etkileyici anlatılabilirdi. Filmimiz böylece sağlam bir giriş yapmış oluyor.
İkinci hikâyemizdeyse faizci bir adamın, bir zamanlar ölümüne sebep olduğu birinin kızıyla yıllar sonra bir lokantada karşılaşması işlenmiş. Ukala faizci artık büyümüş olan kadını tanımaz fakat lokantada garson olan kadın onu tanır. İçindeki nefreti filizlenen kadın karakterimiz, istediği yemeğe zehir koymak üzere adamı öldürmeyi düşünür fakat çekimserdir. Fikrini açtığı mutfaktaki yaşlı kadın ise hiç çekimser değildir, onu kesinlikle öldürmesi gerektiğini düşünür. Kişisel düşüncem, diğerlerinin yanında biraz sönük kalsa da hayatın içinden cımbızlanmış gayet başarılı bir kesit.
Issız otobanda iki sürücünün amansız kavgasını ele alan üçüncü hikâye izleyiciyi ekranın başına kilitliyor. Sinemanın tüm avantajlarını kullanarak izleyiciyi gerim gerim geren bir özelliğe sahip. Aynı zamanda muhteşem bir final cümlesine yer veren film tutku, aşk, sevgi ile öfke arasında nasıl ince bir çizgi olduğunu, hayatın çemberliğini, yaşamın tuhaflığını alaycı bir şekilde gözler önüne seriyor.
İşlemeyen bürokrasiye ve haksız uygulamalara duyulan öfkeyi işleyen dördüncü hikâyemizde ise öfkenin çıkış noktası ve başlıkta belirttiğim öfkenin çaresizliği biraz daha belirginleşiyor. Çünkü haksızlıklar yanına kanunları almış durumda. Bireysel karşı koyma ve öfkelenmenin pek de kâr etmediği bir durum. Film boyunca tanıdık gelen aksak bürokrasinin, ne yazık ki evrensel olduğuna şahit oluyoruz. Fakat kahramanımız pek pasifize biri değil. Arabasını park ettiği hiçbir yerde park yasağı ibaresi olmayışı, buna rağmen sürekli olarak arabasının çekilişi ve her defasında ceza ödeyip memurların ukalalıklarına maruz kalışına sessiz kalacak bir karakter yok karşımızda. Eşinden ve işinden olan mühendis kahramanımızın öfkesinin dışavurumu ve toplumun buna bakış açısı nasıl olacaktır? Can alıcı bir noktaya değinen harika bir film.
Alkollüyken hamile bir kadına arabayla çarpıp öldüren oğlunu kurtarmaya çalışan, bunun için evin bahçıvanına suçu üstüne almasını ve ona epeyce para vermeyi teklif eden bir adam var beşinci hikâyemizde. (Hayır, Yeşilçam klişesi değil.) İşi yürütmesi için görev alan ailenin avukatı, suçu üstüne alacak olan evin bahçıvanı, olayı anlayan fakat rüşvet karşısında ses etmeyecek olan polis ve zengin adam arasında kıyasıya bir pazarlık başlar. Biri daha fazla para talep edince ötekinin “onun hakkıysa benim de hakkım” diye atladığı, sürekli tek zarar edenin zengin adamın olduğu çirkin bir pazarlığın içinde buluruz kendimizi. Fakat beklenmedik ve şahane bir finale sahip olan film, bize boş planlarımızın hayatın işleyişinin yanında trajikomik, ahmakça tasarılar olduğunu, an meselesiyle hepsinin yok olabileceğini gösteriyor.
İnsan psikolojisinin ve hayatın nasıl karmaşık olabileceğini gösteren son filmimiz bir düğünde geçiyor. Uzun zaman önce kocasının kendisini, kendi düğün gecesinde gördüğü bir kadınla aldattığını düğün sırasında öğrenen bir kadının içinden nasıl bir canavar çıkabilir? Dahası nasıl bir rezalet çıkabilir ve bu rezalet nasıl toparlanabilir? Belki toparlanamaz fakat karmaşık, saçma ve bir o kadar da gerçek,(çok zaman şahit oluyoruz ki gerçekler saçma olabiliyor) eğlenceli bir film olabilir.
