Gün akşam oldu. İkilemleri bitti gençliğin. Nereye gitmek istediğini bilmeyen savruk adımların rastgele düşüşleri azaldı. Nedendir, üşümelerim artıyor, uykusuzluktan diyorlar yeterince dinlenmiyormuşum. Uyurken nasıl yürüyebilirim? Sanki biraz uyuklasam adımlarım şaşıracak, yazmayı denediğim tüm kelimeler birbirine geçip anlamsızlaşacak ya da bilinçaltımdan çıkıp her şeyi ortaya dökecek, her şeyi! Sanki gözlerim birkaç saniye yumulacak olsa, artık gelmesi yılan hikâyesi olan şu tramvay dahi tam da o anda gelip gitmiş olacak gibi. Yetişemeyeceğim…
Gün şafağa yaklaşır mı diye çentik atmakla geçirdim gecelerimi. Takvimler eskimedi, yıllandıkça değeri artarmış bu meretin, göz pınarlarında kurudukça. Aynalarda baka baka dibine kadar vurdum sanırım, ağlayamıyorum. İyi böyle. Yorulmuştum. Issız bir ormana düştün mü öyle dümdüz yürüyeceksin. İnişi çıkışı enişi yokuşu kalmadı artık. Baksana; ya asfalt ya ray, ya araba ya tramvay! Tabana kuvvet koşasım geliyor, içime çığlıklar doluştukça varasım geliyor doğru ya da yanlış, bir yola… Yola. Bir gün, ben de yola gelir miyim? Şu tramvay… Gelir mi? Ne diyorum ben?! Her yolun sonu aynı kabir.
Güneş yükseldikçe kavuruyor aklımı. Yiyeceğim içeceğim kusacağım sade bi duygular, düşünceler, bir omuz yükü kâbus, bir tutam hayâl… Uyku… Uyumak direncini artırır insanın. Isıtır. Dinlendirir. Ayık olursunuz uyandığınızda. Gece; olması gerektiği gibi ay görürsünüz, sabah; umutları. Hem de heyecanlı bir yürekle… Uyumak lâzım tabii, uyursanız yeniden ağlayabilmeniz için hisler dolar gözlerinize. Belki güzel rüyalar görürsünüz ve tüm gününüz güzel geçer. Ciddi söylüyorum, farkındayım, değişmeli bu düzensizlik. Aynı kalmıyor hiçbir şey. Ya kuytulara ya bulutlara… Yeryüzünde kalabilmek şu yaşamak dediğiniz şey. Bir ayağı kabirde bir ayağı ufukta şu fani gözlerim ölmeden önce ölmeye meraklı. Lâkin… Araftan ötesi bile ateş sanki…
Evet! WhatsApp… Dünyanın en popüler mesajlaşma uygulaması. Geçtiğimiz aylarda uygulayacağı gizlilik sözleşmesi nedeniyle kullanıcılarının canını sıksa da bu hamleden vazgeçerek şöyle bir göğüslerimizi ferahlatmıştı. En azından Türkiye bu sözleşmeden muaf tutulmuştu.
Hemen hız kesmeden devam edelim haberimize. WhatsApp, bir süredir çoklu cihaz özelliği üzerinde çalışmalarını sürdürüyordu. Son günlerde WhatsApp’ın CEO’su Will Chatcart ile Whatsapp’ın sahibi Mark Zuckerberg Whatsapp üzerinden görüntü görüşerek ve mesajlaşarak Whatsapp uygulamasının yeni özelliğini herkese duyurdu. Günlük hayattaki CEO ve patron ilişkileri işte, biz aşar diyelim.
WhatsApp’ta yeni dönem olan çoklu cihaz özelliğiyle birden fazla cihazda sorun yaşamadan kullanılabilir hale gelecek. Bu özellikle bağdaşan, tarayıcı üzerinden erişim sağladığımız WhatsApp Web‘te tüm işlemlerimizi gerçekleştirebiliyorduk. Fakat teknik aksaklıklar yaşanıyordu, artık bu yeni özellikle hiç sorun yaşamadan ana cihazımızda kullandığımız gibi diğer cihazlarda da etkin bir şekilde kullanabiliyor olacağız.
