15.1 C
İstanbul
Çarşamba, Mayıs 14, 2025

4×4 Kitap

“Hümanizma ruhunun ilk anlayış ve duyuş merhalesi, insan varlığının en müşahhas şekilde ifadesi olan sanat eserlerinin benimsemesiyle başlar.”
Hasan Âli Yücel

24okur’un çiçeği burnunda serisi 4×4’ün 2. Haftasında kitap bölümüyle sizlerleyiz. Kitap okumak, farklı bir Dünya’ya göz atmak gibidir. Üzerine söylenmiş onlarca güzel sözü hak eder kitaplar. Ancak benim için kitap okumak üzerine söylenmiş en güzel söz “Okumadığın gün, karanlıktasın.”

Bu hafta, sizler için yabancı ve yerli eserlerden, farklı edebiyat türlerinde, faydalı olacağına inandığım kitapları derledim. Ancak, klasik kitap incelemeleri gibi uzun uzadıya kitabı anlatmak yerine, kitabın özünde anladığımı sizlere aktarmaya çalıştım. Her ne kadar, altını çizdiklerimi sizlerle paylaşsam da hiçbir kitap için spoiler yok merak etmeyin.

Bu kitapları okumayan herkesin merakını uyandırmak tek gayemizdir. Kitapların dünyasında kaybolmuş her kitap sevdalısı ile bir paragraf başında karşılaşmak ümidiyle, keyifli okumalar.

Toplum Sözleşmesi

Fransız fikir insanı Jean- Jacques Roussea’nun kaleme aldığı eser, günümüzde canlılığını ve geçerliliğini kaybetmeyen fikirlerin toplandığı klasik bir kitaptır. 144 sayfadan oluşur.

Rousseau, bu eserde politik devlet düzenini ve bu düzen içerisinde olması gereken idealleri en açık biçimde okuyucuya aktarmıştır. Kitapta, toplumun, düzene ihtiyaç duymadığı ve mülkiyet kavramının olmadığı zamanlardan, sosyal sınıfların, düzenin, mülkiyetin yerleştiği dönemlere nasıl geçtiği net bir şekilde anlatılmaktadır.

Jean- Jacques Roussea’ya göre niyet: “insanları oldukları gibi, yasaları da olabilecekleri gibi ele alıp, toplum düzeninde güvenilir ve haklı bir yönetim kuralı bulunup bulunamayacağını araştırmaktır.”

“En güçlü, gücünü hak, boyun eğmeyi de ödev biçimine sokmadıkça hep egemen kalacak kadar güçlü değildir.”

“Bir kalabalığı boyunduruk altına almakla, bir toplumu yönetmek arasında her zaman bir ayrım olacaktır.”

“Her çıkarın ayrı birtakım kuralları vardır. İki özel çıkar arasında uzlaşma, bir üçüncü kimsenin çıkarına karşı yapılır.”

“İyi yönetilen bir devlette cezalar azdır. Bunun nedeni bağışlanmaların çokluğu değil, suçluların azlığıdır.”

“Özgürlük elde edilebilir ama kaybedildi mi, bir daha ele geçmez artık.”

“Kendini her zaman iyi yöneten bir halkın yönetilmeye gereksinimi yoktur.”

“Zeus’un oğlu Dionysos, kötü bir davranışını yüzüne vuran ve ‘Benim böyle bir şey yaptığımı gördün mü?’ diyen babasına, ‘Sizin babanız kral değildi ki.’ Diye verdiği karşılık hayli akıllıca bir karşılıktır.”

Zeytindağı

Mektepli bir Edebiyatçı olan Falih Rıfkı, Osmanlı son dönemlerinde bürokrasi de görev alırken, gazetecilik yapmıştır. Cemal Paşa’nın hususi kâtipliğini yaptığı sıralarda Orta Doğu Osmanlı şehirlerini görmüş, oralarda yaşarken yaşananlara yakından şahit olmuştur.

Zeytindağı ismi, günümüzde de Kudüs’e gidildiğinde görülebilen dağın isminden geliyor. Kitapta, Osmanlı’nın son döneminden, Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar yaşananlar konu edilmiştir. Kitap 192 sayfadan oluşmaktadır.

Bu dönemlerde yaşananlara “Ah” demeyen kaç kişi var acaba? Suçlu ne Zeytindağı, ne Cemal Paşa. Suçlu, tarihe tekerrür imkanı veren, sonra olanlara kader deyip “Ah” edenler.

“Batıyorduk”, evet batıyorduk. Falih Rıfkı bunu söyleyebilme cesurluğuna erişmiş nadir kalemlerden. Bilinmez nedendir ama batarken dümene yakın olmasından geliyor olabilir bu cesaret.

Kitap çok sade, açık bir dille, tane tane yazılmış. Adeta görün ve yapmayın kardeşim diyor. Tarihten çıkarılacak dersin daha da ağırlaşmaması için okunması gereken kitaplardan.

“Yirmili yaşlar; ümit, hayal ve iyimserlikten yoğrulan bu altın çağ, bir dede başı kadar yıpranmış, çileden geçmiş ve ağırlaşmış, onu omuzlarımın üstünde güç tutuyordum.”

“Harbiye nezareti, Vicdani mahlasıyla yazılan ”Ordu ve Gençlik”i men ettiğinde, Hafız Hakkı Paşa veda ederken “kalemle yaptıramadıklarımızı, silahla yapacağız!” diyordu. O dönem gençlik; çabuk sever, çabuk inanır ve bağlanırdı.”

“Bir disiplin kadrosu içinde anonim kalmak Türk gençlerinin hoşuna gitmezdi. Meşrutiyet gençliği gibi Cumhuriyet gençliğinin başlıca eksiği budur.”

“O gençler şimdi toprak ama fikirsizlikler hep 18-20 yaşında.”

“Kinsiz ve kedersiz ölüme gitmek güçtür.”

“Yalanın tecvidli Arapçası, herkese ayet tesiri verir.”

Kayıp Arkadaş

“Düşman, kayıp arkadaştır.”

Günümüzün en büyük fazlalıklarından biri maalesef geliştirmeyen kişisel gelişim kitapları. İnsan kendini geliştirmek istiyorsa ruhuna yönelmeli, onu onarmalı. Başkalarının metotları sadece insanı popüler kukla eder. Popüler olmak için halı altına süpürülmüş her sorun bir gün büyümüş olarak karşımıza çıkar.

İşte, insan ruhuna fısıldayan, o ruhu ve psikoloji yakından tanıyan biri Prof. Dr. Kemal Sayar. Psikiyatri profesörü olan Sayar’ın akademik kişiliğini bir yana bırakalım. Yazdığı kitaplarla ideal insan gereklerini orta şekerli, tatlı-sert kulaklara fısıldayan Kemal Hoca, torunlarımızın okuyacağı yakın tarihi yaşadığımız bu günleri kendi üslubunca çok geniş pencerelerle gözler önüne sermiş.

Günümüz beşerinin, en şaşar olduğu nokta insanlık! İnsanlığın hududu nereye uzanır? İnsanlık, insanın neresinde saklanır? İnsanların insanlığı neye yarar? Bu soruların cevabı yine insanda saklıdır. Ancak nisyan ile malul olan beşere ara sıra ihtar zorunlu olur. Muhtarların, hatır gönül işlerinden ihtara vakit bulamadığı bu zamanlarda koşar adım gelmiş imdada Kemal Hoca.