İnsanı ve öfkeyi merkeze alan bu gerçek ve etkileyici filmi mutlaka listenize ekleyin, pişman olmazsınız. Öfkeyi ve diğer tüm duyguları yaşamın hakkını verebilmek için yoğunca tadabilmeniz dileğiyle, iyi seyirler.
Aşk 101 Netflix’teki üçüncü Türk dizisi olarak dün izleyicisi ile buluştu. Daha dün yayınlanmasına rağmen oldukça da ilgi gördü.
Aşk 101’in birinci sezonu sekiz bölümden oluşuyor. Gençlik ve komedi dizisi tadında diyebiliriz. 1990’larda bir grup “uyumsuz” olarak nitelendiren gençler yaptıkları suçlardan ötürü okuldan atılmamak için öğretmenlerini birine aşık etmeye çalışırlar. Çünkü okulda kalmalarını isteyen tek öğretmen odur. Bu süreçte birbirleri ile daha önce hiç alakası olmayan beş genç, kendilerini bir anda çok sıkı dostlar haline gelmiş bulurlar. Daha önce kendilerinden başka kimseyi düşünmeyen gençler birbirleri için kavgaya dahi girerler.
İsterseniz biraz da karakterleri tanıyalım.
Kubilay Aka-Kerem
Kerem, çok asi bir gençtir. Çokta agresif. Basketbol konusunda çok yeteneklidir. Bu kadar asi bir genç olmasının ailesinin ona karşı göstermediği ilgiden ve sevgiden kaynaklı olduğunu anlayabiliyoruz.
Alina Boz-Eda
Eda, cesaretli ve kavgacı bir tiptir. Her ne kadar kendini böyle göstermek istese de aslında çok duygusal bir karakter. Resim konusunda çok yeteneklidir. Zengin bir ailenin kızıdır.
İpek Filiz Yazıcı-Işık
Işık, çalışkan bir öğrencidir. Ayrıca okul öğrenci temsilcisidir. Kimseye zararı olmayan bir tiptir. Bu grubun en normal insanıdır diyebiliriz. Sinan’a aşıktır.
Selahattin Paşalı-Osman
Osman, çok soğukkanlı bir karakterdir. Çok zeki bir gençtir. Gördüğü her fırsatı değerlendirir ve para kazanır. Özellikle ödev ticareti yapar.
Mert Yazıcıoğlu-Sinan
Sinan, çok kitap okuyan ve insanlardan nefret eden bir karakterdir. Çokta zekidir. Ailesi boşanıp ayrı ayrı insanlarla evlenir ve Sinan’ı dedesi ile bir evde tek başına bırakırlar. Aile sevgisi görmediği için içine kapanık bir tiptir. Alkole de bağımlıdır.
Pınar Deniz-Burcu
Burcu, okulun en sevilen öğretmeni diyebiliriz. Burcu öğretmen bu “uyumsuz” çocukların her zaman arkasında olmuştur. İdeal bir öğretmen diyebiliriz. Kimsenin kalbini kırmamak için elinden geleni yapan bir karakterdir.
Kaan Urgancıoğlu-Kemal
Kemal, okula yeni gelen basketbol koçudur. İnsanlarla pek muhattap olmaz. Sinan’ın gelecekteki hali demek sanırım yanlış olmayacaktır.
Şimdi de Twitter’da #Ask101 hashtagiyle atılan twitlere bir bakalım.
Şuraya da henüz izlememiş olanlar için bir fragman bırakıyorum.
İstanbul’un sayısız harikalarından biri olan Kız Kulesi ve hakkındaki onlarca hikaye, masal, efsane… Doğruluğu bilinmemekle beraber onlarca şey yazıldı bu ihtişamlı kuleye.