WhatsApp’ın CEO’su Cathcart dediğine göre bu özelliği kullanmak için 2 ay gibi bir süre beklemede kalacağız. İlk etapta, yeni güncelleştirme ile birlikte beta olarak kullanacağımız WhatsApp uygulamasında bazı özelliklerinden kısa süreliğine mahrum kalacağız.
“Gerçek her şeyin babasıdır ve üstündedir, zavallı egolarımızın bile.”
Zeki Demirkubuz, hemen her platformda Rus edebiyatından ve varoluş felsefesinden etkilendiğini dile getiren ve “auteur” kavramının içini doldurabilen başarılı bir yönetmendir. Gerçekleştirdiği filmlerde varoluşçu felsefeyi gündelik olanı açımlamak ve sıradan hayatların çıplak gözle görünmeyen varoluşsal problemlerini ortaya çıkarmak için araçsallaştırır. Çektiği birçok filmde aldatma, aldatılma ve kıskançlık gibi temalar ile özellikle kadın-erkek ilişkileri çerçevesinde insan doğasına ait gerçeklerin ince ayrımlarına ulaşılabileceğini göstermiştir.
2012 yapımı Yeraltı filminde ise bir Dostoyevski klasiği olan Yeraltından Notlar romanının serbest bir uyarlamasına imza atmış, bu filmle romanın yazıldığı dönemin Rusya’sı ve romanın yazıldığı 19. Yüzyıl şartları içinde anlamlandırılabilecek birçok durum başarılı bir biçimde 21. Yüzyıl Türkiye’si anlam evreni içine oturtulmuştur. Aslında Yeraltı filminde kişiler, mekânlar ve olaylar gibi romanın bütününü oluşturan birçok etmen yerine yalnızca romanın okuyucusuna aktardığı anlam ve his uyarlanmıştır denebilir. Bu bakımdan karakterlerin ve aralarındaki ilişkilerin yaratım sürecinde yönetmenin asıl dikkat ettiği husus 19. Yüzyıl Rusya’sında Dostoyevski’nin vermek istediği duyguyu 21. Yüzyıl Türkiye’sinde hangi yolla verilebileceğidir. Demirkubuz bir röportajında Yeraltından Notlar’da mesele edilen şeyin daha genel bir insanlık doğası ve durumuyla ilgili olduğunu ve bu nedenle uyarlama yaparken zorluk yaşamadığını dile getirir.
Yeraltından Notlar’daki yüzyıllardır değişmeyen insanlık durumları bu bakımdan Ankara’da yaşayan bir memur olan kurmaca bir karakter için de geçerli olmalıdır. Zeki Demirkubuz’un yeraltı adamının adı Muharrem’dir. Muharrem, Arapça yasaklanmış, haram kılınmış, anlamına gelir. Daha isimden başlayarak Muharrem’in toplumdan soyutlanmış bir adam olduğunu anlarız. Filmin başında Muharrem’in sokaklarda tek başına dolaştığını görürüz. Muharrem tek başına yaşamakta tek başına yemek yemekte, insanlarla zorunlu olmadıkça iletişim kurmamaktadır. Zeki Demirkubuz, Dostoyevski’den de etkilenerek insanların bilinen yüzleri bir de bilinmeyen yüzlerinin olduğuna ve yolu acıdan geçmemiş insanların, düz bir hayat yaşamış insanların pek de ötekinin acısını anlayamayacağı üzerinde duruyor. Muharrem karakterinin yönleriyle bizi bu bağlamda karşılaştırıyor. Engin Günaydın, Muharrem karakterini o kadar güzel oynar ki (herhalde bir başkası Engin Günaydın kadar güzel oynayamazdı) Türk sinemasının en büyük anti-karakteri Zebercet’i bile geçer. Muharrem görünen yüzünün haricinde iç dünyası bambaşka olan biridir. Yönetmenin de dediği gibi, şeffaflık ya da umut veren bir sinema değildir aksine muallâklık veren bir sinemadır. Muharrem varoluşunun ve varoluş acılarının farkına varan bir bireydir. O farkındalığı yaşadıktan sonra yaşadığı en önemli duygu bulantıdır. Anksiyetenin ve sıkıntının en önemli belirtilerinden biri de bulantı hissidir. Muharrem varoluşsal açıdan sıkıntı yaşadığı zaman bulantı ile karşılaşır. Muharrem’in ulumaları ve hırlamaları içgüdüsel ve primitif bir başkaldırıdır ve Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’üne atıftır. Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt’te uluma sesleri duyduğunu söyler. Uluma sesleriyle verilmek istenen akıl dışı olanın da aklî olan kadar önemli olduğudur. Aklı bir kenara bırakıp içgüdüsel ve primitif bir isyan bayrağı çekmesinin işaretidir. Muharrem’in kendini sürekli koklaması ise varoluşsal bir teyittir. Ancak kendimizi koklayarak gerçekte kim olduğumuzu anlayabiliriz.
