25.7 C
İstanbul
Cuma, Ağustos 8, 2025

Kalemim Der ki

Yaz içindekilerini dök sayfa sayfa, sen koksun kalem sen yazsın içimden gelen mısralar senle anlam bulsun sen olsun bütün hecem, sen koksun bütün kağıt, kalem olurum sayfa sayfa sen yazarım bütün anlamlar senle anlam buluyor. Kalemim der: yaz yaza bildiğin kadar, o kokana kadar her satır gel diyene kadar, yazıyorum sayfa sayfa içimden gelenle, sana sevgimle, seni yaşamam’la, seni yazmamla.. Kalemim der : mayhoş cümlelerim de yar alan her kelimem her mısram sen olana kadar. Anlatabiliyor muyum benim şiirim; pürneşe bir hayat dilemek gibi seni yazmak kağıda dükülüyor usul – usul içimdekiler. Seni yazmak, seni yazabilmek marifet ister. Kalemim der : doku satır-satır, hece, hece yaz yazabildiğin kadar onu, kalem oldum sana o an sende bana kağıt. Dokunabilirim işte tam da şu an kalemin her kağıda dokunduğunda. Kalemim der : Bir ömr’i muhayyel senle.

Kirli Sakal III

   ‘’Defterimi açıp okudum bugün. Neler yazmışım diye bir göz gezdireyim dedim. İçi hep karalanmış sayfalarla doluydu. Sayfaları çevirdim, çevirdim, çevirdim ve durdum; gözüme bir ara aydınlık ilişti. Bir kaç sayfa geri döndüm. Yüzüme minik bir gülümseme düştü. Titremeye başladı çenem. Sayfaya bulutlar doldu aniden. Yağmurların arasında kaldı aydınlık. Hava kapandı. Yüzüme düşen gülümseme kaçıp giderken yeri hiç boş kalmadı, korku baş köşeye oturdu yine. Korkunun hemen sağ tarafında nefret hazırda bekliyordu, sol tarafında ise hüzün; boynu bükük ve yorgun. Tek bir aydınlık kaldı kurtarılmayı bekleyen, kararmış hayatların arasında bir tek aydınlık.’’

   Kitaptan ayrılmak istemiyordu Işıl. Ama göz kapaklarını da dinlemeliydi. Masanın üstünden bütün kitapları kaldırıp kitaplığa yerleştirdi. Masa örtüsünü sirkeleyip serdi hızlıca. Sandalyeleri de yerine koydu. Koltuğuna oturduktan sonra derin bir nefes aldı. Yine o içindeki hırıltıyı hissetti. Nefes almakta git gide zorlanmaya başlamıştı. ‘’Kliniği arasam mı?’’ diye düşündü içinden. ‘’Arasam ne olacak ki! Yine ‘Hanımefendi, test kitimiz maalesef henüz gelmedi.’ demeyecekler mi?’’ diye sonlandırdı beyninin içinde dolanan dumanı. Bir ara gözü portmantodaki tabloya ilişti. Üzerinde Osmanlıca yazılar yazdığını biliyordu. Ancak ne anlama geldiğini bilmiyordu, babasının nerede olduğunu bilmediği gibi. Başka bildiği bir şey daha vardı Işıl’ın; çıra kokan, ten rengindeki bu tabloyu birilerinden saklamak zorundaydı.

İnce bir kapı tıklamasıyla irkildi:
-Kim o?
+Şey… Ben Yegor.
Kapı cıvatalarını yağlamamıştı babası. Kaç defa söylemişti halbuki. Kapıyı açarken çıkan kedi ciyaklamasına benzeyen sese eşlik edercesine:
-Tanımıyorum sizi.
+Durun hemen kapatmayın kapıyı. Beni Kirli Sakal adında biri gönderdi. Ama evde biri olduğunu bilmiyordum.
-Kirli Sakal mı? O da kim?
+Tanımıyorum. Yolda aniden arabamın üzerine atladı ve bana yüklü bir miktar para verdi. Hem de bu evi yakmam karşılığında.
-Ah! Hayır baba.
+Nasıl? Anlayamadım.
-Size demedim. Beni buradan götürebilir misiniz?
+Beni nasıl bir işe bulaştırıyorsunuz?
-Siz sadece aldığınız paranın karşılığını verin yeter.

Bir hışımda tabloyu eski gazeteye sarıp yavrusu gibi kucağına alan Işıl, evin yanışını izlerken Yegor’un kornaya basmasıyla uyandı.
+Gelecek misin?
Ayakkabısının altından gelen kum gıcırtılarıyla arabaya bindi. Kucağındaki tabloyu bırakmıyordu. Onunla beraber uykuya daldı. Uykusunda sayıklamaya başladı. Belli belirsiz kelimler geliyordu Yegor’un kulağına. Son duyduğu cümleyle radyonun sesini tamamen kapattı: ‘’ Tek bir aydınlık kaldı kurtarılmayı bekleyen, kararmış hayatların arasında bir tek aydınlık.’’