Yunan Tanrıçası Afrodit’in tapınağı.. Hero adındaki rahibe kuledeki kumruların bakımı yapmakla görevli. Her yılın ilk baharında tapınak çevresinde yapılan törenlerde aşkı bulamayanlar Afordit’e yakarırdı. Bu törenlerin birinde aşk için yakaran Hero, karşı kıyıdan gelen Leandros’u görür. Tanışırlar ve Leandros her gece kuleye gelmeye başlar. Kule bu gençlerin aşklarına tanıklık eder. Rivayete göre fırtınalı bir gecede, kıskanç bir rahip kulenin fenerini kapatır ve Leandros denizde kaybolur. Acıya katlanamayan Hero’da kendini kuleden aşağı bırakır ve boğazın sularında Leandros’a kavuşmak ister.
Bizans imparatorunun kızı vardır. Kızını yetiştirmek için bilgeler görevlendirir. Bilgelerden biri kıza 18 yaşına gelince bir yılan tarafından sokulacağını söyler. Bundan etkilenen imparator küçük bir ada üzerinde bulunan bu kuleyi düzenler ve önlemler alıp kızını kuleye yerleştirir. Önlemler alınmasına rağmen 18 yaşına basan kız hediye olarak gönderilen üzüm çuvalından çıkan yılan tarafından sokularak ölür. İmparator kaderden kaçılmayacağını anlar fakat toprakta yılanlar tarafından yenileceğinden korktuğu için kızının bedenini mumyalatır ve pirinç bir tabutta Ayasofya’nın yüksek duvarlarından bir tanesine yerleştirir…
Atı alan Üsküdar’ı geçti.. Başka bir hikaye de Battal Gazi ve Üsküdar Tekfuru’nun kızı. İstanbul’u kuşatmak isteyen Battal Gazi sonuç alamaz. Ardından 7 yıl boyunca Kız Kulesi’nin önünde bulunan kıyıda karargah kurar. Söylentilere göre burada kalmasının asıl sebebi Üsküdar Tekfuru’nun kızına aşık olmasıydı. Bu durumu bilen ve korkan tekfur kızını ve hazineleri kuleye kapatır. Şam Seferi sonrası kuleyi alan Battal Gazi ve askerleri kızı ve hazineleri alarak gider. Atı alan Üsküdar’ı geçti deyimi buradan gelmektedir…
Birbirinden önemli sanat ve kültür organizasyonlarına imza atan İş Sanat, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramında #EvdaKal çağrısına uyan çocuklarımızı unutmadı. 23 Nisan neşesini evlerimize taşıdı. Birbirinden yetenekli 12 sanatçının kendi şehirlerinden katılımıyla gerçekleştirilen organizasyonda şefliği Los Angeles’ta yaşayan bestekar, piyanist, Esin Aydıngöz gerçekleştirdi. Sosyal medya üzerinden yayınlanan mini konser yoğun ilgi gördü. Bu güzel organizasyonun görünmeyen tarafında ise yoğun bir tempo ile çalışıp bu güzel mini konseri bizlere ulaştıran İstanbul merkezli prodüksiyon ve post-prodüksiyon ajansı 24Creative yer alıyor. Bu güzel ezgilere İş Sanat’ın sosyal medya hesaplarını ziyaret ederek ulaşabilirsiniz. Mini konserde emeği geçen ve enstrümanları ile birlikte sahne alan isimleri aşağıda görebilirsiniz.
ŞEF Esin AYDINGÖZ
KEMAN-1 Bengüsu GÖKÇE Hakan GÜVEN Sena UMUL
KEMAN-2 Volkan Can CANBOLAT Ezgi ER Cansu ÖZYÜREK
VİYOLA Emre AKMAN Esra İrena ARİN Dinç Nayan
ÇELLO Lale EFENDİEV Gökçe Bahar OYTUN Esin TAŞKIN
MİX Barış DEMİREL
VİDEO DÜZENLEME 24CREATİVE (Harutyun Arto DAVULCİYAN, Bora SELİMOĞLU)
5Necdet Tosun 3 Ağustos 1926-10 Mayıs 1975 Tonton sevecen aşçı karakterleri ile seyircinin gönlünde taht kuran Necdet Tosun 3 Ağustos 1926 yılında Balıkesir’in Burhaniye ilçesinde doğdu. Öğrenim hayatını yarıda bırakıp sırasıyla lokantada, leblebici de ve son olarak da bir terzinin yanında çalışmıştır.
