22.7 C
İstanbul
Cumartesi, Ağustos 16, 2025

Sevgi Tek Bir Güne Mahsus Değil!

  • Bize sevgiden bahset…’ dedi.
  • Ve o başını kaldırdı, insanlara baktı.
  • Sessizce çekilmek öğle vakti,
  • Sevginin vecdini duymak,
  • Sevgi bir güne mahsus bir anlam kazanmaz
  • Bugün
  • Kış ,avucumuzun tam içinde
  • Ayazı uyuşturuyor parmak uçlarımız
  • Belki biri var.
  • Söylüyorum size
  • Sevgi bir tek güne sığmaz ki,
  • Sevmekten korkar mı insan?
  • Sahi korkmaz ya korkmamalı
  • İnsan dediğin derya misali..
  • Sevgi bir bakış,
  • Bir gülüş müydü bazen,
  • Bir akış bir koşuş muydu?
  • Sevgi gönül kumaşında bir nakış mıydı?
  • Yoksa Ebru sanatı mıydı?
  • Bazen zemheri bir kış sabahında,
  • Bazen çiçek açmış bir kiraz ağacında,
  • Sarıdan kahverengiye dönen yaprakların hazanında…
  • Bazen dört yanınızı saran, içinden çıkmaya çalıştığınız.
  • Hüzün birikintisinde…
  • Söylüyorum size,
  • Sevgi bir tek güne sığmaz ki.!

Sükûtun Sesi

Yağmur, gece, sükût…

Birbirine yakışan, birbirini kusursuz tamamlayan üç güzellik.

Herkesin kabuğuna çekildiği vakitte, bu manzarayı temâşâ etmek var niyetimde. Durmak, düşünmek, izlemek ve dinlemek.

Pencereye usulca vuran damlaların sesine eşlik ediyor şimdi yüreğimin fısıltısı. Titrek titrek yanan mumun ışığı yansıyor o pencereye. Ve dağılıveriyor gecenin koyu karanlığı bir anda, parlıyor yağmur taneleri.

Sonra sükût..

Koşturmacadan, telaşeden, hengameden uzak, bir başınalık. Düşünüyorum da, ne çok ses var etrafta. Ve insan, onca gürültü içinde en çok kendi sesine hasret. Kendiyle konuşmaya, kendini dinlemeye, içine dönmeye, tefekküre muhtaç insan.

Önce kendimizle dost olmaya, bu maratona bir ara vermeye, bir soluklanmaya ihtiyacımız var bizim.

Ben kendimi bilmedikten, tanımadıktan, dinlemedikten sonra, başka bir insan bunu nasıl yapabilir ki?

Her şeyi bırakıp bir kenara, kendime adım atmalı, kendime geç kalmamalıyım, yoksa dünyanın bir ucuna da gitsem hep geride kalacağım. Ne kadar arasam da eksik parçayı bulamayacağım.

Ruhumu, hislerimi, gönlümden geçirdiklerimi, kısacası beni ben yapan, varlığımı anlamlandıran her şeyi gözden geçirmeliyim, mütemadiyen. Çünkü insanın amacı, başı boş kalmak, manasız ve değersiz, sadece madde ve çıkar üzerine kurulmuş bir hayat sürmek değil. Yaşamı nitelikli kılan, bu dünyada bir nida, bir yankı bırakabilmek. Karşılıksız iyilik, koşulsuz sevgi, tevazu, merhamet gibi unutulmaya yüz tutmuş hisleri harekete geçirebilmek.

Ben bir robot değilim, benim ruhum, aklım, kalbim ve de bir gayem var.

Gaye deyince, Ayşe Şasa’nın şu cümlesi gelir aklıma hep, “Kıyamet günü yaratıcıya anlamlı ve onurlu bir hikaye anlatabilmeliyim.”

Bunun için önce kendimi anlamlandırmalıyım.

Nasıl peki, diye düşünüyorum.

Arayarak bir yağmur damlasında, gecenin karanlığında, sükûtun sesinde kendini. Bir çiçeğin kokusunda, içtiğin çayın tadında, bir şiirin mısralarında, bir çocuğun tebessümünde belki.

Kainattaki hiçbir şeyin öylesine, tesadüfen olmadığını bilerek. Her nefes alıp verişi, hikayeni anlamlandıran bir hediye, bir nimet görerek. Yeri geldiğinde durarak, dinlenerek, idrak ederek.

Ânı yaşayarak, ânda kalarak, tabiri caizse, ânın evladı olarak.

Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın da dediği gibi, “Aşk ile ânı seyrederek.”

“Dünyaya geldim gitmeye, ilim ile hilme yetmeye
Aşk ile ân seyretmeye, ben în-ü ânı neylerem.”

Erzurumlu İbrahim Hakkı

Kayıp Rıhtım

Geceyi aydınlatacak bir meşalem yok.
Isınmak içinse sıcak bir ortam aramıyorum.
Üşümek beynimi uyuşturuyor,
Zihnimin duvarlarından ayrılıyorum.
Kabuslarım artık rüyalarımda değil.
Kabusları yaşarken tadıyorum.
Her gün vazgeçerken hayattan.
Bugün de insanlardan ayrılıyorum.
Zaman acımasız ya da insanlar vefasız.
Sorgulamak zihnimin halatlarını kopartıyor.
Bilinmeyen bir kıyı şeridinde yaşarken.
Çoktan bırakıyorum yaşanılan ortamı.
Bilinmeyen bir şehirdeyken
Unutuyor ve unutuluyorum.
Gelen yok, caddeler harabe burada.
Bilmezler, kayıp bir rıhtım burası.

Vefatım

Ah ay tenli bulut beyazı bereketim
Mercan gözlü uçurum bakışlı hayalim
Orman içinde gökyüzü altındaki ceylanım
Mağaramın içindeki ışık, kalbimin içindeki vefatım

Senelerin gözlerin ayların dudakların geçti hayat baharımdan
Yudum yudum içtim hayat iklimi suyundan
Cefakâr hayatım beş harfle yıktı beni ismini söylediğim zaman
İsmini yazmayacağım kalbimdesin her an

İki gamzene çok mısralar yazdım evvel zamanda
Hepsini bir çırpıda yaktım viran bağında
Hülyalarıma girdin her gözümde  yaş aktığında
Ben senin sevdalı bakışını kaldıramadım buda bana dert oldu hayatımda.