Filme Adlerian perspektifiyle yaklaşırsak bireyin kendini değersiz ve yetersiz hissetmesi söz konusudur. Kendini yeterli, değerli, sevilmeye layık gören insan nerdeyse yoktur. Bu kapitalist sistemin insanı kendine esir etmek için kullandığı bir silahtır. Adler der ki biz aşağılık hissi ile hayata başlarız. Bu daha sonra güç peşinde koşarak, gücü elde etmeye çalışarak nevrotik bir savunma mekanizmasına dönüşür. Hayattaki en önemli kurtuluş yolu, nevrozdan kurtuluş yolu topluluk duygusuna sahip olup öteki için, insanlar için iyi bir şey yapabilmektir. Adler’in birey düzleminde anlatmış olduğu aşağılanmışlık ve ezilmişlik meselesini, Dostoyevski toplumsal bağlamda, Zeki Demirkubuz da sinema bağlamında anlatmıştır.
Işığa geçtim kendime baktım Karanlıkta kalsam ağlayacaktım… Bakma! Düşünme Bakınca görecek Düşününce üzülecek çok şey var Sonu hüzünle biten filmler var mesela Yarım kalmış diziler Acı çeken kalpler Derdi olduğunu bilmeyen insanlar var Kendi derdinden çok başkasıyla dertlenenler de var tabii Yara var! Biraz da sızı Kocasından dayak yiyen karşı komşun var mesela Hasta insanlar Daha acısı hasta ruhlar Ondan da acısı var; Ruhsuz insanlar… Boş’lar var Boş kelimesinin içini dolduramayacak kadar boşa yaşayanlar Bir de hiç yaşamayan ölüp gidenler var Ölüm var mesela Severken ölenler de tabii Sevdiğini öldürenler de Ne olduğunu bilmeyenler Nereye gideceğini anlamayanlar… Çok şey var, çok! Bu karanlıkta efkar var Işığa geçtim kendime baktım Karanlıkta kalsam ağlayacaktım Böyle konuşma Susunca çok dertlisin Anlatsan bitmeyecek Öyle içerlisin Mecnun Leyla’ya kavuşmadı Öyle kederlisin Sanki Robin Hood hiç yaşamadı Kırmızı Başlıklı’yı kurt yedi Uyuyan güzel uyanmadı Öyle çaresizsin Aydınlık sana yaramadı Karanlıkta kalacaktın…
Şşşt sessiz olun Birazdan hafifler herhalde bu acı Hayatın her anı ayrı bir sancı Sanki yaraya tuz basmak amacı Sehpaya serçe parmağım değil kalbim çarptı Şimdi yüreğimde öyle bir sancı Yorgunluk diz boyu Gözyaşı çok Sen gülersin, onlar ağlar Bin yaş, bir tebessüm Seni bu hayata bağlar Peki ya senden kopanlar? Sesime ses Nefese nefes Musallaya değen tenin soğukluğu Soluğumda kesilen acının donukluğu Birden bire ölmezsin Kaç ölüm var bir ömürde? Bir kere mi ölür sandın insan Öldüğünde anlar insan Ne diyorum ben, susayım Benliğimi çok haykırdım Işık gözlerimi acıttı Artık ışığı değil gözlerimi kapattım…
Adem oldum söz bilmedim Yunus oldum unuttum Yusuf oldum kim dost bilmedim Musa oldum yoruldum. Göz oldum, müjgan oldum Akan yaşı bilmedim. His oldum, duyu oldum Ölen kalbi bilmedim. Ben beni bilmeden Ben olamadım.
