Gün sonlanıyordu. Artık gecenin karanlığı çatmıştı gün yüzüne. Eve gitme vakti gelmişti. “Beş dakika daha anne yaa…” diyemeyeceğim bir yaşı çoktan geçmiştim.
Taze esen rüzgârın ferahlığı çocukluğuma götürmüştü beni… Gökyüzünde bir uçurtma gibi şatafatlı duran yıldıza, selam vererek hayal dünyasına kapılmıştım.
Kızların pembe, erkeklerin ise mavi ile temsil edildiği yaşlardaydım. Bir elimde elma, diğer elimde ekmeğin olduğu kral sofrasında, anın tadını çıkarıyordum. Mutluluğu iki elime sığdırmıştım…
Yer sofrasının, çatal kaşığa davul olduğu; müzik ritmimi de tutturduğum bir resitalin içindeydim. Araya giren “Yapma oğlum!”, “Oğlum kime diyorum?” vokallerine hiç aldırmadan, tek kişilik dev kadromu kurmuştum.
Sabahına çapaklı gözlerle uyandığım, Parliament Sinema Kulübü kuşağının; yeni kahramanı da bendim. Batman yada Rambo yanımda halt etmiş. Döşeğin üzerinde takla bile atabiliyordum.
Kiraz ağaçlarına ben dalardım, mahallenin çırağı da bendim. Para üstleri sağ cebime, misketleri sol cebime pay ederdim. Siyahın yanına beyaz koyar, “Şampiyon Beşiktaş!” diye bağırırdım.
Ben 90’lardım…
Hevesi kursağında kalmayan bir çocuktum.
Kursağımdan Bir Çocukluk Geçti
Şiir Yazmadan Şiirlere Konu Olan Kadın: Tomris Uyar!

Tomris Uyar 15 Mart 1941’de hukukçu bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. Çocukluğu kitaplar içinde geçerek büyüyen ve içindeki edebiyat cevherini keşfeden yazar Robert Koleji’nin ardından İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi. Çevirmen ve öykü yazarı olarak başladığı edebiyat hayatına Papirüs Dergisi’nin kurucularından biri olarak devam etti. Ardından Varlık, Yeni Dergi, Yeni Edebiyat, Soyut, Dost, dergilerinde de deneme ve eleştiri yazdı.
Özgünlüğüyle öne çıkan bir yazar olmayı başaran Tomris Uyar, hem eserleri hem de aşklarıyla kendinden çokça bahsettirdi.
İlk Aşkı Robert Koleji’nden Arkadaşı: Ülkü Tamer!
2 Nisan 2018’de kaybettiğimiz şair, çevirmen, gazeteci ve aynı zamanda Papirüs Dergisi kurucularından olan Ülkü Tamer ile yirmi iki yaşında enstitüden mezun olduktan sonra evlenen Tomris Uyar’ın, Ekin adlı bir bebekleri oldu. Ancak çiftin kızı küçük yaşta sütten boğularak ölünce evlilikleri sarsılmış ve üzücü bir şekilde ayrılmışlardı.
İkinci Aşkı Papirüs Dergisi Yazarı: Cemal Süreya!

Şüphesiz Türk edebiyatının en ses getiren aşklarından birini yaşadılar. Bu aşk için eşinden boşandığı dedikoduları yayılan Cemal Süreya “Daha nen olayım isterdin, onursuzunum senin!” diyerek aşkını dile getirdi. Tomris Uyar’ın ise Şahsiyet Rötarı adını verdiği bir anısı vardı: Her akşam işten çıkar çıkmaz evine giden Süreya’ya Tomris Uyar biraz gezip dolaşmasını, arkadaşlarıyla buluşmasını ve eve geç gelmesini söyler. Ertesi gün Süreya on dakika geç gelir, sonraki gün on beş, bir sonraki gün yarım saat… Bir gün temizlik yapan Tomris Uyar, balkona çıktığında Cemal Süreya’yı evin önünde oturmuş beklerken görür. Aslında her akşam Cemal Süreya yine aynı saatte eve geliyor ama bilerek “gecikiyordu”.
Yaşadıkları bu tutku dolu aşk üç yılın ardından sona erdiğinde Tomris Uyar şöyle anlattı:
“Beni bıraktı ama rahat edemedi. Ona göre bana sahip olunamazdı. “Senden ayrıldığım anda, senin hakkında, hikayen hakkında sevdiğimi belirtecek hiçbir şey söylemeyeceğim, benim ağzımdan kimse duymayacak” dedi ve doğrusu hiç yazmadı.“
Geriye ise Süreya’nın Sayım adını verdiği aşk dizeleri kaldı.
Ay ışığında oturduk
Bileğinden öptüm senin
Sonra ayakta öptüm
Dudağından öptüm seni
Kapı aralığında öptüm
Soluğundan öptüm seni
Bahçede çocuklar vardı
Çocuğundan öptüm seni
Evime götürdüm yatağımda
Kasığından öptüm seni
Başka evlerde karşılaştık
İliğinden öptüm seni
En sonunda caddelere çıkardım
Kaynağından öptüm seni
Üçüncü Aşkı Uzun Soluklu Evlilik: Turgut Uyar!
