12.9 C
İstanbul
Çarşamba, Mayıs 14, 2025

T.Y.MAZER İLE RÖPORTAJ

Röportaj Günlükleri 1

Röportaj teklifimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Öncelikle kendinizden biraz bahseder misiniz?

Merhaba, ben teşekkür ederim! Lacivert isimli serinin yazarıyım. Yaklaşık 5 yıldır profesyonel olarak yazıyorum ancak neredeyse ilkokuldan beri şiirler ve denemeler yazmaktaydım. 6 yaşında tatlı bir oğlum var. İstanbul’da yaşıyorum.


Yazarlık hayatınız nasıl başladı?

Yazma hayalim 7-8 yaşımdan beri benimle ve aktif. Ama üniversitenin son senesinde bunu gerçeğe dönüştürmeye karar verdim. Tabi bu sürece hazırlanmak ve hazır olmak yıllar aldı.

Lacivert serisi nasıl ortaya çıktı. Bu konuda nelerden esinlendiniz?

Ben zaten oldum olası ileri teknoloji hayranıyım. Bu konuda buluşlar yazmak ve Uluslararası İlişkiler okuduğum için de komplo teorileri çevresinde bir kurgu yazmak zor olmadı. Ah bir de aşk var ki o da olmazsa olmazım.


Yazarken zorlandığınız zamanlar da yazmayı bırakmayı düşündüğünüz oldu mu?

Elbette hayır. 🙂 Beğenmediğim, üzerine çok çalıştığım, takıldığım yerler oldu tabii ama hiçbir zaman bırakmayı düşünmedim.


Lacivert serisini Beyaz Perdeye uyarlanmasını düşünüyor musunuz?

Çok isterim. Ancak Lacivert’in kurgusu gereği ciddi bir bütçeye ihtiyacı olan bir yapım olur. Türkiye şartlarında zor biraz şu an.



Peki seri film olsa James ve Beren’i kim oynar?

Kapaklarda da olduğu üzere en başından beri James için Can Yaman’ı düşündüm. Ancak şimdi onun da imajı oldukça değişti. İnanın şu an bir fikrim yok o yüzden.


Şayet Wattpad platformu olmasaydı kitaplarınızı yine de okuyor olur muyduk?

Wattpad benim çook sevdiğim bir platform. Ancak ben orada keşfedilmedim. Ben her zaman çok çalışmanın eninde sonunda bir sonucu olacağını düşünürüm. Lacivert de bunun ürünüydü. Yani evet, okurdunuz diye düşünüyorum.

Hem işiniz, hem aileniz ve bir de üstüne yazarlık zorlamıyor mu sizi?

Ah zorlamaz mı? Ama insan sevdiği şeyler için fedakarlık yapmazsa ne anlamı kalır ki? 🙂 Yazarlık benim gönlümde yatan meslek. Yine inşallah Türkiye şartları yazarlar için daha iyi olur da, tüm kariyemi yazmaya adarım diye umut ediyorum.


Bu hayatta unutamadığınız bir anınız oldu mu?

Çook. 🙂 Yani oğlumu ilk kucağıma aldığım an, onu ilk gördüğüm an. Eşimle ilgili birçok an ve tabii ki kitabımı ilk elime aldığım, sizlerin ilk tepkilerini duyduğum anlar.


Şu an bulunmak istediğiniz yerde olduğunuzu düşünüyor musunuz? Sizce hayallerinize ulaştınız mı?

Ben doğam gereği “evet yeter bu kadar” diyecek biri değilim maalesef. Bazen böyle biri olmayı diliyorum ama hep daha fazlasını daha iyisini istemekten kendimi alamıyorum. Bu hırs değil yalnız, benimkisi biraz boş duramama. Yani kitabım çıktı tamam diyemiyorum. Şimdi yeni kitabım için nasıl daha farklı bir şey yapabilirim, okurlarımı nasıl şaşırtabilirim nasıl daha mutlu edebilirim gibi tonlarca soru dolanıyor aklımda. Kaldı ki daha yazarlık kariyerimin başındayım. Daha okunacak çok satırlarım, çok hikayelerimin olduğunu düşünmek isterim. 🙂



Geleceğin yazarları için hangi tavsiyede bulunmak istersiniz?

Bol bol okuyup, araştırma yapsınlar. Okumadan kitap yazamazsınız. Araştırmadan saçmalarsınız. Ve asla aceleye getirmesinler. Yazarlığı herkes yapabilir ancak kalıcı olmak için katedilmesi gereken yol çok çok uzun. Ben de hala bu yolda yürüyorum.



Okuyucularınıza neler söylemek istersiniz?

Onları çook seviyorum. İlhamımın çoğunu onlardan alıyorum. Hep varolsunlar!


Benim için çok keyifli bir röportaj oldu. Umarım sizin için de öyledir. Yeni çıkacak olan kitaplarınız için de bol satışlı günler dilerim. Güzellikle kalın.

Benim için de! Çok teşekkürler nazik ilginiz için.

Eda Baba – Aşk Neden

Eda Baba yine gümbür gümbür geldi! Söz ve müziği Üner Demir imzası taşıyan “Aşk Neden” şarkısı 24Creative ekibinin hazırladığı klip ile birlikte YouTube’ta yayında. Bu anlamlı şarkının sözleri;

AŞK NEDEN
O uzun ve karanlık, etrafı ağaçlık
Yokuş yukarı ve aşağı gri yollarda
Cebimde bir adres, kulağımda bir ses
İçimdeki çocuk bitkisel hayatta

Aşk neden insana bunu yapıyor

Var hızıyla yavaşça, kaybolan bir gemi
Sonum bu olsa da beklemem, özlüyorum
Elimde bir yemin, gözümde suretin
Tenimdeki soğuk, her gün o yatakta

Söz-Müzik: Üner Demir
Elektrik Gitar: Emir Can Başar
Synthesizer: Şansal Aktaş
Davul: Cihan Kahvecioğlu
Trompet: Dilan Balkay

Kayıt-Mix: Ertan Keser

Video: 24Creative

Güney Marlen – Dokunmasınlar Bana Klibi Yayında!

Güney Marlen’in Dokunmasınlar Bana şarkısına çektiği klip YouTube NETD kanalınnda yayında! Bu güzel ve anlamlı şarkıyı yukarıdan dinleyebilir, sözlerini aşağıda okuyabilirsiniz.