Canan oldum, canı bilmedim Aşık oldum, aşkı bilmedim Hızır oldum, ölümü bilmedim Züleyha oldum bir gömleğe tuş oldum Aşkı bilmeden aşka talip oldum.
Ah İskender! Ah iki gözümün çiçeği! En şair yanlarım önünde diz çökmek istiyor usulca. Ses tellerim çırpınıyor seni duyurmak için tüm şiir severlere. Kalbim kanatlanıyor kütüphanemde gördüğümde kitaplarını. Nedendir bilinmez dün ‘İkinci Waliz’ kitabından seslendirdiğim bir şiire takıldı insanlığım. Elbette biliyordum nedenini ama bilmenin çözmeye yetmediği durumlarda ‘Nedendir bilinmez’ le başlayan cümlelere alıştırdım kendimi. Şiirler… Şiirler diyorum efendim! Ne de güzel sarıp sarmalıyorlar en çıplak yerlerimi, İçimi ürperterek hem de. Isıtarak üşümüş ayaklarımı Yerden keserek hem de.
‘Zaman her şeyin ilacıdır ‘ sözüne inanılmaz katılıyorum. Ama ne zaman bu cümleyi dile getirsem arkasından aynı derecede inandığım ‘Zamana bırakma, kayboluruz’ sözünü yazıyor parmaklarım. Hayat işte tam da böyle sevgili okuyucu. Birbirine tezat cümleler var fakat ikisi de doğru. Tıpkı tezat iki insanın birbirine doğruluğu gibi. Toplumlar müsaade etse ne aşk hikayelerine tanıklık edecek coğrafyamız da Başkaldıracak yerlerimizi kırdılar inceden.
Ve bir başkaldırı şairi olan Küçük İskender şöyle diyordu ‘İkinci Waliz’ kitabında
Hayır. İçimde bir köpek uyuyor. Ben uyandığımda o dalıyor. Hepten uzaklaşıyor. Evet. Kısa yalnızlıklar tanrı tanımaz ama şiir hatasızdır gerçeğe. Ayrılık kalbi eksiltir, eskitir. Desem de sabah yoruyor insanı Çünkü dün çok insafsız Çünkü geçmiş fazlasıyla kıskanç ve saldırgan.
Rengarenk bir kültür mozaiği olan yurdumuzun yetiştirmiş olduğu en değerli hocalarından biridir Doğan Cüceloğlu. Ülkemizde psikolojinin doğru tanınması için elinden geleni yapmış, bizim anlayacağımız yalın bir dille anlatmıştır yıllar boyu heybesinde biriktirdiği bilgileri. Çocuk – ebeveyn ilişkilerine sıklıkla dikkat çekmiş, anne babalara kendi çocukluklarından çıkarım yapmalarına fırsat vererek tavsiyelerde bulunmuş, gelişmiş bir toplumun mihenk taşını ‘Özgüveni yerinde, sorumluluk sahibi özgür çocuklar’ olarak nitelendirmiştir. Ve şöyle özetlemiştir tüm bildiklerinden öğrendiklerini: Madem insan olarak doğduk, olabileceğimiz en iyi insan olmayı istemeliyiz.
1938 yılında Silifke’de dünyaya gözlerini açan Cüceloğlu’nun çocukluk hatıraları da oldukça dikkat çekicidir. Mutlaka okumanızı öneririm. Ben şimdilik üstadın en son çıkan kitabı ‘Var Mısın?’ dan alıntılar yaparak bakış açınızda bir farkındalık yaratmaya çalışacağım.
‘Güçlü Bir Yaşam İçin Öneriler’ veren bu kitap 14 bölümden oluşuyor. Ben de bu ilk yedi bölümden altını çizdiğim yerleri sizlerle paylaşmak istiyorum.
Başarının sonuçta değil süreçte yaşandığını anlayıncaya kadar uzun süre acı çektim.
İnsan olarak doğduk! Olabileceğimiz en iyi insan olmayı istemek ve bu yolda emek vermek gerek.
Sorun çözen insan vardır, sorun yaratan insan vardır. Sen hangisisin?