Yaranın Üstündeki Kabuğun Altında Kalanlar

eller

Ormangülüm, hayatları da elleri gibi insanların.  Eller ki, kendisine uzanacak bir başka eli bekler hep.  Hayat, bir yolculuk. Bu yolculukta herkesin iyi kötü bir koltuğu var ama mesele insanın kendi koltuğu değil. Yanı boş kalsın istemiyor kimse. Cam kenarında oturmak ve manzarayı seyretmek güzel ama gözlerini koridora çevirdiğinde kendisine bakan gözleri arıyor insan..

Eller ki, bir başka ele alışırsa yalnız başına ısınamıyor bir daha. Ruhlar da öyle ya. İnsan, ruhu üşümesin diye saklıyor kendini diğer insanlardan. Üşümenin tehlikeli bir nihayeti var çünkü. Üşümek, ellerdeki ve ruhtaki çizikleri belirginleştirir.. Ormangülüm, beni gövdende sakla. Hayatın rüzgârı sert esiyor; ruhumdaki çiziklerden korkuyorum. Keskinleşen her çizik bir yaranın yeniden kanayacağını haber verir çünkü. Üstelik yeniden kanayan bir yara nasıl tedavi edilir, bilmiyorum…

Eller ki, havada kalmaya alışmıştır. Ayakları da öyle insanların. Adımlarını yere sağlam basamıyor kimse. Hayatlar; pamuk ipliğine bağlı, havada asılı kaldı. Bunu da sen öğrettin biliyor musun? İnsanın hayatını dışarıdan izlemesi de mümkünmüş. Bin yıldır havada asılı kalan hayatımı seyrediyorum. Bin yıldır gözlerim ellerimde. Ellerim, havada kalan, üşümüş ellerim..

Bir sen bomboş bir elin havada kalması nasıldır bilmezsin. Senin ellerinin düğümü bir mektup olarak kalacak hep. Bir ayaz sabahı; güneşin elindeki sayfaya tuttuğu cılız bir ışık.. Harf harf göreceksin gözlerimi. Bazı kelimelerde ne yazıyor çözemeyeceksin, tıpkı benim de ellerimdeki düğümü çözemediğim gibi. Bazı kelimelere bir ıslaklık düşmüşte dağıtmış mürekkebi. Hangi kelimeler ağlatmış beni, bilemeyeceksin.

İnsanın ruhundaki çizikleri yok edecek ütülü sözler arıyorum. Kelime avcısına çıkıyor adım şehirde. Tüm ütülü sözleri ard arda dizsem de yetmiyor çizikleri düzeltmeye. Günün sonunda cümlelerim eksiltili, bu şehir yine esintili..  Anla Ormangülüm, burası böyle. Burası hileli. Her elin bileğinde bir düğüm muhakkak vardır, bilirsin.  Hileli bir şehrin tuzağına düşen insanlar düğümleri çözmeyi ne bilsin. Tutup omuzlarından karşısına oturtamıyor insan kendisini. Aynadaki aksinde kendi gözlerine bakamıyor. Kalabalıklara gür sesle nutuklar atanlar, kendi kulağına kendi gerçeklerini fısıldayamıyor. İnsanlar kendisinin kıyısında durmayı yeğliyor daima. Yaralı ellerini eldivenler ardında saklıyor; kendisinden bile..

Islak ve Gri Bir Tat

Aydınlatıyor odayı gri tondaki gökyüzü
Sesler kesildiğinde şapırdıyor toprak
Hava yağmurlu, sarı benizli bulutlu
Güneş yakınlarda bi yerde
Elektrik tellerine dizilmiş kuşlar
Çırpıyorlar ıslaklığını ağaçların üzerine
Edebi kelamlar sarf ediliyor atmosfere
Yağmurun değmediği köşeler kapılmış
Okunuyor kitap, dinleniyor ruh, beden
Gökten huzur saçılıyor, serpiştiriliyor
Ufak göletlerin olduğu yeryüzüne

Farklılıklar Hayata Renk Katar: Down Sendromu Farkındalık Günü

Bu hayat ve bu dünya farklılıklarla güzel. +1 farkla hayatımıza renk ve sevgi katan güzel kalpli dostlarımızın Down Sendromu Farkındalık Günü kutlu olsun.

Down Sendromu Nedir?

Farklıyım.

Farkında mısın?

Çünkü down sendromu 1 eksiklik değil +1 fazlalıktır. 

Gerçek dostlar kromozom saymaz. 

Dünya farklılıklarla daha güzel.

Tıpkı sizin gibiyiz.

Down Sendromu, bir kromozom anomalisi olarak nitelendirilmektedir. Yani sıradan bir insanın vücudunda 46 kromozom bulunurken, Down Sendromlu bireylerde 47 kromozom bulunmaktadır.

Down Sendromunun nedenine baktığımızda karşımıza sadece hamilelik yaşı çıkmaktadır. Yani hamilelikte yaş arttıkça risk de artmaktadır. Her 800 doğumda bir görülmektedir. Yaklaşık olarak tüm dünyada 6 milyon civarında Down Sendromlu birey yaşamaktadır.

Down Sendromlu bireyler fiziksel olarak çekik küçük gözlere, basık buruna, kısa parmaklara, kıvrık serçe parmağa ve kalın enseye sahiptirler. Yaşıtlarına göre daha yavaş büyümektedirler. Zihinsel gelişimleri geriden gelmektedir. Ama tüm bunlara rağmen aldıkları eğitimle beraber çok başarılı işlere de imza atmış olan pek çok Down Sendromlu birey bulunmaktadır.

Down Sendromlu çocukların insani değerleri yüksektir, yalan nedir bilmezler, yürekleri sevgi doludur ve sevgileri karşılıksızdır.

