1 Gönül kapılarıma hicret ediyor gözlerin, Kaçıncı sayfa bu, sondan kaçıncı sevda? Şimdi sana dair her şey Amin’ini bekleyen bir duadır dudaklarımda. 2 Ortada bir yerde Birkaç yüz gün arayla Gözlerim gözlerini bulsa Güç müdür ki sevda Yirmi birinci yüzyılda Doğu’da altısında olmaktan?
Sevdaya Dair
Tarihin En Önemli Tanıklarından: Adana Saat Kulesi
Ülkemiz kültürel ve tarihi geçmişini yansıtan birçok eser barındırıyor. Saat kuleleri bu zengin eserlerin nadide örneklerinden. Adana’daki Büyük Saat Kulesi de tarihe tanıklık eden örneklerin içerisinde yer alıyor. Adana’nın merkezinde yer alan saat kulesinin yapımına 1881 yılında Adana Valisi Ziya Paşa tarafından başlandı. 1882 yılında ise Vali Abidin Paşa zamanında tamamlandı. Fransız işgali sırasında hasar gören Büyük Saat Kulesi, 1925 yılında Almanya’dan getirilen bir mekanizmayla yeniden canlandı ve tarihi Büyük Saat 96 yıldır aralıksız çalışıyor.
Zamanında kentin her yerinden duyulan sesiyle gündelik yaşamın bir parçası olan
saatin bakımı ise aralıksız yapılıyor. Her hafta kuleye çıkan Adana Büyükşehir Belediyesi personeli Mustafa Demirbağ, 10 yıldır saatin kurulumunu ve bakımını yapıyor. Saatin ağırlık mekanizmasının yere değmeden tekrar yukarı çıkması gerektiğini vurgulayan Demirbağ, ‘’Ben Büyükşehir Belediyesi personeliyim. Hala orada çalışmaktayım. Ek görev olarak bunu yapıyorum. Teknik bilgiye sahip olduğum için bu görevi bana verdiler.’’ dedi.
‘’Asansör Yapılması İmkansız!’’
Özel bir mekanizmaya sahip olan tarihi saatin, yağlanarak ve temizlenerek bakımı yapılıyor. Mustafa Demirbağ bu bakımı yapmak için her hafta 112 basamak çıkıyor. Bunun yorucu olduğunu söyleyen Demirbağ, eğer her hafta bu işlem yapılmazsa saatin duracağını söylüyor. Demirbağ, ‘’Buraya asansör yapılması imkansız. Yani doğal yapısını bozmuş oluyor. Aslında doğal yapısını bozmaması için bende istemem öyle bir şey yapılmasını. Tamam rahat çıkmak ister herkes ama doğalı bozmak iyi değil.’’ dedi.
1882 yılında hizmet vermeye başlayan tarihi saatin çanı ise ayrı bir hikayeye sahip. Çanın savaş yıllarında tahribata uğramasından dolayı mekanizmanın değiştirildiğini belirten Demirbağ bu konu hakkında şunları aktardı:
‘“Çan ilk geldiği gibi kalmadı. 1925 yılında değiştirildi. Daha yeni bir mekanizma takıldı. İlk yapıldığında amacının ezan saatlerini duyurmak olduğu söyleniyor. Şimdi ise her saat başı vuruluyor ama trafiğin sesinden çok duyulmamaya başlandı.”

Demirbağ, ‘’Saatin kurulumu için insan gücüne dayalı bir sistem yerine, teknolojik bir yeniliğin olması adına projeler var mı?’’ sorusuna ise şu şekilde yanıt verdi:
‘’Bu mekanizma manuel bir mekanizmadır. Normalde istenilirse buna motorlu bir sistem eklenebilir ama sonuçta doğal özelliğini de kaybetmiş olacak. Tarihi özelliğini kaybetmiş olacak. O yüzden bu şekilde manuel bir saat. Her hafta bu şekilde kuruluyor bu saat. İlerleyen yıllarda olursa bilemem ama şu an öyle bir şey yok.’’
‘’Türkiye’de Örneği Yok’’
Osmanlı döneminde yapılan birçok saat kulesi var. Ancak bunların en büyüğü Adana’daki Büyük Saat Kulesi. Şehrin merkezinden yükselen yapı 32 metre uzunluğunda. Bu özelliğiyle Adana’nın ilk sırada yer aldığını belirten Demirbağ, ‘’Türkiye’de örneği yoktur. Tamam saat kuleleri var ama yani aynısı değildir ve 32 metre yüksekliğiyle zaten Adana ilk sırada yer alıyor.’’ diyerek düşüncelerini dile getirdi. Şehrin merkezinde bulunan tarihi saat kulesine turistler de ilgi gösteriyor. Ancak koronavirüs sebebi ile tarihi yapının ziyaret edilemediğini söyleyen Demirbağ, ‘’Pandemiden önce turla gelen turistler buranın içini çok merak ediyorlardı. Fakat buraya belediyeden izinli kağıt alarak gelmelerini söylüyoruz. Yoksa giremiyorlar. Pandemi döneminde gelen olursa eğer kağıt izinleri varsa üç kişi olacak şekilde alıyoruz.’’ dedi.

İftira
Bugün gözlerini hiç açmak istemedi, saatlerce yatakta gözleri kapalı kaldı. Gözlerini açmasa yılanları hiç göremeyecekti, aynı dehşeti yaşamayacaktı. Kim bilir kaç saat öylece kaldı. Yavaş yavaş Allah’a yalvara yalvara göz kapaklarını oynatmaya başladı. Korkulu gözlerle sağına soluna baktı derin bir “oh” çekti. Masası yerli yerindeydi. Mor kalemliği aynı yerdeydi. Sonra kitaplığına baktı, yaşamı orda bulmuş gibi yerinden fırlayıp kitapları eline aldı. “Hangisini okusam?” diye düşünürken yılanları unuttu. Sapsarı saçlarını topladı. Yavaş adımlarla odadan çıkıp mutfağa yöneldi. Çayı koyup öylece durdu. Bir şey unutmuş gibi aceleyle mutfaktan çıktı. Yüzünü yıkadı, aynadan yüzüne baktı. Yüzü bembeyaz olmuştu, gözleri aydınlığını kaybetmişti. Ne kadar güzel olduğunu anımsadı, aniden güzelliğinden ürktü. Hızlıca aynadan uzaklaştı. Uzun koridoru geçip büyük salondan pencere önüne yaklaştı. Yapraklar yerli yerindeydi, besbelli mevsim sonbahardı. Yıllardır dışarı çıkmamıştı. Zaman kavramı onda tükenmişti. Kendisini teselli eden cümleler kurdu. Acaba insanlar hala arkasından konuşuyorlar mıydı? Dışarı çıksa, o vahşi o canice yargılayan gözlerle karşılaşacak mıydı? Yapmadığı bir suçtan dolayı evdeki müebbeti ne zaman bitecekti? Bir zamanlar kuş gibi cıvıldayan, oradan oraya koşan biriyken, şimdi sesi çıkmıyordu. Ayakları bedenini taşıyamayacak kadar yorgundu. Yanakları hep nemliydi, konuşmaktan yorulmuş dudakları kupkuru olmuştu. İnsan ümit etmeden yaşayabilir miydi? Kendinden çok önce ölmüş olan biri ümit etmeden de yaşayabiliyordu. Hayal kurmayı bırakmıştı. Allah’a olan teslimiyeti dışında elinde bir şey kalmamıştı, çıkan dedikodular yüzünden yıllardır dışarı çıkmıyordu. Babası dedikoduları susturmak için kızını evlendirmeye çalışsada çabaları boşa gitmişti. Bütün bu olaylarda Amina kendisini suçluyordu. Bu dedikoduları kim yaymıştı? Aslında kimin yaydığını Amina biliyordu. Odasına geçip bari bir kitap okuyayım dedi. Odasına yöneldiği sırada simsiyah bir yılan orada duruyordu. Amina donup kaldı, gözleri yuvalarından fırlayacak gibi oldu. Kalbi duracak gibiydi, hızlı hızlı nefes almaya başladı. Nefesi kesilene kadar “İmdat! İmdat!” diye bağırmaya başladı. Hızlıca büyük odaya koştu. Kapının altına halıyı sıkıştırdı. Bir yandan da “Allah Muhammed aşkına beni kurtarın!“ diye bağırmaya devam ediyordu. Komşular sesi duymasına duyuyorlardı ama gelmiyorlardı. “Amina her zamanki gibi hayali bir yılan görüyor, zavallı kız delirdi, yaptıklarının bedeli” diye konuşuyorlardı. Amina bir köşede feryat etmeye devam ediyordu. Bir süre sonra insanlardan umudunu kesip sustu. Onun teslimiyeti Hz.İsmaili’in teslimiyetiydi. Gözünde yaş, dilinde dua eksik olmazdı. Tam o sırada mutfaktan kokular gelmeye başladı. Amina çayı unuttuğunu fark etti. Yılanlar yüzünden mutfağa gidemedi. Pencereye koşup avazı çıktığı kadar bağırdı. Pencerenin parmaklıklarını kırmaya çalıştı. Elleri bir süre sonra kanamaya başladı. Yangın odaya kadar sıçradı. Yılanlar belki ölmüştür diye içinden geçirdi. Bu yangın yılanları kül edecekti bu düşünce onu mücadele etmekten alıkoydu. Her şey bitecekti. Bu ıstırap, bu azap son bulacaktı. Yaşamıyordu ki, insanlar onu çoktan öldürmüştü, kendinden önce ölmüştü. Artık onu hiçbir şey teselli etmiyordu. Kitaplar ve filmlerden bıktığı gibi onların izdüşümü olan muhabbetler de canını sıkıyordu. Tükendiğini, bittiğini hissetti. Kanepenin köşesine oturdu, gençliği karşısında duruyordu. Ne kadar güzel, ne kadar tazeydi. Gençliğine gözyaşları içinde sarıldı. Beni affet beni…Seni soldurmalarını engelleyemediğim için… Bu hayatı hak etmiyordu. Mutlu olmayı herkesten çok hak ediyordu. İnsanlar gerçekleri bir bilseydi ciğerleri parçalanır, oturup ağlarlardı. Hayatın adil olmadığını biliyordu. Dışarıda toplum içinde ahlaklı gibi görünen insanların, tek başlarına kaldıklarında ne kadar ahlaksız olduğunu biliyordu. Böyle bir dünyada var olmak yaşamak değildi. Gençliğiyle vedalaştı… Artık özgürdü… Bir kuş olacaktı kimseler vuramayacaktı, kimseler onu yaralamayacaktı… Dışarda babasının sesini duydu. ”Kızım beni affet, affet” diye feryat ediyordu. Bir anda tüp de patladı, ev küle döndü. Ölüm belki de Amina’ya bir ömür istediği sükutu, huzuru verecekti. Her gün Amina’nın mezarının başına bir adam geldi, üstü başı perişan. Amina’nın toprağını eline alıp yüzüne sürdü. ”Bana kalasın diye ah! Bana kalasın diye bunca söylentiyi yaydım da yine bana kalmadın”diyordu.”Amina, Amina, Amina, beni affet!“ diye feryat ediyordu.