Söz & Müzik: Güney Marlen
Düzenleme: Güney Marlen
Yönetmen: Ekrem Çanak

Bu aşk küçük bir kutuymuş
Anılarla dolmuş
İçinde bi’ hüzün bi’ mutluluk

Ağırlaşmış zamanla
Kopmuş altı bi’ anda
Kırılan bi’ kumbara
Hiç emekler gider mi boşa

Dokunmasınlar bana
Kimse öyle kokmuyor
Sevmesinler beni
Kimse gerçek sevmiyor

Her şey yolunda gibiymiş
Aşk altımızda bi’ halı
Isıtmış hep ayaklarımızı

Birden çekmişler altımızdan
Düşmüşüz ayrı ayrı
Aşk komada ve iki yaralı

Dokunmasınlar bana
Kimse öyle kokmuyor
Sevmesinler beni
Kimse gerçek sevmiyor

Yu Hua:Yaşamak

İsmini en çok hak eden kitaplardan birisi gerçekten başka bir isim düşünemiyorum. Yaşamak…

Kitap,Çin’de köyleri gezip köylülerden dinlediği hikayelerle halk şarkıları derleyen bir gezginin Fugui ile karşılaşması ve Fugui’nin ona anlattıklarıyla gelişiyor.Olayların yaşandığı dönem,Mao’nun Çin’in lideri olduğu ve Büyük İleri Atılım projesini gerçekleştirmeye koyulduğu zamanlar.

Yazarımız Yu Hua kendi çocukluğunda Mao döneminde yaşanan Kültür Devrimine tanıklık ediyor.Bu dönemin onda yaşattığı travmanın izleri de yazdığı her kitabında yer bulmuş.

Fakat bu kitabı başka bir rafa koyabiliriz. Kitap 1993’te yayımlanır yayımlanmaz Çin’de yasaklanıyor.Sonra Çinli yönetmen Zhang Yimou tarafından sinemaya aktarılıyor beklendiği üzere filmi de yasaklanıyor.Her ne kadar romandaki duyguları aktarmakta yetersiz kaldığı ve kurguya sadık kalmadığı için eleştirilse de film,kitabın büyük bir şöhret kazanmasını sağlıyor.

Yaşananları sadece okumakla kalmayıp hissedeceğinize eminim.Hatta izin verirseniz gözyaşlarınız bile size eşlik edebilir.Büyük bir beklentiyle başladığım bu kitabı bitirdiğimde durup bir süre düşündüm.Siz de her şey beni buluyor diyorsanız yaşamı sorgulamadan önce bu kitabı okuyun derim.Pişmanlığı,merhameti ve saf sevgiyi bulacak. Yaşamanın en acı haliyle karşılaşacaksınız.

*Her gün yorgunluktan ölene kadar çalışınca başka şeyler için endişe edecek vaktiniz kalmıyor.

*Onunla savaş bununla mücadele et derken sonunda hayatından oluyorsun.

*Yavaş kanat çırpan kuş erken uçmaya başlamalı,derler. İşte o yavaş uçan kuştum,işleri bir türlü bitiremeyen.

*Artık öyle bir noktaya gelmiştik ki yaşamak ya da ölmek önemli değildi.

*Ne olursa olsun mantıklı düşünmek zorundasın.Ölüler hep dirilmek ister.Sense hala hayattasın ve mücadele ediyorsun,ölemezsin.Hayat sana anne ve babandan bir hediye.Eğer yaşamak istemiyorsan bunu önce onlara sormalısın.

*İnsan hayat boyu ne zorluklarla ve sıkıntılarla karşılaşırsa karşılaşsın ölüme yaklaşırken kendi teselli edecek bir şeyler buluyor.

Sokaklara Sor Adımı

Göğe uzatılmış sükunetin oltası,
Sessizce iç çekişlere bıraktı bir akşamüstü yalnızlığımı.

Meczup misali gezdiğim sokaklara sor şimdi adımı!
Fısıltılar dolduruyor gürültülü kaldırım taşlarını,
Ezbere dökülüyor bir bir sustuğum kelimeler,
Bilirsin ya, titretiyor sen değil kış akşamları.

Hangi ayak sesleri içimdeki depremlerin sebebi?
Nerede mengeneye sıkışmış da çırpınan ruhumun parçaları?

Bir uçurumda gizli özgürlüğümün kanat sesi,
Zincirlerimi kırıp da kaçmak gibi duvarlarımın ötesi,
Hep bir huzurlu gelişlerin kapısı ise ufkun öncesi,
Parmak uçlarında bekle, fecre hasretliği…

Hayat şimdi bir tevafuklar geçidiydi,
İşte bu,
tiyatromun en güzel sahnesi…

Robert ENKE: Darmadağın Eden Bir Hüzün Portresi

‘’Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir.’’

                                                          (Goethe)

24 Ağustos 1977’de Almanya’nın doğusunda Jena’da başlayan ve 10 Kasım 2009’da kızının mezarının 200 metre ötesinde sona eren ve bizim fazlasıyla içinde olduğumuz bir hayat hikayesi Robert Enke’ninki…

11 Kasım 1995’te Hannover 96 karşısında ilk defa A takım forması giyen Robert Enke bundan 14 yıl sonra son maçına yine Hannover 96 forması ile çıkmıştı.

Arada geçen 14 yılda Robert Enke pek çok şey yaşadı ama onun peşini bırakmayan tek şey depresyon oldu. Henüz 25 yaşında Barcelona’ya transfer oldu. En üst seviyeye ulaştıktan sonra başarılar ile dolu bir kariyer yazmak belki çok daha kolaydı ama öyle olmadı.