Onlar koşulsuz bir sevgiye ve sıcacık bir gülümsemeye sahiplerdir bizlerin aksine. Kötülük, yalan, ihanet nedir bilmezler. İnsanlara karşı sevgi doludurlar. Hiç kimseye ön yargı ile yaklaşmazlar. Fark ettiniz mi? Onlar aslında bizlerden daha çok normaller. Ben hiç daha önce Down Sendromlu bir bireyin hayvana, çocuklara, kadınlara veya doğaya zarar verdiğini duymadım ve görmedim de. Bir de dönüp 46 kromozoma sahip insanlara bakın. Hayvanlara işkence, kadına şiddet, çocuklara istismar, doğaya zarar vermek ve sayamadığım pek çok kötü şey daha… Bunların hepsini 46 kromozoma sahip insanlar yapıyor. Aslında onların bizden değil de bizim onlardan öğreneceğimiz o kadar çok şey var ki. Bu dünyanın daha güzel bir hale gelebilmesi için o güzel kalpli dostlarımızın sevgisine, dürüstlüğüne, şefkatine ve o sıcacık güven veren gülümsemelerine ihtiyacımız var. Onlar +1 farkla bu dünyaya, bizlerin hayatına güzellik katanlar. Sizi çok seviyoruz. Sizler bizim en güzel umudumuzsunuz.

21 Mart Dünya Şiir Günü

kalem b2

Bugün pazar,

Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.

Nazım Hikmet RAN

Bu dizelerle sizleri selamlıyorum. Bugün burada bulunmamın sebebi bugünün dünya şiir günü olması. Çoğu kişi bilmese de edebiyatçılar ve okur severlerin bildiğini düşünüyorum. 1999 yılında Unesco tarafından ilan edilen “Dünya Şiir Günü”nün amacı “farkındalık yaratmak ve ulusal, evrensel, bölgesel şiir hareketlerine taze bir enerji” atmosferi oluşturmak ve medeniyet ışığında aydınlanmak olarak gösteriliyor.

Şiir, daha basit olarak, dize kurma sanatı ya da dizelerden oluşmuş herhangi bir yazı olarak da tanımlanabilir. Bir insanın ruh dünyasında kaynayıp kağıda taştığı, kimi zaman mistik kimi zaman coşkulu, kıpır kıpır ve kimi zamanda melankolik duyguların özenli bir şekilde yazılmasının adı şiirdir.

Şiir, hissettiklerinle, anlam yüklediklerinle teması oluşan bir edebiyat türüdür. Şiir lirik formda aşık ederken, bunca yaşanmışlıktan sonra sanatsal sillesini didaktiğiyle insanın suratına vurarak öğretir. Epikliğiyle belinden çektirir kılıcı ”Savunun bre gafiller savunun!” naralarıyla satiriklerini bir bir iğnelerler. Kaostan, karmaşadan sonra doğaya değer vermemizin gerektiğini pastoral biçimde ifade eder.

Şiiri anlatmakla, nitelendirmekle bitmez. Tarihte bir akarsu gibi gönülden gönüle akıp bugüne gelmiştir. Peki öyleyse bu şiiri kim icat etti? Şiir nasıl ortaya çıktı? Bu konuda fikir sahibi olalım. Hazır olduğunuzu görür gibiyim o halde çok eskilere gidelim. Dünyanın ilk şairi bir kadın olarak biliniyor. Akad Kralı’nın kızı olan bu kadın şair sarayda yan gelip yatmamış. Edebiyat namına almış eline kalemi yazmış en samimi aşk duygularını samansı renkteki kil tablete. Akad’ların Kralı Sargon’un kızı Enheduanna Ünlü Arkeolog Leonard Woolley dünyanın ilk şairi tarafından yazılan şiirleri bulunmuş sonrasında oldukça uzun ve 50 tabletin bir araya gelmesiyle tamamlanan bir Enheduanna şiiri 1995 yılında William W. Halo ve Van Dijk adlı Sümerologlar tarafından birleştirilmiştir.

Enheduanna hanımefendinin kaleme aldığı bu şiirle herkesin şiir gününü kutlarım.

İNANNA VE AN

Bir ejderha gibi saldın ülkenin her yerine
ağzından saçılan zehri,
şimşek gibi gürledin yeryüzünde
ağaçlar ve bitkiler ve bilcümle yaratık
secdeye vardı önünde.

Sen taşkın bir selsin dağlardan inen,
Ah, her şeyden önce gelen,
Ay tanrıçası İnanna , cennetin ve dünyanın tanrıçası!
ateşin kıvılcımlar saçıyor ve sıçrıyor halkımın üzerine.
Bir hayvana binmiş hanım,
An sana üstünlük veriyor, kutsal buyruklar;
ve sen işte böyle davranıyorsun.
Bütün büyük ayinlerimizde sen varsın.
ama kim anlayabiliyor ki seni gerçekten.
Çeviri: Türk şair ve yazar Ayten Mutlu

Yürekli Bir Delikanlı: Gerizler Başı

Yazıyı okurken size eşlik etmesi için başa tutturdum bu sefer 🙂

Herkese merhaba birkaç haftalık bir aradan sonra yine bir müzik önerisinde beraberiz. Haliniz keyfiniz yerindedir inşallah. Bugün yine bir türkü önerisiyle sizlerleyim. Bir delikanlının hikayesi, Gerizler Başı… Türkünün pek çok versiyonuyla karşılaştım, Musa Eroğlu ve Tolga Çandar’dan zaten dinlemişsinizdir diye düşünerek benim çok çok sevdiğim, dinlendirici temiz sesiyle yürekleri ısıtan Ertuğrul Oytun‘un yorumunu sizlerle paylaşmak istedim.

Türküleri benim için en eşsiz yapan özellikleri birbirlerinden kıymetli, birbirlerinden hüzünlü, birbirlerinden güzel hikayeleri, yaşanmışlıkları… Gerizler Başı‘nın da hikayesi beni hem düşündürdü hem hüzünlendirdi. Gelin beraber bakalım bizim delikanlıya da sizler ne düşüneceksiniz görelim.

