24Okur Background – Edebiyat ve Sanat Dergisi
20.1 C
İstanbul
Cuma, Haziran 13, 2025

Hadi Su Birikintilerinin Üzerinde Zıplayalım!

Bu dünyada yaşıyorsanız siz de en az bir kere birinin sizin hakkınızda ne söylediğini umursamışsınızdır. Hatta, çoğumuz milyonlarca kere bu durumu yaşamış, üstüne sırf bu yüzden hayallerimizi, hedeflerimizi insanların düşüncelerinin üzerine kurmuşuzdur. İyi maaşlı bir iş, güzel bir eş, zeki çocuklar, standartlara uygun bir vücut, lüks arabalar… Kabul edin ya da etmeyin hayatınızın bir noktasında bu standartlardan bir ya da birçoğuna ulaşmak istemişsinizdir. Peki, gerçekten neden lüks bir evimiz olsun isteriz? Tüm odaları özenle tasarlanan, ihtişamlı mobilyalarıyla göz kamaştıran, üç katlı bir evde sadece iki kişi yaşayıp,  kapısına kilit vurduğumuz odaları sadece aydan aya misafirlere açmak için mi? Yoksa, gerçekten tüm bu lükse ihtiyaç duyduğumuz için mi? Bunun elimizdekilerle yetinip hiçbir şeyin daha iyisini istememekle bir alakası yok. Tabii ki hedeflerimiz, hayallerimiz için uğraşmalıyız; tabii ki amaçlarımız olmalı. Ama bu hayaller ve hedefleri insanların beğenisi için kuruyorsak, insanlar beğenmediğinde neler olacak?

Günümüzde çoğu kadın ve çoğu erkek güzel bir vücut için spor salonlarında dolanır durur. Ne daha kendisinin kim olduğunu bile keşfedememiş ama geri dönüşü olmayan estetik ameliyatlara giren gençlere, ne de insanların yargıları üzerine yemek yemeyi kesen yetişkinlere şaşırıyoruz artık. Alıştık tüm bunlara. Ben estetik ameliyatlara, spora veya düzenli beslenmeye karşı değilim. Herkes bu hayatta istediği şeyi yapabilir ve bu benim haklarıma dokunmadığı sürece beni ilgilendirmez. Ama biliyorum ki, insanların belki de yarısından fazlası, sırf birkaç insanın (insan demeye de dilim varmıyor) hiç düşünmeden söylediği üç beş cümle üzerine bunları yaşıyorlar.

Anneler kızlarına az ye diye baskı yaparken, oğullarını genç yaşta spor salonlarına yazdırıyorlar. Evde kalırlar falan şimdi ne olur ne olmaz. Sokaklarda dans etmiyor insanlar, çatılardan bağırarak şarkı söylemiyorlar. Akrabaları ne der diye eşinden ayrılamayan insanlara mı şaşırmalıyız,  yoksa sırf eylemlerinden utandığı için evlatlarını dışlayan ailelere mi? Artık kimsenin hiçbir şeye şaşırdığı yok. Her şey normal, her şey basit.

Çünkü herkes  kim tarafından belirlendiğini asla anlayamadığım o standart kalıpların içine girme çabasında. Bu kalıplara girmek saçma diyen insanların çoğu da çoktan bu kalıpların içinde. Şu an moda uzun bir boy, ince bir bel, kıvrımlı hatlar; on yıl önce ise balık etli olmak modaydı. Balık etli olmak da ne demekse gerçi… Peki ya on yıl sonra ne olacak? On yıl sonra moda tekrar değiştiğinde spor salonlarında harcanan saatler, vücutlarımızdaki silikonlar, sırf güzel görünmek için reddedilen yiyeceklere ne olacak? Onlar geri gelebilecek mi? Yoksa her şey boşuna mıydı? Merakla bekliyorum o günleri.

İnsanların beğenisi için yaşıyoruz diyorum ya, düşünüyorum. Kendim de tecrübe ediyorum. Standartlara uymaya çabalayan bir sürü insan tanıyorum, aslında ben de sizin gibi onlardan biriyim.

Hepimizin gözden kaçırdığı bir şey var ama. Saatlerce makyaj yaparsanız kimi için çok güzelsinizdir, kimi içinse çok yapmacık. Günlerce rejim yaparsanız kimileri için kusursuz olursunuz, kimileri içinse fazla zayıf.

Siz ne yaparsanız yapın, mutlaka yaptığınız şeyi beğenmeyen biri olur. İşte o zaman aynanın karşısında, yürüyüş bantlarının üzerinde harcanan saatleri düşünürsünüz. Zaman geri akmaz çünkü. Biliyorum söylediklerim belki de klişe duyuluyor, biliyorum hepimiz zorlanıyoruz insanları umursamamakta; daha önce tamamen umursamayan birini de hiç görmedim. Sanırım bu imkansıza yakın bir durum. Ama elimizden geleni yapmadan durmak, çocukken o çok sevdiğimiz karpuz desenli plastik topun yoldan geçen arabanın altında ezilmesini izlemek gibi olurdu.

Yeni bir şeye başlarken birçok kez düşünürüz mesela, acaba arkamızdan ne söylerler diye. Ama düşünüyorum da gerçekten birinin bizim hakkımızda iki gün dedikodu yapması, hayallerimizin peşinden gitmememiz için geçerli bir sebep mi? Kendinizden düşünün, kötü dans eden birini gördüğünüzde bununla ilgili en fazla ne kadar düşünürsünüz? On saniye mi, bir dakika mı yoksa birkaç gün mü? Umarım cevabınız on saniyeden bile azdır. Cevap ne olursa olsun bir süre sonra yolunuza devam edersiniz değil mi? İşte sizi izleyen insanlar için de aynısı geçerli.

 Aslında insanların hakkımızda kötü bir şey söyleyeceğini düşünmemizin sebebi biz de onlara aynı şeyi yaptığımızdan değil mi? Küçüklüğümüzden beri büyüklerimiz yanımızda insanları eleştirir durur. Bak şu kız ne kadar açık giyinmiş, şu adam ne kadar kötü yemek yapıyor, komşunun oğlunun saçı ne kadar kötü olmuş, bu yaştan sonra evlenilir miymiş… Bunları duyarak büyüyoruz çoğumuz, duymayanlarımız ise en şanslılarımız. Çok normal geliyor bizlere işte bu yüzden. Büyüdükçe biz de başlıyoruz aynısını yapmaya, ilk başta sokaktan geçen birinin ne kadar “çirkin” olduğunu düşünüyoruz, sonra sınıf arkadaşımızın ne kadar yeteneksiz olduğunu. Sonra da insanların da aynısını yapacağını varsayıyoruz, ki yapıyorlar da.