Barcelona kariyerine İspanya Kupası’nda 3. Lig ekiplerinden Novelda karşısında oynanan maç ile başladı. Kupa maçının ardından günah keçisi ilan edilen Alman kaleci için zor günler başlamıştı. Barcelona’da o sezon ligde sadece 20 dakika forma giyebildi. Bu 20 dakika aynı zamanda Enke’nin La Liga kariyerini de oluşturdu. Enke için kötü geçen sezonun ardından 2003/04 sezonu öncesinde göreve gelen Frank Rijkaard’ın ilk icraatlarından biri Rüştü Reçber’i transfer etmek oldu. 2002 Dünya Kupası’nın yıldızı Rüştü de Barcelona’da dikiş tutturamayacaktı ama Rüştü’nün transferi Enke’nin Barcelona kariyerinin sona erdiği anlamına geliyordu

Enke’nin imdadına Daum yetişti, en azından öyle duruyordu. “Artık oynamak istiyorum. Kulübede oturmaktan sıkıldım” diyen Alman kaleci Daum’ın ısrarı sonucunda kiralık olarak İstanbul’un, Fenerbahçe’nin yolunu tuttu.
Fenerbahçe sezonun ilk maçında İstanbulspor’u ağırlarken kalede Enke vardı. Yeni takım, yeni şehir, yeni bir hayat… Hepsi 90 dakika sürdü. Balili’nin aşırtması ile başlayan maç Yordanov’un golü ile 3-0’a geldikten sonra tribünler Enke’nin tuttuğu her topta Alman kaleci ile dalga geçmeye başladı. Maçın ardından Daum ile görüşen Enke’nin geleceği için iki taraf da hemfikirdi: Ayrılık… Günlüğüne o zaman şunları yazmıştı:’’ Aklımdan cok kalbimi dinlemeyi öğrenmeliyim ve kalbim bana futbol için yeterli olmadığımı söylüyor. Basın ve insanların ne diyeceğinden .ok korkuyorum.’’. 90 dakika süren maceranın ardından Enke ülkeden ayrılırken geride ise spor gazetelerinin attığı “Enke’lek”, “Enke’k kaleci” gibi manşetler kaldı.

Enke bir süre sonra Almanya’ya döndü, Hannover 96 ile yeniden yükselişe geçeceği bir sezona başladı. Ama onu mahvedecek olay saha dışından geldi. Kalp problemi ile doğan minik Lara’nın sürekli operasyonlar geçirmesi gerekiyordu. Enke ise bu süreci hastane ile antrenman arasında geçirdi. 17 Eylül 2006 sabahında ise Lara daha fazla hayata tutunamadı. Bu Enke’nin en kuvvetli dayanağının da artık olmadığı anlamına geliyordu.

Altı gün sonra Hannover 96 formasını sırtına geçirip sahadaki yerini aldı. Maçtan sonra uzun uzun gökyüzüne baktı. 2 gün sonra ortadan kayboldu.10 Kasım 2009’da takımının sabah idmanına katıldıktan sonra önce kızının mezarını ziyaret etti ardından 200 metre ötedeki raylara gitti ve ‘Benden bu kadar’ dedi. Yakın arkadaşının deyimiyle dünyanın en nazik, en hoşgörülü futbolcularından biri böyle göçüp gitti ve geriye futbolun en hüzünlü hikayelerinden birini bıraktı…

Şaşnaz ile Sarman’ın Konuşmaları

-Pekâlâ. O halde henüz yeryüzüne gözlerini yeni açmış bebek bir nesli aldık diyelim. Bilgiyi ve kötülüğü bırak, henüz konuşmayı bile öğrenmemiş bir nesil. Milyonlarca tabula rasa*. Sonra hepsinin ebeveynlerini imha ettik. Bir nevi, kenara ayırdığımız tabula rasa nesil haricinde insanlığı yok ettik. Nesilden nesile aktarılan tüm faaliyetleri, normları, fikirleri ve yapıları yok etmiş olduk. Sonra salıverdik bizim tabula rasaları! O zaman ne olacak? Biraz evvel pek bir yerdiğin gerici ve kendi kendisini mahveden insanlık ne hale gelecek? Yoksa tamamiyle düzelecek mi bu insanoğlunun bedbaht durumu? Aptal ve hızlı medeniyetlerin yerini dingin ve sağduyulu insan toplulukları mı alacak?

-Eğer beni iğnelemeye çalışıyorsan ben böyle bir şeyin çözüm olacağını söylemedim. Ha yok sahiden soru soruyorsan cevap vereyim: Elbette hayır. Şu anki insanlık zamanında biraz evvel yarattığın tabula rasa nesilin aynısı değil miydi Şaşnaz? Evet. O halde bu canice fikrin çözüm olacak olsaydı, zaten şu an insanlık bu durumda olmaz, biz de bunu burda oturup senle konuşmazdık. Gerçekten bu kadar zihinsel kısırlık çektiğini bilmiyordum.

-Bir dakika. Canice mi?

-Gayet tabii.

-O halde sen Raskolnikov’u da sevmiyorsun ha?

Sarman gülümsedi.

-Aslında bir noktada Raskolnikov’la kader ortağıyız. Üçümüzün de somut gerçekliği yok. Zihinlerde yaşıyoruz. Biri dünyanın en büyük edebiyatçılarından birinin zihni, öteki ise alelade bir herifin. Ne fark eder? Hem bir dakika! Raskolnikov senden daha insaflıdır. Bir nesli yok etmekle iki kişiyi öldürmeyi hangi mantıkla bir tutuyorsun?

-Onun eline sadece imkan geçmemişti. Ayrıca insanlığın hatırı sayılır bir kısmının tefeci koca karıdan pek de farkı olmadığını düşünürsek…

-Yanıldığın noktalar var Şaşnaz. Ayrıca iyi ki gerçek değilsin. İnsanlık senin elinden neler çekerdi kim bilir.

-Tamam! Bugünkü saçmalama kotanı doldurdun! Ben zannettiğinin aksine et ve kemik gibi gerçeğim. Herkesin içinde varım. Kimi baskılıyor, kimi açığa çıkarıyor. Şu gördüğün halimle basit bir bedene sahip olmadığım için gerçek olmadığımı söyleyecek kadar sığ görüşlü müsün? Varım, çelişiyorum ve insan var olduğu sürece çelişmeye devam edeceğim. Yoksa, bay sosyolog Sarman henüz bir şeyin zıttı olmadan var olamayacağının bilincinde değil mi?

Sarman sesli bir şekilde çok kısa güldü.

-Amma da tez öfkeleniyorsun ha!

Şaşnaz sitemle ayağa kalkıp gitmeye yeltendi. İki adım sonra arkasına dönüp Sarman’a konuştu:

-Ayrıca, dedi. Duraksadı. Gerisini çok seri bir şekilde söyledi:

-Zihinsel kısırlık çektiğimi de asla kabul etmiyorum.

Döndü ve yürümeye devam etti. Sarman arkasından dişleri görünür şekilde gülüyordu. İki çocuk bir oyuncak üstüne kavga etmişti de biri kızıp gitmişti sanki. Bu kadar ciddi konular üzerine tartışılırken böylesine çocuksu tepkiler, samimi ve bir o kadar enteresan olan bu dostluk ne zamana dek sürecekti?