Cemal Süreya ile ayrılmak üzereyken tanıştığı, öncesinde ise şiir düşünceleri hakkında Turgut Uyar ile mektuplaşan Tomris Uyar ikinci kez evlendi. Turgut Uyar’ın mutsuz evliliği, onu yedi yıl şiire ara vermeye itmişti ancak Tomris Uyar onu tekrar şiir yazmaya teşvik etti. Turgut adında çocukları olan bu evlilik on altı yıl sürdü ve 22 Ağustos 1985’te Turgut Uyar’ın ölümüyle sonlandı. Tomris Uyar aşkları hakkında,
“Turgut, her an elinden kaçıracakmış gibi gereksiz bir kaygıyla yıpranacak; ben de hiçbir rekabetin söz konusu olmadığı bir alanda, boyuna birinci seçilmekten yorulacaktım.” derken Turgut Uyar ise ardında bir şiir bıraktı.
Herkes seni sen zanneder.
Senin sen olmadığını bile bilmeden,
Sen bile…
Seni ben geçerken,
Derim ki,
Saati sorduklarında;
Onu ”O” geçiyordur.
Kimse anlam veremez.
Tamir ettirmedin gitti derler şu saati.
Ettirmek istiyor musun demezler.
Bir bozuk saattir yüreğim, hep sende durur.
Zamanı durdururum yüreğimde,
Sensiz geçtiği için,
Akrep yelkovana küskündür.
Şu bozuk saat çalışsa benim için ölümdür.
Bil ki akrep yelkovanı geçerse,
Atan bu yüreğim durur.
Bırak bozuk kalsın, hiç değilse;
Bir bozuk saattir yüreğim, hep sende durur.
Platonik Aşık: Edip Cansever!

Tomris Uyar’ın doğum günü olan her 15 Mart’ta yeni bir şiir yazan ama karşılıksız bir aşka sahip olan Edip Cansever, Turgut Uyar’ın yakın arkadaşlarından biriydi. “Tomris rakıyı severdi ben de onu.” demişti ancak Tomris Uyar ile birliktelik yaşayamadı. Hakkında ise şöyle dedi Tomris Uyar:
“Bitmeyen tek aşkın gerçek ve lirik bir dostluk olduğunu Edip Cansever öğretti bana.”

Edip Cansever’in de Tomris Uyar’a bir şiiri vardı.
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç
Yağmurlar altında gördüm, kadeh tutarken gördüm de
Bir kıyıya bakarken, bakarkenki ağlayan yüzünle
Ve yarışırsa ancak Monet’nin
Kadınlarına yaraşan giysilerinle
Gördüm de
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
Öyle kısaydı ki adımların, diyelim bir yaz tatilinde
Bir otel kapısının önünde, tahta bir köprünün üstünde
Bir demet çiçekle paslanmış bir kedi arasında
Öyle kısaydı ki adımların
Şöyle bir bardak yıkayışının vaktiyle
Ölçülür ve denk düşerdi ancak
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
Yok bir yanıtın ”nereye” diyenlere
Bir buz titreşimi gibi sallantılı ve şaşkın
Ve çabuk bir merhaban vardır bir yerden gelenlere
O bir yerler ki, diyelim çok uzak olsun
Sen gelmiş gibisindir oralardan, otobüslerden
Yollardan, deniz üstlerinden topladığın gülüşlerle
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
Seni görünce dünyayı dolaşıyor insan sanki
Hani Etiler’den Hisar’a insek bile
Bir küçük yaşındasın, boyanmış taranmışsın
Çok yaşında her zamanki çocuksun gene
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
Mart ayında patlıcan, ağustosta karnabahar
Mutfağın mutfak olalı böyle
Bir adın vardı senin, Tomris Uyar’dı
Adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene
Ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma
Oysa güneş pek batmadı senin evinde
Söyle
Ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç.

Özgür ruhuyla ve ele avuca sığmaz halleriyle İkinci Yeni’nin dört şairinin aşık olduğu ve hiç şiir yazmamasına rağmen şiirlere konu olan Tomris Uyar 4 Temmuz 2003’te aramızdan ayrıldı.
Süreya’nın şiirini ise bestesini yapabilmek için yirmi beş yıl düşünen Sezen Aksu harika sesiyle sundu bizlere.
Dünyaya Dön-me
Dünyaya baktığımız yer ekseriyetle aynı
İşte! Aynalar da dönmüş yüzünü
Karanlık ve fırtınalı bir denizin
Hırçınlığıyla başlıyoruz geceye
Sokaklar dar, kapılar kilitli, susmuş taş plak
Geçen kış saz çalan teyze yerinde yok
Sağır duyuları haykırıyor beyaz evler
Ve bellere dolanan eller…
Söz etmeyin bana masumiyetten
Biliriz ki elbette harcanmışlık kaldı geriye
Ruhum Karaköy’de dolanmakta
Gelseydim eğer, sözlerine mi yoksa
Gözlerine mi rast gelirdim
Ya da bir kahve içmeye mesela, gelir miydim
Sahi piyanonun sesi neye benzerdi
Kadıköy vapuru kaçta kalkardı
Lütfi abi dükkanı kaçta kapatırdı
Enn çok bisiklet sürmek istediğin ülke hangisiydi
Dudakların en çok hangi masalı okumayı severdi
Sesinden duyamadığım yalnız ismim kaldı
Saat yine ilk turunda yola çıkmış
Akrepler, yelkovanlar, uygunlar, uygun olmayanlar
Bir mart devinimiyle yokuş aşağı koşmayı
O sert rüzgarın da yüzüme çarpmış olmasını dilerdim
Olanca soğuğa rağmen evime gidip ısınmayı…
Evime dediysem sana, sıcak parmak uçlarına
Kedilere, kanepelere, kupalara
Henüz anlatmadığın hikayelere
Cılız ruhlarımızın dinlendiği minderlere
Sana dönmeyi dilerdim
Dünyaya dönmeyi…
Bir Fransız Atasözü
Bir Fransız atasözü vardır, “Hakimin kadife cübbesinin altında celladın tırnakları hissedilir”. Peki bu atasözü bize ne anlatır? Bu sözü anlamak için 18. ve 19. yüzyıl Fransız siyasi ve sosyal tarihini bilmek gerekir. O halde konuyla alakalı biraz malumat verelim.