İnsan kendi özünü ne kadar erken keşfederse, o denli yaşar.
Biz büyükler sahip olmadığımız şeylerde mutluluk arar hale gelmişiz. ( Şu kadar param olursa, şöyle evim olursa, şu makama gelirsem…)
Her gün kendine sor: Bugün en güçlü duygum neydi? Neden böyle hissettim?
En önemli ilişki insanın kendisiyle olan ilişkisidir.
Hayatımın anlamlı olabilmesi için önce kendi gözümde var olmalıyım.
Yaşadığın tüm süreçleri olgun bir insan gibi yönet.
İnsan hayatının anlamını refahta bulamaz, ancak içindeki iyi niyetin saflığında bulabilir.
Bazen içine sinmeyen bir tavır içindeyken DUR. Bu sana yakışmaz. Sana yakışan neyse onu bul ve ona göre davran.
İnsanlar sana ne zaman inanır biliyor musun? Sözlerinle ifade ettiğin hali içine sindirip konuşmalarına, hal ve tavırlarına yansıttığın zaman
Temelsiz umut da umutsuzluk kadar tehlikelidir. O yüzden gerçekle ilişkini kesme.
Kimsenin kimseye teşekkür borcu olmadığı ilişkiler kurmak iyidir.
Söylemeyi unutma : Yaşadığım bu güzel an için evrenin özüne teşekkür ederim.
Daha sonra devamını getireceğim bu maddeleri ruhunuzun daraldığı, aklınızın karıştığı zamanlarda kendinize hatırlatmanızı tavsiye ederim.
Unutmayın,
Hiç bir sorun kalıcı değildir. Siz yeter ki çözmek isteyin. Hiç kimseden bir şey beklemeden Sadece kendinize güvenerek.
Sevgiyle kal canım okuyucu. Sen sevilmeyi çok hak ediyorsun….
Satıcı (2016), Asghar Farhadi’nin senaryosunu yazıp yönettiği İran-Fransa yapımı bir filmdir. Filmin başrol oyuncuları Taraneh Alidoosti, Shahab Hosseini ve Babak Karimi’ dir. Tareneh Alidoosti’nin filmdeki adı Rana, Shahab Hosseini’nin adı Emad ve Babak Karimi’nin adı Babak’tır. Bu film birçok alanda ödül almıştır. Shahab Hosseini’nin aldığı En İyi Erkek Oyuncu ödülü ve Asghar Farhadi’nin aldığı En İyi Senaryo ödülü bunlardan bazılarıdır.
Asghar Farhadi
Taraneh Alidoosti
Shahab Hosseini
Babak Karimi
Rana ve Emad çifti yaşadıkları binayı boşaltmak zorunda kalırlar. Kalacak bir ev bulamayan çift tiyatrodan arkadaşları Babak’ın tavsiyesi ile bir eve yerleşir. Bir gün Rana’yı yakından ilgilendiren bir olay yaşanır. Bu olaydan sonra Rana ve Emad’ın hayatı farklı bir yönde ilerlemeye başlar.
Satıcı filminde dram ve gerilim yoğun bir şekilde hissedilmektedir. Filmi izlerken özellikle gerilimi her sahnede hissettim. Filmde bir kadının hayatından bir kesit karşımıza çıkıyor. Bu kesit derin ve etkileyici duygularla aktarılıyor. Filmde uzun bir süreç anlatılmıyor. Kısa bir zamanda bir olayın nelere sebep olabileceğini görüyoruz.