*Boş levha.

Yeşilçam’ın Kamera Arkası Sanatçıları

Bu filmleri eminim ki hemen herkes izlemiştir ama pek çoğumuz senaristlerinin kim olduğunu ve yönetmen koltuğunda kimlerin oturduğunu bilmeyiz. Alelade bir sinemasever olarak bu yapıtların yalnızca başrollerini tanımamız değerli senarist ve yönetmenlerimize yaptığımız bir haksızlık gibi gelir bana.

  • NEŞELİ GÜNLER (1978)

Senaryosunu Sadık Şendil’in kaleme aldığı filmin yönetmenliğini ise Orhan Aksoy yapıyor.

  • BİZİM AİLE (1975)

Yaşar Usta tiradıyla akıllara kazınan filmin senaryosunu Sadık Şendil yazıyor yönetmenliğini ise Engin Orbey yapıyor.

  • TOKATÇI (1983)

Senaryosunu Suphi Tekiner’in kaleme aldığı filmin yönetmenliğini ise Natuk Baytan yapıyor

  • GÜLEN GÖZLER (1977)

Senaryosunu Sadık Şendil ve Ahmet Üstel’in yazdığı filmin yönetmenliğini Ertem Eğilmez yapıyor.

  • ŞABANİYE (1984)

Senaryosunu İhsan Yüce ve Kartal Tibet’in yazdığı filmin yönetmenliğini ise yine Kartal Tibet yapıyor.

  • TOSUN PAŞA (1976)

Senaryosunu Yavuz Turgul’un yazdığı filmin yönetmenliğini Kartal Tibet yapiyor.

Şahsiyet: ”Unutmak ve Hatırlamak”

ŞAHSİYET: ”Unutmak ve Hatırlamak”

“Unutmak” ve “hatırlamak”… İnsan hayatındaki iki önemli olgu. Nazım’a göre unutmak koca bir devrimse de, psikanalizin atası dediğimiz Sigmund Freud hatırlamanın intihar sebebi bile olabileceğini savunur. Bu iki zıt olgu kimi zaman tek bir insanın imtihanı ve hatta hayatı olabilir. Tıpkı ‘’Hayatını adalete adamak şahsi bir mesele değil, Şahsiyet meselesidir.’’ diyen Agah Beyoğlu gibi.

     Son dönemin en çok konuşulan internet dizisi olmayı başaran ‘Şahsiyet’, bugün başarılarına yepyeni ve bence en büyük halkasını ekledi. Agah Beyoğlu rolüyle dizinin kalbi olan Haluk Bilginer bu yıl 47’ncisi düzenlenen Uluslararası Emmy Ödülleri’nde ‘’En İyi Erkek Oyuncu’’ ödülüne layık görüldü. Peki Agah’ı ve diziyi bu kadar başarılı kılan neydi? Bir göz atalım.

     Öyle bir dizi düşünün ki başrolünü Haluk Bilginer oynasın. Bu da yetmezmişçesine oyuncu kadrosunda; Necip Memili, Müjde Ar, Şebnem Bozoklu, Hüseyin Avni Danyal, Cansu Dere gibi isimleri barındırsın. Bütün bunların üstüne bir de konuk oyuncu Hümeyra olunca tabi ortaya daha başlamadan jenerikte insanı mest eden bir başyapıt mı geliyor hissi vermesi çok da garipsenecek bir şey olmasa gerek. Daha ne olsun! Yetmedi mi? Bu da yetmiyorsa senaryosunu Hakan Günday’ın yazdığını da unutmamak lazım. Üstüne bir de Daha filmiyle ilk uzun metrajlı film denemesini yapıp, herkesi kendine hayran bırakan Onur Saylak yönetmenliğini yapıyor. İşin mutfağına da tablo gibi görüntüler çıkaran bir görüntü yönetmeni, faili meçhul cinayetler hakkında konuşurken Uğur Mumcu’yu, Sabahattin Ali‘yi arka plana koyabilecek bir sanat yönetmeni ve yerli yerinde mest eden müzikleri de eklemişler. Sonuç olarak karşınızda ‘Şahsiyet’.

    

Dizi klasik Türk dizi anlayışının aksine bir çok alt metin ve mesajı bünyesinde barındırıyordu. Dizinin temelini dayandırdığı konu, N.Ç olayına göndermeydi. Hayali kasaba Kambura’da 53 kişinin 2 yıl boyunca tecavüz ettiği 12 yaşındaki Reyhan Şahin (Naz Karaca) için Mardinli 13 yaşındaki NÇ’den esinlenmişti. Mardinli NÇ, 13 yaşındayken yaşadığı yerdeki bazı ileri gelenler ve yöneticilerin de bulunduğu 28 kişinin cinsel istismar ve tecavüzüne uğramıştı. İsmi saklanan ve artık bir hukuk öğrencisi olan NÇ’nin 2002’de başına gelenler Türkiye’de günlerce konuşulmuştu. Reyhan ise dizide canına kıydı. Reyhan’ın ninesinin verdiği günlüğü o sırada Kambura’da adliye memuru olan Agah bey, önce savcıya vermeyi düşünmüş, ancak savcının adının da günlükteki tecavüzcüler arasında bulunduğunu görünce sessiz kalmıştı.Yıllar sonra Alzheimer olduğunda adaleti kendi eliyle sağlamak için cinayetlere başlayan Agah, ‘’Madem ben her şeyi unutacağım, kimse beni yaptıklarım için suçlayamaz. Çünkü yaptıklarımın hiçbirini hatırlamayacağım.’’ der ve çalışmalara başlar.

Dizide sadece NÇ olayı ve çocuk gelinlere değil kasabanın topluca Tayyar’ın evini yaktığı sahnede Sivas olaylarına da gönderme yapıldı. Tüm kasabanın aslında adalet arayan aynı adamın evinin önünde toplandığı sahnede evi Sivas’taki Madımak Oteli ile özdeşleştiren Günday, hikayenin alt metninde başarılı bir metafor kullandı.

1982 tarihli İffet filminde kafası sevgilisi Cemil (Faruk Peker) tarafından araba kapısına sıkıştırılarak tecavüz edilen bir genç kızı canlandıran Müjde Ar, 36 yıl sonra Şahsiyet dizisi sayesinde intikamını aldı.

Nevra’nın annesi Nesrin rolündeki Ar, filmin esprili sahnesinde kasabada terör estiren erkeklerin kafalarını arabasının camına sıkıştırarak gaza bastı ve İffet’in çektiklerini bir anlamda onlara ödetmiş oldu.