18. yüzyıl deyince Fransa’da ilk akla gelen şey Fransız İhtilali’dir. Her ne kadar bir ihtilal olduğu söylense de, bu konuyu biraz araştıran kimse ihtilalden çok bir katliam olduğunu görecektir (zaten tarihte kan akıtılmadan gerçekleşen bir devrim yoktur!). Öyle ki ihtilali simgeleyen şeylerin başında giyotin sehpası gelmektedir. Konuyu daha iyi anlayabilmek adına Fransız ihtilaline kısaca bir göz atalım.
Fransız ihtilali 5 mayıs 1786 yılında halk ayaklanması ile başlar. O dönemde insanlar üç sınıftı; yöneticiler (ya da burjuva sınıfı), killise görevlileri ve çalışan halk. Çalışan halka hem devlet tarafından hem kilise tarafından ağır vergiler yüklenerek sömürülürdü. Halk zaten fakir kesimken bu vergilerle daha da eziliyorlar, hayat şartları daha da ağırlaşıyordu. İşte uzun yıllar bu sömürüyü yaşıyan fakir Fransız halkı ve bu durumu anlayışla karşılayan bazı kişiler bu sisteme baş kaldırdı ve 5 mayıs günü ayaklandılar. Başta ayaklanmalar pek ciddiye alınmadı. Ama bir süre sonra devletin stratejik yerlerine baskın yapıp oralar ele geçirilmeye (örneğin Bastille Hapisane baskını ve ele geçirilmesi, kadınların saraya yürümesi vs.) başlanınca durumun ciddiyeti kavrandı ve uzun yıllar sonra monarşi tahtının sallandığı hissedildi. Durumun vahametini anlayan kral 16. Luis kaçmak ister ancak bunu başaramaz. Halk, kralı resmen feshedince bir halk meclis ve birde ihtiyarlar meclisi kuruldu. Gereken yasa ve bildiriler yayımlandı ve ihtilalin karanlık günleri başladı (başladı derken bu döneme gelene kadar ayaklanmalarda bir çok kişi ölmüş ve öldürülmüştür). Özellikle kral ve kraliçenin idam edilmesiyle – kendini iyiden iyiye kaptırmış olacak ki- celladın elinden yaklaşık yüz bin kelle geçmiştir ve bu sadece 1799 yılına kadar olan idam ve karışıklık sonucu gerçekleşen ölümlerdir (bu geçtiğimiz dönemlere meşrutiyet devri, cumhuriyet devri, direktuvar hükümeti devri denmiştir). Sıkı durun çünkü bu dönemden sonra tarih sahnesine Fransa ‘nın gururu, efsane general Napolyon Bonapart çıkmıştır. İlk başta kendisinin Fransa’ya çağırılma sebebi (ki kendisi İtalya ordusunun generali olarak Fransa ‘da değildi) meclisi muhtemel ayaklanmalara karşı korumaktır. O dönemlerde 25-26 yaşlarında olan Napolyon ‘un Fransa ‘ya gelişi tam bir bayramdı, herkez kendisini bir kahraman olarak görüyor ve güveniyordu. Zira onun gelişiyle ihtilal kemale ermiştir (bu halk ve meclisin o anki düşüncesidir. Napolyon’un güvencesiyle işlerin kolayca hallolacağını ve cumhuriyetin meşrutiyetinin tam anlamıyla yürürlüğe gireceğini düşünmüşler zavallıcaklar!). Napolyon meclis muhafızı ilan edilince ordusuyla beraber o dönem hararetle çalışan meclis etrafında konuşlanmış, bu sebeple meclisle içli dışlı olma şansı yakalamıştır. Meclisin dizaynını yavaş yavaş çözer ve bir gün çıkıp “Arkadaş durun bakalım. Siz bu yönetimi tam anlamıyla yapamıyorsunuz, gelin size yardımcı olayım (ya da siz bana yardımcı olun)” dercesine yönetime dahil olur. Yönetim üç konsüle verilir; ihtiyarlar, halk meclisi ve Napolyon ‘un temsil ettiği bir konsül. Napolyon ‘un zamanla kendisine tanıdığı imtiyazlar diğer konsüllerin tüm haklarını ve kendilerini feshetmeye kadar gider. Bir gün Napolyon çıkıp “Bu kadar ileri gittik bari imparator da olalım,” der ve olur da. Meclisi korusun ve cumhuriyeti ayakta tutsun diye getirilen Napolyon, cumhuriyeti yıkıp kendini imparator ilan eder! He bu arada cellat giyotinin başında tam mesai çalışmaktadır. Öyle ki ‘halk giyotin günü’ ilan edilmiş, halk bu idamları önden izlemek için ailecek yer ayırtmak suretiyle bu günlere ayrı bir önem atfetmişlerdir. Napolyon çok hırslıdır. Yılda birkaç kez savaşa çıkmak için ordu toplardı (desek abartmış olmayız). İleriki dönemlerde halk savaş ilan edildiğinde Napolyon ‘un kişisel zevkini tatmin etmek için oluşturduğu bu orduya katılmamak için dağa kaçarlardı. Zaman geçti Napolyon ‘a olan muhalefet arttı ve bunlar bir gün toplanıp Napolyon ‘u indirelim dediler. Öyle de oldu Napolyon tahttan indirilip bir adaya sürüldü. Tahtan indirilirken oğlunun imparator olmasını istediyse de kabul edilmedi ancak gideceği adayı kendine tahsis edilmesinde ısrarcı olunca bunu kabul ettiler. Bunun bir hata olduğunu anlamaları uzun sürmedi. Napolyon ‘un üzerine bir ordu gönderildi. Ne oldu dersiniz, Napolyon orduya bir nutuk çekti ki kimsenin ağızını bıçak açmadı, elleri tetiğe gitmedi. “Ordu silahınız, üniformanız hatta bedeninize kadar benimsiniz, bu andan sonra -Napolyon üniformasını yırtarak göğsünü açar- Ya burayı kurşunla deşersiniz yada emrime itaat edersiniz” dedi ve orduyu emrine alıp Fransa’ya yürüdü ve halkın alkış ve tezahüratı ile tahtına tekrar oturdu.