Bir İnceleme: Peyami Safa ve Gazeteciliği
PEYAMİ SAFA
Peyami Safa, 2 Nisan 1899 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelmiş, ismi ise ünlü şair ve öğretmen olan Tevfik Fikret tarafından konulmuştur. Babası şair İsmail Safa, annesi ise Server Bedia Hanım’dır. İlk şiiri 1884 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayımlanan İsmail Safa, döneminde şair-i maderzad yani anadan doğma şair olarak adlandırılmıştır. İsmail Safa, Saadet gazetesinde yayımlanan bir şiiri yüzünden sorguya çekilerek Sivas’a sürülmüş ve burada tüberküloz hastalığına yenik düşerek vefat etmiştir.
Çocukluk Yılları
Babasını kaybettiğinde henüz bir buçuk yaşında olan Peyami Safa, çocukluğunun iç karartıcı yıllarının burada başladığını, adeta bir facia atmosferi içerisinde olduğunu belirtmiştir. Altı yedi yaşlarına geldiğinde ise babasının arkadaşlarından olan Abdullah Cevdet’in ona verdiği eserleri okuyarak Fransızca öğrenmeye başlamıştır. Daha sonraları yakalandığı bir kemik iltihabı diğer adıyla kemik veremi hastalığı sonucu kendisini doktorların ve hastanelerin içerisinde bulmuş, oldukça karanlık bir dönemin başlangıcına sürüklenmiştir. Dokuz yaşında yakalandığı bu hastalık on yedi yaşına kadar devam etmiş, maddi imkansızlıklardan dolayı okulu da bırakmak zorunda kalmıştır. Yaşadığı bu zorlukları ileri yıllarda kaleme dökecek olan Peyami Safa, döneminin en iyi psikolojik türü ve otobiyografik romanı olarak nitelendirilebileceği Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu yazmıştır. İlk baskısını 1930 yılında yapan kitapta, Peyami Safa, 8 yaşından beri uğraştığı kemik iltihabı hastalığı ile uğraştığı yılları ve o dönemin koşullarını anlatmaktadır. Kitabın ismi ise Genel Cerrahi Kliniği olarak isimlendirilen Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ndan gelmektedir.
İlk Denemeleri
Peyami Safa, yaşamış olduğu bu hastalık sebebiyle fiziki olarak yaşıtlarından geri kalmış, okulu da bitiremediği için çocukluk yıllarında dışlanan bir isim olmuştur. Maddi sıkıntılarında getirmiş olduğu zorluklardan dolayı erken yaşta memur hayatına atılmıştır. Safa, bu dönemde on sekiz yaşında Posta-Telgraf Nezareti’nin sınavında başarılı olmuş, bir süre sonraysa Rehber-i İttihad Mektebi’nde öğretmenlik yapmıştır. Bu yıllarda yazarlığına ışık tutacak denemelere girişmiş, henüz on bir yaşındayken ‘’Piyano Muallimesi’’ adlı hikayeyi ve ‘’Eski Dost’’ adlı romanı kaleme almıştır. İlk hikaye kitabı ise öğrencilik yıllarında çıkarttığı ‘’Bir Mekteplinin Hatıratı’’ adlı eser olmuş, Fatin adlı gencin başka bir öğrenciyle yaşadığı olayları anlatmıştır.
Gazetecilik Hayatına Girişi
Peyami Safa, Rehber-i İttihad Mektebi’nde öğretmenlik yaptığı yıllarda Fransızcasını ilerleterek yaşıtlarını geçmiş, gazetecilik hayatındaysa önemli bir rol oynamıştır. Bu yıllarda Servet-i Fünun ve Fağfür gibi edebiyat dergilerine hikaye, makale ve tercüme denemelerini göndermiştir. 1919 yılında ise günlük akşam gazetesi olarak çıkan Yirminci Asır’da imzasız olarak yayımladığı ‘’Asrın Hikayeleri’’ ile adını duyurmaya başlamıştır. Aynı dönem içerisinde Alemdar gazetesinin düzenlediği yarışmada birinci gelmiş, bu onun için önemli bir gelişme olmuştur. Yirminci Asır kapandığında ise çalışmalarını Son Telgraf, Tasvir-i Efkar ve Tercümanı Hakikat gibi önemli gazetelerde sürdürmüştür.
Polisiye Romancılığında Önemli Bir Adım: Cingöz Recai
Peyami Safa maddi sıkıntıları hafifletmek amacı ile 1924 yılında aşk ve cinayet romanları yazmıştır. Server Bedi takma adıyla yazdığı bu romanlarda halkın en çok dikkatini çeken tiplemeyse Cingöz Recai tiplemesi olmuştur. Cingöz Recai dönemin koşullarını gayet açık ve eleştirel bir şekilde yansıtmıştır. İyi eğitim alan, İngilizce bilen ve Amerika’da eğitim görmüş olan bu tiplemede Peyami Safa’nın asıl anlatmak istediği zenginden alıp yoksula verme meselesi olmuştur. Çünkü yazılarında bu tipleme her zaman malını zengin insanlardan çalmış ve fakirlere yardım eden bir tipleme olmuştur. Halk tarafından merak uyandıran bu seriyi ‘’Cingöz Recai’nin Harikulade Sergüzeştleri’’ ve ‘’Cingöz Recai Kibar Serseri’’ adıyla onar kitaplık seri şeklinde çıkartmıştır. Peyami Safa bir süre sonra Cingöz Recai’nin Tilki Leman ve Çekirge Zehra olmak üzere iki kadın tiplemesini yaratmış fakat halk tarafından ilgi görmemiştir. Cingöz Recai serisineyse son olarak yaratmış olduğu polis hafiyesi olan Kartal İhsan’a yakalatarak son vermiştir. Sonraki yıllarda bazı çeviri çalışmaları çocuk ve gençlik edebiyatında ilk polisiye eser olarak Peyami Safa’nın Server Bedi takma adıyla kaleme aldığı Cingöz Recai serisini kabul etmiştir. Böylelikle bu seri Türk edebiyatımız açısından büyük bir adım olmuştur.
Görüşleri Çerçevesinde Eserleri
Peyami Safa 1923 yılında ‘’Sözde Kızlar’’ adlı eserini yayımlamış, bu eserinde İstanbul’da yaşanan sosyetik çevreyle Anadolu’da verilen mücadelenin tezatlığın ele almıştır. Artık görüşlerinin şekillendiği bu dönemde Peyami Safa, Abdullah Cevdet ile fikir ayrılığına düşmüş, onun İngiliz mandasına kaydığını görünce bir daha görüşmemiştir. Daha sonra yayımladığı ‘’Biz İnsanlar’’ adlı eserindeyse materyalizm, sosyalizm, mandacılık ve milliyetçilik gibi fikirlerini yansıtmış, aynı zamanda da son romanı kabul edilmiştir.
Dönemin Siyasi Olayları ve Fikirleri
Peyami Safa çocukluk dönemini ciddi travmalarla atlatmış bir isim olmuştur. Bu travmalar onun sadece babasının ölümü ve hastalığı değil, döneminde şahitlik ettiği savaşlar ve olaylar olmuştur. Birinci Dünya Savaşı yıllarında nerdeyse henüz çocuk olan Peyami Safa milli mücadelenin tanığı haline gelmiştir. Bunun yanı sıra Sarıkamış Harekatı ’da onu derinden etkileyen olaylar arasına girmiş, fikirlerinde öncü görevi üstlenmiştir. Bu yıllarda yayımlamış olduğu eserlerde hem siyasi olayların izleri hem de onun muhafazakar kişiliğini ön plana çıkaracak unsurlar yer almaya başlamıştır. Bazı değer yargıları ve geçmişe ait bazı ögeler bu unsurların başında yer almıştır. Aile kavramına verdiği değer, kadının toplumdaki ve siyasi hayattaki sınırlı konumuna dair yazmış olduğu yazılar bu tutumunu açıkça belli eder şekilde olmuştur. Osmanlıcılık ve Peyami Safa
Peyami Safa’nın görüşü bir sentez üzerine kurulu olmuştur. Bu sentez görüşü eski rejimin tamamen yok edilmesine karşın yeni rejimle uyumlu bir hale getirilmesini ön görmüştür. Görüldüğü gibi onun muhafazakar kişiliği eskiye bağlı bir görüş olmamıştır. Hatta öyle ki Peyami Safa Osmanlı’nın düşünsel akımını reddetmiş, ona kangren nitelemesi yapmıştır. Kangren olan bir yerin nasıl kesilip atılması gerekiyorsa, Osmanlıcılık akımının da aynı şekilde terk edilmesi gerektiğini savunmuştur. Böylelikle Osmanlı hanedan rejimini de bütünüyle reddetmiştir.