“Anneler Günü” Mefhumu

Dışarı çıkarken kapı eşiğinde oturup ayakkabımı giyiyordum ki Annemin uyarısıyla arkama döndüm, “Kapı eşiğinde oturma oğlum, kalk sandalyeye otur da giy ayakkabını” Ben de acelem olduğu için “Bir şey olmaz Anne, acelem var şimdi.” deyip ayakkabımı orada giyip kalktım. Bisikletimi aldım ve basketbol sahasına doğru sürmeye başladım. Aksilik o ki, hızlıca ayakkabımı giyeyim derken bir bağcığı tam bağlamamışım, bağcıkta sen gel, zincirin arasına gir! Az daha düşüyordum. Annem beni uyardığında onun sözünü dinlemezsem genellikle başıma bir şey gelirdi. Elhamdülillah bu sefer ucuz kurtuldum. Bir keresinde de bozuk paralar cebimde şıngırdamasın diye on TL kağıt para aldım. Tam çıkarken Annem: “Oğlum harcayacağın kadar al, düşürürsün onu.” demişti. Ben de “Düşürmem merak etme! “ demiştim. Tahmin edebileceğiniz gibi -cebim de fermuarlı olmadığından- oyun oynarken düşürmüşüm parayı. Ara da bul şimdi! Nerede…


Şunu fark ettim ki, Annelerin çocuklarına söyledikleri (her zaman olmasa da) çoğu zaman doğru olup onların iyilikleri içindir. Eğer söyledikleri bir şeye (başka bir maslahattan ya da bilgiden dolayı) katılmıyorsak bile onları üzmeden yapacaklarımızı yapalım. Zira Annelerin hakkı ödenemez.


Gelelim kıssadan hisseye. Burada bir annenin çocuğuna karşı şefkatinden ileri gelen ve onu düşünmesinin bir tezahürü olan “anne sözü” nün önemine vurgu yapmak istedim ( hikayedeki “anne” kelimelerinin “a” harfini büyük yazarak bunu ayrıca belirttim!). Şimdi soracaksınız bu gün Anneler günü mü? Hayır. E peki bu günün başka bir özel anlamı mı var? Ona da hayır derim. İşin aslı şu ki ben burada annelik müessesinin yalnızca bir güne sıkıştırılıp, o gün gelmeden önce malum yerlerdeki (TV, sosyal medya veya alışveriş merkezleri gibi ) reklamlarla hatırlanması, o gün geçtikten sonra (bir daha o gün gelinceye kadar) hatırlanmaması olayını eleştirmeyi amaçladım.


Biz Türklerin çok garip bir alışkanlığı var; el alemin adetlerini benimsemek. Buna çok meraklıyız. Burada söylediğim şeyden Osmanlı kültürünün çok yönlü zenginliğini anlamayın sakın (zira Osmanlı Kültür içeriğinin geneli dine dayalıdır. Yani bir anda kopyala yapıştır şeklinde alınmamış olup toplumun gelenek-göreneklerine uygun şekilde zamanla yerleşmiş olan ve toplum tarafından benimsenmiş bir yapıdır) Benim burada kastettiğim, bizimle hiçbir ilgisi olamadığı halde bir anda (bir yasayla, bir özentilikle) içimizde zuhur eden farklı milletlerin âdet ve uygulamalarıdır. Bunun en bariz örneklerinde biri (ki sizi temin ederim bir çok örneği var) “Anneler günü” dür.


Anneler günü kutlaması antik Yunan menşeli olup, Amerika’da modernleşen (!) ve hükümetin kabulü ile de yaygınlık kazanmış bir nevi anma günüdür. ABD başta olmak üzere yaklaşık yetmiş ülke bu günü mayısın ikinci haftası kutlar (biz de onların içindeyiz). Türkiye’de de ilk defa 1955’te kutlanmıştır.
Bu ve bunun gibi daha birçok örnek verilebilir. Siz hiç (bize Osmanlı kültüründen kalmış olup dini bir kutlama olan) Berat kandili ya da Regaip kandili gibi özel günlerimizi el alemin kutladığını gördünüz mü? Elbette hayır. Bu gece de sair İslam ülkelerinde bile (bu günün anlam ve önemini ifade eden) bir kutlama yapılmaz (birkaçı hariç, onlar da zamanında Osmanlı himayesinde bulunmuş ülkelerdir). Şaşırtıcı olan şu ki biz başka dinlerin bayramlarını dahi kutluyoruz.


Şunu da belirtmeliyim ki burada anlatmak istediğim Anneler günü vb. kutlamaların kutlanmasının yanlışlığı değil, bilakis aile mefhumunun çökmesi sonucu yalnızca bunu bir güne sıkıştıran Avrupa ve Amerika gibi olmayıp her gün hem annemizin hem babamızın hem de tüm insanlığın değerini bilip bunun bilincinde yaşamaktır. Dolayısıyla burada her zaman aile mefhumunu yaşatıp bu değerleri yaşayanları yapmış olduğum takbihten tenzih ederim.