Küçük bir çocuk güzel bir burnun nasıl göründüğünü ya da en pahalı markadan giyinmenin ne kadar havalı olduğunu bilmez. Bunları ona biz öğretiriz. Peki gerçekten düz bir burun kemerli bir burundan neden daha güzel  kabul edilir, neden doktor olmak ressam olmaktan daha başarılı görülür? Tüm bunları kim uydurmuş bilmiyorum. Ama benim artık bu standartlara uymaya çalışacak ne sabrım ne de gücüm kaldı. Nasıl olsa beni ve yaptıklarımı beğenmeyenler hep olacak, bir kişi ya da on kişi ne önemi var?

Kuşağımızdan ümidim var, başarabileceğimize inanıyorum.  Ama bu ancak sizin de yardımınızla olabilir, hadi bundan sonra su birikintilerinde zıplayalım, komik büyük şapkalar takalım, pijamalarla dans edelim sokaklarda. Sadece eğlendiğimiz için yapalım bunları. Eğer sizi estetik ameliyatlar ve her gün beş saat spor yapmak eğlendiriyorsa o zaman onu yapın, hiç fark etmez. Yeter ki kendimiz için yaşayalım. Bu hayatta sadece bir kere varız (en azından şu anki bilgilere göre), o zaman onu elimizden geldiğince eğlenerek yaşamak da bizim en önemli görevimiz. “Kusursuz denen bir şey yoktur, peşinden koşmayı bırak.” , hayatımda aldığım en iyi tavsiye.

Peki,  siz bu biraz zorlu ama heyecanla dolu yolda benimle ve ilham aldığım birçok harika insanla birlikte yürümeye var mısınız?

Kırılmışlıkların Tamir Sanatçısı

Hangimiz evinde en değerli anlarımızın sığdığı çerçevesi, bir bardağı ya da benzer bir şeyi kırılmadı? Saygımız ve sevgimiz, kimi değer verdiklerimiz; kıpır kıpır ve kıpırtısız bir halde kalbimizin tepesinden ruhumuzun uçurumuna itildi. Ve o hassas kalplerimizde dünya kırılma noktasına geldi.


Bardağı (ve geride kalan her şeyi) çoktan kırılmış olarak görürsem daha ılımlı ve sevecen biri olma hedefimde, bana, gerçekten ihtiyacım olan bakış açısını sağlayabilir. Bunun özü, yaşamın sürekli bir değişim içinde olması. Her şeyin bir başlangıcı ve bir sonu vardır. Her ağaç bir tohumla başlar ve zamanı geldiğinde tekrar toprağa dönüşür. Kaya parçaları oluşur ve yok olur. Bedenlerimiz doğar ve ölür. Üretilen bir bardak eninde sonunda kırılacaktır.


Bu son cümle beraberinde huzur getirdi yüreğime. Bir şeyin zaten kırılacağını biliyorsak, kırılması bizi şaşırtmamalı ve üzmemeli öyleyse. Bir şey yok olduğunda -değerli bir eşya, kıymetli bir anı…- inişli çıkışlı olmak yerine bir süreliğine hayatımızda olduğu için minnettar olunmalıdır.
Bu felsefeyi anlamanın bir yolu şu geleneğin altındaki gizli felsefedir:


“Japonlar kırılan eşyalarını tamir ederken kopan veya kırılan parçanın yerini altınla doldururlarmış. Bu felsefeye göre bir eşya ya da insan bir hasara uğramış, bir acı çekmiş ise bundan bir ders almış ve bu konuda bir hatıraya sahiptir. Ve artık daha önceki halinden çok daha güzel ve değerlidir.”


İşte bundan dolayı da kırılmış eşyaları altınla tamir edip eski halinden daha güzel hale getirmeye çalışıyorlar. En sevdiğim bardağı ya da anıları elime alıp bir süreliğine güzelliğinin keyfini çıkarmalıyım. Bu bardağın ve anılarımın kırılmış, parçalarının yere saçılmış olduğunu görerek ve zamanla her şeyin bütünlüğünü kaybederek özüne, yeniden doğuşa geçeceği fikrine tutunurum.


Elbette hiç kimse en sevdiği eşyasının, kalbinin, ümitlerinin ve hayallerinin kırılmasını istemez. Asıl amaç kaçınılmazı kabullenip yeni bir cisim, isim ve his yaratarak kırılmışlıkların tamir sanatçısı olabilmektir.


“Aman Allahım!” yerine “Olacak olan oldu” ve altınla birleşince daha değerli oldu diye düşünürsünüz. Bu bilinci kullanmaya başladığımızda yalnızca soğukkanlılığımızı korumakla kalmayacak, aynı zamanda hayattan eskiye nazaran çok daha fazla keyif alacaksınız.

Farklı Ruh Halleri İçin Birtakım Şarkılar

Japonca – İlk olarak en sevdiğim dil olan Japonca ile başlamak istedim. Anna Tsuchiya’nın seslendirdiği bu şarkıyı, Nana isimli animenin kapanış şarkısı olarak duydum ilk kez. Durgun, üzgün bir ruh halindeyken mutlaka dinlediğim bir şarkıdır.

TürkçeDurgun, üzgün bir ruh halindeyken dinlemekten asla sıkılmadığım, ilk kez Kaçak Gelinler isimli dizide duyduğumdan beri yıllardır dinlemeye devam ettiğim ve bu ruh hali için vazgeçilmez şarkım budur.

Fransızca – İkinci olarak, şarkılar için var olduğuna inandığım dil olan Fransızcadan, en sevdiğim ve dinlemekten en çok keyif aldığım şarkıyı önermek istedim. Mutlu, enerjik ve umutlu bir ruh halindeyken veya o ruh halinde olmak isterken mutlaka bu şarkıyı dinlerim ve gelecekle ilgili hayaller kurarım.

Japonca – Yeniden Japonca, mutlu, enerjik ve umutlu hissederken veya öyle hissetmek isterken dinlediğim şarkılardan biridir. Bu şarkı Naruto isimli animenin Shippuuden serisinde 7. açılış müziği olarak karşıma çıkmıştı, o günden beri dinlemekteyim.