Tüm bu görüşleri çerçevesinde Safa, toplum geleneklerini devlete ait olan kurumsallıklar yerine ahlaki bir biçimde ele almış, muhafazakarlığın ancak halk kavramıyla bir araya geldiğinde milli bir şuur kazanacağını belirtmiştir.
Peyami Safa ve Rejim Kavramı
Peyami Safa, demokratik rejimi de sosyalist rejimi de reddetmiştir. Ona göre demokratik rejimler kapitalistlerin tahakkümü altındadır. Sosyalist rejimler ise proletaryanın tahakkümü altındadır. Böylelikle bu iki rejimi de reddeden Peyami Safa, ortaya bir kütle rejiminin çıkması gerektiğini savunmuştur. Bu kütle rejimi Kemalist söylemdeki kütle rejimi mantığını belirten görüş olmuştur. Bu görüşün temelindeyse imtiyazsız ve sınıfsız bir kütle mantığı vardır. Ayrıca Safa, yine Kemalist söylemdeki eğiterek yurttaş yapma fikrini işçi sınıfı için ön görmüştür. Çünkü onun benimsediği görüş bir denge rejimi üzerine kurulmuş ve bu rejimde sınıf ayrımı değil, direkt olarak sınıf kavramının ortadan kaldırılması gerektiğini belirtmiştir. Bu çerçevede bakıldığında Safa’ya göre işçi sınıfının iktidarı ele geçirmek gibi fikirleri olması yerine, eğitilmesi yönündeki görüşleri savunmuştur.
Peyami Safa’da Türk İnkılabı
Gazetede çalışmalarını sürdüren Peyami Safa, bir süre sonra Avrupa’ya seyahate çıkmış, burada edindiği izlenimler doğrultusunda ‘’Büyük Avrupa Anketi’’ adlı yazısını kaleme almıştır. İnkılabımızın felsefi monografisi niteliğini taşıyan ‘’Türk İnkılabına Bakışlar’’ adlı yazısını da burada tamamlamıştır. Bu yazısında Safa, Kemalist milliyetçi olarak görülmüştür. Tüm bunlar olurken Peyami Safa Almanya’daki gelişmeleri de yakından takip etmiş, bu gelişmeler onun düşünce yapısının temel taşını oluşturacak niteliğe sahip olmuştur. Avrupa seyahatinden sonra Peyami Safa anti Marksist ve anti liberal bir görüş olan korporatizmi savunmaya başlamıştır. Korporatizmi kendi görüşüne yakın bulmasının nedeni ise sınıflar arası çatışmayı reddetmesi olmuştur. Aynı zamanda korporatizm toplumu bir organizma olarak gören, liberalizmi reddeden ve esas olanın milli menfaat olduğunu belirten bir dünya görüşü olması sebebiyle de Safa’nın düşünce yapısına uymuştur. Peyami Safa, ‘’Türk İnkılabına Bakışlar’’ adlı eserini bu görüşler çerçevesinde ortaya koymuş ve bu görüşlere bağlılık göstermiştir.
Polemikler
Basını ve gazetecileri derinden etkileyen Takrir-i Sükun Kanunu’nun çıkartıldığı dönemde Peyami Safa henüz tanınan bir isim olmamıştır. Fakat bu kanun çıkartıldıktan kısa bir süre sonra komşusu olan Halil Lütfi’den bir gazete çıkartma teklifi almış ve birlikte ‘’Büyük Yol’’ adlı gazeteyi çıkartmışlardır. Fakat bu girişimleri başarısız bir şekilde sonuçlanmıştır. Cumhuriyet’in ilanından sonraysa çalışmalarını Son Telgraf, Son Saat ve Son Posta gazetelerinde sürdüren Safa’nın dönüm noktası Cumhuriyet gazetesinde yazmaya başladıktan sonra olmuştur. Burada ciddi başarılara imza atan Safa, çok geçmeden gazetenin fıkra yazarlarından biri ve edebiyat sayfası yöneticisi olmuştur. Bu dönemde sıkça edebiyat matineleri düzenleyen Peyami Safa, Türkiye’deki af kanunundan yararlanmak için gelen fakat Hopa’da yakalanan Nazım Hikmet’e destek vermek amacıyla Cumhuriyet gazetesinde ‘’Yanardağ’’ adlı bir şiir yazmıştır. Fakat Cumhuriyet gazetesi yöneticileri bu duruma ciddi bir şekilde karşı çıkmış, bu şiirle bir alakaları bulunmadığını söylemişlerdir. Bunun sonucundaysa Peyami Safa, Cumhuriyet gazetesinden ayrılmak zorunda kalmıştır.
Edebiyat Kavgaları
Nazım Hikmet hapisten çıktıktan sonra Peyami Safa onun adına edebiyat toplantıları düzenlemiş, böylece birlikte yeni bir edebiyat anlayışı ortaya koymak amacına girişmişlerdir. Bu sırada Resimli Ay ve Hareket adlı edebiyat gazetelerinde çalışan Nazım Hikmet, Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu adlı eserine övgü dolu bir yazı yazmış, Safa ise bu eseri ona ithaf ettiğini belirtmiştir. Hareket gazetesinde yazmaya devam eden Nazım Hikmet, ‘’Yalınayak’’ adlı bir şiir yayımlamış, Peyami Safa ise karşılık olarak ‘’Varız Diyen Nesil’’ başlıklı bir yazı yazmıştır. Bir beyanname niteliği taşıyan bu yazı, dönemin önde gelen isimlerinden Yakup Kadri’nin tepki odağı haline gelmiştir. Yakup Kadri, Milliyet gazetesinde yazmış olduğu yazıda her iki ismi de eleştirmiş ve bugün edebiyatta bilinen saman ekmeği kavgasının çıkmasına sebebiyet vermiştir. Yakup Kadri bu kavgayı şu şekilde yazmıştır: ‘’Düşünün ki en büyüğü Harb-i Umumide daha yirmisini bulmamış bu gençler ekmek yerine saman karışık hamurla beslendiler ve irfan yerine Babıali gündelik matbuatının ısmarlama harp edebiyatından başka bir şey okumadılar.’’ Yakup Kadri bu yazısından dolayı öğrencileri ve öğretim üyeleri tarafından protesto edilmiş, bu nedenle kısa bir süre sonra kavgadan çekilmiştir.
‘’Putları Yıkıyoruz!’’
Saman ekmeği kavgasından hemen sonra Peyami Safa, Yakup Kadri’ye karşılık niteliğinde bir yazı kaleme aldı fakat Nazım Hikmet bir süre sessiz kaldıktan sonra yeni bir kavgayla döndü. Bu kavga ise Putları Yıkıyoruz sloganı adı altında gerçekleştirilen ve birinci putun Abdülhak Hamid olduğunu belirten bir kavgadır. İkdam gazetesi bu slogan hakkında görüşlerini belirtmek üzere Yakup Kadri’yi de kavganın ortasına itmiştir. Yakup Kadri ise son olarak Peyami Safa ve Nazım Hikmet’e eleştiri yazısı yayımlamış ve kavganın ortasından çekilmiştir. Yakup Kadri bu iki isme duymuş olduğu tepkinin nedenini ise şu şekilde açıklamıştır: ‘’Nazım, Anadolu harbinde düşmana karşı çıkmaktan ürken sabıkalı, Peyami Safa ise edebiyatı eski bir şairin soyundan gelmiş cenindir.’’
Peyami Safa ve Nazım Hikmet
Peyami Safa ve Nazım Hikmet her zaman birbirine çok uzak iki isim olmuştur. Aralarında ciddi bir fikir ayrılığı bulunan bu iki ismin arasında çatışmalar başlamıştır. Bu çatışmaların asıl sebebi ise birbirlerini savundukları görüşlere çekme çabaları olmuştur. Resimli Ay gazetesi kapandıktan sonra ilişkileri bir süre devam etmiş fakat Safa, artık tamamen uzaklaşmıştır. Aynı dönemde yayımladığı ‘’Bir Tereddüdün Romanı’’ adlı eserinde sosyalizme olan şüphelerini ve sosyalizmi eleştirdiğini açıkça belli etmiştir. Çünkü Safa o günlerde Adalet Ağaoğlu tarafından oluşan fikir hareketine yönelmiş ve liberalizme kaymaya başlamıştır. Böylelikle eski çevreyle arasına soğukluk girmiş, ikili arasında büyük bir kavga patlak vermiştir. Çalışmalarını Tan gazetesinde sürdüren Nazım Hikmet ‘’Kahve ve Gazino Entelektüelleri’’ adlı yazısında Peyami Safa’yı hedef almıştır. Buna karşılık Peyami Safa’da kendi çıkarttığı Hafta dergisinde ‘’Biraz Aydınlık’’ adlı yazısıyla karşılık vermiştir. Bu yazısı toplamda yedi sayıyı bulmuştur.