Hikayesi demişken, bu türküye dair birbirinden farklı rivayetler okudum, en sevdiğim doğruluğuna inandığımı da tuttum koydum cebime. Rivayet edenler bu kızana, ‘gerizlerden atlayamamış, cephaneyi toplayamamış böyle kızan böyle efe mi olurmuş’ der dalga geçerler amma sevda düşünce yüreğe, bir çift göze vurulunca değil gerizlerden atlamak, sevdanın ateşiyle yataktan çıkamaz olur insan…

Köyün birinde eli iş tutmaz, temiz, saf bir delikanlı varmış, babası da ne yapsın ne etsin çareyi oğlunu bir efenin yanına götürmekte aramış. Efelerin yanında, dağ bayırda onlara yardımcılık eden çırakları, kızanları olurmuş; efe de almış bizim delikanlıyı yanına. Gel zaman git zaman delikanlı efesinin işlerini görürken her seferinde de bir sakarlık eder, bir hata yaparmış. Efesi ve yanındaki adamları da bizim delikanlıyla dalga geçermiş.

Derken günün birinde efe git filanca yerdeki cephaneliği topla gel demiş kızana. Delikanlı gitmiş efesinin dediği yerden cephaneliği toplamış, dağ bayır aşıp geri dönmüş, bir bayırın başına gelmiş ki bir çift çakır göze gözlerine değince eli ayağı boşalmış, cephaneleri düşürmüş, bayırdan aşağı yuvarlanmış…

Gerizler başından hoplayamadım aman aman
Döküldü cephanelerim toplayamadım
Düşman galip geldi haklayamadım aman aman

Dönmüş efesinin yanına dönmeye ama bizim efe delikanlının elini kolunu boş görünce yapıştırmış tokadı. Cephanelerimiz nerede, naptın diyor ama sinirli, öfkeli efe delikanlıyı gönderiyor köye gerisin geri. Bizim delikanlı aman efem yapma bir kız uğruna gönderme diyecek, kız uğruna mı cephanelerimizi kaybettik diye daha da kızacak efesi. Aman efem yapma bir hiç uğruna gönderme diyecek sevdasına nasıl hiç uğruna desin… Susuyor, dönüyor köyüne.

Amanında aman efeler öldürmen beni
Güzelde Cemile’nin yoluna soldurman beni

Dönüyor köye dönmesine ama adı çıkmış, başı önüne eğilmiş bir kere. Dostları yüzüne bakmaz olmuş. Eskiden gittiği kahveye gidecek oraya da gidemiyor. Kahvede onu yargılamak, alay etmek için kurulmuş masalar; adeta bir mahkeme. Bizim yürekli delikanlı daha fazla dayanamıyor, dayıyor babasının beylik tabancasını göğsüne ve hayata gözlerini yumuyor.

Mahkemenin önünden eğildim geçtim
Sol yanımdan gurşun yedim bayıldım düştüm
Ahbap düşman oldu ben buna şaştım

Rivayet edenler bu duruma şaşarlar… Efe desen efe değil, yiğitlik yapmış desen yiğitlik yapmış değil üstelik bir cephaneliği toplayamamış, ne yaptıysa eline yüzüne bulaştırmış bu delikanlıya neden türkü yazılmıştır diye… Fakat şaşılacak bir ahval yoktur. Aşk o ki, delikanlı insanların müstehzi nazarına maruz kalsa da onu alır, seneler çağlar ötesine ulaştırır… Tekrar görüşmek üzere, Allah’a emanet.

Seyretmekten çok keyif aldığım bir Cumaovası Yörük Ali Zeybeği bırakmak isterim.. Keyifli seyirler. 🙂


Haftanın Filmi – Her Çocuk Özeldir Filmi Konusu

Her Çocuk Özeldir Full HD Türkçe İzle - Konusu, Şarkısı, Oyuncuları
Her Çocuk Özeldir filmi düşüncelerinizi değiştirebilecek cinsten bir yapım!

Her Çocuk Özeldir: Bir Çocuğun Ruhuna Yolculuk

2007 yılında vizyona giren Her Çocuk Özeldir (Taare Zameen Par), Aamir Khan’ın yönetmenliğini ve başrolünü üstlendiği, izleyenleri derin bir iç yolculuğa davet eden, çocukların dünyasını anlamak ve onları empatiyle değerlendirmek üzerine inşa edilmiş bir başyapıttır. Film, yalnızca bir çocuğun akademik başarısızlıklarını değil, içsel mücadelelerini ve ruhsal derinliklerini de gözler önüne serer. Her Çocuk Özeldir, çocuğun sadece fiziksel değil, duygusal ve zihinsel dünyasında da eşsiz bir varlık olduğunu vurgular ve bu yönüyle izleyiciye, çocukları anlamadan yargılamamanın ne denli önemli olduğunu anlatır.

Ishaan’ın Dünyası: Yalnızlık ve Yargılanmışlık

Boğazınızda kocaman bir yumru oluşturacak çocuk konulu filmler

Film, harfleri ve sayıları algılamakta zorlanan Ishaan Awasthi’nin öyküsünü anlatır. Ailesi ve okul arkadaşları tarafından ‘tembel’ ve ‘aptal’ olarak etiketlenen Ishaan, her geçen gün kendini daha da yalnız ve dışlanmış hisseder. Onun için dünya, anlaşılmayan bir karmaşadan başka bir şey değildir. Yazı yazmayı ve okumayı öğrenemediği için içine kapanır; bir türlü anlam veremediği kelimeler ona dans eder gibi gelir. Bu karmaşa içinde, kendi potansiyelini kaybetmiş, dünyadan kopmuş bir çocuk, toplumun sert yargılarına maruz kalır.

Ishaan’ın hikayesinin merkezinde yalnızlık ve dışlanmışlık vardır. Onun hikayesi, akademik başarıların ön planda tutulduğu, çocukları birer başarı aracına dönüştüren toplumumuzda sıkça karşılaşılan bir gerçeği yansıtır. Zihinsel zorluklar yaşayan bir çocuğun başarısızlıkları, çoğu zaman yanlış anlamalarla ve eksik bir empatiyle cezalandırılır. Oysa, her çocuk farklı bir dünyaya sahip, her birinin kendi iç yolculuğunda benzersiz bir rotası vardır.