Son bir hatırlatma; bir işi yaparken bilinçli yapalım ki faydasından çok zararını görmeyelim. Haydi kalın sağlıcakla.

Anlatamıyorum

Hâlâ ilk günkü gibi,
Gözlerimdeki ışık güneş gibi,
Kalbimdeki aşk ateşi cehennem için ayıp,
Anlatamıyorum,
Hâlâ ilk günkü gibi.

Sevgine layık mıyım ?
Sevgimin büyüklüğü kâfi mi ?
Çünkü,
Dağa anlattım patladı,
Yıldızlara anlattım kaydı,
Senin için kâfi mi?
Anlatamıyorum
Hâlâ ilk günkü gibi.

Sevgim, aşkım süreli değil,
Bir ömür.
Gözlerimin güneşi sönmez,
Kıyamet lazım.
Kalbimdeki aşkın ateşi bitmez,
Mahşer, sır’at lazım.
Anlatamıyorum ama,
Hâlâ ilk günkü gibi.

Bana Bakma, Bana Gel

Yapraklar terk ettikçe ince dallarını, güneş de merhametli rengini eksiltir oldu yeryüzünden. Asi rüzgarlar henüz iliklere işlemese de, zemheri çanlar çalmaya başladı aheste aheste. İnsanoğlunun kalbinin soğukluğu kaldırımlara düşmeye meyletmeye başladı. Bu meyil herkese ayrı bir dert getirdi. Kimisi sobasına atacağı odun, kömürü düşünürken, kimisi de ‘’Yeni aldığı kazağıma hangi mont daha çok yakışır’’ın derdiyle mağaza mağaza, site site kıyafet aramaya başladı bile. Ee tabi kolay değil kırmızı kazağına yakışacak bir mont bulmak. Hem rengi içine sinmezse nasıl giysin o montu? Rezil olur arkadaşlarına sonra. Sosyal medyaya atacağı fotoğraflar ya güzel çıkmazsa? Büyük dert…

Onlar orada bunu düşünedursun biz sizinle kışa başka bir pencereden bakalım biraz, hemen yanıbaşımızda duran ama bir türlü görmediğimiz ve göremediğimiz bir pencereden. Belki de görmek istemediğimiz… Sokak penceresinden…

Ülkemizde aşağı yukarı 70 bin insan sokakta yaşıyor. Tabi bu bilinen sayı. Kim bilir bu sayı belki çok daha fazla. Herkes bu hayata aynı şartlarda başlamıyor maalesef. Kimisi doğduğu ilk gün sokağa atılıyor, kimisi gençlik hevesatıyla evden kaçıp sokaklara düşüyor, kimisi de herkesi karşısına alarak hayallerinin peşinden giderken kendini sokaklarda kimsesiz bir halde buluyor. Ve daha birçok sebep… Bu sebepler ayrı bır tartışma konusu. Toplumun temel taşlarıyla ilgili olan bu konuyu başka bir yazı dizisine bırakarak asıl konumuza geri dönüyorum. Bu insanları neden görmüyoruz veya neden görmek istemiyoruz? Hangi kapıyı çalsak misafir olabileceğimiz bir toplumdan ne ara bu kadar bencil bir topluma evrildik? ‘’Bir insan acı duyuyorsa canlıdır, başkasının acısını duyabiliyorsa insandır’’ diyor Tolstoy. Biz neden insan olmaktan bu kadar kolay vazgeçtik? Hangimiz sahip olduğumuz her şeye sadece kendi kudretimizle sahip olduk ki şimdi hayatın tokadını biraz fazla yemiş olan insanları elimizin tersiyle itiyor ve onları çaresizliğe ve yalnızlığa terk ediyoruz. Sıcacık odalarımızda, peluş battaniyelerimize sarılırken hangimizin aklına zevk aldığımız bu şeyin bir insanı belki de ağlattığı geliyor? Burun kıvırdığımız bir tas sıcak çorbayla bütün günü idare etmek zorunda olan insanların kaçımızın akıl dağarcığında yeri var? Buz gibi bir havada kaçımız yıkanacak sıcak su bulamamanın ne demek olduğunu biliyoruz? Ve daha birçok bunun gibi vicdan yoksunu, empati yoksunu cümleler…

Sen, ey dolabında sayısız kıyafet olmasına rağmen her kıyafetine kombin yapan kişi! Gel de bu kış insanlığını yeniden hatırla. Hatırla anne karnından üryan çıktığını ve sana bir beyaz örtünün yettiğini ve göçerken bu dünyadan yine aynı beyaz örtüye sarılarak gideceğini.

Yazımı, hayatının 35 yılını sokaklarda geçirmiş 62 yaşındaki A.  Arslan’ın yüzümüze tokat gibi çarpan cümleleriyle son vermek istiyorum. ‘’ Siz görmek istemeseniz de biz varız. Bana bakma, bana gel.’’