Neyse bir süre tahta oturan Napolyon ‘u tekrar kaldırdılar ve geri dönüşü olmayan sürgüne gönderirler ve altı yıl sonra orada öldü.
Medeniyetin beşiği, aşıklar şehri Fransa ‘da yöneticiler değişmekte bir cumhuriyet bir imparatorluk ilan edilmekte iken değişmeyen tek şey giyotin masasındaki kellelerdi. Hiç eksik olmayan, küçük bir isyan patlak vermesinde, ufak tefek suçlarda her ne olursa olsun mahkemede kadife cübbesiyle makamında oturan Hakimin önüne getirirken kişi soluğu celladın yanında giyotin masasında alıyordu ve bu bitmiyordu. Meclisteki bazı aydınlar tarafından idamın kaldırılması hususunda çok çabalanıyor, tasarı tam meclis onayından geçecekken bir hezeyan oluyordu. Sonuç yine hüsran, yine hüsran.
Victor Hugo 1850’li yılların parlamenteri, meşhur yazar “Bir İdam Mahkumunun Son Günü” adlı eserinde anlatıyor bize. Tasarı bir dahaki gün meclisten onay alacağı kesin gözüyle bakılıyor. Herkes heyecanlı, bir yandan da bir olayın patlak vermesinden korkuluyor ve korkulan başa geliyor. Bir daha ki günün sabahı devletin dört büyüğü; başbakan, içişleri bakanı, savunma bakanı ve din işleri bakanı devlet yönetimini ele geçirmeye kalkarlar ve başaramadan tutuklanırlar. Tahmin edebileceğiniz gibi tasarı rafa kaldırılır. Sonuç olaraksa 1981 yılına kadar idam cezası devam eder ve ancak o zaman kaldırılır.
İşte tamamen bu döneme ışık tutan “Hakimin kadife cübbesinin altından celladın tırnakları hissedilir” sözünü anlatmaya ve tekrar anlamaya çalıştık. Ve umarım anlatabilmişimdir, Fransa tarihindeki sıkıntının menşei idam değil asıl mevzu adaletsizliktir. Adalet mülkün temelidir, onu sarsacak şeyler mülkü, dolayısıyla halkı da sarsar.
Boşluklar
Paslı bir demirliğin arkasındaki
puslu bir camın arkasındasın,
öylesine ayrıksın benden
ve böylesine benden.
Bu Şiiri Nereden Buldun Çocuk?
1995 – 2001 Yılları arasında Kasım – Nisan
Ve o; kendini ona yâr, yadigâr edip muştulan(ma)mıştı..!

Kararlı kararsız benim ruhum
Sabırsız ve bencil benim duygum
Seninle geçen en güzel anlar var ya hani
Bir zamanlar o sahildeki çiftleri
İzlerdim, ‘Nasip olur mu?’ diyerek
Tekrar tekrar yine korkuyorum
Olurum diye umudun
Seni severken bile
Fotoğraflarımıza bakarken bile
Aşık olmak bana göre değilmiş
Aşık olmak bize göreymiş
Sevmek, karşılıklı ıstırap çektirmek
Ve ben
Kursağında kalan kelimelerinim
Ve ben
Seni kabuğuna çektirecek hislerinim
☆☆☆
Bilmiyorum ki niçin böyleyim?
Tut ki hayatında gördüğün
Tüm renklerden daha güzelim
Tut ki dalıp gittiğin gözler
Değmez mi onlara verdiğin sözler?
Ben dengesizliğin ta kendisiyim
Sabırsızlığın, tuhaflığın, ulaşılmazlığın… Uğraşılmazlığın!
Sense utangaçlığın yanaklarımdaki kırmızılığı
Gözlerimdeki galaksilerin varlığı
Göz kırparkenki gülümseyişimin acımasızlığı
☆☆☆
Şiir gözlü olmak, bir suçtur bana!
Cezasını gözlerimden süzülen ıslak şiirlerle ödüyorum
Sevgimi özgürce ifade edememek, günahtır bana!