Ram Shankar Nikumbh: Anlayışın ve Sevginin Gücü

Ortaya Karışık Hayat: Her Çocuk Özeldir – Yerdeki Yıldızlar
“Dünya ne anlam veriyorsanız odur, bakan kişinin gözlerindedir anlamı…”

Ishaan’ın dünyasını değiştiren kişi, okullarına yeni gelen resim öğretmeni Ram Shankar Nikumbh’tür. Nikumbh, her şeyin yüzeyine bakmak yerine, derinlerine inmeyi bilen bir karakter olarak karşımıza çıkar. O, çocukların iç dünyalarına dokunabilen, onları sadece akademik başarılarıyla değil, duygusal ve zihinsel halleriyle de anlayan bir öğretmendir. Öğretmen, Ishaan’ı bir öğrenciden daha fazlası olarak görür; onun bir insan olduğunu ve her çocuğun öğrenme şeklinin farklı olduğunu fark eder.

Nikumbh, Ishaan’ın içsel kaosunu, kalpten bir anlayışla çözmeye çalışırken, ona yalnızca resim öğretmekle kalmaz, aynı zamanda ona güven ve sevgi de sunar. Onun rehberliği, yalnızca derslerde değil, Ishaan’ın hayatının her alanında bir dönüşüme yol açar. Nikumbh’un öğrencisine olan yaklaşımı, gerçek anlamda bir öğretmenlik anlayışını yansıtır; çünkü eğitim, sadece derslerin ötesine geçmeli, çocuğun ruhuna hitap etmelidir.

Filmdeki Derin Temalar: Her Çocuk Bir Yıldız

Çiçek - Her Çocuk Özeldir

Her Çocuk Özeldir, çocukların bireysel farklılıklarına saygı göstermeyi ve her çocuğun kendi potansiyelini keşfetmesine fırsat tanımayı savunur. Film, toplumun genel beklentilerinin, her çocuğun benzersiz yolculuğunu yok sayarak bir baskı oluşturduğunun altını çizer. Özellikle günümüz eğitim sisteminde, başarılar çoğu zaman yalnızca test sonuçları ve okul başarılarıyla ölçülürken, bu film farklılıkların kutlanması gerektiğini anlatır. Zihinsel engelleri ya da öğrenme güçlükleri olan çocukların, aynı başarıyı gösterebilmesi için onlara farklı bir yaklaşım gerekir. Her çocuk, tıpkı bir yıldız gibi kendi yerinde özel ve eşsizdir.

Film, ebeveynlerin ve öğretmenlerin yanlış yargılarına karşı çocukları savunur. Her Çocuk Özeldir, bireysel farkları kabul etmeyi ve her çocuğun en iyi versiyonunu ortaya çıkarmayı öğütler. Çünkü her çocuk, farklı bir yıldız gibi, kendi gökyüzünde parlamak için özel bir ışığa sahiptir.

Filmdeki Sözler: Derinlikli Alıntılar

Filmin içinde geçen anlamlı alıntılar, yalnızca bir çocuğun eğitimine değil, yaşamın geneline dair derin dersler içerir:

“Gerçek dünya acımasız, rekabete dayalı bir dünya. Herkes çocuğu dereceye girsin, birinci olsun istiyor. Doktor, mühendis, yönetici… Daha azı kabul edilemez. Allah aşkına bir düşünün… Her çocuğun kendine özgü yetenekleri, kapasitesi ve hayalleri vardır. Ama yok öyle… Herkes aynı yarışta, aynı şekilde yetişmeli. Beş parmağın bile beşi bir değil. İsterseniz itip çekin, aynı hizaya getirmeyi deneyin. Parmaklarınız kırılır…”

Bu alıntı, toplumun bireyler üzerindeki baskısını ve herkesi aynı kalıba sokma çabasını eleştirir. Her çocuğun farklı yeteneklere ve potansiyellere sahip olduğunu kabul etmenin ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatır.

“Nankör insan, her şeyin fiyatını bilen fakat hiç bir şeyin değerini bilmeyen insandır.”

Bu söz, değerleri ölçme biçimimizin ne kadar yüzeysel olabileceğini vurgular. Film, çocuğun eğitiminde en önemli şeyin değerini bilmek olduğunu anlatırken, yalnızca başarıları değil, sevgi, anlayış ve saygıyı da öğretmenin gerekliliğini anlatır.

Sonuç: Her Çocuğa Bir Işık Yakmak

Her Çocuk Özeldir filmi, bir çocuğun potansiyelini anlamanın ve ona rehberlik etmenin önemini vurgulayan, derinlemesine bir hikaye anlatıyor. Ishaan’ın yolculuğu, tüm çocukların içindeki potansiyelin ne kadar değerli olduğunu ve her birinin farklı bir yolculuğa çıktığını kabul etmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Toplumun baskılarından, etiketlerinden uzak durarak, her çocuğa kendi ışığını keşfetme fırsatı sunmak, onların daha sağlıklı ve mutlu bireyler olmalarına katkı sağlar.

Film, sadece eğitimciler için değil, tüm ebeveynler için de önemli bir rehber niteliği taşır. Her Çocuk Özeldir, izleyicilere çocukları oldukları gibi kabul etmenin ve her birine kendi benzersiz yollarında ışık tutmanın ne denli önemli olduğunu öğretir.

Büyük Amiral

Hızır Reis, ya da daha çok bilinen adıyla Barbaros Hayrettin Paşa 1478 yılında Midilli adasında doğdu. Barbaros adını o dönemde Endülüs’ü ele geçiren Hıristiyanlar verdi. Kızıl sakal anlamına gelen bu ismi ondan korktukları için vermişlerdir. Kızıl Sakal ismi size de bir yerden tanıdık geldi mi? Karayip Korsanları filminde Hector Barbossa karakterine verilen isimdir bu. Zaten filmdeki bu karakteri Barbaros Hayrettin Paşa’dan esinlenmişlerdir. Görüldüğü gibi ismini de ona benzetmişlerdir. Hayrettin ismini ise Müslümanlara ettiği yardımlar sebebiyle dönemin padişahı Yavuz Sultan Selim Han vermiştir.