Evsiz A. Arslan’ın hayat hikayesini dinlemek için: https://www.youtube.com/watch?v=UUe35ZTBBGA

Balkon

Bir balkondan bir manzarayı izleyebilirsin sadece. Ama gördüklerin hep çok farklı olur. Bazen mutlu olursun, bulutlar uçan kaplumbağalara benzer; bazen üzgün olursun ağaçları izlersin, onlar gibi yerini değiştiremediğin için ağlarsın. Ya da zaten ağlayacaktın, ağaçları dert ortağın yapmaya çalışırsın. Balkonlardan çok farklı insanlara bakarsın. Hep mutluymuş gibi olanlara, mutlu olmaya çalışanlara ya da hiçbir duygunun yolunu beklemeden yaşayanlara bakarsın. Bazen balkondan baktığında kış olur, masallardaki gibi hissedersin; bazen yaz olur, tüm kaçmak istediklerinin günahını sıcaklıkta görürsün. Oysaki sen kendinden kaçardın hep. Balkondan çok farklı günlerde çok farklı ruh halleri içerisinde bakarsın aynı manzaralara. Ama zor bir hayatın varsa eğer, bir gün o balkondan, sadece en yüksek kattan yere bakarsın, çaresiz hissedersin. Ama yere baktığında, bir daha hiçbir şeye bakmamak için yere bakmak istediğin her anında başını kaldırman gerekli. Çünkü bir düşüş seni asla kurtarmaz. Ama bir düşüşten vazgeçerek başını kaldırmak her gün o balkona, çok uzaktan bir yerlerden durup bakmana sebep olur. Ve o kadar güçlü olursun ki; o balkonu hatıralar ve duygular müzesinden başka bir şey gibi görmezsin. “Bir gün tüm bulutların uçan kaplumbağalar olacağına” hep inanacağım. Tamamen başka bir balkonda yasemin çiçeğinin çayını içerek yere bakanlara başlarını kaldırabilmeleri için kitap yazacağım.

Eşref-i Mahlukat

Ölümü düşünüyorum bir serçe kanadında
yahut yaşamayı
Gülmeyi
veya ağlamayı
Gitgelleri birikiyor insanın
açmaktan korktuğu kapılarının ardında
Korkuları, telaşları…
Umutları, umutsuzlukları
Düşüşleri, kalkışları birikiyor

Yaşamayı düşünüyorum
Masmavi göğün altında
ve arasında kendini bilmez kalabalıkların
Eşref-i mahlukat
Aramaz olmuş, nedir hakikat?
Kaldırmaz olmuş göz kapaklarını
Gülmez olmuş sebepsizce bir karanfile
Bilmez olmuş bu yolculukta nedir gaye
Zamana, zamana nankör olmuş
Zamana bedhah

Papatyalar açmadan güz geliyor
Tan yeri ağarmadan gece
Yaşamadan ölüm..

İhtimal Olsa Gerek

Birkaç satır yazacağım sana
Avuçlarımla, gönlümden kopana dek
Yükselteceğim kalbimi ellerine
Usulca alacağım yanıma kelimelerimi
Avazım çıkana kadar, sesim kısılana dek
Gözlerimi kapatıp haykıracağım gönlümün derinliklerine,
gözümün gördüğü yerlere

Bir bostan olur içim dışım,
Harmanlanır acılarım ve sevinçlerim
Her kelamım özenle seçilmiş olur..

Belki görüşürüz hayallerde
Belki de bir kitabın sayfalarında karşılaşırız

Belki tanıdık bir sima olur ismimiz
duvarlara asılırız
Belki bir dükkanın önündeki sardunya,
Belki de bir gülün dikeni oluruz yasaklara..

Hani olur ya belki bahtımız güzel oluverir
Uğurlarım her türlü kötülüğü anılarımdan

Her şeyi bir kenara bırakıp,
Darmadağın olup gelirsem bir gün kapına,
Yine de buyur eder misin beni gönül bahrene?..

Farkında Değiliz!

Bu zamana kadar hiç bir şiire konu olamamış kadınlar ile bu zamana kadar hiç bir sadakat hissiyatına özne olamamış erkeklerin dünyasında gönül zarafeti aramak mı? La Fontaine’den masallar dinlemek daha keyifli geliyor kulağa. Favorim ise; Tavşan ve Kaplumbağa…

Büyülü bir dünyanın bücür cadısı kılıklı rollerini peşkeş çekmiş, duygu devrimini yaşamaya çalışıyoruz. Bir yandan da yaşayamadıklarımızın öfkesini yaşıyoruz aslında. Kamikaze görünümlü bedenlerin içinde pamuk şekeri ile sarmallanmış ruhları barındırıyoruz. Hep bir hayal dünyasında, hep bir filmin başrolünde buluyoruz kendimizi. Galası cafcaflı, gişesi hüsranlı, ayyuka çıksa da naraları… Sonrası hep karabasanlı!…

Gülüşünü kaybetmiş bir yetimin somurtkanlığı ile geçiyoruz caddelerden. Hiç sevilememiş’in gerçekliği ile yol alıyor kunduramız. Reklam tabelalarında özenle seçilmiş cümlelere takılıyor gözlerimiz. Biri ya da birileri hayalimizi çalıyor, farkında değiliz!