Bu kitabın bölümlerinden hiç bahsetmeyeceğim. Sadece bu kitabı herkesin okuması gerektiğini söyleyeceğim. İnsan kalmaya hevesli, vicdanını yitirmemiş, aklını kaybetmemiş, nefes alıp vermekten daha yararlı planları olan her insanın okuması gerektiğini söyleyeceğim.

“Vicdan iyi bir turnusol kağıdıdır.”

“Başkalarının günahı bizi aziz kılmaz!”

“Siyasetçi ve onun takipçisi, kendi erdemini ortaya koymaktansa ötekinin erdemsizliğinde kendine pay çıkarmak derdinde.”

“İnsan insanın kurdu değildir bizim irfanımızda. İnsan insanın yurdudur.”

“Bir uygarlık kafasından değil, önce kalbinden çürür. (Aime Cesaire)”

“Temsil asla gerçeği ikame edemez. Geçmişim sonsuza dek yitip gitmiş olduğu bilgisi yürek yakar. Nostalji, geçmişin temsili ve gerçeği arasındaki boşluğa oynar.”

“Hakikat yaralar, yalan ise öldürür.”

“Geçmişi susturmak sadece bugünü zehirler.”

“Zalimin elindeki en etkili silah, mazlumların zihniyetidir.”

“İstediğiniz bir şeylerden mahkûm olmak, mutluluğun vazgeçilmez bir rüknüdür.”

Bir Adam Girdi Şehre Koşarak

Tarık Tufan için mahallemizin kalemi diyorum ben. Çünkü okuduğunuz her kitabında, romanlarında da denemelerinde de sizden, bizden hikâyeler, konular görüyorsunuz. Bir romanını okurken benzer olayları yaşamış yan komşunuzu hatırlayabilirsiniz. Ya da bakkalın önünde sohbet ederken anlatılan bir olay da olabilir. Her gün düşündüğünüz bir derdi kelimelere dökülmüş bir deneme çıkabilir karşınıza. Ve daha onlarcası. Tarık Tufan mahallemizin kalemidir bana göre.

“Şehrin en uzak ucundan bir adam koşarak geldi ve ‘Ey kavmim!’ dedi, ‘Bu elçilere uyun! Sizden hiçbir karşılık beklemeyen ve kendileri doğru yolda olan bu kimselere uyun!’” (Yasin Suresi, 20-21) Kitabın ismini bir ayet koymuş. Ama hemen ön yargıya kapılmayın, zamane ayrışmasına yenik düşmemiş kalemlerdendir Tarık Tufan.  

Bir kelamı en güzel kalem erbabı anlar. Bir kitabı en güzel kitap sahibi anlatır. Peki Tarık Tufan bu kitapta ne yazdı, ne anlattı?

“Yakama yapışan cümleleri yazdım. Bir cümle insanın yakasına yapışır mı demeyin, yapışır.
Gördüklerimi, hatırladıklarımı, sayıkladıklarımı, unuttuğumu sandıklarımı, gözlerimi kapatır kapatmaz zihnime üşüşenleri yazdım.
Aklıma ilk geldikleri halleriyle yazdım cümleleri.
Bir küçük gazete haberini, bir film sahnesini, yolda gördüğüm insanları yazdım.
Çoktan kabuk bağladığını düşündüğüm yaralarım vardı. Yanılmışım. Yazmaya başlayınca onlar da bir bir sızlamaya ve bazen de kanamaya başladı.
En çok tekrarladıklarım, en çok ihtiyaç duyduklarımdır.
Bundan öte bir amacım yok.”

İşte bu kitabın ilk sözü ve özü. Elinize aldığınızda huzuru koklayacağınız bir kitaba davet ediyorum sizi.

Kitapla kalın.

Peyami Safa Sempozyumu

Türk edebiyatının güçlü kalemi, cevval gazeteci, yazar Peyami Safa’nın edebi kişiliği ve eserleri kendi adına düzenlenen sempozyumda konuşulacak.

Seval Şahin, Didem Ardalı Büyükarman, Banu Öztürk ve Tülin Ural tarafından düzenlenen Peyami Safa Sempozyumu 21 Aralık’ta Beyoğlu Aynalıgeçit’te olacak.

Açılış konuşmasını Mehmet Tekin’in yapacağı sempozyum, Peyami Safa’nın edebi derinliği ve henüz tamamı ortaya koyulmamış edebi mirası konuları üzerinde devam edecek.

Tüm edebiyat ve Peyami Safa severlerin ücretsiz bir şekilde katılabileceği sempozyum programı şöyle:

10.00 – 10.45 Açılış KonuşmasıMehmet Tekin “Sözde Kızlar’dan Yalnızız’a Peyami Safa Romancılığı”

10.45 – 11.00 Ara

11.00 – 12.15 Birinci Oturum:
Moderatör: Süreyya Elif Aksoy
1. Konuşmacı: Hasan Aksakal “ Avrupa’da Bir Başka Cevelan: Peyami Safa’nın Büyük Avrupa Anketi’nde Oksidentalizm ”
2. Konuşmacı: Hasan Turgut “Peyami Safa Metinlerinde Ulusal Alegori”
3. Konuşmacı: Barış Özkul “Gazeteci Kimliğiyle Peyami Safa”

13.30 – 14.45 İkinci Oturum:
Moderatör: Çimen Günay Erkol
1. Konuşmacı: Erol Üyepazarcı “Peyami Safa’nın Gazeteciliği”
2. Konuşmacı: Didem Ardalı Büyükarman “Peyami Safa’da Yer Değiştiren Kimlikler”
3. Konuşmacı: Banu Öztürk “Peyami’nin Cingöz’ü: Arsene Lupin ile Birlikte ve Karşı Karşıya”

15.00 – 16.15 Üçüncü Oturum:
Moderatör: Didem Ardalı Büyükarman
1. Konuşmacı: Süreyya Elif Aksoy “ Yalnızız’da Trajedi, Mit ve Ütopya Kesişimi”
2. Konuşmacı: Seda Yücekurt “Ünlü Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun Kapanışları”
3. Konuşmacı: Erol Köroğlu “Zaman Kaçığı: Fatih-Harbiye’de Bir Gerçekçilik Sorunu Olarak Yanlış Batılılaşma”

16.30 – 17.15 Dördüncü Oturum:
Moderatör: Çilem Tercüman
1. Konuşmacı: Serdar Soydan “Server Bedi’nin Hasta Kadınları”
2. Konuşmacı: Çimen Günay Erkol  “Zıpçıktılar ve Toplumsal Değişim”
3. Konuşmacı: Tülin Ural “Peyami Safa’dan Server Bedi’ye, Muhafazakârdan Moderne, Cumbadan Rumbaya”

17.15 – 17.40 Kapanış KonuşmasıSeval Şahin “Peyami Safa Külliyatı Bize Ne Söylüyor?”

Aramızdaki En Kıdemli Derbeder- Galata

Heybetli, asil ve mağrur. Herkese tepeden bakan, yıkılmadan eskimeden ve eksilmeden dimdik duran Galata kulesi.