Firuz (Fırat Topkorur) ile Agah bey arasındaki sahneler de diyalogları ile çok vurucuydu. Agah’ı önce yakalayan, sonra Cemil’i öldürmesi şartıyla bırakan Firuz, ”Ama oğlum ben kaç kişiyi öldürdüm, beni bırakırlar mı, peşimde polisler var” diyen Agah’a karşı çıktı. Firuz’un, ”Sadece sen mi hastasın sanıyorsun? Bu ülkede herkes hasta. Bu ülkede her şey unutulur” sözleri ülke gündeminde her şeyin unutuluverdiği yakın tarihimize ışık tutar nitelikteydi.

Deva’nın kız arkadaşı Süveyda (Rabia Soytürk), kendisine ”o…” diyen delikanlıyı verdikleri partide babasının silahıyla vurdu. Yakalanan genç kız, o güne değin hiç ağzını açıp konuşmazken bir anda dile gelerek içindekileri döktü. Genç kızın kimliğinde cinsel tacize karşı konuşmayan kadınların günü gelince adalet arayışları gündeme getirildi.

Netice itibarıyla toplumuzun bir çok kanayan yarasına parmak basan ve bir çok önemli metafora sahip, alt metni zengin, karakterleri ustalıkla yaratılmış, oyuncuları, yaratıcı kadrosu ve yönetmeni başarılı, senaryosu çok kuvvetli bir mini diziyi 12 bölümle, tam tadındayken geride bıraktık.

Mini dizilere alışkın olmadığımız Türkiye’de Şahsiyet gibi başarılı örneklerini gelecek yayın döneminde de görmeyi diliyorum.

Bir Başyapıt: Bisiklet Hırsızları

İtalyan Yeni Gerçekçilik denilince akla gelen ilk isim olan Vittorio De Sica’nın baş yapıtlarından birisi olan Bisiklet Hırsızları bizlere İkinci Dünya Savaşı sonrası İtalyanın genel bir perspektifini yansıtıyor.
İtalya da doğan Yeni Gerçekçilik kameranın yapay film stüdyolarından çıkarılıp sokağa taşınmasını ve amatör oyuncuların da filmlerde oynatılmasını prensip ediniyordu. 1940’ların ortasına kadar Mussolini diktasının altında yaşayan İtalyan halkı “Beyaz Telefon” sinemasına maruz bırakılmıştır. Beyaz Telefon sineması ismini filmlerde sıkça geçen beyaz telefonlardan almıştır. Bu dönemde sinemada üst sınıf insanların renkli yaşamlarına, entrikalara ve dramalara yer veriliyordu. Halk bu şekilde Mussolini yönetiminin baskıcı ve ötekileştirici yönetiminden bir haber tutulmak isteniyordu. Fakat Amerika Birleşik Devletlerinde yaşanan ekonomik buhran ve İkinci Dünya Savaşının getirmiş olduğu ağır ekonomik yükler altında ezilen İtalyan halkının yaşamı sinemaya konu olmaya başlandı.


Bunun en güzel örneklerinden biriside kuşkusuz Bisiklet Hırsızlarıdır. 1948 yılında çekilen film bir İtalyan işçisinin İkinci Dünya Savaşı sonrası İtalya’sında çalışmak için sahip olmak zorunda olduğu bisikletini çaldırmasıyla Roma sokaklarında oğluyla birlikte verdiği mücadeleyi konu almaktadır. Filmin başrollerinde yer alan Lamberto Maggiorani ve Enzo Staiola amatör iki oyuncudur. Enzo henüz 7 yaşındadır. Filmin tamamından yakını Roma sokaklarında geçmektedir. Filmin her sahnesinde o günün İtalya’sının toplumsal yapısını ve ekonomik durumunu teneffüs etme fırsatını yakalıyorsunuz.
Film oldukça sade bir senaryoya sahiptir. Ne bir entrika ne bir duygusal dramatik ögeye yer verilmemiştir.
Film bizlere bir baba ile babasını gözünde tanrısallaştıran bir oğlun Roma sokaklarında bir bisikletin peşinde aylak aylak koşuşturmasını yormadan sunmaktadır.
Yemek yedikleri sahnede yönetmen bizlere İtalyan sınıfsal uçurumunu bir kez daha net bir şekilde gözler önüne seriyor.
De Sica filmin finansmanı için yapımcı ararken böyle birini bulmuştu ama o kişinin yapımcılığı üstlenmesi için işçi rolünün Cary Grant tarafından oynanması gerekiyordu.Hiç şüphesi Cary Grant Lamberto Maggiorani’den daha iyi bir oyunculuk performansı gösterebilirdi ama o doğallık ve rolle bütünleşmeyi ne kadar gerçekleştirebilirdi?

İmkansız Bir Başarının Öyküsü: Gülseren Gümüş

Gülseren Gümüş 1972 Almanya doğumlu bir Spinal Müsküler Atrofi (kas erimesi) hastasıydı. Rahatsızlığı doğuştan olmakla beraber tıbbın ona biçtiği ömür on yıldı. Doktorlar daha fazla yaşamasının bir mucize olabileceğini söylerken o son nefesini 43 yaşında verdi, ve kısacık ömrüne ödüle layık görülen başarılar sığdırdı.

Beden Mahkum Olsa Da Zihin Özgür

Yalnızca üç parmağını kullanabilen, tamamen tekerlekli sandalyeye bağımlı bir kadın düşünün, belki boynunu bile başkalarının yardımı olmadan hareket ettiremeyen bir kadın. Kullanabildiği üç parmağının işlevi de yalnızca kitap sayfası çevirebilmek ve bilgisayar kullanmaktı. O bu engellere rağmen yüreğini tekerlekli sandalyeye hapsetmedi, işe ilk olarak dernek kurmakla başladı. Derneğin adı “Güldeste Dayanışma Derneği”. Derneğin faaliyetlerini ise şu şekilde sıralayabiliriz: okul öncesi çocukların eğitimleriyle ilgilenmek, genç kızlara yönelik el işi etkinlikleri, meslek edindirme kursları, aylık konferanslar, seminerler ve bunun gibi daha birçok faaliyet.