Evet mi? Hayır mı? İki kelimeye sığdırıyoruz izdivacımızı.. Kimisi mahalle baskısı, kimisi anasının babasının duası… Yaşa takılanlar da cabası… Ya bireylerin rızası? Jeofizik okumaya çalışmak suç mu?

Gökyüzüne merdiven dayıyoruz sırasıyla. Gecelerimizin kasvetini yıldız takarak dağıtıyoruz. Ismarlanmış şarkılara bir yenisini daha ekliyoruz. Ya sonrası yok bu hayatın! Geldik geçiyoruz…








Yeni Ben’le

Aklımdaki yorgunluk duygumdu. Şimdi bütün anlamlar bir sesizliğin içinde, Yeni şeyler demeye geldim yeni benle, Bağırmalarla değil, canımdan sözlerle.

Yeniden yenilenen, yol alan bir anlam. Neden mi? Böyle davranıyorum şimdi. Bir başka şimdiden baktığımdandır.

Seni kalbime aldım, Düşlerime aldım, Seni düşünüyorum ; Kimseden saklıyacak gibi değil …

Bir şey’ler anlatmaya gelsem. Şu-an diyeceğim tek kelime, İçimde koskocaman bir anlamsın derim; Sen yoksan, biz bizde yokuz.

Kayboldum galiba. Ama öyle sokakların, Şehirlerin arasında değil, Kalbinde içinde kayboldum. Buram-buram sen kokuyor.

Şimdi anlıyormusun beni..

Plastik Beyin

BEYİN

Nöroplastite , ‘plastik beyin‘, yani beynin kalıba sokulabilir olma durumuna verilen isimdir. Bizler genellikle içinde bulunduğumuz anlara göre beynimizin sadece zihinsel durumunun değiştiğini düşünürüz. Oysa yaşantılarımız yolu ile sadece beynimizin zihinsel durumunu değil aynı zamanda fiziksel yapısı da değişir. Nasıl mı ?

Beyin Şekil Değiştirir

İnsan, yaşamı boyunca her yeni gün yeni bilgiler öğrenir ve bu yeni bilgileri depolamak üzere beynine alır. Alınan bilgi, beynin mimari yapısında değişiklik meydana getirir ve yapısal olarak alınan yeni bilgiye göre beyin şekillenmeye başlar. Bu esnada duyulardan alınan yeni uyaranlar ile birlikte beyin hem bilgiyi hem de yapısını yeniden inşa etmeye başlar. Hem yapısal hem işlevsel bir inşa sürecinde beyin yepyeni nöral (sinirsel) yollar oluşturur.

Beyin hücreleri arasında oluşan nöral bağlantılar ise en çok deneyimler yolu ile kalıcı hale gelir. Deneyimlenmeyen ve duyular yolu ile pekiştirilmeyen bilgiler ise beyinde kalıcı olarak var olamaz. Bilgi ya da uyaran beyne alınır ancak deneyimlenmediği sürece yok olup gider. İşte bu nedenle öğrenilen bir bilginin kalıcılığı için deneyim şarttır.

Etkili bir deneyim yaşamanın şartları nelerdir ?

Deneyim , kişinin ilgisi doğrultusunda edindiği anlamlı yaşantılardır. Kişinin ilgisi nereye yönelirse nöronlar orada ateşlenir ve bir araya gelir. Kısaca her birey ilgi duyduğu alanda en etkili deneyimlerini yaşar.

Peki bizler hayata hazırladığımız biricik çocuklarımızın her alanda tam öğrenmeyi gerçekleştirebilmesi için onların deneyimler elde etmesine ne kadar izin veriyoruz?

Ebeveynler için ‘hata yapmak‘ doğruluğun zıttı olarak algılanır. Oysa hata, doğruya giden yolun temelini oluşturur. Çünkü evrende her şey zıttı ile var olur. Örneğin, sizin bir nesneye soğuk diyebilmeniz için öncelikle sıcak bir nesnenin varlığından haberdar olmanız gerekir ki iki nesneyi karşılaştırıp sıcak ya da soğuk olana karar verebilesiniz. Aynı şeyi karanlık için de örneklendirebiliriz. Bir insanın karanlığı tanımlayabilmesi için öncelikle aydınlığı görmesi gerekir. İşte hayatta doğrular da böyledir. Hata yapmadan doğrunun varlığı ve değeri hiçbir zaman bilinemez. Bu nedenledir ki hata insanın en büyük eğiticisidir. Yanlış yapmadan, yanlışı yaşamadan doğru bilinemez.