Türkçe -Beni Harekete geçiren, stresle, zor işlerle ve benzeri durumlarla başa çıkmama yardımcı olan ruh halinde dinlediğim, en sevdiğim grup olan Pilli Bebek’ten bu şarkıyı koymak istedim. Aynı zamanda en sevdiğim dizi olan Behzat Ç. isimli dizi, solisti Cem Kısmet olan Pilli Bebek’in şarkılarını kullanmıştır. Her bir şarkısını çok severek dinlediğim Pilli Bebek’in “Bak” isimli şarkısını bu ruh halinde mutlaka dinlemelisiniz.

İngilizce – Yeniden beni Harekete geçiren, stresle, zor işlerle ve benzeri durumlarla başa çıkmama yardımcı olan ruh halinde dinlediğim bir şarkıyı paylaşmak istiyorum. Solisti David Draiman olan ve benim de yabancı olarak en sevdiğim Disturbed grubunu bu şarkısıyla tanımıştım yıllar önce. Şarkının hikayesi de, sözleri de, müziği de beni yıllardır etkilemeye devam ediyor ve dinlemekten asla sıkmıyor. Pilli Bebek ile birlikte Disturbed grubunu da istisnasız bütün şarkıları ile gözüm kapalı önerebilirim.

Bu listede üç farklı ruh halinde dinlemekten en çok keyif aldığım ve sizlere de dinlemenizi tavsiye ettiğim ikişer şarkıyı paylaşmak istedim. Keyifli okumalar ve dinlemeler dilerim.

Hayır Delirmedim, Ayna Konuştu..

ÇOK BAKTIM, HİÇ GÖRMEDİM..

BEN: Ayna ayna söyle bana sen kimsin, sen nesin?
AYNA: Varoluştan beri su yansımasından başlayıp masallara konu olacak kadar, odaların en güzel köşelerinde yer alabilecek kadar önemliyim ben. Ben, bir nevi gözüm. İspatım.

BEN: Nelerden hoşlanırsın?
AYNA: İçim dışım bir benim, yansıtmak en sevdiğim şeydir. Her şeyi bütün doğruluğuyla ve olduğu haliyle gösteririm bakana. İzlenmeyi severim, birileri karşıma geçip saatlerce bana bakınca çok mutlu oluyorum. Tabii görmek istemediğim şeyler de olmuyor değil, n’aparsın iş işte..

BEN: Seçme hakkın olsa neyi görmek, yansıtmak isterdin?
AYNA: Öyle bir seçeneğim olsaydı insanlara geleceklerini göstermek isterdim, uğruna uğraştıkları, “güzellik” dedikleri şeyin nasıl solup gittiğini fark etmelerini isterdim.

BEN: Baktığımızla gördüğümüz bir mi?
AYNA: Ben yansıtırım, görmek istediğini gösteririm. Kendini kandırmak en çok benimle kolay. Niceleri karşımda konuşmalar yaptı, rollerine çalıştı. Görmek istemediği an üzerimi örttü, bir yumrukla paramparça olduğum bile oldu. İçin dış ile verdiği savaşın en büyük düşmanı benim. Kazanan da benim 🙂 Görmek istediğinizi gösterdim çünkü.

BEN: Kıskandığın biri var mı?
AYNA: Aramızda kalsın ama şu Pamuk Prenses’deki konuşan aynayı çok kıskanıyorum. Ah dilim olsa da konuşsam neler neler söylerdim.

BEN: Bu kadar kendinle barışık olup kendini sevmen nereden geliyor, havan kime?
AYNA: Sizin belki haberinizin bile olmadığı zamanlarda, sevgiliye verilen en güzel hediye bendim. Sana senden daha güzel bir hediye bulamadım” mesajı ile beraber. Buyurun bana yazılan bir şiir okuyayım size: 


Bilemezsin, sana verecek bir armağanı ne çok aradığımı, hiçbir şey içime sinmedi. Altın madenine altın sunmanın ne anlamı var ya da okyanusa su… Düşündüğüm her şey Doğu’ya baharat götürmek gibiydi. Kalbimi ve ruhumu vermemin bir yararı yok, çünkü sen zaten bunlara sahipsin. O yüzden sana bir ayna getirdim: kendine bak ve beni hatırla.
ERCAN İLHAN

BEN: Hiç kırıldın mı?
AYNA: Bir anlık sinirle, üzüntüyle yerle bir olduğum çok oldu ama farkında olmadıkları bir şey vardı. Beni yok edemezlerdi. Gördüklerinden kaçmak o kadar kolay değildi. kırıldıkça parçalarım aynı şeyi defalarca yansıttı. Gösterdim daha büyük bir inatla. Öfke bir çözüm değil. Bunu görsünler istedim, yanlış baktılar.

BEN: O kadar gösterdin, görebildin mi hiç?
AYNA: Görmek mi? Görmek için baktıklarınızın bile gerçek olup olmadığı şüphelidir. Gördüm sanıp aslında görmediğini anlarsın. Duymayı beklediğin cevap bu değildi biliyorum. Çok baktım, hiç görmedim.

BEN: Konuştuğuma memnun oldum, var mı eklemek istediğin bir şey; son sözler?
AYNA:  Gözler kördür, insan ancak yüreğiyle baktığı zaman gerçeği görebilir. Güzel, iyi, güçlü, mükemmel olmak; öyle görünmek için geçmeyin karşıma. Ben, görmek istediğinizi yansıtırım. Yüreğinizle görün. Ha bir de dişlerinizi fırçalayın….

Neler Dinliyoruz?

{"subsource":"done_button","uid":"F203FE72-BCCB-4244-A08E-94CE8DEFB6FA_1589930647702","source":"other","origin":"gallery","source_sid":"F203FE72-BCCB-4244-A08E-94CE8DEFB6FA_1589930647715"}

Sena Şener: Kapkaranlık Her Günüm

Yaşlandım, dünyayı serdiler avuçlarıma İstemedim. Yıldızlar döküldü saçlarıma silkeledim.

Nilipek: Yaprak

Kalbim saksıda bir çiçek; yapraklarını tek tek kırdın. Sarardıkça koparıp atıyorum ki nefesimden çalmasın. Benden kırdığın yaprağı başkasının bedenine eksen tutar mı?

Buğra Aközek: Bir Buçuk

Senin köprüleri olmayan şehirlerin, benim buz tutmuş denizlerim. Seni sözlerini unuttuğun şarkılar, benim büyük hatalarım var

Gözde Öney: Biraz Kül Biraz Duman

Bir hayat var içimde tüm korkular yenik Soğuk denizlerin ötesinde silik hayallerim

Beyni Güçlendiren Aktiviteler

Egzersiz Yapmak

Zekanızı formda tutmak istiyorsanız işe vücudunuzu dinç tutmakla başlamalısınız. Araştırmalar, egzersiz ve doğru beslenme gibi sağlıklı davranışlarda bulunan kişilerin yaşlanma süreciyle ilişkili bilişsel düşüşlere daha az duyarlı olduğunu tekrar tekrar göstermiştir. Ayrıca egzersizin sizi daha akıllı hale getirebileceğini ve yaşlandıkça beyninizi büzülmeden koruyabileceğini görmekteyiz. Yürüyüşe çıkmak, daha fazla sebze meyve tüketmek, kötü alışkanlılardan kaçınmak beyninize çok iyi gelecektir.