Necdet Tosun’un hayatı Burhaniye’ye gelen film ekibinin onu çalıştığı terzi dükkanında keşfetmesi ile değişti. Film ekibi onu İstanbul’a davet etti. Necdet Tosun’un rol aldığı ilk film 1975 yılında çekilen “Akıllı Gelin” filmidir. Canlandırdığı sevecen tiplemelerle Yeşilçam da ismini unutulmazlar arasına yazdırmıştır. O siyah beyaz filmlerin neşe kaynağıydı.
O sevecen yüz gelen acı bir haber ile sevenlerini yasa boğdu. İş için Almanya’ya giden Necdet Tosun geçirdiği trafik kazası sonucu ağır yaralı olarak İstanbul’a getirildi.13 gün sürdürebildiği yaşam mücadelesini 10 Mayıs 1975’de kaybetti. Necdet Tosun arkasında onlarca film ve 2 tane pırıl pırıl tiyatrocu evlat bıraktı. Sadri Alışık, Necdet Tosunla ilgili bir anısını şöyle anlatıyor: “Tanışmamız aşağı yukarı 1960 yılına rastlar. O gün film setine gelmiş soyunma odama doğru yürüyordum ki birden bir şarkı duydum. Ses ilerideki paravanın arkasından geliyordu. Türk müziğini çok sevdiğim için durdum ve dinledim. Şarkı bittikten sonra merak edip paravanın arkasına baktım ve Necdet Tosun ile göz göze geldim. İkimiz de birbirimizi gıyaben tanıdığımız için ’Merhaba’ dedik ve el sıkıştık. Aradan yıllar geçti ve biz bu şarkının tanışma şarkımız olduğunu hiç unutmadık. Geçen yıl Ankara’da çalışıyordum. Gazinoya bir gün Necdet Tosun geldi. Kendisini sahneye davet ettim. Bu anımı anlattım. ’Necdet o şarkıyı beraber söyleyeceğiz.’ dedim. Hemen hatırladı, birlikte söyledik. O gün, cenazesinin başında, aklıma birden bu şarkı geldi ve ben başladım mırıldanmaya. Gelecekmiş gibisin, sanki günün birinde…”
Erdal Tosun 9 Nisan 1963-30 Kasım 2016 Erdal Tosun 9 Nisan 1963 yılında İstanbul da ünlü sinema ve tiyatro oyuncusu Necdet Tosun’un ilk çocuğu olarak dünyaya geldi. Henüz 12 yaşındayken babasını kaybeden Erdal Tosun Liseyi Beyoğlu Fındık lisesinde tamamladı. Üniversiteyi ise Mimar Sinan Devlet Konservatuvarında okudu.
Tosun 1981 yılında “Mine” filminde rol alarak sinema hayatına başlamıştır. 1985 yılında İstanbul Devlet Konservatuvarında oynayan Erdal Tosun daha sonra beraberinde ki 25-30 kişilik bir grupla Özel Tiyatro’yu kurdu. Zamanla Devlet Tiyatrosundan ayrıldı. Yılmaz Erdoğan’ın BKM ekibine katıldı. Bir Demet Tiyatro da canlandırdığı “Eyvah Necdet” karakteriyle kendini televizyon ekranında da kanıtladı. Erdal Tosun 30 Kasım 2016 yılında geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetmiştir. “Ne olmuş yani büyük adam olamadıysak, hayallerimizi satmadık ya.”
Erdal Tosun’un rol aldığı önemli yapımlar şöyledir: “Ölümsüz Aşk”, “Vizontele”, “Vizontele Tuuba” , “Gönül Yarası” , “Yarım Elma” , “G.O.R.A”, “Çalgı Çengi”, “Şipşak Anadolu” rol aldığı bazı dizi ve sinema filmleridir.