1500 yıl önce gemiler için fener kulesi olarak yapılmış.
Sonra başka biri eline geçirmiş esirler için zindan yapmış.
Esirler bırakmış kendini gövdesinde o içine atmış.
Başka biri yangın kulesi yapmış. Yangın habercisi iken 2 kere cayır cayır yanmış yine yıkılmamış.
Biri gelmiş rasathane yapmış. Deprem habercisi iken 2 deprem görmüş, yara almış, yıkılmamış.
Bir fırtına çıkmış kubbesi uçmuş, 5 savaş görmüş, 15 yara almış, yıkılmamış.

İncir Reçeli 2

Eskiden İsa kulesi olarak bilinen bu kulenin net bir tarihi,kesin bir hikayesi yok. Fakat adına onlarca şarkı ve şiir yazılan bu kulenin dillere destan efsaneleri var..

Galata Kulesi’ne çıkan çiftler evleniyor efsanesini hepimiz biliyoruzdur. Peki bu efsane nereden mi geliyor?
Roma tarihine dayanan bu efsaneye göre birbirini gerçekten seven çiftler kuleye beraber çıkarlarsa mutlaka evleneceklerine inanıyorlardı.Fakat kızın veya erkeğin daha önce kuleye hiç çıkmamış olması gerekmekteydi. Bu dönemde yaşayan bir çift.. Birbirlerine deliler gibi sevdalı. Fakat aileleri razı değil bu birlikteliğe. Son çare olarak Galata’ya çıkmayı düşünmüşler. Fakat genç adamın içini tedirgin eden bir şey vardı. Delikanlı bu kuleye daha önce çıkmıştı,başka bir kızla üstelik. Sevdiği kıza bu durumu söyleyememiş. Umutsuzca, içinde büyük bir tedirginlikle bir gece çıkmıştı sevdiği kızla kuleye. İşte tam kuleye çıktıkları an gök kubbe adeta yarılmış ve o güne dek görülmeyen bir şiddette yağmur yağmaya başlamış. Ne yapacaklarını şaşıran aşıklar çaresizce kaçmışlar kuleden. Genç adam bu durumun üzerine olanları anlatmış sevdiği kıza ve bir daha birleşmeyecek şekilde ayrılmışlar. O günden beri kuleye çıkan aşıklar, daha önce başkasıyla kuleye çıkarsa tılsımın bozulacağına inanmıştır.

Nazlı Kız Kulesine olan imkansız aşk..
Başka bir efsaneye göre birbirine aşık iki kule aralarındaki boğaz yüzünden asla birleşemiyor. Hezarfen Ahmet Çelebi’nin bir gün Galata’dan Anadolu yakasına uçmak isteği bir umut olmuştu kuleler için.. Galata, yazdığı güzelliklerle dolu mektupları verip Kız Kulesi’ne doğru yolculadı Hezarfen Ahmet çelebi’yi. Bütün gücü ve heybetiyle uçarak Kız Kule’sine ulaştırdı Hezarfen Ahmet Çelebi mektupları. Bu mektupları alan Kız Kulesi ihtişamına ihtişam katarak varlığını ve sevgisini sürdürmeye devam etmiş…

“Baba öyle intihar edilmez, böyle edilir.”
Maalesef bu efsane veya bir rivayet değil, gerçek bir hikaye.
Melankolik bir şair olan Ümit Yaşar Oğuzcan yaşamı boyunca 24 kez intihar girişiminde bulunmuş,her defasında bir şekilde kurtulmuştur. Hatta babası bir intihar denemesinden sonra oğluna şu şiiri yazar;
Bak dünya ne güzel, bu sitem niye,
Ettim ben adımı sana hediye.
Mutluyum ey oğul babanım diye,
Çarptırma hicvinle cezaya beni.”
Oğlu Vedat doğduktan sonra da intihar teşebbüslerine devam eden Ümit Yaşar Oğuzcan’ın sürekli devam eden bu durumu evde büyük bir huzursuzluğa neden olmaktadır. Bu şekilde büyüyen Vedat 17 yaşına gelince intihar fikri kafasında oluşmuştur bile. Belki de babasına bir ders vermek isteyen Vedat 17 yaşında hayatına son vermek için çıkar Galata’ya. Bırakır kendini aşağı. Babasının 24 başarısız girişiminin aksine Vedat ilk denemede hayata veda etmişti. Olayı daha da acı kılan durum ise Vedat’ın elindeki intihar notuydu.
“Baba öyle intihar edilmez, böyle edilir.”
Bunun üzerine Ümit Yaşar Oğuzcan oğlu Vedat’ın ölümü için Galata Kulesi adlı şiiri yazar.

GALATA KULESİ
6 Haziran 1973, pırıl pırıl bir yaz günüydü,
aydınlıktı, güzeldi dünya,
bir adam düştü o gün galata kulesinden.
kendini bir anda bıraktı boşluğa;
ömrünün baharında, bütün umutlarıyla birlikte paramparça oldu.
bir adam düştü galata kulesinden;
bu adam benim oğlumdu gencecikti Vedat,
ışıl ışıldı gözleri, içi,
bütün insanlar için sevgiyle doluydu
çıktı apansız o dönülmez yolculuğa
kendini bir anda bıraktı boşluğa,
söndü güneş, karardı yeryüzü bütün zaman durdu.
bir adam düştü galata kulesinden
bu adam benim oğlumdu; açarken ufkunda güller alevden,
çıktı, her günkü gibi gülerek evden,
kimseye belli etmedi içindeki yangını
yürüdü, kendinden emin sonsuzluğa doğru.
galata kulesinde bekliyordu ecel,
bir fincan kahve, bir kadeh konyak,
ölüm yolcusunun son arzusuydu bu,
bir adam düştü galata kulesinden;
bu adam benim oğlumdu.
küçücüktü bir zaman,
kucağıma alır ninniler söylerdim ona,
uyu oğlum, uyu oğlum, ninni.
bir daha uyanmamak üzere uyudu Vedat.
6 haziran 1973 galata kulesinden bir adam attı kendini;
bu nankör insanlara bu kalleş dünyaya inat,
şimdi yine bir ninni söylüyorum ona,
uyan oğlum, uyan oğlum, uyan Vedat.

Bunlar ve daha nice hikayeler.. Duruşu görüntüsü ve hakkında söylenenlerle yüzyıllardır insanları kendine hayran bırakıyor Galata. Rivayete inanıp çıkın Galata’ya, belli mi olur… 🙂

Mühim Olan

Aslında mühim olan beklemektir kardeşim…
Güzelliğine, çirkinliğine bakmadan beklemek!
Devamı nerede olduğu bilinmeyen bir cümleye yüklem aramak,
Takvim sormadan, kopardığı yaprakları saklamak,
Esen her rüzgarın içinde bir koku almak
Ya da
Kulağa çarpan her seste bir tını duymak mesela.

Aslında mühim olan bekleyebilmektir kardeşim…
Her şeye ve herkese rağmen bekleyebilmek!
Ramses’in kapısını bekleyen Sfenks gibi asırlarca çakılmak bir yerde,
İbret-i âlem olup yaşlanmak bir serde,
Övene, sövene, dövene dönüp bakmadan
Gelmese bile, gelecek olan hayrı görmek, her şerde.