Nedir kriz anında Ömer olmak? Olaylar biraz durulmuşken, yani en azından gündemimizi başka meseleler meşgul etmeyi başarmış ve Filistin meselesi gözden düşmüşken zihnimi meşgul eden bazı düşünceler beni bu yazıyı yazmaya teşvik etti. Öyle anlar olur ki ne açıdan bakarsanız bakın, hangi zaman diliminde, neresinden tutarsanız tutun her şey sizin haklılığınızı gösterir. Zaman adeta sizin haklılığınıza arka çıkmak için akmaya başlar, nesneler vasıflarından ziyade yalnız bu haklılığa hizmet etmek için görev yapar. Her zaman firak eden duygular tek bir amaç için bir araya gelir omuz omuza verir. Her şey böyle sürüp gider, ta ki olduğunuz yerden birkaç adım geri çekilip içinde bulunduğunuz olaya dışarıdan bakıncaya dek…
Gözler, kör olmaya müsait bir fıtratta yaratılmış kanımca. Bir sevda, bir öfke, inanılmış bir dava, sonuca varamayan mülahazalar silsilesi ve saire ve saire. Hararetli bir olay anı da aynı bu şekildedir. İnsan hakikati göremez, odaklanılmış tek bir şey vardır ve odaklanılan şeye giden yolda takınılan tutuma kördür gözler. Olayların üstünden biraz zaman geçince ve biraz hararetin ortasından dışarı doğru yönelince aklımı önceleri okuduğum ve üstünde hayli düşündüğüm bir hadise işgal etti.
Alemlere rahmet Peygamber Efendimizin fani dünyada görevi bitmiş, tebliğ sona din kemale ermişti. Veda Hutbesi’ndeki konuşmasından birçok sahabe meseleyi idrak etmiş, hüzne boğulmuştu fakat O da bir beşerdi ve O da karşılaşacaktı ‘Ağızların tadını kaçıran’ ölümle. Durumu daha da ağırlaştı ve 12 Rebîülevvel, pazartesi günü Mescid-i Şerif’te, Cebrail (a.s) eşliğinde Azrail (a.s)’ı huzuruna kabul etti.
Zihnimi işgal eden mesele ise biraz sonra yaşanan hadiseler. Dünyada Habibullah’ın ebedi aleme gidişinden daha hüzünlü bir mesele yoktur herhalde. Bizler O’nu hiç görmemiş, sesini hiç duymamışken okumaya dayanamıyoruz düşünelim ki sahabeler ne denli üzülmüş ne denli acı çekmişlerdir. Burada bir parantez açmak gerekli diye düşünüyorum meseleyi başka tarafa çekecekler için. Duha Sûresi 4. Ayette der ki: Muhakkak ki âhiret senin için dünyadan daha hayırlıdır. Bizim için ebedi yurt fani alemden evladır elbette.
Sahabelerin üzüntüsünden kasıt, özlemden gayrısı değildir. İşte böyle bir anda, gözyaşları Medine topraklarını suluyorken Hz.Ömer odaya girer, dehşete kapılıp dışarı çıkar ve “Resûlullah ölmemiştir ve sağdır! Ona sadece, Hz. Mûsa’ya ârız olan saika gibi bir saika ârız olmuştur. Kim ‘Muhammed öldü’ derse, onu kılıcımla iki parça ederim!” diye bağırır. Sonra Peygamberimizin sadık dostu Ebâ Bekir haberi almış, kalbinde ağır bir yük, hicranın şimdiden saran ateşiyle gelir ve yanına varır. “Ölümün de hayatın gibi temiz ve lâtif, yâ Resûlallah!” der dışarı çıkar. Hz. Ömer’in dediklerinden haberdardır, hüzne boğulan sahabelere şöyle seslenir: Kim ki Muhammed’e (a.s.m.) tapıyorsa, bilsin ki Muhammed (a.s.m.) ölmüştür. Kim ki Allah’a ibadet ve kulluk ediyorsa, bilsin ki Allah, Hayy’dır, ölümsüzdür.
Bu noktada karşımıza türlü türlü sorular çıkar. Hz. Ömer, Ebû Bekir kadar tanımamış mıydı İslam’ı? Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’den daha mı çok seviyordu Resûlullah’ı? Adalet ve hassasiyette benzeri bulunmayan Hattaboğlu Ömer bilmiyor muydu O’nun fani olduğunu ve yalnızca Allah’ın baki olacağını? Hayır, ortada tek bir gerçek vardı. Her alanda sıdkın eşsiz örneği metanete de şuura da sadıktı. Onun da yüreği yanmıştı, onun da göz pınarları Medine çöllerini ummana çevirecek kadar dolmuştu fakat o şuura dayandı.