Yeni Şeyler Denemek

Bu beyin egzersizi biraz bağımlılık gerektirebilir aynı zamanda size çok eğlenceli kapılar açacağından şüpheniz olmasın.
Bir çalışmada, araştırmacılar, yeni beceriler öğrenmek için yaşlı yetişkinleri görevlendirdi. Daha sonra hafıza testleri yaptılar ve deney gruplarını kontrol gruplarına karşılaştırdılar. Kontrol gruplarında olanlar eğlenceli ama film izlemek ve radyo dinlemek gibi zihinsel olarak zorlayıcı olmayan faaliyetlerde bulunmuştu. Araştırmacılar, yalnızca yeni bir beceri öğrenen katılımcıların hafıza testlerinde iyileşme yaşadıklarını buldular. Yeni bir dil öğrenmek, müzik aleti çalmak sizin için hem geliştirici hem zevkli olabilir.

Dominant Olmayan Elinizi Kullanmak

Zihninizi güçlendirmek için baskın olmayan elinizi kullanmanız önerilir. Çünkü karşıt elinizi kullanmak çok zorlayıcı olabilir. Bu da beyin aktivitesini arttırmanın harika bir yoludur. Beynimiz sıradanlıktan pek hoşlanmaz. Akşam yemeği yerken, bir şeyler yazmaya çalışırken veya dişiniz fırçalarken diğer elinizi kullanmayı deneyebilirsiniz. Ayrıca iki elini kullanabilen kişilere baktığımızda; listede Albert Einstein, LeBron James, Benjamin Franklin, Leonardo Da Vinci, Nikola Tesla gibi alanlarının önemli isimleri var.

Örgü Örmek

El emeği ile ortaya bir şey konulduğundan gurur yaratmanın yanı sıra son derece rahatlatıcı olabilir. Odaklanmayla birlikte kaygı, stres ve depresyondan uzaklaşmış olursunuz. Beynimizi oldukça aktif kullandığımız bir uygulama olan örgü örmek motor fonksiyonları ve ruh gelişimine yardımcı olur. Beyninizi geliştirmek için ne kadar uğraşırsanız aynı oranda güçlü ve sağlıklı bir yapı kazandırmış olursunuz.

Sosyallik

Sosyalleşme, beynin birden fazla alanını meşgul etme eğilimindedir ve birçok aktivite içerir. Yapılan araştırmalar, sosyal olarak aktif olan kişilerin demans ve alzheimer hastalığına yakalanma riskinin düşük olduğunu belirtiyor. İnsanlar sosyal varlıklardır. Toplumdan izole bir kişi sağlıklı bir gelişim gösteremez. Çeşitli kulüplere üye olabilir, yeni insanlar tanıyabilir, sevdiklerinizle daha fazla vakit geçirebilirsiniz. Kısacası sosyal insanlar beyinlerine iyilik etmiş olurlar.

Mümkünse Diyorum;

Muhammed Eşref Genç – Mümkünse Diyorum;

Mümkünse diyorum; bir avuç zerdeçal çal göz kapaklarıma…

Aksi gibi, bir de bu gece öldür beni rüyalarımda
Göz perdelerim sımsıkı toz
Sımsıkı karartı gözlerim
Mümkünse diyorum; bari bu gece bir sızı ol bağrıma…

Leyan..!
Bir parıltı çarpsa göz çukurlarıma
Fatihalar tüketiyorum ansızın
Kırıntıları serçelerin semasında
Tezgahı kavruk bir meşeden yapılmış sahaflar inliyor içimde
Susturamıyorum Leyan!
Çığlıkları tüm Müslümanları secdeye yatırıyor
Benim alnım yalnızca asfaltta…

Bilmezler mi yankılanan minareleri?
Yalnızca gölge mi derler susayınca?
Kurak bir orak çiseliyor gırtlağımı Leyan!
Çimlerimden çıkan sese sağırım, değil sana
Elif desen; dimdik doğrulacağım
Fakat vav deme!
N’olursun?
Mümkünse diyorum; gözlerimi de götür beraberinde
Böylesi bir ciyaklamadan ama mı ayrılacağım?

Leyan…
İsminin sonsuzcası, pırıltı pırıltı patavatsızlığa sürüklüyor beni
Aklımda mıh devrimci günlerim
Mıh gibiyim işte yeryüzünde
Çakılıp kaldım günbegün
Asra sancımaktayım.
Nereye dersen, oraya yığılayım
Fakat ne çıkacak bahtıma Leyan?
Mümkünse diyorum; mümkün kılınsan artık bana…

İşte yeksanım, işte safi bedevi
Neden desem, yoktur sebebi
Fakat işte uyuyorlar daima Leyan!
Göz kapakları gıcırtısız bir kepenk gibi…

Mümkünse diyorum; bir avuç zerdeçal çal göz kapaklarıma…

Ben bu yazmak meselesini hep son kezcesine mi yapacağım?
Son kez mi olacak diye düşünmekten harabım Leyan!?
Ya otur anlat bana bir bir
Ya da felek sillesi sayılsın sözlerin
Kafi!
Fakat anla çaresizliğimi
Kaç zamandır tıkamışım penceremi
Kaç zamandır bariz sağırım, bariz kör
Beni yalnızca kendi gözlerinle gör
Mercan değil ötekilerinin gözleri, senin sandığın kadar
Hepsi bakmakta amatör
Mümkünse diyorum; bana artık ahımla seslensen…

Değil bu serzeniş!
Suyunu sıksan da Kerbela’yı andırmaya devam edecek gözlerim
En nihayetinde avuçlarında son bulacağım
Bendim ancak avuçlarında infilak olacak
Öyleyse nedir bu sessizliğin?
Çıt etsen daima lalliğe mi kesecek sözlerin?
Gayrısı yok, ayak diplerindeyim
Leyan…
Ha deyip tekmelesen beni
Tıraşlayacağım içimin kabaran böğürlerini
Mümkünse diyorum; uyuyayım bir gece de olsa…

Leyan…
Daha da duymazsan, duymuş gibi yap bari
Yap ki kanayım
Yap ki kanamayayım artık…

~EBRÂR

9.4.20
2.33

19 Mayıs

19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Atatürk Bandırma Vapuru ile Samsun’a çıkmıştır ve bugün İtilaf Devletleri’nin işgaline karşı Türk Kurtuluş Savaşı’nın başladığı gün kabul edilir. Mustafa Kemal Atatürk bu bayramı Türk gençliğine armağan etmiştir.