Aslında mühim olan beklemeyi bilmektir kardeşim…
Ne zaman diye düşünmeden, beklemeyi bilmek!
Ömür yitse de beklemek,
Geçen zamanı israf görmeden,
Hep durmayı seçmek,
Rahman’dan amanı kesmeden,
Ölümcül bir kabulle el sallamak olsa da nasipte,
Bir gün gelecek deyip, hiçbir yere gitmeden,
Bekleyebilmek!

Aile Temalı Filmler

 

1.The Royal Tenenbaums (Tenenbaum Ailesi)

Tenenbaum ailesi, 2001 ABD yapımı Wes Anderson tarafından yazılıp ve yönetilen komedi-drama türünde bir filmdir. Üç çocuklu bir aileyi konu alır.Bu üç kardeş çocukluklarında farklı alanlarda başarıya sahip olurlar fakat babalarının evi terk etmesinden dolayı başarıları geçmişte kalır ve büyük hayal kırıklıkları yaşanır.Dağılan bu aile bazı sebeplerden dolayı yeniden bir araya gelirler lakin geçmişteki sorunları hala devam etmektedir.Bazı yerleri ironik ,bazı yerleri absürt olan filmimiz bir saat elli dakika ile bizlere güzel bir seyir keyfi sunmaktadır.



2.Captain Fantastic (Kaptan Fantastic)


Ütopyadan gerçekliğe yolculuk, Kaptan Fantastic, 2016 ABD yapımı Matt Ross tarafından yazılıp ve yönetilen bir komedi-drama türünde bir filmdir.Ben Cash (baba) ve Leslie (anne) altı çocukla beraber toplumdan izole bir şekilde ormanda kurdukları belirli düzen çerçevesinde yaşamaktadırlar fakat Lesli’nin intiharı ailenin bütün düzenini alt üst etmiştir. Lesli’nin babası onu geleneksel bir şekilde defnetmek isterken, Lesli’nin isteği yakılmaktır bu sebepten dolayı Ben Cash çocuklarıyla birlikte törene doğru yolculuğa başlamasıyla beraberinde olaylar gelişir. Çoğu yerinde bizleri durup düşünmemizi sağlayan, “acaba haklı mı? Böylesi  daha mı iyi?” diye sorgulatan bir saat elli sekiz dakikalık bir filmdir.

3.Little Miss Sunshine(Küçük Gün Işığım)


Little Miss Sunshine, 2006 ABD yapımı Jonathan Dayton ve Valerie Faris’in birlikte yönettikleri komedi-dram türünde bir filmdir. Bir birleriyle tamamen zıt karakterler olan Hoover ailesi,küçük kızları Olive’in tüm hayali ülkenin öteki yakasında düzenlenecek bir güzellik yarışmasına katılmaktır. Eski bir minibüse atlayarak yola çıkan Hoover ailesi, bu yolda bir aile olmanın ne demek olduğunu yeniden keşfedecektir. Bizlere bir saat kırk bir dakikalık yer yer gülümsetecek yer yer duygulandıracak bir filmimizdir.

4.The Judge(Yargıç)

The Judge, 2014 ABD yapımı David Dobkin tarafından yönetilen dram türünde bir filmdir. Hank Palmer parlak bir kariyere sahip bir avukattır. Bir duruşma sırasında annesini kaybettiğinin haberini alır. Babasıyla uzun zamandır görüşmeyen Hank, cenaze töreni için evine geri döner. Kasabayla alakası olmayan Hank, bir an önce gitmek isterken kırk iki yıllık yargıç babasını savunmak üzere mahkemede bulunur. Bu zaman içinde bir birlerinden uzak baba ve oğlun yeniden iletişime geçmesini konu alan filmimiz bizlere iki saat yirmi bir dakikalık göz dolduracak dram hikayesi sunuyor.

 

4×4 Film

Haftanın “4×4 film” listesini sizler için hazırlayıp, birbirinden müthiş 4 filmi derledik! Hazırsanız listemize geçelim…

  • Skin (2018) IMDb 7,4/10

Skin, büyük bir dönüşümün hikayesini konu alıyor. Bryon Widner, FBI’ın aranan listesinde yer alan, geçirdiği trajik çocukluk nedeniyle birçok suça bulaşan bir adamdır. Irkçı düşüncelere sahip olan Bryon, beyaz ırkının üstünlüğüne inanır ve büyük bir nefret besler içinde. Zamanla bu düşüncelerin basitliğini anlar ve hayatına sil bastan başlar…

  • Pi’nin Yaşamı (2008) IMDb 7,9/10

Yann Martel’in tüm dünyada 7 milyon satan aynı adlı kitabından uyarlanan filmin yönetmenliğini Ang Lee üstlenmiştir. Hindistan’dan, Kanada’ya doğru yol alan bir yük gemisi, neredeyse içindeki tüm canlılarla beraber feci bir şekilde batar. Pasifik okyanusu ortasında, geriye yalnızca bir can kurtaran filikası içerisinde hayatta kalmayı başaran kırık bacaklı bir zebra, bir sırtlan, bir orangutan, 300 kiloluk bir Bangel kaplanı ve Pi isimli 16 yaşında Hintli bir çocuk kalır. Pi’nin akıl almaz mücadelesi, keskin zekası sizlere büyük hayranlık uyandıracak.

  • Frida (2002) IMDb 7,4/10

Yönetmenliğinde, Salma Hayek (Frida) ve Alfred Molina (Diego Rivera)’nın yanısıra Geoffrey Rush, Antonio Banderas ve Edward Norton’un oynadığı Meksikalı sürrealist sanatçı Frida Kahlo’nun acı dolu yaşamını konu alan biyografik bir filmdir. Filmde, Firida Kahlo ve kocası Diego Rivera’nın ilginç ve modern ilişkisinin yanısıra, sanatçının sürgün hayatı; baskıcı dönemin en önemli ve tek kadın ressamı olmanın verdiği zorluklar da yer almaktadır…

  • Zodiac (2007) IMDb 7,7/10

David Fincher’ın yönetmenliğini üstlendiği, akıllara durgunluk veren Zodiac, izleyiciler ve eleştirmenlerden tam not almıştır. Kendisine ‘Zodiac’ lakabını takan bir seri katil, mektup ve şifreli mesajlarla polis teşkilatını küçük düşürür. Seri katilin peşine düşen dedektifler, şifreli mektupları çözmek için çabalar. Konusunu gerçek bir hikayeden alan film, hikayesinin hakkını sonuna kadar veriyor…

4×4 Müzik

  • Batuhan Kordel: Sıcak Şarap

”Ah o güzel gözlerin, döndürüyor başımı lütfen seni izlerken hor gör bu telaşımı”

Batuhan Kordel’in ikinci teklisi… Bir süre tekrar tekrar dinlemek isteyeceğiniz şekerleme tadında bir şarkı.

  • Multitap: Kara Balık

”Karabalık ters yüzüyor.Kafasına koymuş durduramazsın. Kalabalık ters bakıyor. Kafası karışmış anlatamazsın.”

Birbirinden güzel şarkılara eklenen umut, sevgi, dostluk dolu kısacası şarkıyı dinlemekten çok hissedeceksiniz. Minik bir not: Klibini izleyerek dinleyiniz.