Bu meseleyi düşündüğümde kendime hep iki sonuç çıkarırım. Hz. Ömer’in bu tutumu beni şu noktaya götürür: “Demek ki Peygamber’in ‘Allah’ım İslam’ı 2 Ömer’den biriyle güçlendir’ diye ettiği duanın kabulü olan, okuduğum hadisleri bizzat gören, yaşayan; müşriklere meydan okuyan, gecelerini gündüzlerini ibadetle, tefekkürle geçiren Ömer bin Hattab da olsan bazen duyguların şuurunun önüne geçebilir.” Bunu düşündüğüm an aklıma gelen soruya Ebû Bekir aleyhisselamın duruşu cevap verir. “Öyleyse Ebû Bekir ol yahut Ömer mizacındaysan etrafını Ebû Bekirlerle donat.”
Öfke Ne Tarafa Yönelmeli?
Biz bazı meselelerin özünü yeterince idrak edememiş olduğumuzdan kriz anlarını yönetmede Ebû Bekir şuuruna eremiyoruz ne yazık ki. Evet öfkeliyiz, evet olayın içinden baktığımızda yüzde yüz haklıyız, evet yüreğimiz yanıyor fakat ateş, ateşle sönmez. Evet canımız acıyor fakat acı, daha büyük acılarla dinmez. Zalime daha beterini dilemek, mazlumun ıstırabını azaltmaz. Okları her seferinde karşıya yöneltmek asıl hatanın bizde olduğu gerçeğini değiştirmez. Sen diliyle muamele yalnızca nefs karşısında nihayete götürür bizi.
Uhud bize bir şeyler anlatır, Bedir’de atılan toprak bir şeyler anlatır, Taif bir şeyler anlatır, Miraç bir şeyler anlatır. Yalnız kim olduğunu bilmeyen ve gözlüğü kirle pasla dolu olan kimse gerçeklerin özündeki hakikati anlayamaz, anlamak bilmekle değil amel etmekle mümkündür. Ebû Bekir’i anlamak Ebû Bekir olmaktan geçer. En yakın örneğiyle Filistin meselesinde ben birçok meseleyi anlayamadığımı, anladım. Anladım ki Ömer mizacındayım ve gördüm ki etrafımda Ebû Bekirler de var Ebû Cehiller de. Bilenler bilir Hattaboğlu Ömer Peygamberimizi öldürmeye niyetle çıktığı yolda hidayete erer. Bu sebeple etrafımızdaki Ebû Bekirlerin sayısını Ebû Cehillerin sayısından fazla tutmaya dikkat etmekte fayda var, maazallah insanı çıkmaz sokaklara sürüklerler haberi olmaz.
İsrail’den nefret ediyoruz evet. Fakat olayın birkaç adım gerisinden değil de binlerce adım dümdüz ilerleyip onların safından meseleye bakalım. -Doğru veya yanlış- inandıkları dava uğruna bebekleri katlediyorlar. İnandıkları dava uğruna işgal ediyor, saldırıyor, zulmediyorlar. İnandıkları dava uğruna çalışıyor, üretiyor ve topraklarını büyütüyorlar. İşte mesele tam da bundan ibaret, davanın doğruluğu değil davadaki samimiyet. (Doğruluk önemsiz gibi bir sonuç çıkmasın, şayet önemsiz olsaydı bir avuç Müslüman orada her gün şehit verdikleri halde hala şehri müdafaada başarılı olamazlardı.) Buradan bakınca öfkemizi yöneltmemiz gereken şahısların düşman olmadığına kanaat getiriyorum. Zira düşman, düşmanlığını yapıyor. Buradan bakınca kendi eksikliğini, güçsüzlüğünü eşine şiddet uygulayarak kapatmaya çalışan bir erkek figürü canlanıyor gözümde. Buradan bakınca diyorum ki hezimet düşmanın tavrı değil, bizim tutumumuzdan ibaret.