Barbaros Hayrettin Paşa henüz Hızır Reisken, ağabeyi ile yaşadığı şartlar onu gayri meşru denizci olmaya itmiştir. Bir başka deyişle korsanlığa. Ancak yaptığı şeye tam olarak korsanlık denemez, zira yalnızca başka korsanlara ve düşman gemilerine (Müslümanların toprağını işgal edip yağma etmiş kişilerin yüklü gemilerine) saldırı düzenleyip yağma yapardı. Bir gün yine böyle bir yağmada elde ettiği ganimeti dönemin sultanına arz etmek için kaptanlarından birini Âsitâne’ye (İstanbul’a) gönderir. Böylece devletle bizzat olmasa da resmi olarak ilk teması gerçekleştirmiş ve adını Âsitâne’ye duyurmuş olur.

Anlattığımız ve birazdan devam edeceğimiz bu vb. bilgileri Kadir Mısıroğlu’nun kaleminden Sebil Yayınlarından çıkan Barbaros Hayrettin Paşa isimli eserinden esinlenerek kaleme aldık. Eser 1515 yılından başlayıp Hayrettin Paşa’nın vefatına kadar geçen süreyi konu edinmektedir.

1515 yılında Muhyiddin Reis kaptanlığında ilk temas gerçekleşir. Sultan hediyeleri kabul edip selam selamet, hal hatır sorulduktan sonra konu Hızır ve Oruç Reis’in kim olduğuna gelir. Sultan kaptana, bu iki cengaverin kim olduklarını, nasıl olup da bu kadar güçlendiklerini ve amaçlarının ne olduğunu sorar. Muhyiddin Reis de bu iki kardeşin hikayesini anlatır. Böylece ilk temas başarıyla gerçekleşmiş, iyi bir izlenim oluşmuş, Hızır ve Oruç Reis’in faliyetlerine devlet tarafından destek mahiyetinde tasdik verilmiştir.

Hızır Reis bir çok yeri zapt etmiş, oralara Müslümanları yerleştirip sağlama almıştır. Yine zapt ettiği Cezayir bölgesini de kendisine merkez edinmiştir. Cezayirliler tarafından o kadar sevilir ki sürekli orada kalması istenir. O da birçok sefere çıkıp, birçok yeri fethetmesine rağmen yine de oraya dönmüş, orayı evi bilmiştir.

Yaptıklarının neticesinde nihayet dönemin padişahı Sultan Süleyman Han kendisini Âsitâne’ye davet etmiş ve kendisini Kaptan-ı Derya (bu günkü amiral) konumuna getirmiştir. Böylece Barbaros Hayrettin Paşa artık devlet adına sefere çıkıp denizlerde savaşmış, fetihler yapmıştır. En meşhur deniz savaşı olan Preveze Deniz Muharebesinde mutlak bir zafer elde edip dönemin İspanyol amirallerinden (ki kendisinin azılı düşmanıdır) Andrea Dorya’yı hüsrana uğratmıştır. Artık adını dünyaya duyuran Hayrettin Paşa ömrünü devletin merkezinde, Âsitâne de tamamlar. Nihayet ruhunu 1546 yılında, altmış sekiz yaşındayken hakka teslim eder. Şimdi naaşı İstanbul’un Beşiktaş ilçesinde bulunmaktadır.

Preveze Deniz Muharebesinden bir sahne

Kitabı genel hattıyla özetlemeye çalıştık. Bununla  beraber XVI. yüzyıl Osmanlısının kültür ve ince detaylarını da içinde bulacağınız kitapta, yer yer sizi şaşırtan, “Bu böyle miydi? Çok ilginç bir detaymış,” dedirtecek bilgileri ihtiva eden otuz bir yıllık –biraz da sulu-  bir tarih yüz seksen sayfada anlatılmaktadır. Bunun doğru olup olmadığını anlamanın bir yolu var, o da kitabı okumak. O halde merak edep okuyacak kimselere şimdiden keyifli okumalar dilerim.

Kimin Önceliğini Yaşıyoruz?

tercihler

Hayat tercihlerden ibarettir, derler. Onlarca, yüzlerce hatta binlerce seçenek arasından, bizim için iyi olanı seçer ve o doğrultuda ilerleriz.
Yaptığımız seçimlerden en çok biz etkilenmemize rağmen, ya bizden çok başkalarının fikirleri etkili oluyorsa? Ürpertici, değil mi? Ya başka insanların önceliğini kendimize tercih ediyorsak?

Önceliklerimizi kim ya da ne belirliyor?
İçine doğduğumuz aile, akrabalar, sosyal çevre, modern dünyanın beklentileri, medya… Bizi biz fark etmeden şekillendiriyor. Eğer seçimlerimizi bilinçli olarak yapamazsak, “sürü” psikolojisine kurban oluyoruz.


Toplumun önceliği


Toplum bir insandan ne bekliyor, ona nasıl kalıplar biçiyor?
Bir çocuk büyürken, çocuğun uslu, terbiyeli, sakin olmasını ve ailesini iyi temsil etmesini bekliyor.
Çocuk okula başladığında derslerinin iyi olmasını bekliyor.
Sınav, sınav, sınav… Kıyaslamalar, aşağılamalar, sadece okul başarısına göre değerlendirmeler…
Bu arada kız/erkek fark etmeksizin sivilcesiz yüz, parlak saçlar, uzun boy, dolgun kaslı vücut yapıları, zayıf olmak, okulda sosyal medyada popüler olmak bekleniyor. Birey erkekse arabadan, futboldan, tamirattan; kız ise mutfaktan, ev işlerinden, modadan, makyajdan anlamalı.
Hem okul başarısı olmalı, hem hobisi olmalı, hem aileye bağlı olmalı, hem de sosyal çevresi ve sevgilisi olmalı.
Sonra aile veya toplum neyi “iyi” görüyorsa o mesleği, o okulu seçmeli.
Okul, iş, evlilik, çocuk, ev al araba al, evi tamir ettir, arabayı yükselt, arada tatillere git, özel günleri (sevgililer günü, evlilik yıldönümü) bayramları kutla, sonra aynı seremoni çocuğun üzerinden devam etsin.




Toplumun Öncelikleri


▪︎PARA : İyi maaşlı meslek şart. Kredili bol faizli de olsa ev, araba almalısın. Daha fazla para kazanma imkanın olduğu halde, vaktim bana kalsın deyip bunu istemiyorsan delisin sen.
Paralı yapabileceğin bir şeyi gönüllü yapıyorsan vay haline.