Daha sonra Nazım Hikmet bu kavgalara son vermek adına Peyami Safa’ya bir şiir yazmış, Peyami Safa’da son şiirim diyerek belirttiği şiirini yazarak bir daha birbirleriyle konuşmamak üzere kavgaya son vermişlerdir.
Son Dönem
Peyami Safa 1938 yılında Nebahat Erinç ile evlenmiş, bu evlilikten Merve Safa adında bir oğlu olmuştur. 1958 yılından sonra ise onun için kötü bir dönem başlamıştır. Bunların ilki onu CHP’ye kaydığı için Büyük Doğu dergisinde eleştiren Necip Fazıl Kısakürek ile olan kalem kavgası olmuştur. Dönemin önde gelen isimlerinden Adnan Menderes ile olan ilişkileri ise onun gazetecilik ve edebiyat hayatını sarsmış, Türk Edebiyatçılar Birliği ile olan ilişkisi kesilmiştir. Yazdığı yazılara ise ara verilmiş, önceki yazılarına protestolar düzenlenmiştir. 1961 yılındaysa oğlu Merve Safa’yı Erzincan’da görev yaptığı dönemde kaybetmiş bu olaydan sonra bir daha toparlanamamıştır. Yazar ve gazeteci Peyami Safa oğlunun ölümünden üç ay sonra 17 Haziran 1961 yılında arkadaşının evinde geçirdiği beyin kanaması sonucu vefat etmiştir.
Eserleri
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1930): Romanın kahramanları hasta çocuk, Doktor Ragıp ve Nüzhet’tir. Peyami Safa’nın çocukluğunda çektiği hastalığı konu alan eserde hasta çocuğun adı hiçbir zaman verilmez. Türk edebiyatımızın ilk otobiyografik romanı olması nedeniyle önemli bir yere sahiptir.
Fatih Harbiye (1931): Yazarın ustalık eseri olarak adlandırılan romanıdır. Doğu ile Batıyı karşılaştırdığı bu eserinin başlıca kahramanları; Neriman, Şinasi ve Macit’tir. İlerleyen dönemlerde yazarın bu eseri MEB tarafından 100 temel eser arasına girmiştir.
Bir Tereddüdün Romanı (1933): Başkahramanı Mualla olan romanın konusu bir kitap ile başlamaktadır. Mualla tavsiyeler üzerine edindiği kitabı çok beğenir ve yazarıyla baloda tanışma fırsatı bulur. Fakat aralarında üçüncü bir kişi olan Vildan yer almaktadır. Yazar bu üç karakter üzerinden bir aşk üçgenini ele alır. Romanın dili oldukça ağır ve yabancı kelimelerle doludur.
Matmazel Noraliya’nın Koltuğu (1949): Yazarın bu eseri kaleme aldığı dönem ikinci dünya savaşının başladığı döneme denk gelmiştir. Bu nedenle eserde savaşın karakterler üzerindeki etkisi ele alınmıştır. Matmazel Noraliya üzerinden doğu-batı ve MüslümanlıkHristiyanlık kavramları anlatılmıştır.
Yalnızız (1951): Eski İstanbul köşklerinde geçen olayları ele aldığı bu roman, yazarın en beğenilen romanları arasında yer almaktadır. Dönemdeki batılılaşma sevdasını, yozlaşmış ve manevi değerlerini kaybeden insanların yalnızlığını konu alan romandır.
Biz İnsanlar (1959): Yazar her romanında olduğu gibi bu eserinde de doğu-batı çatışmasını ele almıştır. Romanda işlenen esas konu İstanbul’u işgal eden kuvvetlere yardım eden insanlara, halkın duyduğu öfkedir. Bu nedenle milliyetçilik ve sosyalizm gibi kavramlar romanda önemli birer unsurdur.
Filistin Şiirleri |3| Bir Sabah
Bir sabah Akdeniz’den geleceğim
İşgal altındaki topraklarına
Özgürlük tohumları ekeceğim
Bir sabah Akdeniz’den geleceğim
Söz verdiğim gibi koşup Aksâ’ya
Mübarek toprağını öpeceğim
Bir sabah Akdeniz’den geleceğim
Tarlalarını geri alacak ve
Zeytin ağaçları dikeceğim
Bir sabah Akdeniz’den geleceğim
Dikilip siyonistin karşısına
O kahpe yüzüne tüküreceğim
Bir sabah Akdeniz’den geleceğim
Uykudan uyanmamışken Filistin
Gökyüzüne umutlar serpeceğim
Bir sabah Akdeniz’den geleceğim
Çiçekler getireceğim ülkemden
Verimli toprağına dikeceğim
Bir sabah Akdeniz’den geleceğim
Senin o kasvetli şehirlerine
Ilıman iklimler getireceğim
Bir sabah Akdeniz’den geleceğim
Esir Hayfa’nın Karmel Dağları’ndan
Seni uzun uzun seyredeceğim
Bir sabah Akdeniz’den geleceğim
Bayrağımın hilalini söküp göklerden
Bayrağına ellerimle dikecegim
Bir sabah Akdeniz’den geleceğim
Kurursa deniz, koşarak gelirim
Sözüm sözdür ölsem de geleceğim
Geleceğim, kutlu zaferler ile
Geleceğim, uzak seferler ile
İnanmış erler, Eyyübi’ler ile
Bir sabah Akdeniz’den geleceğim!
Geleceğim, üflenmeden sûra
Geleceğim, karar veriyor şûra
Geleceğim, dayan Batı Şeria
Bir sabah Akdeniz’den geleceğim!
Geleceğim, Ahal Teke üstünde
Geleceğim, bütün gözler üstünde
Geleceğim, yükün ağır üstünde
Bir sabah Akdeniz’den geleceğim
Geleceğim sana Kenan Diyarı!
Geleceğim, Miraç’ın yadigârı!
Geleceğim alıp yanıma baharı
Bir sabah Akdeniz’den geleceğim

Tahterevalli Bilmeyen Çocuklar Vakti
Annemle otururken salonda, en son ne zaman düşünmedim yarını
en son ne zaman bir şarkıdan bana pay çıkaramayacak kadar neşeliydim
en son ne zaman neşeliydim
hangi zamanın insanıyım sordum kendime
yüzlerce binlerce kez aynalarda savaştım bedenimle
nasıl verilirse zarar öyle verip
nasıl çıkılmazsa çıkmaz sokaktan aynı yöne yürüyünce
öyle yürüdüm saatlerce
Lambaların yedi yirmi dört yandığı
evlerin hiç aydınlanmadığı
çayın hep demlendiği
hiç tavşan kanı olmadığı
hep bir yere gidildiği
hiç bir yere varılmadığı zamanlardan geldim
Zamanlardan zaman seçtim de geldim
Neticede insan kapadı mı gözünü
pınarlarda dipte kalan yaşlar karşı koyamadı mı yerin çekimine
pünün sonunda uyumadan kurdu mu düşlerini
zamanlardan zaman da seçebilir
Dedim kendime ne işim var burada
köpeklerin betonlarda uyuduğu ve çocukların hiç salıncak görmediği
insanın göz göze geldi mi insanla ürküp geri çekildiği
yağmur yağınca ıslak kedilerden kaçan insanlarca korkak bir çağda
ne işin var dedim ve bulamadım bir iş
yürümekler bitti,
koşturmaklar bitti,
yazıp çizdim ve sildim tekrar
yordum kendimi türlü sebeplerle
bitti işin bu çağda dedim kendime
Geldim buraya
Baktım etrafta çocuklar hala bilmiyorlar tahterevallide nasıl düşülmez
ya da düşülünce, kapılınca yüzükoyun yere
nasıl belli edilmez
baktım hala köpekler betonların üzerinde
insanlar hala su birikintisinden hızlıca geçip arabalarıyla
ıslatıyorlar kendini taşımayan kızları
Hala kimse dinlemiyor ve anlatmıyor
hala hanımlar ve beyleriz,
hala kanunlardan ve suçlardan müteşekkiliz
Günün sonunda çocuklara kavuşunca
onlarla koşunca ve yolun sonunda elektrikli teller olmayınca
ortancaları yolarken teyzeye yakalanınca ve erikleri ağaçtan toplayınca
tuz bulamayıp küsünce hayata
lambalar sönünce ve güneş gelince,
annemle oturunca karşılıklı
hiç konuşmadan oturunca bakışarak
Zaman değişirdi
İnanırdım, zaman değişti.
Yangın
Bu bir yangın,
Elimde bir bardak su
Koskoca orman yanıyor.
Elimde bir bardak su
Bir o yana bir bu yana koşuyorum.
Hz. Hacer ve İsmail’i anlıyorum.
Hacer de benim İsmail de
Ağlıyorum, koşuyorum.
Ayaklarım toprağı dövüyor.
Aradığım zemzem başucumda bitmiyor.
Bu bir yangın
İsmail ve Hacer
Gözyaşım zemzem
Beni kurtar.
Koştum kurtulamadım.
Aradım bulamadım.
Safa Merve şahit.
Beni kurtar.
Bu bir yangın.
V (5) For Vendetta – 5 Kasım’da Unutulmamaya Değer Ne Oldu?