Bizim nefretimizi, öfkemizi yöneltmemiz gereken şahıs ve kurumlar; bizi ayırmaya, bölmeye çalışanlar olmalı. Bizim menfi duygularımızda toplanan enerjimiz müspet projeler için, daha fazla çalışmak için güce dönüşmeli. Basit ideolojiler ardına sığınıp kaybettiği insanlığına kılıf uydurmaya çalışanlara dur demeliyiz. Biz bir olduğumuzda ağaçların, dağların dillenip bize yardım edeceğinin bilincinde olmalı ve bir olmaya odaklanmalıyız. Her fırsatta sizli-bizli konuşan, her fırsatta bizi karşı karşıya getiren, her fırsatta alevi-sünni, Türk-Kürt, siyah- beyaz, bizi ayırmaya sınıflandırmaya çalışan kirli zihniyetlere yöneltmeliyiz öfkemizi. Onlara haykırmalı, onlara dur demeliyiz evvela.. Mehmet Akif ne demişti: Girmeden tefrika millete düşman giremez! Biz bize nifak tohumları ekenlerin arasında kör sağır yaşıyorken ne Filistin’i kurtarabiliriz ne Doğu Türkistan’i ne Yemen’i ne de kendimizi..
Şamil Basayev
Yine başka bir açıdan bakacak olursak Çeçen komutan -ruhu şad olsun ve Allah ondan razı olsun- Şamil Basayev şöyle demişti: “Moskova’ya 150 askerimle girdim. 2 gün içinde 2 bin kişiyi rehin aldık. O gün 3 savaş uçağını düşürdüm, dünya ayağa kalktı. Rusya 46 bin Çeçen çocuğu katlederken sözde Müslüman’ım diyenler neredeydiniz? Ben bir generalim ve halkım için cihad ettim” sonrasında da şu sözleri sarf etmişti: “Eğer Allah’ın çağrısı ve tehdidi bu insanların kalplerini titretmediyse benim, yani Rabbine karşı son derece zayıf ve aciz olan Şamil’in onlardan yanıt beklemesi yanlış olur.” Olayın bir başka boyutu da bu iki sözle açıklığa kavuştu sanıyorum.
Biz çağrıyı alacağız, bir olacağız, samimi olacağız sonra da:
Hepinize merhabalar arkadaşlar yine bir fırsat yazısı ile karşınızdayız. Evet yanlış okumadınız, her 15 dakikada bir 1$ (Yaklaşık 8.5TL) kazanabilir ve 200$’a ulaşına kripto para cüzdanınıza çekebilirsiniz. Üstelik davet ettiğiniz her arkadaşınızdan ekstra %30 kazanacaksınız!
Çekim talebi sınırına sizlerin de desteği ile hızla erişeceğiz ve ödeme kanıtlarını da yakın zamanda paylaşacağız.
Öncelikle bir TrustWallet hesabına sahip olmanız gerekiyor…
Sonrasında https://axo2moon.com/?r=289124 Bu adrese girerek TrustWallet’tan aldığınız SMART CHAIN adresiniz ile kayıt oluyorsunuz!
Sonrasında ise 15 dakikada bir siteye gelerek CLAIM yapıyorsunuz ve 15dk’de bir 1$’lık AXO veriyor.
Tek şartı 200$ kadar biriktirmek. Ayrıca %30 Ref geliri var. Telefon veya bilgisayarınıza TrustWallet kurarak SmartChain Adresinizi kullanabilirsiniz.
Axo Kayıt Linki: https://axo2moon.com/?r=289124
Trust Wallet: AppStore: https://apps.apple.com/app/apple-store/id1288339409?pt=1324988&ct=website&mt=8 Google Play: https://play.google.com/store/apps/details?id=com.wallet.crypto.trustapp&referrer=utm_source%3Dwebsite APK: https://trustwallet.com/dl/apk
Axie Infinity (AXS) Nedir?
2021 yılındayız, bu da demek oluyor ki artık sanal hayvanlar üreterek para kazanabilirsiniz.
Axie Infinity’yi anlamak için Pokémon ve CryptoKitties’i birleştiren bir blockchain oyununu hayal edebilirsiniz. Axie Infinity, Ethereum blockchaini üzerinde inşa edilmiş bir NFT oyunu ve ekosistemidir. Yerel para birimi ise Axie Infinity Shard (AXS) adındaki bir ERC-20 tokenıdır.
Dalga çekilirken çocuk sarı kum kovasının peşinden koşar, annesi çocuğun peşinden. balıkçı adamın oltasında bir düş; aile, çok zaman geçmiş üzerinden. dalganın bıraktığı köpükler sönerken kumda tanıdık bir isim yabancılaşır, adam ismin içinde boğ- ulur.