Helalinden tertemiz severken seni
Üstelik sen de böyle düşünürken, severken…
☆☆☆
Ortak ilgi alanlarımız bizi birleştiren
Ve o güzel yüreğimiz bizi sessiz-leştiren
Göğe bakalım mı yine?
Kalbindeki ritimsizliği duyayım
Soluk alışverişinle göğsünün inip çıkışına dalayım
Biraz yosun kokusu biraz da parfümün
Bugün aklıma getirdikçe bunu
Hem acı çekiyorum hem de mutlu bir pozu
Kalbine kayan yıldız hâlâ akıyor mu?
Aklına, bahtına, gönül tahtına..?
Seni benden korkutuyor muyum?
Haberdarım maalesef var böyle bir huyum
Düşünürsem eğer; neyle, kiminle mutluyum…
Dururum
Susarım
Utanırım
Aynaya bakarım
Bir de o masadaki kırmızı güle
Ey gül! Ne oldu adına, kokuna?
Bülbülü ürkütüp kaçırdın kabuğuna
Saçlarını omuzlarına sal
Dokun yanağına, burnuna, çenene, yüzüne işte…
Nereye değdiyse gözleri
Yüreğine dokunduğu gibi hisset, anla!
☆☆☆
Acemiyim ben sana can sever
Karşımdaki can çünkü her şeye değer
Kalbime, fikrime, bilgime…
Küçüğüm ben can sever
Kocaman yüreğinde küçücüğüm
Şiir coğrafyanda hangi mevsim olursam olayım
Hep aynı iklimde gülümserim sana ben
Bazen kutup bazen de akdeniz olasım tutabiliyor
Ama sahi, her can böyledirler…
Doğarlar, büyürler, severler
Severek ölürler, severken ölürler..!
☆☆☆
Sana ölüyorum derken
Utancımdan yerin dibine girdiğim için değil
Seni severken öldüğüm için
Gömüyormuşum kendimi, kendine…
SON
Annemin bazı şiirleri elime geliyor. Ne güzel yazmış, yanmış ve anmış diyorum. Sonra itiyorum şiirlerini onun itildiği uçuruma elimin tersiyle, terkiyle..!
Şiirden anlayan o kadını alelâde sevemezsiniz bayım! Beni, neyim olursanız olun o şair gibi alelâde sevemezsiniz!
“Ölüyorum kendi kendime; gömüyorum kendimi, şiirime.” Tıpkı o genç şair gibi.
“Siz bu şairin hangi satırını hatırlarsınız ki kalmayan hatrınızla, olmayan aşkınızla! Pardon bayım?”
“Bu şiiri nereden buldun çocuk? Ölümü(n)m şiire gömülü olduğu bu şiiri nereden buldun çocuk?”
…
Ve büyüdü! Huzurlarınızda o çocuk…
Araftayım
- Ağır gelir bazen her şey
- Olur olmaz yapıp yapamadıklarımla
- Ben mi çok yoruldum
- Yoksa kalbim mi?
- Bilemiyorum.
- ***
- Bu yaşadıklarımın tortusudur galiba
- Her yaprağın hışırtısı,
- Her rüzgarın durgunluğun yorgunluğu var üzerimde..
- ***
- Kalmakla gitmek arasındayım;
- Ama en çok da,
- Araftayım:
- Herşey bana yabancı,
- Herşey unutulmaya yüz tutmuş.
- Herkes gitmeye heves etmiş.
- ***
- İskelet yığını insanlar
- Yollar ve yıllar biriktiyorlar.
- ***
- Herkes gitmiş, herkes gitti,
- Çünkü herkes gider.
- Rotası meçhule vurmuş bir gemi gibiyim.
Kirli Sakal IV

Oasis Otel’in önüne yavaşça yanaşan Yegor bir yandan otelin girişine göz gezdirdi. Otel çalışanlarının hazır olduğunu görünce içindeki kara bulutlar gökkuşağına selam verdi. Son bir görevi vardı Yegor’un; Işıl’ı Lenin tipli adama teslim etmek. Bütün bunları neden yaptığını bilmiyordu. Para için mi, hırs için mi, hınç için mi? Sanırım korkuydu onu besleyen. İki taraftan da zarar gelecek korkusu ya da sadece korku. Bunun için dostlarını, ailesini, bendini satan insanlar vardı. Arkasındaki gölgeden korkan insanlar karanlıkta boğulduklarının farkında bile değildi. Karanlık dünyanın aydınlık çocukları olma yolunda ilerleyenleri bu yüzden anlamakta zorluk çekiyor olabilirler miydi? Çok soru sorabilir ama cevapları bulmakta zorlanırlar ve bu yüzden korkaklardı.
Tüm gerçeği dilinde saklayan Yegor:
+Geldik Işıl Hanım.
-Burası neresi?
+Sizi dinlenmeniz için otele getirdim. Kapıya kadar eşlik etmemi ister misiniz?
-Babama gitmeyecek miyiz?
+Babanız size gelecektir. Lütfen istirahat buyurun.
-Her şey için teşekkür ederim.