Samsun, işgal kuvvetleri için önemli noktalardan biriydi. Stratejik bakımdan büyük öneme sahipti ve Karadeniz’den Orta Anadolu’ya açılan en rahat ve güvenilir bir kapıydı. İngilizler 9 Mart 1919 tarihinde Samsun’a askerî birlik çıkarmışlardı. Buna tepki olarak Türk Makinalı Tüfek birliğinden Hamdi adındaki bir teğmenin askerlerini alarak dağa çıkması dikkatleri bu bölgeye çekti ve İngiliz Yüksek Komiserliği’nin de Türk halkının silâhlandığı konusundaki şikayetleri üzerine bu bölgeye güvenilir bir kumandanın olağanüstü yetkilerle gönderilmesine karar verildi. Bu kumandan Mustafa Kemal Atatürk’tü ve Atatürk uzun zamandan beri ülkenin içinde bulunduğu bu umutsuz duruma üzülüyor ve bir şeyler yapmak için Anadolu’ya geçmek istiyordu. Bu onun için bulunmaz fırsattır. İstanbul-Samsun yolculuğu öncesinde Atatürk’le Padişah Vahdettin arasında geçen konuşmayı Atatürk şöyle anlatır:

“-Paşa, Paşa!… Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin! Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir (bu bir tarih kitabıdır)! Bunları unutun, dedi, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden daha önemli olabilir. Paşa, Paşa… Devleti kurtarabilirsin!

Bu sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle içtenlikle mi konuşuyor? O Vahdettin ki… Bütün yaptıklarından pişman mı olmuştur?Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat, böyle bir yorum ile başka konulara girişmeyi ürkütücü saydım, kendine karşılık verdim:

-Kişiliğe güveninize ve bana bunca yüz verişinize teşekkür ederim. Elimden gelen hizmeti esirgemeyeceğime lütfen güveniniz.

Atatürk bu konuşmada plânlarının sezilmiş olabileceği duygusuna kapılmıştı ama, O’nu bekleyen ve O’na güvenen bir “Türk Milleti” vardı.

Atatürk beraberindeki kişilerle beraber 16 Mayıs 1919 Cuma günü öğleden sonra “Bandırma” adındaki eski bir vapurla Galata rıhtımından ayrılır. 17 Mayıs 1919 Cumartesi günü Bandırma Vapuru saat 21.40 sıralarında İnebolu’ya varır. 18 Mayıs 1919 Pazartesi günü beklenen yolculuğun sonuna gelinir. Yolcular Kalyon Burnu denilen yerden sandallarla Merkez iskelesine çıkarılırlar. Bu sandallardan birinin sahibi olan İsmail Yurtsever, o zaman için Atatürk’ü tanımadığını söyler, Atatürk’ü sandalda ve Samsun’da iken geniş yakalı lejyon kaputu ve başında kalpakla gördüğünü anlatır.

Bandırma Vapuru

Atatürk, İstanbul’dan başlayan ve Samsun’da sona eren yolculuk esnasında görevli bir askerdi ve giyimi de buna uygundu, ancak Samsun’a ayak bastığı günden birkaç gün sonra asker değil, sivil olarak hareket edecekti.

Atatürk’ün Samsun’a çıkışında gördüğü manzara pek parlak değildi. Şehirde İngiliz işgal kuvvetleri vardı. Pontusçular sokaklarda kol geziyordu. Halk kendisini koruyamayacak durumdaydı. Atatürk bugün müze haline getirilen Hıntıka Palas’ta kaldıkları süre içinde hep bu sorunları düşündü, yolculukta geçirdiği uykusuz geceler sona ermemişti; şimdi de burada uykusuz geceler başlıyordu. Ama, O’nda ve O’nun gibi düşünenlerde bu azim oldukça hiçbir engel aşılmaz değildi.

Kısaca vermeye çalıştığımız bu yolculuk Türk Milleti için bir dönüm noktası oldu ve kurtuluşun başlangıcıydı. Millî Mücadele’yi başlatmak üzere Samsun’da Anadolu topraklarına bastığı 19 Mayıs 1919 tarihinin önemi nedeniyle de 19 Mayıs’ı Türk gençliğine armağan etti. Gençlik kavramı genel anlamda fikirlerdeki yeniliği anlatmaktadır.

Atatürk: “Gençler! Benim gelecekteki emellerimi gerçekleştirmeyi üstlenen gençler! Bir gün bu memleketi sizin gibi beni anlamış bir gençliğe bırakacağımdan dolayı çok memnun ve mesudum.” derken Türk gençliğine olan güvenini de anlatmıştır.

Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi

Ey Türk Gençliği!

Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

Ulu Önderimizi saygı ve özlemle anarken ve evlerimizde bayram heyecanı yaşarken onun ilkelerini, onun var ettiklerini ve onun umudunu asla unutmaman dileğimle sevgili okur. Bayramlarımızı yeniden sokaklara dökülerek, bayraklarımızı sallayarak ve güneşli yarınlara inanarak geçireceğimiz günlerin çar çabuk gelmesi umuduyla ve Atamızın bu sözleriyle bayramını kutluyorum var ol…

“Gençler cesaretimizi takviye ve idame eden sizlersiniz. Siz, almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık ve medeniyetin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız. Yükselen yeni nesil, istikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz.”