“İyi akşamlar Londra… Önce yayını kestiğim için özür dilemek isterim. Pek çoğunuz gibi ben de evimin güvenli ortamında günlük sıkıntılardan uzak televizyon başında keyif almaktan hoşlanan biriyim. Ben de her insan gibi severim ama onun anısına hürmeten şimdi buradayım. Geçmişte yaşanan o çok önemli olayda mücadele ederken hayatlarını kaybeden o insanların anısına böyle bir kutlama yapmak istedim… Ve böylece beş kasım gününün artık hiç hatırlanmadığını anladım… Bu yüzden oturup sohbet etmemiz iyi olacak diye düşündüm. Elbette konuşmamı istemeyen kişiler de vardır. Eminin şu anda telefonlarda emirler yağdırılıyor ve silahlı adamlar yola çıkmaya hazırlanıyor. Neden? Çünkü konuşulmaya çalışılan yerde çoklar söz alıncaya kadar sözler her zaman gücünü korumaya devam eder. Gerçeklerin ortaya konulduğu sözleri dinleyen herkes için büyük anlam taşıyan sözler… Ve gerçek şu ki; bu ülkede yolunda gitmeyen bir şeyler var! Zulüm ve adaletsizlik, hoşgörüsüzlük ve baskılar!! Özgürlüğünüz kısıtlanıyorsa, düşünme ve konuşma hakkınız yoksa, sensörler ve chipler her hareketinizi her konuşmanızı izliyorsa orada işlerin yolunda gittiği söylenemez. Peki bu nasıl oldu? Kimi suçlayalım? Evet, elbette diğerlerinden daha fazla sorumlu olan birileri mutlaka var ama yine de aynaya baktığınızda suçluluk duyuyorsanız gerçeği öğrenmiş olursunuz. Neden yaptığınızı biliyorum, neden korktuğunuzu da…Kim korkmaz ki!!! Savaş, terör, hastalıklar sağduyunuzu ve cesaretinizi kaybetmenize neden olacak çok değişik nedenler ortaya çıkmıştı. Korku içinizi sardı ve o panik haliyle Adam Sathler adındaki o başkana sarıldınız!!! Size düzen ve barış vaat etti. Karşılığında sessizlik ve emirlere itaat etmenizi istedi… Dün gece o sessizliğe bir son verdim. Dün gece bu ülkeye unuttuğu bir şeyi hatırlatmak için adliye sarayını uçurdum! 400 yıl önce bu millet beş kasımı sonsuza dek unutmamak üzere hafızalarına kazımıştı… Dünyaya adaletin, korkusuzluğun ve özgürlüğün sadece söz olmadığını anlatacaktı, bakış açısı buydu. Eğer bir şey görmüyorsanız bu devletin suçları sizin için bir bilinmezse ve karşı çıkmıyorsanız demek ki beş kasımın unutulmasına siz izin verdiniz. Eğer siz de benim gördüğümü görüyorsanız, benim gibi hissediyorsanız siz de benim gibi arıyorsanız o zaman yanımda olmanızı istiyorum. Bir yıl sonra bu gece parlamentonun girişinde bulunun. Birlikte olup onlara beş kasımın asla unutulmadığını, unutulmayacağını gösterelim.”
Remember, remember the fifth of November.
Alan Moore’un yazıp David Lloyd’un çizdiği, DC Comics’in yayınladığı aynı isimli çizgi romandan beyazperdeye uyarlanan filmin başrollerinde Hugo Weaving (V) ve Natalie Portman (Evey Hammond) paylaştı. Yönetmen koltuğunda ise Prometheus Özel Ödülü’ne sahip James MCTeigue yer aldı. Ayrıca MCTeigue’ın yardımcı yönetmenlikten sıyrılarak, yönetmen koltuğunda ki ilk proje de V For Vandetta.
31 Mart 2006’da beyazperdede yer almaya başlayan bu film bize ne anlatıyor. Akıllarda yer edinen o replik ne? 5 Kasım’ı neden hatırlamalıyız?
5 Kasım’da hatırlamaya değer ne oldu?
Filmde geçen bu tarih, bizi günümüzden 400 yıl kadar öncesine götürüyor.
Katolik bir İngiliz asker olan Guy Fawkes veya Guido Fawkes devrimci ruhunun hapis düştüğü bir topluma doğmuştu. Doğduğu çağa büyük gelen zekasıyla Fawkes, toplumda yanlış giden bir şeylerin, düzeninin olduğunun farkındaydı. Bunun üzerine yeni inkılaplar ve Katolik monarşisiz bir hayat uğruna on iki aydın ruhla bir yer de toplanmışlardı.
O yıl ekim kasım gibi düzenlenecek olan Westimer Saray’ındaki İngiliz Parlamento Binasın’da düzenlenecek olan, Aristokrasi zirvesini -kütüğüm sağlam yerde partisini- havaya uçurmaya karar vermişlerdi.
Bina nasıl bir sembolse, onu yıkma eylemi de bir semboldür.
Sembollere anlam kazandıran insanlardır.
Tek başlarına semboller anlamsızdır ama yeteri kadar insanla bir binayı havaya uçurmak dünyayı değiştirebilir.
Yeteri kadar adam toplama çalışan ekip lideri Robert Tresham, yanlarına bir adam daha almıştı: Francis Tresham.
İyi yürekli mi saf mı olduğunu karar vermediğimiz Francis Tresham, akrabalarından Katolik Lord Monteagle’yi 5 Kasım’da parlamentoya gitmemesi için uyarınca komplo ortaya çıktı. Bunun üzerine 5 Kasım’ın gece yarısında parlamento binasının altında barut dolu fıçılarla bulunan Fawkes’ın yakalanmaması işten bile değildi. Çeşitli işkencelere sonunda dayanamayan Fawkes, ekip arkadaşlarının ismini vermek zorunda kaldı.
Vatan haini olarak yaftalanan Fawkes, idam yolunda bile fikrini savunmaktan asla vazgeçmedi ve asla unutmamamız için bize canı gönülden bir uyarı yaptı: Remember, remember the fifth of November!
Hatırla, hatırla, 5 Kasım gününü hatırla, patlamayı, ihaneti ve komployu… Bu ihaneti unutmak için hiçbir neden bulamıyorum.
“Peki ya o adam? Adının Guy Fawkes olduğunu ve 1605 yılında Parlamento Binası’nı havaya uçurmaya çalıştığını biliyorum ama aslında kimdi o? Nasıl biriydi? Bize adamın kendisini değil, savunduğu fikri unutmamamız söylendi çünkü bir insan başarısız olabilir. Yakalanabilir, öldürülebilir ve unutulabilir ama bir fikir 400 yıl sonra bile, dünyayı değiştirebilir. Fikirlerin gücüne doğrudan şahit oldum. İnsanların bir fikir uğruna birbirlerini öldürdüklerini hayatlarını feda ettiklerini gördüm ama bir fikri öpemezsiniz. Ona dokunup sarılamazsınız. Fikirler kanamaz. Onlar acıyı hissedemez ve onlar sevemez. Özlediğim bir fikir değil, bir adam.”
Kim olduğun, ne yaptığının yanında önemsizdir.
Çünkü; insanın aksine fikirler kanamaz, kurşun geçirmez.
400 yıl önce neler olduğunu öğrendik. Peki ya, Fawkes’ın günümüz ile bağlantısı ne?
Sadece yaralı bir adamın 5 Kasım’ı hatırlaması. Hem kendinin hem geçmiştekilerin intikamını alırken, toplum için de yenilik istiyor. Ve güzel bir müzik eşliğinde İngiltere’yi yerinden oynatıyor ya da patlatıyor her ne dersek.
Dans edilemeden yapılan devrim yapılmaya değer değildir.
Peki ya o ki mi? O “V” veya “5” ya da
Edmond Dantes’ti. Babamdı ve annemdi. Erkek kardeşimdi. Arkadaşımdı. O sizdi, bendi. O hepimizdi. O geceyi ve onun bu ülke için anlamını kimse unutmayacak. Bense o adamı ve onun benim için anlamını hiç unutmayacağım.
Kısaca bütün aydınlık ruhlardı.
Türkiye’de Sınav Öğrencisi Olmak
Her şeyden önce, sen ne vasıfla bu yazıyı yazıyorsun diye düşünenler için; bu sene ben üniversite sınavına hazırlanırken kardeşim lise sınavına hazırlanıyordu. Yani sistemde var olan sınavlar hakkında ister istemez bolca bilgi sahibiydim.
Pandemi döneminde okula gidememek ya da bir hafta gidip bir hafta yasak haberi ile planların suya düşmesi gibi sebeplerden ötürü nasıl geçtiğini anlamadığımız bir yıl oldu ne yazık ki… Çünkü plansız yaşamak başa büyük dertler açıyor. Bugün etüt merkezine gidiyorsun, derslerine giriyorsun fakat yarın gidebilecek misin? İşte burası büyük bir muamma…
Her neyse bu dönemde fiziksel olarak çok yıpranmadım, okula giderken yaptığım yirmi dakikalık yürüyüş bile iptal edilmişti. Ama ruhsal olarak öyle çok etkilendim ki, az önce bahsettiğim şu belirsizlik dahi insanı düşüncede boğmaya yetecekken, üstüne üstlük sınav anı, sınav sonrası, üniversitelerin açılıp açılmayacağı, üniversite sonrası iş bulma gibi pek çok soru ve sorun omuzlarımızdaydı.