Bir eli kapının mandalında, bir eli tablonun çerçevesinde; gözleri kapıdaki pengueni andıran otel çalışanlarında, aklı her zaman olduğu gibi babasında… Ağır adımlarla resepsiyona ulaşan Işıl’ın şaşkınlığı otelin boş olmasıydı. Bunca ödül almış, yedi yıldızlı bir otelin bu denli boş olması kimi şaşkınlığa uğratmazdı ki. Hoş, o yorgunlukla bunları detaylıca düşünecek hali de yoktu. Anahtarını aldığı odasına doğru yürüyor mu, sürünüyor mu, kestirmek biraz zordu. Odasının önüne geldiğinde cebindeki anahtarı çıkarırken, içindeki sıkıntıyı üflercesine derin bir of çekti. Kapıyı açtığında içerden gelen lavanta kokusu burnunun etrafında dans etti. Güzel kokunun getirdiği ruh haliyle göz kapaklarının altındaki uykuyu yatağına bedeniyle beraber bıraktı.
Günlerdir uykunun tadını alamamıştı. Uyandığında gözlerinin altı, doymuş şişkinliğe misafirlik ediyordu. Duşunu aldıktan sonra is kokmuş kıyafetlerini tekrar geçirdi çelimsiz bedenine. Aldığı acı nefesi geri vermek için pencereyi açan Işıl gözlerine inanmak istemiyordu ancak her şeyin gerçek olduğuna anlamsızca emindi; temmuz ayında kar boranı… Bunu dedesi Yavuz Efendi’den duyduğunda yüreğine ürperti dolmuştu. Dedesinin anlattıklarını kafasında tahayyül edememişti henüz o yaşlarda ama vakit gelmişti. Yavuz Efendi’den hatırladığı cümle geldi aklına: ‘’Bu ümit ile ye’sin savaşı olacak.’’
Tanrı Sûkuttur
Tanrı sadece bir defa konuştu.
Kutsal kitabında, bütün risaleleri.
İnsan neden hep konuşur anlaşılmadığı hâlde.
Sahi Kabil Habil’i, neden öldürmüştü? Tanrının misafirhanesinde yapılır mıydı bu?
Tanrı bir kere konuştu ve sustu. Anlaşıldı da!
Adem ile Havva ceza olarak dünyaya gönderildi.
Benliğimizi konuşturup BEN olsaydım diyoruz, unuttuğumuz şeylerin arasında.
Biz tanrı değildik. Bir defada da anlaşılmayacaktık, bütün ayıplar da bize yapılmıyor zaten.
Zafer Anıtı’ndan Atam’a Bakış
Kimimiz gururu farklı şeylerde yaşarız. Kimimiz farklı şeylerden iftihar duyarız, fakat öyle biri var ki; onu gören, bilen her Türk evladının, hatta her Anadolu insanının gözlerinin dolmasına neden olan ve göğsünü kabartan bir şahsiyet. Bu kişi kim acaba diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Kim olacak? Elbette, yüce Türk milletinin kaderinin en makûs anında onu bir girdaptan aydınlığa çıkaran kişi; Gazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk. Şimdi size, bana bu onurlu şahsiyetin yanı sıra her an kazandığımız zaferi de hatırlatan ve haklı bir gurur yaşamama sebep olan yüce Atatürk ‘ün zafer anıtından bahsedeceğim: Ankara Zafer Anıtı, Ankara’nın Altındağ ilçesinin Ulus Meydanında, Türk Kurtuluş Savaşı kahramanlarının anısına Yenigün Gazetesi öncülüğünde Türk halkı tarafından cumhuriyetin ilk yıllarında yaptırılmış olan anıttır. Avusturyalı Heykeltıraş Heinrich Krippel (1883-1945) tarafından yapılan anıt, 24 Kasım 1927 tarihinde açılmıştır. Bu anıt bende öyle duygular uyandırır ki nitekim; her üzüldüğümde, umutsuzluğa kapıldığımda atın üzerinde Atatürk ‘ü karşımda görünce gözlerimdeki bulutlanma kaybolur benim. Hele hele atın üzerindeki Atatürk, bana en zor şeylerin bile başarıldığını, bu yüzden kolay şeylerden dolayı kendimi yıpratmamam gerektiğini hatırlatır. Neden mi? O at, o anıt en zor günlerin, kaderimizin en belirsiz günlerinin izlerini taşımış bugünümüze ve yarınımıza. Çünkü tüm milletimizin kaderini belirleneceği zor bir dönemde üstelik ülkecek çok zor koşullar altında olmamıza rağmen Atatürk, yeise kapılmadan bir an olsun cesaretinden ve inancından ödün vermeden bizleri savaşın kara sularından çıkarıp cumhuriyetin aydınlık yüzüyle tanıştırmıştır. İşte bu yüzden hayatımda umutsuzluk, üzüntü yerine hep umut ve inanç olmalı. Atam bana aksini müsaade etmiyor çünkü. Elbette kayıplar, başarısızlıklar olacak fakat zaferlerin en büyüğü olan Cumhuriyet bana daima umudun olacağını aşılayacaktır.
Haftalık Keşif Listesi – I
Hepimiz çok zor bir pandemi sürecinden geçiyoruz. Hepimiz evlerde kalma mecburiyetindeyiz. Bunun için sizlere güzel bir haftalık keşif listesi hazırlamak istedik. Bu serimizin ilk haftası. Umarım sizler için önerilerimizi beğenirsiniz.