101. YIL

19 Şubat-Bir Özgürlük Hikâyesi

Arabanın camından son kez baktım uçsuz bucaksız maviliklere. Kim bilir bir daha ne zaman kucaklaşacaktı gözlerim güneşin gövdesiyle. Kavurucu güneş yerini soğuk, ruhsuz duvarlara bırakmıştı çoktan. Uzun koridorlardan geçmeyi hiç bu kadar garipseyeceğimi düşünmemiştim. Her adım bir bilinmeze götürüyordu. Bu büyük siyah poşetler çöp torbası değil miydi? Ne işi var eşyalarımın onun içinde? Atacaklar mıydı acaba? Bu kapılar neden bu kadar büyük? Kimsenin çıkmasını istemiyorlarsa biraz daha küçük olamaz mıydı? Yoksa ardında sakladıkları mı bu kadar büyük yapıyordu onu? Açılırken bu kadar ses çıkarmasaydın keşke ey kapı! Ne acılara şahit oldun ki böyle bağırırsın her seferinde kim bilir? Niceleri geçti eşiğinden, nice yaşlar düştü mazgalına kim bilir? Nice özgürlükleri uğurladın kara toprağa kim bilir? Burada da mı hoş geldin deniyormuş yeni gelene? İnsan buraya nasıl hoş gelir? Hoş buldum demek gelmiyor ki içimden. Sudan çıkmış balık deyimi anlamlanıyor galiba yüzümde ki omzuma bir el uzatıyor en beyaz yüzlü olan. Şu yatağa yerleş istersen diyor sonra. Yutkunamıyorum. Korku değil şaşkınlık… Ölümü hep duyar da insan hiç ölmeyecek sanar ya kendini, işte öyle bir şey. Duvarlar anlamsız, bakışlar bomboş. Kulağımda yankılanan anlayamadığım sorular… Susarak verilen cevaplar… neden sonra kapı yeniden açılıyor bağırarak ve ruhu bedenden ayrılmış duvarlar bir kez daha geçiliyor. 10 dakikalık tanışma niyeydi ki o zaman? Neden bu kadar çok düşünüyorsun kendi kendine? Sebepsiz bir şey var mı kara toprağın üstünde hiç? Yine bağıran kapı ve bir öncekinin 3 katı sayıda çehreler. Uzun bir süre bakacağım çehreler… Belki de bakacağım son çehreler. Son nefes buraya düşecektir belki de kim bilir? O kapı da ne? Nereye açılıyor bu kapı? Maviliklere mi? Kim bilir güzel günler belki de bu maviliklerin arkasındadır. Ama neden bir dikdörtgene sığmak zorunda bu gökyüzü? Tel örgüler kanatmaz mı hem mavinin gövdesini? Anlaşılan her şey sadece biraz burada. Esaret de, özgürlük de…

Sevgili Dostum

Sevgili Dostum,

Neden bu kadar geç kaldın? Mektubunu daha yeni aldım, oysa sana yazdıktan sonra dört kış geçti. Bilmez misin benim gezegenimde zaman çok hızlı, ben de sabırsızım. Nasılsın, iyi misin? Günlerini nasıl geçiriyorsun?

Gezegenini bir türlü düzene sokamamışsın öyle yazmışsın. Daha yolun çok başındayız. Kendi gezegenimizi kuracağız diye çıktık ama inan ben de zorlanıyorum. “Bu yaşımızda nereden çıktı bu fikir?” diyorum sürekli kendime. Ama dur hemen kaymasın umutların yıldızlarla birlikte, çok şey atlattık. Yan yana olmasak da biz hep birlikteyiz unutma. Birkaç gündür gezegeninin ışığını göremiyorum. Yıldızın mı parlamıyor yoksa? Sabahları en sevdiğin şarkılarla da karşılamıyorsun sanırım. Eskisi kadar sesini duyamıyorum. Yoksa gezegenlerimiz uzaklaşıyor mu birbirinden, olabilir mi böyle bir şey? 

Sana gönderdiğim çiçekleri bahçene ektin mi? Nasıl benimseyebildiler mi toprağını? Her çiçek her toprakta yaşayamaz en iyi sen bilirsin bunu. Kendi evimi geçen kış bitirdim. Sadece bahçem kaldı. Havalar biraz daha ısınsın, halledeceğim. Kendi evini merak ediyorsundur. Dün oraya doğru yürüdüm. Bir şey kalmamış, yakında biter. İstediğin renge boyarsın geldiğinde. Tüm sevdiklerimin bir evi var gezegenimde hepsi bitmek üzere. Dün tüm gezegeni dolaştım neredeyse. Çok güneş alan bir yer var oraya ne eksem diye düşünüyorum. Bir fikrin olursa yaz. 

Unutmadan gezegenime birilerinin gelip gelmediğini sormuştun. Birkaç ustadan başka kimse yok. Bi süredir ziyaret eden olmadı. Kendimi ve gezegenimi dinleyip, düzenlemeye oldukça vaktim var. İyi mi kötü mü oldu bilmiyorum.

Başlarken de dediğim gibi zaman sorununu bir türlü halledemedim. Çok hızlı gerçekten. Aslında geç kalacağım ya da yetişmem gereken bir işim yok artık. Yine de geçen zamanı daha iyi hissetmeyi özlüyorum. Sevdiğim mevsimde daha çok kalmak istiyorum. Böyle elime bir kitap verilmiş heyecanla okumaya başlamışım da daha sayfayı çevirmeden elimden alınmış gibi. 

Bunu bir şekilde halletmeliyim. 

Birkaç fotoğraf gönderiyorum. Ve iki gün sonra gül mevsimi başlıyor. Renk renk tohumlar koydum. Umarım zamanında eline geçerler. Mektubu burada bitirip en yakın yıldıza koyacağım. Umarım yıldız en kısa zamanda senin gezegenine doğru kayar.

Hoşça kal.

Karantina Favorileri

Dünyanın yaşadığı pandemi felaketinden dolayı evimizde karantinada kaldığımız günler gittikçe uzayınca, evde sıkılmamak adına yaptığımız etkinlikleri sosyal medyada paylaşıyoruz.

Ünlü, ünsüz herkesin evlerine canlı yayınlarla konuk olduğumuz, evi fırına çevirdiğimiz şu günlerde siz hangi karantina favorilerini yaptınız bakalım

  1. Ekmek Yapmak

Sokağa çıkma yasağı gelir gelmez herkes de bir ekmek yapma telaşı başladı, normalde evde ekmek tüketmeyenler bile evde ekmek yapmaya kalktı, haliyle marketlerde mayalar da tükendi. Fırınlar açık olsa dahi evde ekmek yapmaktan vazgeçmeyen halkımız ramazan ayına geçmemizle ekmek yerine pide yapmaya başladı, ekmekle pideyle kalır mı çeşit çeşit pizzalar, pastalar yaptılar, hepsi nefis görünüyordu. Bende ekmek yapmasam da dondurulmuş baget ekmeklerden alıp fırında yapıyorum ? ama pizza yapmadım diyemem, özellikle tost ekmeklerinin üzerinde yapılan pizza favorimiz oldu hem pratik hem lezzetli. Hamur ile yaptığımı saymıyorum mayayı fazla kaçırmışım çaktırmayın. ?