Devletin Çözemediği Sorunu Çözen Gülseren Abla

Gülseren Ablanın dernek olarak yaptığı projelerden biri ise Almanya’daki yaşlı sorununa çözüm bulmak oldu. Yaşlılık dönemini huzur evlerinde yalnız ve mutsuz olarak geçiren yaşlılar Almanya Devleti için bir sosyal sorun teşkil ederken Gülseren Ablanın “Her Eve Bir Yaşlı” projesi kapsamında gönüllü ailelerle yaşlılar eşleştirildi ve aileler tarafından ziyaret edilmeye başlandı, yalnızlıkları giderilip hastalıklarıyla ilgilenildi. Projenin başarılı bir şekilde ilerlediğini gören Duisburg Belediyesi Derneği başarı ödülüne layık gördü ve Dernek Alman basınında büyük yankı uyandırdı. Bundan sonraki projeler için ise gerekli fonun temin edileceği konusunda söz verildi.

Anadolu’dan Bir Anı

Almanya’da uyandırdığı yankıdan sonra Anadolu’nun bir iline konferansa davet edilen Gülseren Abla konferansta yaşadıklarını şu şekilde anlatıyor: “Salon dinleyicilerle doluydu, mikrofonun başına geçtim ve “Lütfen ayağa kalkar mısınız?” dedim. Tüm salon itirazsız, merak içinde kalktı. Sonra “oturabilirsiniz” dedim. İkinci defa aynı teklifi yaptım, bu kez biraz söylenmeyle de olsa kalktılar fakat üçüncü kez aynı şeyi yinelediğimde salonun yarısından fazlası kalkma tenezzülünde bile bulunmadı. Onlara cevaben şöyle dedim: “Size zor gelen şu ayağa kalkmak var ya, işte bunun için ben doğduğumdan beri Allah’a yalvarıyorum.” Bu cümleden sonra söylenecek pek bir söz de kalmamıştı zaten.”

Üç Parmakla Üç Kitap

Yaptığı faaliyetlerden sonra tanıştığı birkaç yazarın etkisiyle yazmaya karar veren Gülseren Abla kullanabildiği üç parmağı ile tam üç kitap yazdı. Onun engeli yapacağı işlere, hedeflerine hiçbir zaman engel olmadı. 2015 yılında bu güzel insanı ne yazık ki nefes yetmezliğinden kaybettik. Belki daha fazla yaşasaydı bu dünyaya kim bilir neler kazandıracaktı. Şimdi biz kendimize dönüp baktığımızda asıl engelin bizim içimizde olduğunu görüyoruz. Biran evvel yapabileceklerimizin farkına varmak ve en azından bir “Gülseren Abla” olabilmek dileği ile…

Stockdale Paradoksu

Yok öyle umutları yitirip karanlıkta savrulmak. Unutma; aynı gökyüzü altında, bir direniştir yaşamak.
Nazım Hikmet

Hikâye bilindik bir senaryo ile başlar.

Soğuk soğuk savaşan iki muhteşem(!) ülke, başka bir muhteşem(!) ülkenin sömürmekten sıkılıp boşalttığı topraklar, Vietnam’a gelirler. Birbirleriyle sürtüşmek yerine başkalarını sürtüştürmekten hoşlanan bu muhteşem ülkeler yardım adıyla başladıkları yerleşkelerini büyütürler Vietnam’da. Dünya’da demokratik olmayan ülkelere demokrasi(!) getirmekle ünlenen muhteşem(!) ülke yardım ettiği ülkeyle bir anda savaşırken buluverir kendini. Gel zaman git zaman, Vietnam’a demokrasi(!) bir türlü gelmek bilmez ve muhteşem(!) ülke “saplandığı Vietnam çukurundan çıkamadı” diye tarihe geçer.

Hayatı savaş meydanlarında geçmiş Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk “Harp zorunlu ve hayati olmadıkça cinayettir.” der. Zorunlu ve hayati olmayan konularda insanların hayatlarıyla kolayca oynayan ülkeler kendi insanlarının canını da hiçe sayar ve düşünmezler. Çünkü savaş herkes için yıkım ve ne yazık ki ölümden ibarettir.

9 Eylül 1965 sabahı, USS Oriskany savaş gemisinden bir tane Douglas A-4E Skyhawk savaş uçağı havalandı. Kuzey Vietnam’da belirlenen hedefleri vurmaya giden bu uçakta neler yaşayacağından habersiz bir Deniz Havacı Amiral vardı, James Stockdale. Amiral Stockdale’in bulunduğu savaş uçağı Kuzey Vietnam hava sahasında Vietkong (Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi) güçleri tarafından vurulur. Düşen uçaktan yaralı bir halde kurtulan Amiral, Vietkonglular tarafından esir alınarak ‘Hanoi Hilton’ kampına götürülür.

Hanoi Hilton

Hanoi Hilton, 1886 yılında inşa edilmiştir. Kimsenin adını duymak istemediği bu yapı, kulağa biraz daha hoş gelmesi için Fransızlar tarafından “Maison Centrale” yani “Merkez Ev” olarak adlandırılır. Zaman içerisinde farklı kaynaklardan büyük sıkıntılar yaşayan Vietnamlılar kendi yönetimlerini kurduklarında burayı ideolojik eğitim veren bir kuruma çevirdiler. Ancak soğuk savaşın ısıttığı Vietnam toprakları tekrar kan görmeye başladı. Vietnam savaşında esir düşen Amerikalılar bu hapishaneye getirildi. Amerikalılarla dalga geçmek isteyen Vietnamlılar ise buraya Hanoi Hilton demeye başladı. Hatta avlunun bir bölümüne de “Küçük Vegas” demişlerdi.

Amiral Stockdale, hayal gücünün sınırlarını zorlayan işkencelerin uygulandığı bu hapishanede tam yedi buçuk yıl kaldı. Bu insanlık dışı yerde yalnız değildi Stockdale. Kendi gibi Amerikan askeri olan yüzlerce esirle beraber işkence görüyordu. Ancak amirali diğer askerlerden ayıran bir özelliği vardı. Amiral Stockdale hapishanede bulunan en yüksek rütbeli Amerikan subayıydı.

İşkence döneminde Amiral James Stockdale

Komutan, her şart ve koşulda tebaasında bulunan askerlerini düşünür. Amiral de bir liderin davranması gerektiği gibi davrandı ve o koşullar altında dahi askerlerini bir arada tutabilmenin yollarını aradı. Stockdale komutanlık sorumluluğunu hiçbir zaman terk etmedi ve esir olan askerlerinin en fazla sayıda sağ olarak kamptan çıkmasını sağlamaya çalıştı. Her zaman dik ve sağlam duruşunu bozmayan amiral, Vietnamlıların anti-propagandalarına dahi alet olmamaya gayret gösterdi.