Bir yıl boyunca çalıştık. Çalışmadığımız her saniye ise bir vicdan azabıdır, peşimizdeydi. Ailem elinden geleni yapıyor, hocalarım elinden geleni yapıyor; peki ben elimden geleni yapıyor muyum? İşte, bu yetersizlik hissi insanın göğsüne bir film izlerken, ilginizi çeken herhangi bir şey yaparken koca bir taş gibi oturuyor. Ne o izlediğiniz filmden zevk alabiliyorsunuz ne de gönül rahatlığıyla herhangi bir ders dışı etkinliğe katılabiliyorsunuz. Arkadaşlarınızla oturup bir iki saatlik kahve molasında bile yapamadığınız sorular, dersler ve konular hakkında konuşuyorsunuz. Bazen biri isyan ediyor, yeter artık kapatın şu ders mevzuunu diye. Sonra uzun bir sessizlik oluyor. ‘Sınav harici hayatımız kalmamış ki’ farkındalığı geliyor insana. Durumun vahametini son bir örnekle şöyle izah edebilirim: dinlediğiniz müzikleri dahi zevkinize göre değil; Türkçe olmasın da kafamı karıştırmasın, sınavda aklıma gelip dikkatimi dağıtmasın şeklindeki kriterlere göre seçmeye başlıyorsunuz.
Şimdi; çok abartmışsınız, bu kadar kasmaya gerek yoktu, her şey olacağına varır şeklinde düşünce ve söylemleri olanlar için kendimi bir nebze açıklayayım. Böyle bir dönemde ailem maddi manevi her istediğimi yaparken, öğretmenlerim molalarını bizler için feda ederken, ben nasıl olur da bunun endişesini duymam? Nasıl bu soruların zihnimde uçuşmasına engel olabilirdim?.. Olamadım da zaten.
Ayrıca motivasyonun insanın yalnızca kendi içinden gelebildiğini, dışarıdan hiçbir etkinin insanı motive edemeyeceğini öğrendim bu dönemde. İnsan her sabah kendisini yataktan kaldıran sebebi, sınav senesinden önce bulmalı ve ona göre çalışıp geliştirmeli kendini.
Bir şekilde geçti günler ve aylar… Önce kardeşim LGS’ye girdi. Beklediğinden çok zor bir sınav ve sonrasında da düşük netlerle karşılaştı. Bunu da bir şekilde geçiştirdik. Bizim sınavımızla bunun alakası yok, bir kere bizimkini ÖSYM hazırlıyor, okula bile gidemedik bu kadar zorlamazlar herhalde, diye teselli ettik kendimizi.
Sınav günü gelip çattı. İlk gün ne olursa olsun moraller bozulmamalıydı, çünkü ertesi gün bir sınavımız daha var. sınavdan çıktım; ağlayanlar, konuşamayanlar, boş bakışlar… Benimki kötü değildi sanki ama herkes öylesine üzgündü ki kendimden şüphe etmeye başladım. Henüz de o şüphelerimi giderebilmiş değilim.
Ertesi gün alan sınavımız vardı, Matematik o kadar kötü geçmişti ki; fen kısmına geldiğimde mezuna kalacağım, olan oldu, yapamadım gibi pek çok olumsuz düşünce ile savaşmak zorunda kaldım. Son zamanlarda denemelerde işaretlediğim soru sayısının neredeyse yarısını yapabilmiştim, matematik hem sınavımı hem moralimi berbat etmişti. Emeklerimizin karşılığı bu değildi. Bu karamsar ruh hali birkaç saat sürdü. Ardından sene boyunca takip ettiğim youtube kanalları, rehber öğretmenlerim, herkesin çok kötü geçtiğini söyledi. Sınava girenlerin %90’ı Matematiğin ‘çok zor’ olduğu fikrindeydi. Birkaç gün sonra ise sorulardan üç tanesinin Matematik olimpiyatlarından alındığını öğrendim. Sonuç olarak ortada büyük bir haksızlık vardı ve bu sebeple de herkesin netleri düşük gelecekti. Bu bir nebze rahatlattı beni. Çünkü bir sıralama sınavıydı. Net değildi önemli olan.
Sınav sonrası içime çok büyük bir rahatlama gelecek, istediğim her şeyi bir bir yapacağım, sabahlara kadar film izleyeceğim, sürekli kitap okuyacağım, diye hayal kuran ben; sınavdan sonra eve gelip duvar izleme seanslarıma devam ettim. Ne oldu şimdi? Üzerimden bir tır mı geçti benim? Bir yıldır uğruna hayatımdan fedakarlık ettiğim sınav bu mu olacaktı? Şeklinde sorular deryasına kapıldım. Sınav üzerinden şimdi neredeyse iki hafta geçti, yavaş yavaş nelerden hoşlandığımı, neler yaparken kendimi mutlu hissettiğimi hatırlamaya başladım. Pek yakında da inşallah sınav senesinden önceki Bürde’yi tam anlamıyla hatırlayacağım…
Bir ülke çökecekse de yücelecekse de; bu gençler sayesindedir, okuma aşkıyla yanıp tutuşan gençler sayesinde… Fakat ‘yetkililer’ bizlere hiç destek olmazken, üstüne üstlük sanki çözülemesin diye hazırlanmış soruları karşımıza çıkararak köstek oluyor gibi gözükürken, bu gençler yeteneklerini sergileyemez. Ya da sergiler ama burada değil. Aziz Sancar gibi veya gündemimize bomba gibi düşen aşı meselesinde karşılaştığımız Özlem Türeci ve Uğur Şahin gibi sergiler…
Pandemide okulun, kütüphanelerin, ruhsal sağlığın yokluğunda ve her gün aynı masada, evin gürültüsünde, kardeşin ağlamasında ders çalışan bu unutulmaz nesle selam ve sevgi ile…
Kaderin Yazıldığı Gün: Sirius Yıldızı Kavuşumu

5-6-7 Temmuz tarihlerinde Güneş ve sabit yıldız olan Sirius kavuşuyor! Kur’an-ı Kerim’de Necm Suresi’nde Şira olarak bahsedilen Sirius Yıldızı‘nın kavuşucağı günlerde kaderin yazılacağı söylenir. Peki Sirius Yıldızı‘nın öyküsü nedir? Gelin, bakalım.
Sirius Yıldızı, Kuzey Yarım Küre’nin en parlak yıldızıdır. Gökyüzündeki şekli köpeğe benzetilir. Bu nedenle “Köpek Yıldızı” da denmektedir. Türkçe’de “Akyıldız” olarak söylenirken demire benzetildiği için “Demir Kazık” da denir. 14 derece Yengeç burcunda yer alır. Bu derecede Güneş her yıl yer alır ve en sıcak günler (soltis) başlar.

Eski Uygarlıklarda Bereket Getiriyordu!
Birçok uygarlık gökyüzünü ve yıldızları incelemiş, hareketlerine göre yaşamlarını şekillendirmiştir. Sirius Yıldızı Mısırlılardan Roma İmparatorluğu’na kadar birçok eski uygarlıkların çeşitli sistemlerini, takvimlerini oluşturmalarında, mevsim geçişlerinde ve gemici pusulalarında kullanılan çok önemli bir yıldızdır. Hatta Mısırlılar, piramitlerini tepelerinde Sirius Yıldızı‘nı gözlemleyebilecek şekilde inşa etmişlerdir. Piramit ve tapınaklarının içinde yıldızı simgelemeye özen göstermişlerdir. Sirius Yıldızı, Güneş doğmadan görüldüğünde Nil Nehri taşmaya başlıyordu. Bu durum tarım yapmak için topraklarını besliyor ve bereket getiriyordu. Bu nedenle sel ve su taşkınlarıyla da ilgili hale gelmiştir. Sirius Yıldızı’nın puslu olduğu günlerde de çeşitli salgın hastalıkların ortaya çıktığını görmüşlerdir.
Romalıların ise bu dönemde ekinlerinin bereketi artsın diye köpek kurban etme gelenekleri vardı.
Birçok Mitolojik Hikâyeye Konu Oldu!
Hint mitolojisine göre ise güzel bir hikâyesi vardır. Cennetin kapısına ulaşmak için yola çıkan dört kardeş vardır. İlki savaşçı ve komutan, ikincisi oldukça iyi bir şair, üçüncüsü ünlü bir aşık, dördüncü yani en küçük kardeş ise fazlasıyla gurur duyduğu bir köpeğe sahiptir. En küçük kardeş, uzun ve yorucu olaylar sonucu ilk kardeşini savaşta, ikinci kardeşini düğünde üçüncü kardeşini ise bir prensesin yanında bırakarak cennetin kapısına ulaşır. Ama köpeği cennete giremez. Bu nedenle cennete girmekten vazgeçer. Onun bu yolculuğunu cennetten izleyenler kardeşlerini terk ettiği hâlde neden köpeği terk etmediğini sorarlar. Küçük kardeş ise abilerinin kaderlerini izlediğini ama köpeğinin tüm kalbiyle kendisine bağlı olduğunu söyler. Bunun üzerine köpeği bir takım yıldız haline getirirler. Bu takım yıldızının en parlak yıldızı olan Sirius ise köpeğin kalbidir.

Günümüze kadar gelen bu mitolojik hikayeler sonrasında modern edebiyatta ise ünlü fantastik roman serisi Harry Potter’da köpeğe dönüşen bir animagus karakter olarak da Sirius Black‘i görmekteyiz.
Sirius Yıldızı astrolojide ise ün, şöhret, servet, aile, okült dallara ilgi duyma, sıcaklık, sel, su taşkınlığı, salgın hastalık, kuduz vb. gibi konuları simgeler.
Kaderin yazıldığı söylenen bugünlerde güzellikler sizinle olsun!
Bu Gece Kar Yağdığında
Bu gece kar yağdığında,
Yeşermeyi beklerken umutlarım,
Kaldırımları süsler misin ruhunla?
Belki yolun düşer,
Bir sokak ötesine,
Gülmek istersin geceme.
Bu gece kar yağdığında,
Gözlerini kapatıp,
Yıldızını diler misin?
Belki ellerime düşer parlaklığı,
Belki gülüşünü süsler aydınlığı,
Pencere kenarında çiçeğimi okşarken,
Ellerime gelir misin?