2- Peki kahve severler hiç boş durur mu yapıştırmışlar Dalgona Kahvesini , hala denemediyseniz şuradan tarifine ulaşabilirsiniz. İnternet’te çok fazla dilden dile yayılmadan burada tarifini yayınlamıştım ? sonra patladı gitti. Her influencer tarif paylaştı ama biraz geç kalmışlardı, 24okur.com okuyucuları zaten tarifi çoktan denemişlerdi, öyle değil mi? ?

3- Tiktok videosu batağı, batak diyorum çünkü girdiniz mi çıkamıyorsunuz. O kadar yaratıcı videolar var ki özellikle bazı kişiler baya emek sarf ettikleri aşikar, gerçekten emek vererek yaratıcı videolar ortaya çıkartanlara kocaman tebriks. Zaten maksat eğlenmek, iyi vakit geçirmek. Benim de tiktok hesabım var arada bende paylaşımlar yapıyorum takip etmek isterseniz tiktokda arama yerine nirvanabb yazabilirsiniz 2 b ile, aslında tek b olanda benim ama önceden açtığımı unutup yeniden açmışım aktif olan  2tane b olan?

4- Resim Yapmak, tablo yapmak; siz hala evinize kanvas ve guaş boya söylemediniz mi? Aslında bu trendi beğendim. Neden? Çünkü insanlar yeteneklerini keşfetmeye fırsat yakaladıkları için, bende bir şeyler çizmeye başladım ama tablette çiziyorum, şimdilik orası bana yetiyor.

5- Canlı yayın yapmak, eğer canlı yayın yapacak herhangi bir yeteneğe veya bilgiye sahipseniz, e hadi hiç yoksa komikseniz hemen izlemeye gelelim. Şarkıcıların yaptığı canlı yayınlar keyif verdi, evimizde konserde gibiydik, canlı canlı dinledik. Sizin favori canlı yayıncınız kim yorum bırakın.

6- Batik Tişört yapmak ( tie dye t shirt) – Genç kızlarımızın bir batik tişörtü olmasın mıydı? Hem de kendi yaptıkları, hemen internetten kumaş boyalar söylensin, bide lastiği unutmayalım bağlamak için. E hadi ne duruyorsun hala yapmadınız mı? Bende yapmadım henüz buradan puan kırabilirsiniz. Ama çok güzel durmuyor mu ?

7- E yedik içtik eğlendik peki ya spor? Evde yoga yapanlar, canlı yayında spor yapanlar, ya da yapmaya çalışanlar olarak bence bu karantinada aldığımız kilolar sayılmasın dimi ama? Evet bence de sayılmasın dediğinizi duyar gibiyim, anlaştık o zaman. Yazın da karantinada geçerse kilolarımızı kimse görmez (Umarım geçmez de bi kaç kilonun lafı olmaz aramızda, kimse kimseye kilosunu sormasın çıkınca).

8- Eski dizilere düştük mü arkadaşlar? Beni soracak olursanız sanki hiç izlememiş gibi Aşk-ı Memnu batağındayım. Her sabah Ziyagil yalısındayım. E bide netflix var ama onlar eski sayılmaz. Gündüzleri dekorasyon ile ilgili programları izliyorum, önceden Akşamları Instant Hotel izliyorduk ama bitirdik onu çok güzel tavsiye ederim. Kısaca bahsedecek olursam, evini kiraya verenlerin yarıştığı bir yarışma programı aslında. Herkesin evinde kalıp evi puanlıyorlar ve en son jüri puanlıyor, yarışmacılar çok komiklerdi baya eğlenmiştik.

9- Ukulele Çalmak, evinde enstrüman çalmaya çalışmak, resim yapmak bunlar bana güzel geliyor. İnsanlar hobilerini yapıyor veya yeni yeteneklerini keşfediyor. Benim de instagramdan takip ettiğim bir hesap evden çaldıkları şarkıları paylaşıyorlar.

10- Artık sona doğru yaklaşıyoruz 10 tane madde belirlemiştim tabi daha karantinadayız kesin çoğalır. Sizin bildiğiniz başka varsa yorumlara yazın bakalım daha neler neler varmış ? E temizlik imandan gelir bu kadar yemeği yedik, resmi yaptık, evi kim temizleyecek ve düzenleyecek? Hadi o zaman yazlık kışlık ayırımından başlayabilirsiniz.

Ben dün makyaj malzemelerimin olduğu dolabı düzenledim, ayakkabılığı düzenledim, giymediklerimi ayırdım. Terapi gibi oluyor, insan rahatlıyor fazlalıklardan kurtulunca.

Biraz fazla uzun bir yazı oldu ama bu da bana karantinada iyi gelen şeyler arasında, yazmak. 11. maddeyi kendime koyuyorum blog yazmak.

Bir an önce herkesin çok sağlıklı olduğu, birbirine kavuştuğu güzel günlerin gelmesi dileğiyle.

Buraya kadar okuduysanız yorumlarınızı bekliyorum skorunuz kaç? Hangi karantina rutinlerini yaptınız bakalım, hangi challengelara katıldınız bekliyorum.

Kendinize iyi bakın.

Bende Tarçın Sende Ihlamur Kokusu

Başkasını almışsın satırlarına
Buram buram başkası kokuyorsun
Oysa sen ıhlamur kokardın
Tarçın kokumla karışırdı kokun

Sana doyasıya bakamadım
Doyasıya gezemedik
Bu şehrin sokaklarını
O bankta oturup
Güneşin batışına karşı
Dinleyemedik sevdiğimiz müzikleri
Şiirleri birlikteliğimizle anlamlandıramadık

Biz deliydik.
Birbirimizden ayırınca yollar bizi
Daha da delirdik
Ama ben hiç unutmadım
Yediğimiz simitin,
İçtiğimiz çayın tadını.

Biz aynı gökyüzüne bakıyoruz diye
Mutlu olan insanlardık
Ne ara mutsuzluğun pençesiyle yara aldık?

Gidelim Mi?