Gürdal Tosun 14 Mart 1967-30 Ağustos 2000 Gürdal Tosun namı diğer Tombalak Bakkal 14 Mart 1967 yılında İatanbul’da dünyaya geldi. Sinema ve tiyatro oyuncusu Necdet Tosunun oğludur. Abisi ise ünlü oyuncu Erdal Tosundur.
Gürdal Tosun üç yıl art arda konservatuvar sınavlarına girer fakat aşırı kiloları sebebi ile okula kabul edilmez. Gürdal Tosun sanat yaşamına Levent Kırca tiyatrosunda bilet satarak başlar. Azimle kilolarını veren Tosun Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Oyunculuk bölümünü kazanır. Okuldan 1990 yılında mezun olur. Bir süre Devlet tiyatrolarında çalışan Gürdal Tosun son olarak BKM ekibine katılmıştı. Bir Demet Tiyatroda ki Tombalak rolü ile aile geleneğini en iyi şekilde devam ettirdi.
2000 yılında böbrek yetmezliğinden hastaneye kaldırılan Gürdal Tosun 30 Ağustos 2000 yılında aramızdan ayrılmıştır. Abisi Erdal Tosun kardeşi ile arasında geçen son bir anıyı 2015’de Ot dergisinde şöyle anlatıyor: “Ben Vizontele çekimindeydim Van’da. Annem vardı yanımda. Bir gün Necati (Akpınar) beni kenara çekti; ‘Erdal, Gürdal dün biraz kötü olmuş’ dedi. Oturdum bir yere. ‘Yok şimdi iyi ama ben gene de gitmek istersin diye düşündüm’ dedi. Atladım gittim. İyiydi. Çok zayıfladığı için göbek derisi tam böbreği takacakları yere sarkıyordu. Baskı yapmasın diye orada bir yağ emme ameliyatı yapmışlar, bu yüzden dengeleri biraz şaşmış ama diyalize girince düzelmiş. Ertesi gün onu iyi görünce işimi bitirmek için Van’a geri döndüm. Dönerken de söz aldım. ‘Ben geleceğim, sakın ben olmadan ölme’ dedim. ‘Tamam’ dedi. Yorgundu ama alışıktık buna.
Tosun ailesinin sanat dolu yaşamları ne yazık ki kısa sürdü. Onlara doyamadık. Şimdi çıksalar sahneye hepsi bir oyundu deseler, ellerimiz kanayana kadar alkışlasak onları. Türk tiyatrosunun ve sinemasının Tosun ailesi şimdi cennette oyunlarını yazmış, sahnelerini kurmuş biz seyircilerini beklemektedirler. Buluşuncaya dek, huzurla yatın.
Kendimi ne kadar tanıyorum diye düşünürken kafamda bir pazar yeri kuruldu.
Seçmece olanlar; sevdiklerim, sevmediklerim…
Seç, beğen diye bağıranlar; nerde ne derim, bu olaya nasıl tepki veririm?
Korkularım…
İyi kilerim…
Keşkelerim…
Her resme mutlaka güneş ve bir çiçek çizermişim ya da sadece gökyüzü ama gece; ay ve yıldızlar… Havuç veya turp rendelerken aşırı endişeleniyormuşum.
Lambası kesik olan odanın ışığını her giriş çıkışta açıp kapatıyormuşum. Karanlığı kabullenemeyişim mi yoksa çoktan kabullendiğim için mi? Bilmiyorum. Alışkanlık diyip geçiyorum.
Kendi içimde savaşa hazırlanıyorsam veya kendimle zaman geçirmek istiyorsam kitaplığımı dökermişim.
Tanımadığım bir ses “Evet bu doğru” dedi. İrkildim.
O an kimlerin sesini ezbere bildiğimi düşünmeye başladım, geri döndüm. Tekrar aynı ses konuşmaya başladı.