Arsa, dükkan, altın, birikim, yatırım, maaşının 3 katı tutarda telefon almak, 5 saatlik düğün için bir ton masraf yapmak, zenginliği gösterecek her fırsatı, her kutlamayı değerlendirmek, sosyal medyada arabasını, bileziğini görgüsüzce paylaşmak… onlarca örnek var.

▪︎BAŞARI : Ölçülebilir, somut akademik veya parasal başarılar. Bir şey para getiriyorsa başarılıdır, değilse at çöpe.
Kursa gidiyorsun, ee ne olacak bitince?
El işi yapıyorsun, o kadar ipe zamana yazık satsana?
Kitap okuyorsun, niye bu kadar çok okuyorsun, okul okusaydın şimdiye bir şey olurdun?
Bir kurumda gönüllü olarak 2 gün hizmet veriyorsun, kaç lira alıyorsun sen?


▪︎STATÜ : Şunun eşi, bunun annesi, şurada müdür burada öğretmen, muhtar, başkan, yönetici, şef, sorumlu. Bir şeyin bizim kontrolümüzde olduğu hissiyatı, makam mevki şöhret. Eğer yönetici olabilecekken işinden istifa edip sevdiğin bir alana geçtiysen vay haline.
Sıradan, basit, insanlardan uzak yaşamak istiyorsan vay haline.
Aileni veya hobilerini düşünüp o terfiyi reddettiysen vay haline.

▪︎UYUM : Toplum uyumu sever, uysallığı, sakinliği, itiraz etmemeyi, boyun eğmeyi, olanın devam etmesini sever.
Bu yüzden uyumsuz olmamalısın, ailene göre bir eş seçmeli, evde kalmadan evlenmeli, erkenden çocuk doğurmalı, toplumun değer yargılarına göre hareket etmeli, aykırı olup göze batmamalı, yanlış da olsa süregelen düzeni bozmamalısın. Toplum neye iyi diyorsa onu seçmeli, neyi kötülüyorsa uzak durmalısın.



Senin önceliğin ne?


Hayatta bulunduğun konum, belki iş, belki okul, hayatındaki insanlar eş, akraba, arkadaş… kaçını bile isteye sen seçtin?
Seçimlerinde özgür müsün?
Yoksa kararlarının önce aile, toplum filtresinden geçmesi mi gerekiyor?

Belki kendin olmak, anlamlı, değerli bir hayat yaşamak, faydalı bir insan olmak, iyi bir nesil yetiştirmek, yozlaşmış toplumun karşısında durmak…

Belki sanatsal bir ruhun var, hayata sanatçı gözüyle bakıp doğadan ilham almak, hayal etmek, kurgulamak çizmek, boyamak, bestelemek, tasarlamak, yazmak…

Belki düşünmek keşfetmek anlamak tefekkür etmek, hayata insanlara farklı ve derinden bakmak, insan ruhu, felsefe, psikoloji, evren, kainat…

Belki doğaya, toprağı işlemek, doğayı korumak, adım adım yeryüzünü gezmek, bir ceylanın doğuşunu izlemek, bir sürünün göç edişine şahit olmak, yıldızları izlemek, çölleri gezmek…

Belki şefkat ruhunun ana damarıdır, yardımlarda bulunmak, gönüllü olmak, kimsesiz hayvanları beslemek, yerdeki çöpleri toplamak, doğayı kirletmemek, kırgın gönüllere şifa olmak…

Belki bilgi, ilim, öğretim, aktarım önemlidir, beynini kullanmak, araştırmak, okumak, incelemek, denemek önceliğindir.

AMA….


“İyi de ben kendi önceliğime gitsem bu saydıklarında para yok, iş imkanı yok, belirli maaş yok, kredi alsam ödeyemem.” diyebilirsin.
“Bunlar boş laflar, ne hobisi ne ruhu ne önceliği… Ailem o kadar emek verdi, o kadar okul okudum çiftçi mi olayım, seviyorum diye ressam mı olayım?” da diyebilirsin.

SON SÖZ


Cüzdanın, tapuların, diplomaların, ödüllerin, plaketlerin, dükkanların, takipçilerin dolu olabilir. Bulunduğun yerde en zengin, başarılı olabilirsin.
Ya kalbin huzurlu değilse? Ya ruhunda gizli olan, seni yaşama bağlayan önceliğini göz ardı ediyorsan?
Büyük mucitler, yazarlar, şairler, filozoflar, din adamları topluma mı uydu, kendi yoluna mı gitti?
Öncelikleri para statü başarı güç mü oldu, kendileri olmakla mı?

Ya topluma uyup bilinen güvenli herkesin alkışladığı kalıplarla hareket edeceksin, bu durumda kendi ruhunu törpüleme ve koca ömrü heba etme riski var.
Ya da kendi yolunu seçip ömrünü kendince yaşamayı seçeceksin, bunun bedeli dışlanmak, aşağılanmak, aykırı görülmek, modern dünya standartlarına göre “hiç” olmak olabilir.

Hayat senin.
Seçim senin.
Karar senin.

Kıyam Et!

Bir şafak vakti koptu kıyamet
Üstümüze ateş yağdı gökten
Analar haykırdı: “Oğul, kıyam et!”
Sen kalkmazsan vatan gider elden

Kızıla boyandı gök ve deniz
Dualarını kuşandı dedemiz
Ak kanatlı melekler kükredi:
“Haydi aslanlarım, biz de sizdeniz!”

Gözyaşını geceye gömdü analar
Göğsümüzde gül açtı yaralar
Kurşunlar acıtmaz bedenimi
Yavuklumun hasreti yaralar

Güneşten önce kızıla boyandı şafak
Kanlı gözyaşı döktü her ırmak
Ekinler gibi serildi kınalı kuzular
Böyle kolay mıydı insanı kırmak?

Sen nelere şahit oldun be Çanakkale!
Dünya gördü mü böyle mücadele?
Kim sınar bundan sonra sabrımızı?
Herkes bildi ki fethedilmez bu kale

Ecdadımızdan yadigâr bize Anadolu
Her nefeste içeriz bin bir dolu
Bizi koynunda büyüten beşiğimiz
Başucunda ninni söyleyen ana dolu

Ne kadar döşendiyse mayın
Türk milleti korkacak sanmayın!
Vatan sevgisi doluyken yüreğimizde
Ey düşmanlar, karşımızda durmayın!