Bu gece kar yağdığında,
Sokağın küçük lambası yüreğimi sıcaklatırken,
Gelir misin?
Belki düşmek istersin kırık bir kalbin yoluna,
Belki hissetmek istersin,
Ölümü avucuna alan bir şairin,
Kırık parçasını.
Bu gece kar yağdığında,
Tutar mısın yıldızımı ümitlerimin koptuğu yerden?
Pencere kenarında yeşermeyi beklerken,
Solmuş bir yaprağın yeniden doğma arzusu gibi,
Gelir misin?
Bu gece kar yağdığında,
Gözyaşlarım bir okyanusa düşerken,
Dalgaların her bir sesi bana seni getirirken,
Bir ormandan kaçıp bahara rastlamış gibi,
Gelir misin?
Bu gece kar yağdığında,
Siyah mürekkebim seni yazarken,
Kalemim sadece sana gelirken,
Bir şairin dillere düşürdüğü Mecnun gibi,
Gelir misin?
Bu gece kar yağdığında,
Ağaçlar altında dans ederken,
Ayaklarım beyaza uyum sağlarken,
Gölgeler ardından doğan bir güneş gibi,
Yıldızını sımsıkı tutarak,
Gelir misin?
Bu gece kar yağdığında,
Kuşlar bir şaire uyarken,
Yıldızlar ona doğru bakarken,
Bileklerinde umut adlı balonu taşır gibi,
Gelir misin?
Bana umudu verir misin?
Bu gece kar yağdığında,
Gözlerim baygın bakarken hayata,
Tüm duvarlarımı yıkacak sırtınla,
Bu şaire doğru
Gelir misin?
Bu gece kar yağdığında,
Sadece göğe baktığım bir durak gibi,
Umudu, maviyi ve seni.
Görmek istiyorum.
Bu gece kar yağdığında,
Gelir misin?
Öylece sımsıkı tuttuğum masum bir kelebek gibi
Saklamak istiyorum.
Avuçlarımda taşırken seni,
Kanatların incinmesin diye.
Koşmak istiyorum.
Bu gece kar yağdığında,
Sana yazmak,
Seni bilmek istiyorum.
Gülüşünün ardında neyi tuttuğunu,
Bir yeri izlerken yıldızına neyi sorduğunu,
Zaman kendini hızlıca bırakırken,
Seni korkutanın ne olduğunu,
Bilmek istiyorum.
Bu gece kar yağdığında,
Seni görmek istiyorum, yıldızım.
Yeşil’in Turuncu Kızı
Ah Çocukluk Sen Ne Güzelsin
Bizim ilk ve orta okul öğrenciliğimiz rengarenkti. Öyle hastalıktır, pandemidir değil de gerçekten kar tatilimiz olurdu. O zamanlar iklim bu kadar ılıman değildi ve Anadolu’da hala karasal iklim hakimdi; yazlar sıcak ve kurak, kışlar soğuk ve kar yağışlı…
Boyumuz kadar kar yağardı. Pencerelerimizin camları buzdan sanat harikalarına dönüşürdü. Çok zaman akşamları elektrikler kesilirdi. Çıtır çıtır yanan sobanın etrafına konuşlandırılmış yataklarımızda, sobadan tavana yansıyan ışık hareketleriyle hikayeler uydururduk. “Sessiz oluuunn!” uyarılarına kısık ve içten gülerek sohbetlerimize devam ederdik.
Elektrik olduğu zamanlarda ise mutlaka okuduğumuz kitapların kahramanlarıyla yeni hikayeler anlatırdık.
Kar tatili okulumuzdan kopmamıza sebep olmazdı. Okula döndüğümüzde yaşayacaklarımızı anlatır heyecanlanırdık.
Yani ki bol bol hayal kurabilen çocuk gibi çocuklardık. Böyle anlattığıma bakıp yaşlı ve geçmiş güzellemesi yaptığımı düşünmeyiniz lütfen; çok uzak değil, doksanlardan bahsediyorum aslında.
Şimdi kendi çocuklarımıza masal gibi gelse de bunlar bizim bizzat yaşadığımız gerçek hayat hikayeleridir yani.
Zamanın Çocuklarına Öneri
Bir pandemi döneminde çocukluk yaşamak zorunda kalan çocuklarımıza çok üzülüyorum. Online derslere katılımlarındaki verimsizlik, okulda on dakikalık teneffüslere olan hasretlikleri, nasılsa evdeyim deyip günleri düzenli dolduramama ve neticede pek çok heyecandan uzak hantal bir çocukluk yılı yaşadılar yavrucaklar.
Ağlayıp sızlanmak çözüm değil elbette. Elde olmayan sebeplerle iki yıldır doğadan kopuk suni bir hayat yaşayan yavrulara güzel bir önerim var aslında.
Nasılsa okul artık tatil. Karnelerini aldılar. Evden çıkmaya başladıkları uzun yaz günlerinde hayalsiz geçen iki yıllarını telafi edebileceğine inandığım bir eserden bahsetmek isterim. Her yaştan okurun gönlünü ferahlatacak tasvirler, olaylar, hikayelerle dopdolu bir eser; Yeşil’in Kızı AnnE.

Büyüdüğü çevredeki bütün olumsuzluklara karşı kendisini mutlu etmek için geliştirdiği hayal gücü sayesinde direnebilen bir kızcağızın hikayesi.
“Bir şeyi hayal etmenin en kötü yanı hayal etmeyi bırakmak zorunda kalmaktır ve bu insanın canını çok yakar.” ifadesiyle bu başarısını mutlulukla çevresine de kabul ettirmeyi başaran bir kız hem de.
Mutlu Çocuk
Anne babası vefat ettikten sonra farklı ailelerin yanında yaşamak zorunda kalmış, çok zaman o ailelerin çocuklarına bakıcılık yapıp ev işleriyle baş edebilmeye çalışmış bir kız çocuğudur Anne. Yaşadığı hayatı hatalarıyla kabul etmeyi başarabilmiş, her yaptığı hatadan ders çıkarabilme ve o hatayı tekrar etmeme kabiliyeti ile donanmıştır. Çevresindeki canlı cansız her obje ile duygusal bağ kurarken onların hayatındaki katkılarını iliklerine kadar hissetmenin lezzetini idrak etmiş bir çocuk olarak kendi hayatına kendini hazırlamış, büyümüş de küçülmüş kabilinden bir kız çocuk aynı zamanda. Küçük bir yanlışlıkla Green Gabels’a gelerek maceradan maceraya koşarken becerileri, aklı, mizahı ve bitmek tükenmek bilmeyen heyecanıyla karşılaştığı herkesi şaşırtan, eğlendiren ve etkileyen bir çocuk hem de.
On iki yaşında hangi çocuk “Büyük fikirleriniz varsa onları ifade etmek için büyük kelimeler kullanmanız gerekir öyle değil mi?” sorgusu ile hayatını örtüştürebilir? Elbette ki hayal gücü kuvvetli ve hayal kurmaya cesaret edebilen çocuklar…
Anne, kitabın bir bölümünde “İnsanın konuşmak isterken konuşabilmesi ve çocukların dikkate alınmaması gerektiğinin söylenmiyor olması büyük bir rahatlık” derken de sahip olduğu hayal gücünün nerede ve nasıl kullanabileceğini bildiğini ifade ediyor. Çocukların susturulmaması gerektiğinin altını çizerek “çocuklarınıza şans vermezseniz nerden bileceksiniz” uyarısı yapıyor. Dizi filme uyarlanmış olması ayrı bir güzellik olsa da, kitap olarak okumak ve her kelimenin hayalini kurmak daha özel geliyor bana.
Çizili Satırlar
*” Dünyadaki her şeyin bir riski var. İnsanların kendi çocuklarının olması da bir risk, bütün çocuklar hep iyi insanlar olmuyorlar.”
* “Bir adın telaffuzunu duyduğunuzda, zihninizde sanki kağıda yazılıyormuş gibi hayal etmez misiniz?”
* “Bütün büyük olayların küçük ve basit olaylarla ilgisi vardır.”
*” Bir şeyleri düşünmek için en iyi vakit yatma vaktidir.”
Diyeceğim O ki
Ben hiçbir kitabı kendim okumadan çocuklarıma okutmadım, okutmam da. Her kitabın her okuyana faydalı olduğunu düşünmüyorum şahsen. Fakat Yeşilin Kızının maceraları benim hayal dünyamı bile bu kadar coşturmuşken çocuklara katkılarını saymakla bitiremem doğrusu.

L.M Montgomery’ nin kaleminden süzülmüş bu harika eseri Çiğdem Köfüncü’nün çevirisinden okudum. Bu denli düzgün, akıcı, her iki dilin doğru kullanımının belirgin olduğu başarılı bir çeviriyi okumanın zevki de bambaşka elbette. Farklı çevirmenlerin kalemlerinden de okumak istenecek bir kitap olarak her evde bulunması gereken bir eser olduğunu düşünüyorum.
Kitabı mutlaka edinin ve okuyun. On iki yaşındaki bir kız çocuğunun sınırları olmayan hayal dünyasında kendinize bir yer bulacağınıza eminim.
İyi okumalar, mutlu hayaller.