Haftanın Dizisi
The Haunting: Bly Malikânesi

The Haunting: Bly Malikânesi isimli dizi, 1980’lerin İngiltere’sinde geçmekte olup, doğaüstü korku-dram türündedir. Normalde asla korku filmi izleyemeyen ben bile bu diziyi çok sevdim diyebilirim. Öncelikle size konusundan biraz bahsedeyim. Henry Wingrave, yeğenlerinin annesi ve babasının ölümünden sonra onlara bakmak için bir bakıcı tutmuştur. Fakat bu bakıcı trajik bir şekilde öldüğü için yeni bir bakıcı arayışındadır. Danielle Clayton, Henry Wingrave’in vermiş olduğu bu ilanı görerek iş başvurusunda bulunur ve kabul edilir. Gitmiş olduğu bu malikâne sıradan bir yer değildir. Bölümler ilerledikçe sadece malikânenin sırlarını değil, o malikânedeki herkesin sırlarını yavaş yavaş öğreniyorsunuz. İzlerken tüyleriniz diken diken olacak diyebilirim.
Haftanın Filmi
Can Dostum

Can Dostum filmi, komedi-drama türü içerisinde yer almaktadır. 2011 yapımı Fransız filmidir. Başrollerini François Cluzet ve Omar Sy paylaşmaktadır. Konusuna değinecek olursak şunları söyleyebiliriz: Yamaç paraşütü kazası sonrası boynundan aşağısı felç olan bir adamın ve kendisine yardımcı olması için işe aldığı yardımcısının hikâyesini anlatmaktadır. O kadar samimi ve güzel duygular bulunduran bir film ki yüzünüzde hep tebessüm olacak (Kahkaha bile attım). Bu trajikomik hikâye izleyiciyi hiç bitmesin havasına sokacaktır (Beni fazlasıyla havaya soktu). Bu hayatta belki de çok zor karşılaşacak iki farklı insanın tüm ön yargılara rağmen nasıl dost olduklarını gösteren bir yapıt. Müzikleri de en az film kadar güzel diyebilirim.
(Bu güzel film yorumu için yazarımız Bekir Yılmaz’a çok teşekkür ediyoruz.)
Haftanın Kitabı
Mitolojinin Gücü: Kutsal Kitaplardan Hollywood Filmlerine Mitoloji ve Hikâyeler

“Mitolojinin Gücü” isimli kitap Bill Moyers ve Joseph Campbell’ ın diyaloglarını içermekte ve PBS kanalı için çekilen 6 bölümlük bir televizyon programını temel almaktadır. Kitap, “Mit ve Modern Dünya”, “İçe Yapılan Yolculuk”, “İlk Hikâye Anlatıcılar”, “Kurban ve Mutluluk”, “Kahramanın Macerası”, “Tanrıçanın Armağanı”, “Aşk ve Evlilik Hikâyeleri” ve “Sonsuzluk Maskeleri” olmak üzere sekiz bölümden oluşmaktadır. Özellikle mitolojiye ilgisi olan kişilerin mutlaka okuması gereken kitaplardan birisidir bence. Ben mitolojiye aşık ve hayran biri olduğum için kitabın nasıl bittiğini bile anlamadım. Hatta ikinciye bile okuduğumu söyleyebilirim.
Haftanın Müziği
İki Keklik
“İki Keklik” türküsü benim de memleketim olan Balıkesir yöresine aittir. Hepimizin çok aşina olduğu bir türküdür. Eminim ki aramızda bilmeyen yoktur bu türküyü. Peki hikâyesini biliyor muyuz bu güzel türkünün? Gelin bakalım bu acıklı türkünün arkasında yatan o hüzünlü hikâye neymiş. “Şöhret Hanım Balıkesirli Mehmet Şevket Efendi’nin eşidir ve Balıkesir’in Edremit ilçesine bağlı Güre köyündendir. Kocasından dolayı da epey zengindir. Hatta zeytin toplamaya bile cam topuklu rugan ayakkabılar giyerek gitmektedir. Bu çiftin Zekeriya adında bir de oğulları vardır. Zekeriya, askerlik çağına geldiğinde Enver Paşa komutasında Sarıkamış’a gider. Sarıkamış’ın çetin kış şartlarını hepimiz görmesek de en azından duymuşuzdur. Zekeriya askerliği sırasında, yol almak için yollarına çıkan karları temizlemeye çalışırken bir kuyuya düşerek şehit olur. Şöhret Hanım ise hasretiyle yanıp tutuştuğu oğlunun ölüm haberini ovadayken alır ve orada öten kekliklere ‘ötme de keklik derdim bana yetiyor’ diyerek ağıt yakmaya başlar.”
Haftanın Oyunu
Origami

Origami, bilindiği üzere kâğıt katlama sanatıdır. 7’den 70’e herkesin hoş vakit geçirebileceği bir oyun diyebiliriz. Hem internette hem de origami üzerine olan kitaplarda rahatlıkla pek çok origami örneği bulabilirsiniz. Bizler de sizin için bir tanesini yukarıya bıraktık. Mutlaka deneyin derim. 🙂
#EvdeKal
Türetim Ekonomisi
Siz şimdi durmaktasınız
Yığınların arasında dimdik
Bir yanınız mermerden ağıtlar
Bir yanınızsa çiçek toplamalı yaşamak!