Bilinsin ki bu boğaz geçilmez
Her Türk asker doğar, ezilmez
Tüm dünya Çanakkale’yi tanıyor
Vatan için ölenleri saygıyla anıyor

Kurtuluş yazıyor bu sancak
Üzerimize güneş daim doğacak
Mehmetçik tüm dünyaya seslendi:
“Çanakkale Türk’ündür ancak!”

Yurdumuzun kalbinde selamet
İstikbal ve istiklal bize emanet
Her bahar çiçekler gibi filizlen
Bayrağımız dalgalandıkça kıyam et!

İkinci Meşrutiyet’in İlan Edilmesi ve İkinci Meşrutiyet Döneminde Jön Türklerin Etkisi

İKİNCİ MEŞRUTİYET’İN İLAN EDİLMESİ

İkinci Meşrutiyet Döneminde Jön Türklerin Etkisi

1907 yılında Paris’te II. Jön TÜRK kongresinde Jön Türkler arasında uzlaşmaya varılmış ve İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında birleşmesi II. Abdülhamid’e karşı yürütülen muhaliflik sertleşmeye başlamıştır. Bu hareketlenmeler İstanbul Hükümeti’ni rahatsız etmiş ve Osmanlı’da meşrutiyete geçiş süreci hız kazanmıştır.  Bu dönemde hem Avrupa’da hem de Asya’da parlamenter sistemlere doğru gidiş eğilimleri sıkça görülmüştür.

1905’te Rusya Ve Japonya Ve İran’da Meşrutiyet seçimlerinin olmasıyla monarşinin sorunları Meşrutiyet’le çözüme kavuşacağı belirtilmiştir. Yaşanan gelişmeler karşısında Makedonya’nın kontrolünü yitiren II. Abdülhamid kısa süre sonra geri adım atarak 23 Temmuz 1908‘de 1878’den beri ertelediği Mebussan meclisi seçimlerinin yapılacağını ilan etmiştir. Böylece İttihat ve terakki cemiyetinin (Jön Türklerin) faaliyetleri sonucu, otuz yıldır beklenen Hürriyet yeniden ilan edilmiştir.

İkinci Meşrutiyet Döneminde Jön Türklerin Etkisi

Meşrutiyetin ilanının hemen ardından toplumsal ve siyasal yaşamda büyük bir canlanma meydana gelmiş, çeşitli sivil toplum kuruluşları ortaya çıkmıştır. Aynı günlerde Prens Sebahattin’in etkin olduğu Ahrar Fırkası kurulmuş, bütün bu olaylar hürriyet helvasından kaynaklanmıştır. Kısa zaman sonra seçimler yapılmış, 17 Aralıkta Meclis-i Mebusan açılmış, Meclis Başkanı olarak Ahmet Rıza Bey seçilmiştir. İttihat ve Terakki Cemiyeti seçimlere ağırlığını koymuş ve birçok seçim bölgesinden mebus çıkarmıştır. Yeni kurulan bu hükümette hiçbir paşa İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne mensup değildir. Yalnız üstü örtülü de olsa yönetimde bir İttihat ve Terakki Cemiyeti etkisi vardır. Bu yönetim, 1913’e kadar sürmüştür. Ayrıca İttihat ve Terakki Cemiyeti ile İttihat ve Terakki Fırkası olarak da ikili bir yapıya sahiptir.

 Cemiyet kendi üyeleri ve kulüpleri olan, yerel ve merkezi kongreler yapan bir örgüttür. İttihat ve Terakki Fırkası ise Meclis-İ Mebusan mebuslarından oluşmuştur. İttihat ve Terakki Cemiyeti kolektif liderlik anlayışı ile yönetilmiştir. Kararlar Merkez-i Umumiye ’de alındığı için bir lider hareketi değildir. Fakat zaman içinde iki kişi liderlik vasfına erişmiştir. Bunlar sivil kanadın lideri Talat Paşa askeri kanadın lideri ise Enver Paşa olarak ön plana çıkmıştır. Talat Paşa önce Dâhiliye Nazırı ardından Sadrazam Enver Paşa ise Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili olacaktır.

 II. Meşrutiyet iç politika açısından olduğu kadar dış politikadaki gelişmelerde de büyük beklenti yaratmıştır. Ancak tüm bu beklentiler kısa zamanda bir hayal kırıklığına dönmüş ve yine toprak kayıpları yaşanmıştır. Böylece daha ilk aylardan II. Meşrutiyetin’de toprak kayıplarını durduramayacağı ve büyük devletlerin Osmanlı Ülkesini paylaşmak konusundaki kararlarından vazgeçmeyecekleri anlaşılmıştır.

Tahayyül

tahayyül

Şıklığın peşinde, gerçeğe muhtaç, bohem akarsudur zikrim benim…
En başında bulamam, zihnim bulanır..
Kuzey yıldızım olur, en derine uzanır huyların…
Martıların oynaştığı vapur güvertesiyim yanında,
Elimde ellerin, Nilüfer dinlerim pikabım cızırdarken,
Ta uzak yollardan koştum geldim senin kollarına…
Belki ekoseden bir pike şahit olur gamzenin edasına…
Üşüdükçe sol yanına sığınırım,
Yinelerim bağıra çağıra sevgimi,
Köşedeki simitçiye sorarım yönlerini de,
Bir handa bulurum ayak izlerini yahut bir çeşme başıdır tatlı dillerin şimdi,
Her sabah tebessümüne kadılık eder,
Her çiçekçi başında bir nergis ararım, doyasıya koklamak için…
Rengarenk çaputlar bağladım yıllarca kabuk bağlamışlara,
Şimdilerde istemem, rüzgara kafa tutar, başak tarlasının boy veren nazlısı olurum seni beklerken…
Anadolu’dan nağme olurum, türkü gibi sever, tüketmeden dinlerim…
Hani o söylediğin melodinin de
Tele değen ilk nağmesiyim…
Her yanıma, her yoluma, her sonuma..