  • Pinhani: Üzülmeyelim

”Üzüleceğimiz çok şey var bundan sonra. Onun için bari bugün üzülmeyelim.”

Daha ilk 10 saniyede içinizi ısıtmaya başlayacağına eminim.” Keyfimiz kaçacak diye bari şimdiden üzülmeyelim.”

  • Mary Jane: Tövbe (Akustik Cover)

”Gözümden gitmiyor güzel gözlerin. Uzaktayken bilsen nasıl özlerim”

Söz ve müziğin Ercan Turgut’a ait olduğu bu güzel şarkıyı bir de böyle dinleyelim.

4×4 Dizi

Sizler için her hafta 4 diziden oluşan büyük bir seri oluşturduk! Hazırsanız listemize geçelim…

  • V Wars


Başarılı bir Doktor olan Luther Swann en yakın arkadaşı ile gittiği bir yerde en yakın arkadaşının Michael Fayne, kaptığı gizemli bir virüs yüzünden insanları parçalayıp kanını içen bir çeşit vampire dönüşür. Hastalık büyük bir hızda insalara bulaşır. Swann tüm bu olan olaylara çözüm ararken, en yakın arkadaşı vampirlerin lideri olur. 5 Aralık’ta yayınlanan dizi birçok kişi tarafından ilgi gördü. 2. Sezon ise dizinin gidişatı iyi yönde giderse Aralık 2020 olarak belirlendi.

  • The Umbrella Academy

Dünya genelinde 41 kadın aynı gün içinde doğum yapar. Fakat bu doğum sıradan bir doğum değildir. 41 çocuktan 7 tanesini evlatlık alan Sir Reginald Hargreeves özel yeteneklere sahip çocuklar için Umbrella Akedemesini kurar. Zamanla işler tersine gider ve çocukların hepsi birbirinden kopar. Uzun yıllar sonra beabalarının gizemli ölümüyle tekrar bir araya gelirler ve asıl macera böyle başlar… 1 Sezon olan dizinin 2. Sezonu yakın bir sürede izleyici ile buluşacak

  • Stranger Things

Will 12 yaşında ailesi ve arkadaşlarıyla beraber yaşayan hayat dolu bir çocuktur. Fakat bir gün Will’in ortadan kaybolmasıyla tüm aramalara rağmen tek ize bile rastlanılmaz. Fakat gizemli bir kızın ortaya çıkmasıyla dizi farklı bir boyut alır. Gizli deneyler, korkutucu doğaüstü güçler ve daha fazlası hepsi bu dizide yer alıyor. 3. Sezon olan dizinin 4. Sezonu merakla bekleniyor.

  • You

Zeki başarılı ve çekici bir adam olan Joe bir kitapçı da müdürlük yapar. Bir gün Beck adında genç, başarlı ve gelecek vadeden bir yazar adayı, Joe’nun çalıştığı kitapçıya gelir. Joe, Beck’i görür görmez aşık olur ve onu elde etmek için her şeyi yapacaktır. Teknolojiyi de kullanarak adım adım onu araştırır ve izler. tek amacı genç yazar adayını kendisine aşık etmektir. Ve Beck’i kendisine aşık etmeyi başarır. Fakat Joe saplantılı bir şekilde takıntılı biridir. Joe’nun bu takıntılı tavırlarından Beck’in yakın arkadaşı Peach şüphelenirse de ona engel olamaz. Joe’nun bu takıntılı davranışları devam edince, olaylar farklı bir boyuta ulaşır ve işin içinden çıkılmaz bir hal almaya başlar. Dizinin 2. Sezonu ise 26 Aralıkta izleyicisiyle buluşacak

Politik Tarih Belgeseli: The Last Czars

II.Nikolay, 1 Kasım 1894 yılında babasının (Aleksandır) ölümü üzerine tahta çıkmıştır. II.Nikolay tahta çıktığında henüz 26 yaşındaydı. Gücünü tanrıdan aldığına inanan Nikolay mutlak monarşinin sürekliliğini savunmuştur.
2019 yılında yayınlanan The Last Czars adlı belgesel adeta bir dizi tadında. Çarlık Rusya’nın son demlerini konu alan belgesel 6 bölümden oluşmaktadır. İlk 3 bölüm Nikolay, Rasputin ve Çariçe Aleksandrova etrafında gelişen saray entrikaları ele alınmıştır. Geriye kalan 3 bölümde ise Bolşevik devrimi işlenmiştir.
1894 yılında tahta çıkan Nikolay oldukça tecrübesizdir. Rus halkından izole bir hayat süren Nikolay giderek halkından kopmaya başlar.Bu kopuşun belkide en belirgen hale geldiği olay 1905 yılında yaşanır.Halkın giderek fakirleşmesi ve taleplerinin karşılanmaması nedeniyle, Rusya’da büyük bir protesto gerçekleştirilmiştir. Ancak yapılan protestolar sırasında II. Nikolay’ın emriyle göstericilerin üzerine ateş açılması üzerine protestolar oldukça kanlı bir biçimde bastırılmıştır. Kanlı pazar olarak anılan bu tarih Nikola’ya da “Kanlı” lakabının takılmasına sebep olur. Çarın uygulamış olduğu yanlış dış politika hamleleri Rusyayı zor duruma sokmuştur. II.Nikolay etrafındakilerinin etkisi altında çok kalmaktadır özellikle de karısı Aleksandrova ve papaz Rasputin’in etkisinde kalan Çar özgürce kararlar alamaz.

II.Nikolay, 1894 yılında Alman asıllı Aleksandra Fyodorovna ile evlenmiştir. 4 kız çocukları olan çiftin 5.çocukları erkek olmuştur. Tahtın varisi olan Aleksey Nikolayeviç  hemofili hastası olarak dünyaya gelmiştir.
Belgesel de mistik papaz Rasputinden de sıkça söz edilir. Çar ailesi Rasputin’i adeta bir kurtarıcı olarak görmektedir. Oğulları Aleksey’in acılarını dindiren Rasputin saray da giderek değer kazanmaya başlar. Rasputin ilk 3 bölüm de kendisine yer bulur.
Devlet yönetiminde başarılı olamayan Nikolay özellikle Birinci Dünya Savaşında izlediği yanlış ittifaklar sonucu ve Rusya’nın cephede verdiği ağır kayıplarla birlite 1917 devriminde tahtını kaybetmiştir. 196 yıl hüküm süren çarlık yerini Sosyalist bir yönetime bırakmıştır Lenin önderliğinde yönetime el koyan halk birlikleri Çar II. Nikolay ve ailesini esir almıştır.
Rusya’nın politik yapısını ve değişimini gözler önüne seren yapıt akıcılığıyla izlenilmesi gayet kolay.
Politik tarih sevenlerin izlemesi gereken yapıtta baş rolleri Robert Jack ve Sussanma Herbert paylaşmaktadır.