Dünyaya çevirdiğiniz yüzler ihanet ediyor
Betonlara sırt dönen çocukluğunuza
Fırlatılan taşlar ya camlara ya molozlara
Ya da bir tur daha çizgilere basmamak adına
Kırmızı çizgilerimiz kırmızı değildir hep
Bir güzel yeşil edasıyla selamlıyorum sizleri
Ve beyazların içinde ilaç getirdiğim de sanıldı
Asıl ilaç beyazın ta kendisiydi
Mermer beyaz, karanfil beyaz, kar beyaz
Sen, beyaz…
Başörtüleriniz oyalı
İlmek ilmek işlenen sabır dahilinde
Elleriniz hiç toprağa dokunmamış kadar kirli
Buna rağmen sımsıkı kenetli birbirine
Bir fotoğraf karesi
Yetmiyor yazgınızı dile dökmeye
Geçelim çarçabuk kadrajlardan
Eski bir sahafta buluşmak adına
Analog bir makine almıştım
Belki çekebilirim fotoğrafını
Tüm ciddiyetin ve vakur duruşunla
Okurken sen şiirini
Buruşan kağıtlar, çöpe atılamayan çarşaflar
Çıkamadığım o gerçek dünya
Beni hep ele veriyor
Onları dize getirmeye, yetmiyor
Benim de aklım zaten hep sana kayıyor
Okuduğun gözlere, gezdiğin resimlere
Kendi adına seslenişine
Dinç bir devrimden ben de iyi anlarım
Senin işin sözlerime devrim yapmak!
Serzeniş
Bir kuş kadar özgür olmaksa eğer niyetimiz
Ya da bir Nazım Hikmet şiirinde can bulmaksa derdimiz
Veya yıldızların tüm ihtişamı altında tüm hücrelerimize kadar şükretmekse arzumuz
İşte o vakit büyümüşüzdür.
Zaman ele avuca gelmez bir coşkuyla akıp giderken
Yanına çocukluğunu da emanet edersin.
Acı kıvranışlar sararken bedenini
Ruhundan eksilirken bir şeyler
İşte o zaman büyürsün.
Yaşadığın, yaşayacağın anıların hüznü sarar dört bir yanını
Galata’nın kız kulesine duyduğu özlem kadar özlersin geçmişi
Pervasızca hayatından geçip giden insanların yüzlerini anımsarsın belki.
Belki de en çok kime kızdıysan ya da kimi özlediysen.
Büyüyorsun.
Küsüyorsun.
Kaçıyorsun.
Olağan işlerin, olağan hallerin bedelini ödüyorsun.
Eğer içinden geliyorsa, iki üç satır içini döküyorsun mürekkebini özleyen kâğıda
Ve ne tam sözcükler sığıyor satırlara ne de sen olan her şeyi yazabiliyorsun.
Ama biliyorsun ki
Sabah uyandığında
Gökyüzüne baktığında
Gecenin karanlığından, masmavi bir dünyaya dönüşen hayallerini yaşayacaksın.
Kim bilir belki bir kuş konar yüreğine.
Her şeye tezat, Eylül ayazlarında hayat bulan bir kuş…
Seni Unutmayan
Bir yerlerde bizi bekleyen dostluklar vardır. Yoldaşlık yapalım gönüllere hep birlikte. Emeğimizi dökelim, kurallarımızı belirleyelim, aklımızı toparlayıp yolculuk yapalım güzel yerlere. Güzel meskenler edinelim. Bu dünya karmaşası içinde bir amaç belirleyelim kendimize. Bir umudumuz olsun, bir boyamız, bir kalemimiz ya da kullanmaya kıyamadığımız bir eşyamız olsun.. Hep beraber oyalanalım güzelliklerle. Birlikte oynayalım güzel yerlerde.
İçimizi ısıtan bir güneşimiz, sevdiklerimiz, kıymet verdiklerimiz varsa, bu bir karınca dahi olabilir öyle çok büyük kavramlar lazım değil ki bize. Biz ki, yağmurlu havada bile ıslanmaya bayılan insanlarız. Dağları, ovaları, denizleri, yolları, martıları, simitleri… Daha bir sürü güzellikleri olan insanlarız. Biz çok şanslıyız.
Kimsesiz yok, herkesin var bir kimsesi.. Her şeyden önemli, kıymetli biz kullar varız ve bizim de her şeylerden kıymetli bir yaratıcımız, Sübhân ve Rezzâk olan Allah‘ımız var. Bu neyin ümitsizliği ki?.. Herkes gittiğinde yine ‘O‘ bizim yanımızda değil miydi derttaş?.. Herkes arkadaş dediğini, sevdiğini satarken değersiz sözcüklere, bizi her daim şüphesiz gören, duyan yalnızca Rabbim’iz vardı. Yönelsek ya bütün varlığımızla O’na. Sinelerimizde biriken acıları akıtsak gözyaşları eşliğinde… Yönelsek de bulsak ya dermanımızı O’nda…
Hadi durma! O’na inan.
Yüreğim Daralıyor, Boğuluyorum…
Yüreğim daralıyor bunalıyorum…
Konduramıyorum vatanıma hüznü, yakıştırmıyorum hiçbir çocuğa akan o yaşları.
İçim daralıyor düşündükçe o feryatları, gidenleri, kalanları acıları, yaraları…
Bir hüzünle hepimizin batıyor güneşi.
Bir umutla hepimizin aydınlanıyor dünyası.
Sanki benim de bir yanım sıkışıp kalmış betonlar altında,
çığlıklarımı duymuyorlar gibi çaresizleşiyorum bende.
Utanıyorum gülmekten,
utanıyorum yemekten, içmekten…
Buralarda karanlık.
Buralarda yıkık.
Hepimizin yüreği enkaz yeri buralarda…