Deniz Salyası (Musilaj)

Hemen hemen 1 aydır gündemimizde olan ve güzelim denizlerimizde meydana gelen Musilaj, bir diğer adıyla deniz salyası maviliklerimizi kendi rengine boyadı. Çoğunlukla Marmara Denizi’nde ve diğer denizlerimizde de görülen bu doğa olayından başta turizm sektörü olmak üzere diğer sektörleride etkiledi. Marmara Denizi’ndeki müsilaj sorunu sıradan bir deniz kirlenmesi değil. Denizi, deniz canlılarını ve ekosistemi tehdit eden biyolojik bir değişim. Uzmanlarımız en büyük sebepleri arasında sanayi ve evsel atıkların denizlere atılmasından kaynaklandığını söylüyor.

MUNCH’UN ÇIĞLIK TABLOSUNA BENZETENLERİMİZ OLACAKTIR. PEKİ BU ÇIĞLIĞI DUYAN VAR MI?
Marmara Denizi’ni kaplayan deniz salyasını temizlemek için hummalı bir çalışma devam ediyor. Atık kabul gemileri, deniz süpürgeleri, vidanjörlerle temizlik çalışmalarını gerçekleştiriyor. Ekipler, akıntı ve rüzgar nedeniyle müsilajların yeniden kıyıda çoğalabileceğini, bu nedenle çalışmaların aralıksız sürdürüldüğünü söylüyor. Haziran başlarında meydana gelen musilaj denizin üst tabakasında sahil sahil ,bölge bölge azalsa da hala diplerde, derinliklerde varlığını devam ettiriyor. Bunun için geliştirilen teknolojik cihazlar örneğin insansız su altı araçlarıyla görüntü alınıp deniz salyasının alt tabakada oluşumu inceleniyor.
Tek temennimiz tekrardan denizlerimizin, deniz canlılarının oksijensiz kalmaması, üreme ve çoğalmalarının artması, beslenebilmeleri ayrıca denizin ferahlatan görüntüsüne kavuşabilmemizdir. Bu konuda herkes ders almalı, bilinçlenmelidir. Şu anda ve gelecekte de denizlere, göllere ve ekosisteme sahip çıkmalıdır.
Tramvay Durağı 7.bölüm
Erken gelmişsen gelecek olana, geç gelmişsen gitmiş olana, gelememişsen ya da gitmişsen oracıkta kalana mı duyulur özlem? Ya bölüneni bölenin elinden kalan birkaç devirli bir rakamsan kime?..
Ya bölünen ömrün, bölen seni sen yapan içindeki senler, oracıkta kalanınsa zihnin boş odalarında saklambaç oynarken ağlayan bir çocuğun sesiyse…? Devri mi? Boş odada ses duvarlara çarpar ya, ağıt sesi mütemadiyen dalga dalga dağılır ruhuna…
Matematiğim zayıftır benim. Bu işlemin sonunda “ölüm” hayatın neresine denk geliyor? Yaşadıklarımız içimizdeki benleri kaç kalanlı bölüyor? Sonuçta biz kim oluyoruz? Kalıyor muyuz? Nerede…?
Tramvay Durağı bugünlerde kalabalık. Ortamdaki atmosfer; sanki ne idüğü belirsiz, bir anda ortaya çıkan öldürücü bir canavar, sokaklarda hırlaya hırlaya dolaşmayı bırakmış ve geldiği yere geri dönmüş gibi. Yolcular; bir kâbustan kan ter içinde uyanıp güçlükle kaldırabildiği eliyle, alnını ve boğazını silmiş, nefes alışverişini ve yarım yamalak hatırladıklarını düzene bindirmiş, sakinleşip kendine gelmiş birer maaşlı çalışan gibiler. Kaygıları “hayatta kalmak” mıdır “güzel ölmek” midir “kalanlar” mıdır… Bilmiyorum.
Ben; “Kaybetmiş” gibiyim. Öyle hissediyorum. Bildiğim yollarda göz göre göre kaybolmaktayım. Kulaklarımın duydukları bilinçaltımın hangi derininde saklanıyor acaba? Hep söylenir ya; faz aşamalarını tamamlamış, raporlarını almış, alanında uzman hekimlerin her detayı göz önünde bulundurup araştıra deneye beyin fırtınası yaparak yıllarca üzerinde çalıştığı, yan etkileri neredeyse sıfıra indirilmiş bir “ilaç reçetesi” varmış da elimde, ben, o reçeteyi özenle çerçeveleyip göz kapağımın arkasına asmış gibiyim. Kapanmak istemiyor gibi gözlerim. Gözlerim açık gideceğim sanıyorum.
Durak, insan dolu.
Yaşamayı istiyorum yağmurların acısını çıkarırcasına bir taraftan, diğer taraftan; ölmüşüm gibi kaygısız, beklentisiz, hep bir hüzünlü, suskun ve durgun deniz hâllerimi özlüyorum. Geride kalanlarım bunlar mıydı? Ne saf bir his yolu!
Bekleyenlerim, dünyanın bütün çocuklarıydı doğru ya. Hayal miydi bu? Hayır, o kadar da uzak değil aksine çok yakınım gerçekleşmesine özlediğim benin istediğim benle kavuşmasına. Beni korkutan da bu ya işte… Şimdi hangi benim, yaklaşmakta olan vuslat vuku bulduğunda hangi ben olacağım…? O zamana varmadan ansızın kovulursam kendimden, çekip giden ben, nasıl olacağım? İyi olur muyum? İyi olmasam da sorun olmaz sanıyorum. Çünkü o zaman sadece kendi yaralarımı umursamayı, bırakmış olurum muhtemelen. Sadece başkalarının yaralarını sarıp kendi yaralarımı kanatıp durmayı bıraktığım zamanlarda nasıl idiysem, o ben olduğumda da öyle olurum herhalde? Ya da bir tık daha huzurlu… Bir dengesi var mı bunun?
Gelişim, değişim, dönüşüm, buluş, oluş… Hep böyle belirsizlikler finalinde sürekliliğine hâlâ devam eden bir bekleyiş sancısı mı çektirir insana bunlar? Günün doğuşunun bir zamanı var mıdır? Mağaradan çıkış ne vakittir? Gözlerimdeki bu yanış diner mi? Bu alevi uyandırırcasına yağışı sorgularımın zihnime, söner mi?
Floresan lambaların aydınlığında siner mi içime şu yazdıklarım okuyunca, bilmiyorum. Sizler dinledikten sonra söndürün tüm ışıtan şeyleri. Bekleyin. İçinizde. Yanacak elbet gün ışığı. Yanacak kirpiklerinizin altındaki akı kızartarak…
Tramvay Durağında ne sosyal ne psikolojik ne felsefik hiçbir mesafe yok bugün. Herkes kendi kıymet verdiklerinin “yanında olmak” derdinde (Ya da hemhal olmak…). Herkes, şu meçhul tramvayı öyle özlemle bekliyor ki, demir rayları eritecek gibi bakışları…
Kafama bir soru takılıyor…
Bu insanlar, şu tramvayı, daha önce hiç gördü mü?
Vâveylâ’nın Mektubu II

Budur belki de bizi biz yapan gerçek
Yüzümü döndüğüm o şömine
Yatağımdaki o oyunbaz hayal
O erişilemeyen hükümler
Hem söylesene gerçekten
Gerçekten var mıydı? O yıldızların
Kuyruklarına takılı kalan gözlerimiz
Yüz yüze bakışan atlılar gibi
Köhne sabahların ışıltılarına karşı
Haklılığımı ne savunabilirdi
Duvarında yalanların büyüdüğü
Hükümlerin kesildiği o odalarda
Topallayarak yürüdüğüm kırların
Aynalı gerçekliğini gördüm
Yılların benden aldığı özgürlükçü
O içten içe olan yozlaşmamı
Söküp aldı benden, ve
Gitti ya bir bağrına yandığımın yerine
Artık görünemez dediklerimin hepsi
Su yüzüne çıkmaya güç yetirir halde
Çünkü tabanım çağlayan nehirlerin
Akıntısına karşı yürümeyi maharet bildi
Yanıldı, ıslandı, sızlandı ama gördü işte
Ay’ı, yıldızı, bulutları, gökyüzünü
Toprağa çekilen bedeniyle
Göz kapaklarının altında yatan o haykırışcı
O propagandacı, o aldanıcı ruhuyla bile
Bir kez olsun isyana kalkışmadı
Bir kez olsun nedenini bilmediği kuyudan su çekmedi
Hakka riayet etti, sabrı taşıdı gönlünde
Onun kalbi bir avuç özlemle kavruldu
Yandı ve tutuştu, yandı ve kurtuldu
Gözleri köze çevrilmiş o alevli yerde aranıyordu
İşte o, o, oradaydı
Gönlüyle, kalbiyle, ruhuyla
Verilen bedeniyle, gözleri ve tüm benliğiyle
Çamura batan kalıbıyla, göklerde biri
Muhabbetinle diri, o sendin
Vâveylâ’nın aşkıysa seni böylesine kesip biçen
Kalemin ve defterin o yanıltıcı sözlerinden öteye geç
Sağ ve solumuzdaki hesabı
Gökle ve yerle bir olduğumuz o anı
Görüp yürümezsem, volkanda dağı, şehirde hapis hayatı
Bekler dururum yolumun ağzındaki atlıyı
Ha geldi ha gelecek, o dillerin eskitemediği kurtarıcı
İşte sana gerçek, işte yolumun üstünde şakkul kamer
İşte güneşin kayışı, yıldızların dökülüşü
Kulağımı sağır eden o ses, hamilelerin düşük yaptığı o çınlama
Bir yok oluşa doğru sesimin ahengi
Kulakların içine yaşanacak ne çare! Şiddetinde varıyorsa
O vakit yaşam uğruna yaşamlar doğuracak bu şarkı
Vâveylâ’nın şarkısı: ben sana değil, bana bu aşkı verene minnettarım…