Kelimelerin Muhakemesi

 “İnsan her şeyi anlatamaz, zaten kelimeler de her şeyi anlatmaya yetmez.”  Cengiz Aytmatov

    

Orhan Veli  “Epeyce yaklaşmışım… Duyuyorum anlatamıyorum.” dizelerini yazarken Bella’ya 

Franz Kafka; ”Milena yardım et bana söyleyebildiklerimden daha fazlasını anla.” derken…

Sonsuz sayıda anlam ortaya çıkaracak sınırlı sayıdaki sözcük niye tutmadı ellerinden?

Lehçeler bir tarafa bırakılacak olursa yalnızca Türkiye Türkçesinin yazı dilinin söz varlığı, 114 bini aşmıştır. Türkçe kelime hazinesi açısından sahip olduğu zenginlik ile dünya dilleri arasında önemli bir yere sahipken nasıl oluyor da kendimizi anlatamıyoruz?

Gün geçtikçe bazılarımız neden konuşmayı bıraktı. Nasıl anlatmaktan vazgeçtiler, nasıl bıraktılar kalemlerini?

Düşünmüyor mu, hissetmiyor mu? 

İnsanlar artık korkuyor; anlatamamaktan, anlaşılamamaktan.

Birini tanıyorum yazmaktan korkan. 

“Kelimelere güven olmaz. Evet ben seçiyorum onları ama güven olmaz işte.Ya anlatamazsam hissettiklerimi ya yanlış kelimelere tutunmaya çalışırsam…”derdi.

Yine de yazdı, anlattı. Sesini duyuramadı ama yazdı. Önce cümleleri suçladı, ta ki dağılana dek. Kelimelerin yargılanması için elinden geleni yaptı. Sonra mı? Bıraktı yazmayı… Her eli kaleme, kağıda uzandığında masadan kalktı, gitti salata yaptı bol havuçlu; meyve soydu olmamış kiviler dahildi; anlatamadıklarının altını çizdi. Sesi çıkmayan kelimeleri olduğu için değildi bu yenilgi.

Anlatacakları içine sığmadığı halde birkaç kağıt dolusu cümleyle anlatılmazdı belki de. Suçu, cümleleri uzattıkça anlaşılacağına inanmasıydı.

Belki de onu dinleyen olmadığı için öyle sanıyordu. Haksızdı, Bu kadar haklı olduğu için… Ama yalnız değildi, herkes anlatma çabasındaydı.  Bu değil miydi bizleri vazgeçiren? Dinleyen yoktu ya da dinleyecek olan yanımızda yoktu.

Duymuyorum diyenlere bağırılmaz susulurdu.

Bir mektuba sıkıştırılamayanların değil söylenemeyenlerin biriktiği zamandayız.

Ben dinliyorum sen anlat

Dinliyorum gözlerime bak 

Sen anlat

Kalem mi istiyorsun 

sol alt çekmecede 

Bak önünde kağıt

Bekliyorum sen yaz

Yanından geçtiğin boyasız evden başla, karşıya geçmek için uzun süre beklediğin geniş yolu yaz. Düşündüklerini eklemeyi unutma, dur dur gözlerden mi başlanmalı anlatılmaya? Hayır! Kıvrık uzun kirpiklerinden başla, ellerini anlatma ama parmağındaki izi yaz olur mu?

Bekliyorum yaz… 

Anlaşılmayan Bir Yalnızlık

12 Ekim 1934

”…Beni anlamıyorlardı zararı yok.
Zaten beni daha kimler anlamadı…”

Türk edebiyatının unutulmaz isimlerinden biri olan Oğuz Atay, 1934 yılında Kastamonu’da dünyaya gelmiştir. Annesi öğretmen Muazzez Atay, babası milletvekili Cemil Atay’dır. Cemil Atay, 1939 yılında milletvekili seçilince ailesiyle beraber Ankara’ya taşınır. Dönemin verdiği imkanlara nazaran iyi bir çocukluk geçiren Oğuz Atay, kendine tanınan fazla imkan dolayısıyla yalnız bir çocukluk geçirir. Hayatı boyunca anlaşılmaz, bilinmezliğe sürüklenen ve görünen bir kalabalığa tutunamayan usta yazar; içerisinde bulunduğu yalnızlık alevini şu sözlerle tanımlar:

“Canım insanlar! Sonunda bunu da yaptınız. Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor.”

“Kendime yeni bir ön söz yazmak istiyorum. Beni kendime anlatacak bir dil.”

1951 yılında Ankara Maarif Koleji’ni, 1957’de İTÜ inşaat Fakültesi’ni bitirdi. 2 Haziran 1961 yılında Fatma Fikriye Gürbüz ile dünya evine girdi. 1962 yılında ise Özge ismini verdiği kızı dünyaya geldi…

Edebiyatın Parlak Meşalesi (Sanatı)

“Belki yaşadığını sandığın hayat bir rüyadan ibarettir ve uyandığın zaman o da bütün gerçekleri görecektir; ya da herkes uyumaktadır da onun yaşadıkları gerçektir.”

Oğuz Atay’ın sanat ve kurmaca hakkındaki bu söylemi tek başına incelenmeli ve üzerinde düşünülmelidir. İcra ettiği sanatı hakkındaki tüm yorumlar, bu açıklaması üzerinden de değerlendirilebilir.

Gençlik yıllarında karikatürle ilgilendi
İçine kapalı bir çocukluk geçirdiği bilinen Atay sokakta, çevresinde gördüklerini kağıda karikatür olarak döker. Atay’ın bu yıllarda oluşan ince mizah anlayışı daha sonra yazacağı kitaplarda da kendini gösterir.

Eserlerinde diyalog, monolog, iç monolog, biliçakışı tekniklerini büyük bir ustalıkla kullanmıştır. (Tutunamayanlar syf. 460 – 537)

Bunu yanı sıra kişilik bölünmesini (Freud psikanalizi) yani ego ve süper ego kavramlarını sırasıyla Olric, Selim Işık, Turgut Özben olarak Tutunamayanlar’da görebilmek mümkün.

Usta yazar Atay’ın sanatına Kafka, Dostoyevski, S. Joyce, V. Nabokov, İ. Gonçarov, H. James ve Halid Ziya Uşaklıgil gibi güçlü isimler etki etmiştir.

Sanatına etki eden isimlerin arasında Halid Ziya’nın sayılmasının sebebi Atay’ın Halid Ziya’yı kendi duyarlılığına yakın bulduğunu söylemesidir.

Oğuz Atay’ın sanatı hakkında Murat Belge şu sözleri söyler:

“Avantgard olmak, olacak bir şeyi yazmak gibi bir tutkuyla yola çıkıyorsanız, o zaman başınıza ilk gelecek ihtimalin bu olduğunu da baştan kabul ederek gireceksiniz. Çünkü yaptığınız işin tabiatı gereği insanlara alışık olmadıkları bir şeyi sunacaksınız. İnsanların alışık olmadıkları o şey çok zaman inananların suratına şamar gibi gelir. Ve onlar da şamarla cevap verirler.”

O, kimse tarafından fark edilmemiş ve ait olduğu yalnızlığın kollarında veda etmiş yaşam denilen kuyu dibine…

1970’li yıllarda toplum, Atay’ı anlayacak ve okuyacak yeterliliğe sahip değildi. Ayrıca o dönemin aydınları ve eleştirmenleri de usta yazarı anlayacak yeterliliğe sahip değillerdi. Dönemin mühim isimlerinden Fethi Naci, Oğuz Atay’ı romancı olarak görmediğini ifade etmişti. Öyle ki Atay, öldükten sonra anlaşılan bir yazar olmuş; aydınlık yüzlerini karanlığa gömen sevgili halkı, onu 1990’lı yıllarda keşfetmiştir.