Tüm hatalarımıza bir teşekkür borçluyuz.

Bu günün güçlü ve dimdik ayakta duran ebeveynleri olarak kendi doğrularınız varsa tüm bunların hepsini bu zamana kadar yaptığınız hatalara borçlusunuz. Onlar sayesinde öğrendiniz, piştiniz ve sonunda ‘ben’ dediğiniz o eşsiz varlığı oluşturdunuz.

Geçmişin hata yapan çocukları olan sizler, şimdilerde geleceğin güçlü ebeveynleri olacak çocukları yetiştiriyorsunuz. İşte bu nedenle zor da olsa onların da kendileri olmalarına izin verin. Kendileri olduklarında hata yapmalarına, düşmelerine izin verin ki onlar da kendi doğrularını oluşturabilsin. Neyin yanlış olduğunu gerçekten öğrenebilsin ve onu zihninde belirginleştirsin.

Hayatta bilgilerin veya olguların çocuklarımız tarafında tam öğrenilmesini sağlamak için onlara hata yapmamayı değil, hataların hayatta insanı doğruya götüren öğreticiler olduğunu öğretmemiz gerekir.

Kasım Abi

“Aaaa! İnanamıyorum. Kasım Abi sensin değil mi?” (Gülüyor ve birbirimize sarılıyoruz.)

“Lütfen kusuruma bakma. Hoş geldin. İyi ki geldin. Neredeyse bir yıl olacak seni görmeyeli. Sen, sen, sen… Sanki bambaşka bir Kasım olmuşsun.”

“Ya! Demek öyle… Yol boyunca yürürken anlat hele bakayım.”

Sizlere biraz Kasım Abi’den bahsedeyim önce. Kendisi benim doğum günümü bile görmüş. Hatta sizlerin doğum gününü bildiğini dahi söylüyor. “Ben sırılsıklam bir yağmurum, elinle bir şeyler çizdiğin buğulu camım, o bastığın su birikintisiyim gözünde, başlangıcım ve bitişim kendi halimde. Ben bir Kasım’ım otuz kere.” der karşısındakine.

Havalar soğuyunca palto giydirir kat kat kendisi. Yüreğimiz soğuyunca ısıtır çayı demli, gözleri nemli… Şiirler yazdırtır insana ellerinden öpülesi. Bu arada Hazan Edebiyatı’nı da çok sever kendileri.

Gözü karadır. Ama hep gözlerinin çimen gibi yeşil renkte olmasını istermiş. Aslında yeri gelir bahar gibi görür seni beni; cıvıl cıvıl gülüşlerimizi gül pembe, umutları taze yeşil… Evet yeri gelir koyu görür seni beni; beti benzi sararıp solmuş verimsiz bir toprak, gözümüzden düşeni kızıl bir yaprak, içimizden kopup gideni yaşlı bir sağanak görür gibi kopkoyu hem de…

“Kasım Abi biliyor musun? Sen gelince yurdumda bacalar tüter, sarılır tütünler, küllerinden doğar Anka Kuşugiller…”

“Hadi ama ellerini nefesinle ısıtırken mi söylüyorsun bunu Çocuk Hanım?”

“Yooo! Şu an ayaklarımın altında ezilen yaprakların hışırtısında söylüyorum. Sobanın üzerindeki mandalina kabuklarının odaya yaydığı koku için de söylerim. Cebimden bir avuç kavrulmuş fındık çıkarıp da ‘Çift mi tek mi?’ oyununda da…”

“Peki saçlarının arasında gizlenen beyazları gördüğünde, bir duygu yükselmesi yaşayıp da gözden ve gönülden düşüp kendine gömüldüğünde söyleyebilir misin bunu?”

“Gir koluma çocukluğum ve olgunluğum. Biz seninle çokkk başka son bahar göreceğiz.”

Bana geçen yıl kalbinin olmadığını söylemişti Kasım Abi. Sesi kalbimi yoklatan sonbahar tonlarında… Kalp herkeste var dedimdi de “Doğru kalp herkeste var. Ancak bende yürek de var! Tedbir de var! Tevekkül de var!” demişti.

“Sen bambaşkasın Kasım Abi.”

“Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz / Biz neşâtın da gamın da rûzgârın görmüşüz. Yani (Biz bu dünya bahçesinin hem sonbaharını hem de ilkbaharını görmüşüz. / Biz sevincin çağını da, üzüntünün çağını da görüp yaşamışız.) demiş Nabi…”

Hazan Edebiyatı’nı sever demiştim. Bu beyiti sonbaharın ruhuma yansıttığı duyguların en tepe noktasına varışımı yaşarken duymuştum ondan rüzgârın fısıltısı eşliğinde.

“Kasım Abi sen bu beyitlerin hakkını verecek kişisin. Söylesene kaç bahar ve hazan gerek kendini kendine başkalaştıracak?”