– Gözlerinden hissettiklerini anlayabiliyordum, kitapları içimden parça parça alışında zihnindeki düşünceleri boşalttığını biliyordum. Bu kadar özenmenin sebebi yine düşüncelerindi. Asıl olan benim raflarım değil senin düşünce raflarındı. Kitapları yerleştirirken söz konusu hep zihnindi.
– Bilmiyorum.
– Seni tanıyorum, okuduğun kitapları okuyorum, altını çizdiğin cümleleri ezbere biliyorum. Kendini çok belli ediyorsun. Bitirdiğin kitaplarda görüyorum. Bu cümlenin altını çizmeliydi, diyorum. Dokunmamışsın. Birkaç kere okuduğundan eminim. Geçmişi yâd edip döndüğünü hatta dünlerinin eksiklerini yarınlarından çalarak kapatmaya çalıştığını biliyorum.
İnsanlar içinden ağlar, içinden gülerler. Bazen de içlerinden çıkamazlar. Oysa her şey çok basit. Ben burdayım hislerim içimde düşüncelerim yanımda diyebilmelisin. Sonra bazı çizgilerin cetvelle çizilmiş gibi yine düşünceli yine kendine dönmeye çalışıyor diyorum.
– Sadece geçmişten bir parçamı bulduğum cümleleri çizerken buluyorum kendimi. Ne çok detay var her anımda. Kendimi tanımlayamıyorum. Yarınlarıma tutunamıyorum. Bir değişim içindeyim, sanırım olması gereken de bu.
– Şöyle ki her an bir değişim her insan bir sebep. Konu ne uzunluk ne de derinlik… Öyle olsaydı eğer sayfalarca yazılmış mektuplar, defterler sahipsiz kalmazdı. Bunu sorun etmemelisin. Yarın buraya tekrar geldiğinde sesimi böyle duymayacaksın. Sen yine başladığım yere döndüm diye yakınacaksın belki ama seçtiğin yeni yollardan yürüyeceksin.
Kitaplığım sustu ben biraz odamda dolaştım. Sonra kafamın içine döndüm.
İşte burada geç fark ettiğim gerçeklerim.
Mesela yorulduğumda ayaklarım düz yolda taşlara takılmaya başlarmış benim. ( Bazı bilgileri kalbinize dokunan insanlardan da edinebilirsiniz. )
Derine doğru iniyorum; kendimi arıyorum kendime söyle(ye)mediklerim… Ne karanlık ve sisli…
Çok bilmiş biri şöyle demişti: “ Ne çok yol alıyoruz kendimize ulaşmak için kendime bu kadar yakınken, nasıl bu kadar da uzağım? ”
Kafamın içinden çıkamayacağım galiba.
Sessizliğini bozdu.
“Kendimi kaybedersem ilk nereye giderim?” diye sor kendine. Gün ışığına çıkmaya ihtiyacın var.
Çobanlarımda tüneyen kaval seslerine aşinayım yüzyıllardır Zulima; kızcağızım! Nehirlerimden akan ninnileri işit fakat uyuma olur mu? Buralarda uyku; gece ilişen hain bir poyrazdır…
Pencerelerimin takırtısı tütünümün dumanına sızıyor Örselenmiş bir kapı gıcırtısına kabartıyorum kulaklarımı Dışarısı kar Dışarısı kış Dışarısı kıyamet Böylesi günlerde olmaz insanda dirayet…
Sırtlanmış köylü; bir tomruğu yuvarlıyor gırtlağından aşağı Karın tokluğuna hemi de Bir baltaya sap oluyor en gencimiz Boynu dimdik ve sivri Bir kez daha anımsıyorum gençliğimi…
Terli bıyıklı çağımız ardımızdan koşturmakta Ellerimiz alabildiğine nasır Ne sevgi ne umut Alabildiğine kart ve kesif avuçlarımız Bir türkü çalınıyor radyodan…
Kaç çelengi devirdim bir bilsen Yine de gelmiyor razı Yine de dönmüyor devran Sırtımda bir ağrı Sürüklenmekteyim durmadan Zulima, kızcağızım! Bana binlerce soru sormuş ol tek bir soru sormadan…