(Eserleri) 1977 – ∞

Yayımlanmış eserleri kronolojik olarak şu şekildedir:

Tutunamayanlar (1971-1972)

Tehlikeli Oyunlar (1973)

Bir Bilim Adamının Romanı (1975)

Korkuyu Beklerken (1975)

Oyunlarla Yaşayanlar (1985)

Günlük (1987)

Eylembilim (1998)

Atay’ın tamamlayamadan öldüğü ‘Türkiye’nin Ruhu’ adlı bir eseri daha vardır, basılmamıştır.

Saygı ve özlemle anıyoruz…

Siyahın Beyaz Devrimcisi: Rosa Parks

4 Şubat 1913’de ABD’de Alabama Eyaletinde marangoz olan James McCauley ve öğretmen olan Leona’nın kızı olarak doğan Rosa Louise McCauley, anne ve babasının ayrılığından sonra annesiyle Pine Level bölgesine taşınır. Büyükannesi, büyükbabası, annesi ve abisi Sylvester ile çiftlik evinde büyür. 1932 yılında Raymond Parks ile evlendikten sonra Parks soyadını almıştır. Eşinin de desteği ile eğitimini tamamlayan Rosa; ayrımcılığın en çok yaşandığı bölgelerde, Afrika kökenli Amerikalıların hayatlarını kolaylaştırmak için eşiyle beraber sürekli bıkmadan çalışırlar. Siyahilere karşı yasalara rağmen 30 yaşında oy kullanma hakkını alır. 1900’lü yıllarda başlayan ırkçılık yasalarına göre, otobüslerde bulunan ilk ön dört sırada bulunan koltuklar beyazlara, en arkada bulunan koltuklar ise siyahlara aitti. Ortada bulunan koltuklar ise ortak alan olarak kullanılmaktaydı. Fakat beyaz yolcular, ortak koltuklarda oturan siyahileri kaldırıp yerlerine oturma haklarına sahiplerdi. Hatta otobüs dolu olduğu takdirde siyahiler inip bir sonraki otobüsü beklemek zorundaydılar. Siyahilerin ön kapıdan girmesi kesinlikle yasaktı. Sadece şoföre ödeme yapmak için ön kapıdan binen siyahiler, tekrar inip arka kapıdan binmek zorundaydılar.


Rosa, otobüs şoförü olan Blake ile ilk karşılaşmasından sonra bir daha onun otobüsüne binmeme kararı alır. Fakat 1 Aralık 1955 yılında Perşembe günü akşam saat altı civarı işten çıkan Rose, o kadar yorgundur ki bindiği otobüsü kullanan kişinin Blake olduğunu görmez. Boş olan ortak koltuklardan birine oturan Rose’un tek isteği bir an önce evine gitmektir. Otobüse binen beyaz bir erkeğin ayakta kalmasıyla tarihe damga vuran olayın kıvılcımları böylelikle fitillenmiş olacaktı. Ayakta kalan beyaz yolcu için ortak alanda oturan siyahilere kalkmaları için eliyle işaret veren Blake’in sözünü 3 siyahi erkek dinler. Rose Parks ise cam kenarına kayarak Blake’nin gözüne bakmakla yetindi. Herkes büyük bir şok yaşıyordu. Blake öfkelenip “Neden kalkmıyorsun” diye kızgınlıkla sorunca; Rose, “Çünkü kalkıp yerimi bir başkasına vermem gerektiğine inanmıyorum.” yanıtını verir. Böylelikle Rose Parks tutuklanmış olur. Tutuklanmanın ardından Rosa şunları söylemektedir. “Tek bildiğim, bir daha asla bu aşağılamayı kabullenmeyeceğim ve bu utancın yolcusu olmayacağımdır.” Sonrasında Rosa Parks’a soracaklardır. ‘Sadece yorgun olduğun için mi kalkmadın?’ Rosa şunları söyleyecektir. “Çok yorgundum ama iş yüzünden değil. Sürekli haksızlığa uğramaktan ve bunu kabullenmekten yorgundum.” diye cevaplayacaktır.

2 Aralık Cuma günü 100 Dolar kefaretle serbest bırakılan Rose tutuksuz yargılanmıştır. Kadınların Politik Konseyi üyesi ve Alabama Eyalet Üniversitesi profesörü Jo Ann Robinson olaydan haberdar olunca harekete geçer ve gece hiç uyumadan 35 bin el ilanı hazırlayarak siyahileri otobüsleri boykot etmeye çağırır. Olay Montgomery Advertiser gazetesinin ilk sayfasında yer alır. Kısa sürede olay tüm siyahiler tarafından desteklendi. 5 Aralık Pazartesi günü Rose mahkemeye çıkarılırken Montgomery’de yaşayan yaklaşık 40 bin siyahi belediye otobüsü yolcusu, yağan yağmura inat işlerine yürüyerek gittiler. Kimisi 32 kilometrelik yola inat asla otobüslere binmediler. Arabaları olan siyahiler ise eylemcilere destek oluyor, siyahileri arabalarına alıyordu.



Boykot başarı yolunda ilerliyordu. Aynı gece aralarında Rose Parks’ın da bulunduğu bir grup aktivist, Mt Zion kilisesinde Montgomery Improvement Association adlı biriği kurmaya karar verirler. Birliğin başına ise 26 yaşındaki genç vaiz olan Martin Luther King Jr. seçilir. Ve boykata devam edilmesi kararı alınır.



Olaylar Associated Press haber ajansı ile haber yapılarak bütün ülkeye duyuruldu. 381 gün boyuncu siyahiler işlerine ve okullarına yürüyerek gittiler. Otobüs kullanıcılarının %75’in siyahilerin oluşturduğu otobüs firmaları büyük maddi zarar etmeye başlar ve birçok otobüs çürür. Beyazlardan oluşan çete, işlerine giden siyahlara saldırmaya başlar ve bir kısmını linç ederler. Olaylar büyüdükçe, Martin Luther King’i hedef noktası olarak alırlar ve evini bombalarlar. King ise evinin önünde toplanan kalabalığa şunları söylemektedir. “Buraya silahıyla gelen varsa evine götürsün. Silahı olmayan silah edinme peşinde olmasın. Şiddete şiddetsizlikle karşılık vereceğiz.” olur. ABD Yüksek Mahkemesi Montgomery’deki belediye otobüslerinde ki ayrımcılığı kaldırmak zorunda kalır. Montgomeryli siyahlarin otobüs boykotu 20 Aralık 1956 günü sona erer. Eylem büyük bir başarıya ulaşmıştır. Fakat beyaz ırkçıların tepkisi bu karara sert olur. Otobüslere silahlı saldırı düzenlerler. Siyahilere şiddette bulunurlar. 1957 yılında ölüm tehditleri alan Rose, Virginia’ya 1958 yılında ise Detroit’e taşınır. Bu mücadeleye rağmen işsiz kalan Rose, sivil haklar hareketindeki mücadelesini bırakmaz. 24 Ekim 2005 Pazartesi günü 92 yaşında Detroit’de hayata gözlerini yumar. Öldüğü gün otobüslerin koltuğuna siyah kurdelalar takılır. ABD’nin ilk siyahi dışişleri bakanı Condoleeza Rice; Rose Parks için düzenlenen törende, “Parks olmasaydı muhtemelen ben bugün dışişleri bakanı olamazdım.” demektedir. Yıl dönümlerinde ise devlet adamları, Henry Ford’da sergilenen isyan ettiği otobüste anılır. Siyahilerin kahramanı olan Parks, bir Eyalet kongre binası içine defnedilen ilk sivil Amerikalı olmuştur.