Gidebilir miyiz buralardan?
Ne varsa arkamızda koyup
Bir sen bir ben ufak bir çanta
Ölmeyecek kadar yiyecek yeter
Aslında ben seni bir öpsem doyarım
Dudaklarına değse dudaklarım susuzluğum geçer.
Çok fazla eşya olmasın, bırakalım
Hepsi eksik kalsın bir biz tam olalım
Ah Ahuse keşke…
Adındı değil mi?
Başka türlü tarif edemezdim zaten
Bakışlarında ki coşkuyu başka nasıl anlatırdım.
Gitsek oralarda da kavga eder miyiz?
Olsun ben yine öperim seni
Hem de hiçbir yasak olmadan.
Düşünsene seni sevmek serbest
Bildin değil mi?
Ben oranın da baharını görmek istiyorum
Ahuse gidelim
Ne varsa kalsın burada
Bir sen yetersin bana
Sana yeterim değil mi…

Aynı Yıldızın Altında

Aynı Yıldızın Altında (The Fault in Our Stars), John Green’in 2012 yılında yayınlanan ve kitap raflarının en çok satanlar bölümünü şahlandırmış aynı isimli romanından uyarlanan bir yapım. Genç-yetişkin edebiyatı takipçileri tarafından fazlasıyla beğenilen bir romanı sinemaya uyarlamak elbette ki kolay olmayan ve çokça cesaret isteyen bir tercih. Twilight ya da Hunger Games gibi örneklerin özellikle gişedeki başarısı belki de bu tarz edebiyat uyarlamalarının sıklıkla karşımıza çıkmasına yol açıyor. Yönetmenliğini Josh Boone’un üstlendiği başrollerinde Shailene Woodley, Ansel Elgort ve Willem Dafeo’nun rol aldığı film, aslında bilinen ve sıkça işlenen bir konunun çatışma unsurunun şekil değiştirmiş hali.

16 yaşındaki Hazel Grace ( Shailene Woodley) tiroid kanserine yakalanmış ve kanser akciğerlerine de sıçradığı için yanında sürekli bir oksijen tüpüyle dolaşmak zorundadır. Hazel hastalığının kesin bir tedavisi olmadığının farkında biri olarak, bir anlamda ölümün varlığını kabullenerek zamanının çoğunu kitap okuyarak geçirmekteyken, özellikle annesinin etkisiyle kanser hastalarına özel oluşturulmuş bir destek terapi grubuna gitmeye başlar. Bu destek grubundaki terapi seanslarından biri esnasında, tümör sebebiyle tek bacağını kaybetmiş, ampüte Augustus Waters ( Ansel Elgort) ile yolları kesişir. Daha ilk karşılaşmalarının sonunda Augustus, Hazel’ı evlerine film izlemeye davet eder. İkili birbirlerine kansere yakalanma hikayelerini anlatırken, Hazel kendisini çok etkileyen, ama özellikle sonunda hiç beklenmedik bir sonla biten “Muazzam Çile” isimli bir kitaptan bahseder ve O’na da bu kitabı okumasını tavsiye eder. Kitabı okuduktan sonra, Hazel gibi cevaplanmamış birçok soru karşısında sinir olan Augustus kitabın yazarına ulaşmayı önerir. Yazara ulaşmayı birçok kere denediğini fakat bir türlü cevap alamadığını söyleyen Hazel’a sürpriz olarak Augustus, kitabın yazarı Peter Van Houten ( Willem Dafeo)’a ulaşmayı başarır ve  birkaç yazışma sonra yazardan kendilerini Amsterdam’a beklediğini belirten bir cevap alırlar.

Daha ilk tanıştıkları anda aralarında ilişki yaşanacağını düşündüğümüz Hazel ve Augustus’un hayatlarıyla ilgili önemli yolculuğa açılan yaşantılarından, hastalıklarının ciddiyetinin farkında olmalarına rağmen, bu ciddiyeti drama dönüştürmeden kabullenişlerini izlediğimiz Aynı Yıldızın Altında, romana sadık kalınarak uyarlanmış bir yapım. Özellikle romanın hayranları için bunu belirtmekte yarar var. Fakat kitaptaki birçok ayrıntı -örneğin romanda izledikleri filmin V for Vendetta olması gibi- filmde yok, bu da edebiyat uyarlamalarının belki de en büyük handikaplarından biri. Romanda özel anlamlar taşıdığını düşündüğümüz fakat filmde üstünkörü geçilen konular ya da kişiler de yine filmde en çok sırıtan ve göze batan unsurlar. Gereksiz spoiler vermekten kaçındığım için bu unsurları belirtmeden, filmin aslında belli yaş grubu olan bir izleyici kitlesini memnun edeceğini; ama sinefil bir kitle için fazlasıyla çelimsiz bir yapım olduğunu belirtmek gerekir.

Aynı Yıldızın Altında’nın belki de en başarılı yanı mizah öğesini, özünde drama eğilimli olan bir hikayeye işleyebilmesinde. Bu mizahın gücü sayesinde belli klişelere düşmekten kaçınmış olsa da, filmin ve hatta eserin ana hikaye yapısındaki ısıtıp ısıtıp önümüze getirilen klişeleşmiş konusundan bir türlü kaçamaması ise filmin olumsuz özelliklerinden.

Hayatın anlamını bulmayı, aşkı keşfetmeyi, her şeye rağmen hayattan vazgeçmemeyi öğütleyen bilindik bir hikayeyle yola çıkan, fazlasıyla Amerikan kokan ve popüler kültür mantığına hizmet eden bir romanı filme uyarlamak elbette ki bir tercih; ama aynı şekilde filmi izlemek ya da romanı okumak da bir tercih. Önemli olan, popüler kültürün bir parçası olup olmama tercihi.

Bilinmeyen Bir Kadından Mektubunuz Var

Sana, beni asla tanımamış olan sana…

28 Kasım 1881’de Avusturya’da dünyaya gelen ve çeşitli konularda yazdığı eserlerle ölümsüzleştiğini her geçen gün bizlere ispatlayan yazar Stefan Zweig’in kitabı; Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu.

Şimdi artık benim için yalnız sen varsın dünyada, yalnızca sen, benimle ilgili hiçbir şey bilmeyen sen.

Platonik Bir Aşk

Uzaktan uzağa sevmek zorunda kalan bir kadın…

Sadece seni bir kez daha görmek, sadece bir kez daha seninle rastlaşmak, sadece bir kez daha yüzünü uzaktan da olsa görebilmek, bu benim tek dileğimdi.

Senin tarafından tanınmak istiyordum, beni dikkate değer bulmanı, sevmeni istiyordum.

Ben sadece sana inanıyorum, sadece seni seviyorum ve sadece sende birazcık daha yaşamak istiyorum…

Alışkın değiliz bu şekilde sevilmelere. Hatta gerçekten böyle kadınlar var mıdır, diye kendimize sormadan edemiyoruz bu kitabı okurken.

Kitapları sevdiğini bildiğim için gece yarılarına kadar bir sürü kitap okumaya başlamıştım.

Alıntı yapmakla bitiremeyeceğim kadar hoş cümleler var.

Âşık bir kadın görmek isteyenlere tavsiye edebileceğim güzel bir kitap.

Gözü, sevdiğinden başkasını görmeyenlere;