Yalnız hissetmek insanı çaresiz kılar. Bunu çok iyi bilen James Stockdale koğuşlar arası iletişim sağlayabilecekleri mors alfabesine benzer bir iletişim sistemi geliştirdi. Elleriyle ya da ellerinde olan cisimlerle duvarlara vurarak birbirleriyle haberleşmeye başlayan askerler umutlarını tazelemiş ve daha güçlü hissetmişlerdi. Bu haberleşme sistemi ile işkence gören askerler kurtulma yollarına dair planlar bile yapmaya başlarlar. Aynı dili kullanarak birbirlerine işkenceye karşı nasıl dayanabileceklerini anlatırlar. Amiralin işkence altındaki üçüncü yıldönümünde hapishane yönetimi sessizlik uyarısı yaparak iletişimi kesmeye çalışır. Avluda temizlik görevi verilen esirler ise bundan yararlanır ve ellerindeki süpürgeleri yere vurarak “Seni seviyoruz Stockdale” yazarlar.

İşkence gören esir askerler

Sonunu bilmeden ve özgürlük umudunu yitirmeden hayatta kalan Stockdale sonunda işkence yuvasından sağ kurtulabilmiştir. Kendi ile beraber birçok askerinin de hayatını kurtaran Stockdale ülkesine döndükten sonra uzun bir tedavi dönemi geçirmiştir. Tedavisi biten amiral eşi ile beraber bu yedi buçuk yılda yaşadıklarını anlatan “In Love And War” adında bir kitap kaleme alır. Yaşadıklarının günü kurtarmaktan ibaret olmadığını bilen amiral aynı şeylerin bir daha tecrübe edilmemesi için gelecek nesilleri uyarır.

Amiral döndüğünde ona en çok “Hayatta kalabilmeyi nasıl başardın?” sorusunu sorarlar. Stockdale’in cevabı ise birçok kişisel gelişim kitaplarından daha anlamlı ve daha derindir.

            “Hiçbir zaman inancımı kaybetmedim. Esaretten kurtulacağıma dair hiç bir şüphe beslemediğim gibi, hürriyetime kavuştuktan sonra, esaretim esnasında kazandığım deneyimimi hayatımın geriye kalan bölümünde güçlendirici bir unsur olarak kullanacağımı düşündüm ve hayal ettim.”

Bu cevabın ardından gelecek ikinci soruyu hepimiz tahmin edebiliriz.

“Peki, kimler başaramıyordu?”

Amiralin cevabı herkesi şaşırtan cinsten.

                “Çok kolay. İyimser olanlar. Her şeyin çok iyi olacağını düşünenler, genellikle o kamptan sağ çıkamadılar. Çünkü onlar, Noel’e kadar buradan kurtuluruz, Noel gelip geçiyor ama onlar kalıyordu. Bu sefer Paskalya’da kurtuluruz diyorlardı. Paskalya gelip geçiyor, yine orada kalıyorlardı. Ardından Şükran Günü’nü bekliyorlardı. Sonra tekrar Noel. Sonunda hayal kırıklığı içinde ölüp gidiyorlardı”

Umut, insanın her şeyidir, doğru. İnsanı, her şeye rağmen yarına ve hayata bağlayan belki de tek duygudur umut. Ama bir eksikle, gerçekler. Tek başına umut insana sadece güzel hayaller kurdurur. Yarını hedefleyen biri umutlarını asla düşünce balonlarına hapsetmez, onları gerçekleştirmek için adımlar atar.

Stockdale “Bu çok önemli bir derstir. Sonunda başaracağına dair inancını asla kaybetmemelisin. Kaybedersen ayakta kalamazsın. Ama bir yandan da o an içinde bulunduğun durumun ortaya koyduğu acı gerçekler neyse, onlarla yüz yüze gelmek için gereken disipline de sahip olacaksın” diyor.

İşte, Stockdale Paradoksunu oluşturan zıt ama iç içe duygular bunlardır. Şartlar ne olursa olsun asla pes edip, yenildim deme. Bir gün kazanacağına olan inancın, umudun asla azalmasın. Ancak o anda da ne yapman gerekiyorsa onu, hatta en iyisini yap.

Unutma, hayatın götürdükleri seni hayattan koparırsa, gidenler asla geri gelmez!

Tabiattaki Yeriyle İnsan

Bizler, kainattaki canlı türlerinden sadece biriyiz. Bir ormanda yaşamaya mecbur kalırsak şayet, karşımızdaki kaplan bizden güçlüdür. Bir yolda yürürken dalgınlıkla, üzerine bastığımız karıncalardan üstünüz. Rüzgarda savrulan bir yaprağın karşısında daha dayanıklıyız, bir şimşek çakarsa aynı ayda bir çınar ağacından daha çabuk yok oluruz. Tabiattaki dengelerimiz değişkenlik gösterir duruma göre. Peki bizler, karşı karşıya geldiğimizde bir insanla, kendimiz gibi biriyle yani; kafa tasının içinde düşünebilmesini sağlayan organı olan bir canlıyla, hiç düşündünüz mü bu dengeleri nasıl belirliyoruz?

Kişilik özelliklerimiz farklılık gösterse de, tüm bu doğanın olağan dengesindeki güç hemen devreye giriveriyor ilişkilerde. Kim kimi daha güçsüz bulursa, oradan yönetmeye, oradan sömürmeye, oradan tüketmeye başlıyor. Oysaki güçler dengesi farklıdır. Bir bakmışsın kendini güçlü hissettiğin yerden kırılmışsın. Ya da ne de olsa bana bağımlı dediğin kişiler tarafından unutulmanın şaşkınlığıyla sorgulamışsın kendini. Bir bakmışsın en ihtiyaç duyduğun anda işe yaramamış gül cemalin, bir bakmışsın o çok güvendiğin zekan çözmeye yetmemiş içinde kaldığın aldatmacayı.