“Sonu olmayan bir soru gibi gözüküyor. Hoşuma gitti. İnsanlar benim adımı andığında ‘Her şey başkadır’ dedikleri için mi böyle düşünüyorsun peki?” diyerek soruma soruyla cevap vermişti.

“Bilmem sen gelince yılda bir kere, her şey başka oluyor sahiden de…”

“Sen de mi lütfen..! Güldürme beni.” dedi.

Gözleriyle bendi süzdü. Ağlamak için kaçtığım annemin dizleri gibi, şefkatle saçlarımı okşayan babamın elleri gibi… Zor anlarım silinmesin dediğim, silinmesin ki; her ne yaşarsam yaşayayım bana “geçeceğini” hatırlatan bir iz gibi… Ve yürümekten yorulup durmuştum aniden. Durmuştum öylece ve onu dinliyordum sadece.

“Mutsuzluğuna kulak ver. Bak bakalım ne diyor? Sana neyin iyi gelmediğini duyarsın. Kimden uzak durman gerektiğini görürsün. Sana nelerin ağır geldiğini anlarsın. Neleri tutup neleri bırakacağını birbirinden ayırırsın. Ne istediğini fark etmen, istemeyerek yaptığından vazgeçmeye cesaret bulman için yılın bu günlerinde yanındayım. İhtiyaçlarına duyarlı olup onları aramaya koyulursun diye. Yok saymadan kulak verirsen, kıymetli işarettir mutsuzluk. Başka abilerden duyacağına benden duymuş ol.”

“Sen eksik olma Kasım. Ama bir dakika. İnsanlar mutsuzluğu başkalaştırır içinde mutluluktan. Ya da tam tersi; insanlar mutluluğu başkalaştırır mutsuzluktan. Farkında olmadan ‘başka’ arayışına giriliyor bu zamanlar. Bulunur ya da bulunamaz başkalık. Ama anladım sanırım demek istediğini.”

“Kim mutlu edebilir seni? Sen hazır değilsen? Başkasıyla gelen mutluluk başkasıyla gidecektir. Kendi kendinle mutlu ol benden sonra bir aralıkta da.”

“Başka başka konuştuk biraz başbaşa. Ama olsun yürüdükçe sohbetin ne iyi geldi bir bilsen.”

‘Sonbaharın tüm yükünü çeken aydır Kasım’ dediler bana. Vedalar zormuş çünkü. Tıpkı yeniye alışmak gibiymiş. ‘Duygusallığın yerine, ayakta dimdik durulacak aylara yapılan bir devir teslim misali…’ dediler bana. Bu yüzden sonbaharın ‘Ağır Abisi’ olmuş yılların Kasım Abisi…

“Ah ben gerçek miyim bir bil-sen!”

Sen, Acılarımız, Sen

Bazen adının yanından geçiyorum ama
Seni çağırmam pek de mümkün görünmüyor
Birilerine anlatmak için kıssalar toplamak istiyorum
Parmaklarımın kısalığı hissedar olmama mani oluyor

Oysa daha dün sönmüştü onyedi ocak
Dünyada rakamlar olmamalı demiştim
Birer birer yükselirken kahredici dünyanın sayaçları
Kardeşimin gözleri lambada kilitli kalıyor
Beşer beşer şaşıyoruz olmuş olana, olacak olana
Olacak o kadar demek yolumuzu açmıyor
Zaten insanlar hep hava soğukken ölüyor
Bizlerse yalnızca bir gün üşüyoruz

Patosun alt yaprakları sararıyor, hep yanı başımda olduğundan
Hissettiğinden sonbaharı ya da aklı yasta kaldığından
Belki de kemirgenler kemiriyor ömrümüzü
Büyük konuşmaya gerek yok diyip
Sessize aldım tüm seslileri ve büyük harfleri
Bir tek senin sesinin dans edişini izlemek istiyorum
Telaşlı alkışlarla, VALS!

Sen diye başlayıp sen diye bitirmek
Tam ortasına da acılarımızı yerleştirmek!

Kirli Sakal II




Borisov uyandığında camın buğulu olduğunu fark etti. Küf kokan, beyaz, kirli yorganı üzerinden aniden atıverdi. Yatağa oturduktan sonra kararmış dirseklerini dizlerinin üzerine koyarken ellerinin arasına da yüzünü iliştirdi. Derin bir nefes almaya çalışıyordu ki göğsünde acı bir tat hissetti ve bir hışımla cama doğru koşup ardından camı araladı. Dışarıda yağan tipiyi görünce ciğerlerine ürperti dolan Borisov, ”Böyle bir şey mümkün olabilir mi?” diyerek şaşkınlığını korumaya devam ediyordu. Ellerini yavaşça yüzüne doğru götürdü. Yüzüne vuran kar tanelerini hissedebilmek için naif dokunuşlarla parmaklarını yanaklarında gezdiriyordu. ”Eğer bu doğruysa…” diye geçirdi içinden.