Hal böyleyken ne güzellik, ne kariyer, ne zeka, ne de uyanıklık yetmemiş insanı en yükseğe çıkarmaya. Oturmuş düşünmüş insanoğlu? Nedir aslında ihtiyacımız olan, insanı insan yapan? Kimi çareyi zorbalıkta bulmuş. Kimi sivri diliyle çözer sanmış. ‘Turnayı gözünden vuranlar bizden değildir. Turnanın kalbinden dem vuranlar bu tarafa.’ dediği gibi Birhan Keskin’in, bizler cevabı vicdanda, merhamette, iyi niyette bulanlarla yol almışız. Yürüdüğümüz bu yolda ‘Kadına Şiddet Yok’. Bu yolda ‘Çocuk İstismarı Yok’. Bizim yolumuzda ‘Hayvan Hakları, İnsan Haklarından Farksız’. Bir gün mutlaka bitecek her birimizin hikayesi. Dünyayı, içindeki tüm canlılarla birlikte daha yaşanılır bir yer yapmak bizim görevimiz. Oturup bir düşünün bakalım, insanlık için, ekosistem için neler yaptınız? Yaptıysanız vazgeçmeden devam edin. Yapmadım diyorsanız, başlamak için neyi bekliyorsunuz?

Unutmayın!
Dünyayı güzellik kurtaracak ve bir insanı sevmekle başlayacak her şey!

Yok Edilemeyen Beden: Farkhunda

(6) Ey iman edenler! Bilmeden birilerine zarar verip de sonra yaptığınıza pişman olmamanız için, yoldan çıkmışın biri size bir haber getirdiğinde doğruluğunu araştırın.

Hucurat suresi, 6. Ayet

Puslu zihinlerin, körelmiş beyinlerin ve zifiri kalplerin düşmanı Farkhunda Melikzade… O, Ortadoğu’nun bağrına hançer gibi inen, hatırladıkça acı acı kanatan direnişin sembolü…

27 yaşındaki Farkhunda, Afganistan’ın başkenti Kabil’de din eğitimi veriyordu. İnsanları Kur’an’ın gerçek manasına yolculuğa çağırmak ve kadınları okumaya teşvik etmek için kendi hayatından ödün verecek kadar gözü karaydı!

19 Mart 2015 Perşembe günü, Şahi Doh Şamşira Camii’nin önünde muska satan bir din tüccarına denk geldi. Din kisvesi altında insanlara şifa ve umut vadeden adama tepki gösterdi. Çıkan tartışmada toplanan kalabalığa haykırarak umutlarını kullanan ve dini duygularını sömüren bu softaya inanmamalarını ve anlamsız  muskaların faydasız olduğunu anlatmaya çalıştı. Yegane yardımın Allah’tan istenmesi gerektiğini, parayla satın alınan duaların gülünç olduğunu söyledi.

“Bu kadın Kur’an yaktı!”

Karşısında bilgiyle harmanlanmış düşüncelere sahip bir kadın olduğunu fark eden din tüccarı, kendisiyle aynı düzeydeki halka “bu kadın Kur’an yaktı!” diyerek bağırdı. Ve o anda tarih gerilere, çok gerilere çekildi.

Cahiliyye dönemini bile gölgede bırakan sahneler yaşandı Afganistan topraklarında. Taliban’ın yıllarca hüküm sürdüğü bu topraklarda; yerleşmiş boş fikirleri, cahilliği, kadına olan düşmanlığı bir anda silip atmak kolay olmayacaktı.

Ve olmadı da…

Toplanan kalabalık, Farkhunda’yı önce taşlarla ve sopalarla acımasızca linç ettiler. Kana susamış cani eller, onu bir evin damına çıkarıp yere attı ve yerde tekmelerle vahşete devam ettiler. Kafasını ezmeye kalkıştılar koca koca taşlarla. O zihnin içerisinde asla mücadele edemeyecekleri fikirler vardı. Çünkü korktular; bir kadının bilen gözleriyle başbaşa kalmaktan…

Gözleri ve kalpleri kör olan kalabalık, Farkhunda’yı arabayla ezdi. Doymamışlardı… Ölü bedenden korkan cehalet topluluğu, cansız bedeni yaktı. Küle dönmüş vücudun karşısında sevinç gösterilerinde bulundular. Bilmiyorlardı ki yanan ve küle dönen bu vücudun, büyük bir devrimin başlangıcı olacağını..

Farkhunda’nın küle dönmüş bedeni, binlerce Afgan kadınının öfke seline dönüştü. Yıllarca süren bu erkek düzeninde ezilmeye, aşağılanmaya, bir eşya gibi alınıp satılmaya, tecavüze uğramaya karşı onun ölü bedeninde can bulan öfke seline…

Binlerce Kadın Bir ‘Kül’den Yeniden Doğmuştu!

Afgan sokaklarında gösteriler şimdi kadın hakları için yapılıyordu. Tepkiler çığ gibi büyüdü ve binlerce kadın bir “kül”den yeniden doğmuştu.
“Adalet istiyoruz” sloganlarıyla sokağa akın eden Afganlı kadınlar, karanlığa ışık oldular.
200’e yakın erkeğin korktuğu, silip yok etmeye çalıştıkları bir ‘can’; binlerce ‘can’da yaşıyordu şimdi..

Bu linç olayının tamamı, linci gerçekleştirenler tarafından kayda alındı ve internete yüklendi. Başta yerel polis olayı kapatmaya çalışsa da uluslararası basına taşınan görüntüler geniş kapsamlı bir araştırmayı başlattı ve görüldü ki, Farkhunda suçsuzdu. Olayın iftira olduğu ortaya çıktı…

Yapılan yargılamada 50 kişi yargılandı ve bunlardan 4 tanesi idam cezasına çarptırıldı. 8 idam cezası ise hapis cezasına çevrildi. Olaya müdahale etmeyen polislere de birer yıl hapis cezası verildi..

“Hakikatten yayılan ışığı seviyorlar, ama o ışık kendi yanılgılarını ortaya çıkardı mı ondan nefret ediyorlar. Çünkü aldatılmak istemiyorlar, aldatmak istiyorlar.”

Augustinus, İtiraflar

Güney Marlen & Eda Baba – Seni Unutmak

Söz & Müzik: Güney Marlen
Düzenleme: Güney Marlen
Yönetmen: Harutyun Arto Davulciyan
“Seni Unutmak” şarkı sözleri ile
Ardına kadar açık kapılar
Kilitler yokken içeri sızsana
Sen anlamazsan beni kim anlar
Nasıl sığar küçücük dünyaya tüm yalnızlar
Gözlerindi, sokaklarda beni aratan her köşede seni
Hain eladır renkleri, tanıdık ve kederli
Seni unutmak mümkün mü bana söyle
Bütün olanları bir kenara koyup böyle