Borisov’un şaşkınlığı koyu yeşil, tahta kapının gıcırdamasıyla son bulmuştu:
-Uykunu almışa pek benzemiyorsun ama madem uyandın…
+Sen de kimsin?
-(Elindeki kıyafetleri göstererek…) Al şunları da üstünü başını toparla. Yarım saat sonra Nayman’a gitmek için Yalena seni arka kapıda bekliyor olacak.
+Bir dakika, bir dakika… Benim Kırgızistan’da ne işim var? Hemen İgarka’ya dönmem lazım!
-Senin için İgarka’nın yolu Nayman’dan geçiyor artık Borisov.
+Nayman’a ne için gideceğim peki?
-Çok sevgili kızın için, Işıl!

Borisov’un şaşkınlığı Işıl değil Temmuz ayında kar boranı olmasıydı. Şaşkınlığını Işıl’a çevirmekte zorlanıyordu, tıpkı hayatında bir şeyleri düzeltmekte zorlandığı gibi. Ne zaman yokuş koşmaya başlasa dikenlere takılıyordu. Ne zaman yüzmeyi öğrense köpek balıklarıyla savaşıyordu. Borisov biliyordu ki dua, kaderi değiştirebilirdi. Sırf bu yüzden çabalıyordu; çaresiz de olsa, kimsesiz de olsa, sevgisiz de olsa, hayatsız da olsa.

+Işıl mı? Kızımı rahat bırakın!
-Merak etme kızın çok rahat. Arkadaşlarımız özel olarak ilgileniyor. Oasis Otel’de tatil yaptığını zannediyor. Oteli kapattığımızdan henüz haberi yok. Haberi olsun istemiyorsan bizimle gelmelisin.
+Tamam, pekala. Geliyorum ama ufak bir şartım var.
-Şartları senin koyacağını mı zannediyorsun Borisov. Cesursun ama burası yeri değil.
+Tabloyu aramıyor musunuz? Şu an ya yanıyordur, ya da yanmak üzeredir. Tanımadığım bir adama verdim evimin adresini. İnsanlar para için neler yapmaz, senin yaptığın gibi… Sen de çok cesursun ama cesaretin yanında biraz da olsa aklın lazım olacağını düşünememişsin, tahmin ettiğim gibi. Sen zahmet etme, Yalena’yla tabloyu alırım ben, hazır kapıda bekliyorken. Kızıma gelince, başına bir şey gelirse tabloyla beraber seni de yakarım!

Temmuz ayında kar boranı… Borisov’un kafası hala buraya takılıydı. Ne Işıl, ne Yalena, ne de Lenin tipli adam, hiç biri bu kadar etkilememişti. Tabloda yazılanları anımsamaya çalıştı. ”Bu ümit ile ye’sin savaşı olacak.” Tek hatırladığı cümleydi Borisov’un. Savaş mı başladı?

Zamanında Gelen Güzellik

Bir gün bir türlü anlatamaya dilim varmadığı, kalbime söz geçiremediğim bir şey oldu. O geldi kalbime! Uzun zamandır herkese kapattığım açmaktan korktuğum kalbimi açtı evet doğru duydunuz açma diyemedim o kadar güzel sevdi ki beni, değerli hissettirdi, önemsedi bende git diyemedim ama kal da diyemedim. Daha yeni üç günlük tanıdığım bir insana ne diyebilirdim. Ama bana güzelliklerin var olduğuna inandırdı. Kalbim korku içinde idi ama, yine gönlüm hoş idi. Onun beni sevdiğini bilmek, hissetmek iş iyi geliyordu. Beni benden çok düşünüyordu git diyemezdim kalbimden.. Üç günlük olsa bile beni varlığına inandırdı. Ama ve lakin kal demekten de korkuyordum. Ya bir gün giderse kalbim’i beni târumar ederse.. Yapamadım bende uzaktan uzağa sevdim. Aradan bir kaç gün geçtikten sonra telefonuma gelen mesajla irkildim açtım okumaya başladım. Söze böyle başlıyordu; Ben seni tanıdığım gün bir hayatın var olduğuna inandım, iyi insanların varlığına, güzelliklerin olduğuna ben sende gördüm ve inandım. Beni kalbine kabulün diye alabilir misin? Şaşırmıştım bir o kadar sevinmiştim belki de uzun zamandır beklediğim ve olmasını istediğim bir şey idi. O an düşünmedim bile artık sonu ne olursa olsun kırgınlık, pişmanlık dahi olsa bile evet diyecektim. Aldım elime telefonu mesaj yazmaya başladım. Ben seni kalbim’e kabulüm ömrüm’e ömür diye almayı kabul ediyorum. Evet beni güzelleştiren, iyileştiren, oydu hayatıma giren beni güzel seven, sevdirenim… İyi ki de girmiş, iyi ki de gelmiş, iyi ki de inandım. Beni pişman etmedi. Ettirmedi…

O yüzden mükemmel bir insanın gerçekte neye benzeyeceğini, benzeteceğimi, hiç bilemeyeceğim.