1 Aralık 2013 Pazar günü ABD Başkanı Barack Obama’nın Detroit’teki Henry Ford müzesinde sergilenen otobüste, Rose Parks’ın zorla kaldırıldığı koltuğa oturmuş düşünürken çekilmiş olan fotoğrafında her şeyin apaçık ortada olduğunu gösteriyor bize. Bir zamanlar siyahilere hak verilmediği dönemle nerelere gelindiği ve ne yazık ki halen de yer yer ayrımcılığın görüldüğü ABD’de alınacak ne kadar mesafe olduğunun sembolü olmuştur.









Muhteşem Bir Roman! ‘Serenad’

“Haklı olanı güçlü kılamadığımız için güçlü olanı haklı kılıyoruz…”

Serenad, Zülfü Livaneli’nin şüphesiz en iyi kitaplarından biri diyerek söze başlamak istiyorum.

Zülfü Livaneli, kusursuz romancılığının en temel niteliklerinden birini yine başrolde tutarak, toplumsal tarihlerin karmaşıklığını bir araya getirip belli bir dengede kavuşturmayı başarmış ve muhteşem bir roman ortaya çıkarmış.

Sürükleyici serüven, İstanbul üniversitesinde halkla ilişkiler yürüten Maya Duran’ın, Amerika’dan gelen Alman asıllı Profesör Maximilian Wagner’i karşılamasıyla başlar.

Profesörün gelişiyle Maya kendini hiç beklemediği serüvenlerin içerisinde bulur. Katları tek tek açılan aile geçmişi, tarihin tozlu sayfalarında bekleyen ulu bir aşk hikayesi Maya Duran’ı ısrarla kendine doğru çeker…

Okuyucuyu bir çırpıda kendine bağlayan roman, birçok konuya da aydınlık getiriyor. Pek az kişinin bildiği ‘Mavi Alay’ ve bunun içerisinde yer alan tutkulu bir aşkın maviliklere gömülmesi… Livaneli, tek bir konuya değinmiyor, her ne olursa olsun sebepsizce can verenin ‘insan’ olduğunu bizlere her satırda hatırlatıyor. Ne Yahudi, ne Müslüman, ne de Katolik… Savaşların kurban aldığı canların kimliğini değil, hepsinin birer insan olduğunu çarpıyor yüzümüze.

“-Sen insanlara baktığın zaman üniformalar, bayraklar ve din görüyorsun..!
-Peki, sen ne görüyorsun bakalım?
-İnsan, sadece insan. Seven acı çeken, acıkan, üşüyen, korkan bir insan..”

Keyifli okumalar…

Gaslighting

Gaslighting, bir psikolojik manipülasyon ve taciz yönetimidir. Kişinin kendi hafızasını, algısını ve akıl sağlığını sorgulatan bir çeşit yönlendirmedir. Kişilerde veya seçilen gruplarda şüphe uyandırma, kalıcı inkâr, çelişkiler ve yalan yoluyla gitgide dikte edilir ve fark edilmesi kimi zaman çok güç olmaktadır.Narsist kişilere özgü bir davranış bozukluğu olan Gaslighting, kişilerin kurbanlarına onların kendilerine dair algılarını yeniden biçimleyecek şekilde belleklerine olumsuz bilgi ve yargıları sokmalarıyla tezahür eder. Bir manipülasyon yöntemi olarak da kullanılan durum, sorgu teknikleri içinde de yer almaktadır.

Bu terim ismini Gas Light (Gaz Lambası) adlı 1938 yapımı bir tiyatro oyunundan almıştır. Daha sonra filmi de çekilen ve “Angel Street” olarak da bilinen bu oyundan almaktadır. Filmdeki erkek karakter eşini akli dengesi bozuk olduğuna inandırmaya ve ikna etmeye çalışmaktadır.Filmde Boyer, Bergman’ı büyük bir romantizm ile evliliğe ikna eder. Evlendikten sonra eşi Bergman’a akıl oyunları oynamaya başlar. Her gece ışıkları biraz daha kısar. Bergman “Gaz lambası giderek daha mı az ışık veriyor?” dediğinde Boyer’den sert tepkiler alır. Boyer’in amacı, Bergman’ı aklını kaybettiğine inandırarak mücevherlerine sahip olmaktır. Ve Bergman’ı aklını kaybetmeye başladığına ikna eder. Sağlıklı bir kadın zamanla gerçeklik duygusunu kaybeder.

Gaslihting yaşanan ikili ilişkilerde, baskın olan birey idealleştirme, değersizleştirme ve gözden çıkarma şeklinde üç ayrı aşamayı izlemektedir. Baskın ve maniple etme amacında olan kişi ilk olarak beraberliklerinin mükemmel olduğu algısını yaratıp hayran olma safhasına getirmekte ve ikinci aşama olan en zor evrelerden biri, yani değersizleştirme evresinde ise hayranlık duyulan kişi sorunlu, ideal olmayan ve hiçbir şeyi beceremeyen bir kişiye dönüştürülmektedir. Son aşamada yani gözden çıkarma safhasında  ise bu psikolojik şiddete maruz kalan kişi terk edilir. Bu olaya maruz kalan kişiler ise olanlardan habersiz sık sık kendilerini affettirmeye ve özür dilemeye başlamaktadır.

Manipülasyon ve Gaslighting

Manipülasyon genellikle, bir başkasının davranışlarını ve hayat görüşlerini etkileme amacı ile doğrudan ve dolaylı bir şekilde yapılan tehdit çevresi etrafında dönmektedir. İnsanların kendi bilgilerini veya istemedikleri halde sırf karşısında ki insanı etkilemek için sabit bilgileri değiştirerek ya da ekleyip çıkartarak karşı tarafa aktarmasıdır.

Gaslighting ise tehditleri kullanır ve kişinin davranışını değiştirme odaklıdır. Kişinin fikirlerini en önemlisi de kendisini değiştirmek maksadı ile psikolojik şiddet uygulamaktır.

Manipülasyon ve Gaslighting’in ortak özellikleri ise ikisi de özgüveninizi ve özsaygınızı aşağı çekmektedir. Ancak Gaslighting etkili olduğunda daha çok zarar verici olmaktadır. Bireyin kendine ve gerçeklik duygusuna olan güvenini altüst etmektedir.   

Gaslighting’e maruz kalan kişiler genellikle delirdiğini düşünürler ve kendilerini sorgulamaktan ağır depresyona kadar gidebilirler. Bu psikolojik şiddet en yakınlarınız tarafından yapıldığında bunu anlamak oldukça güç olmaktadır. Birçok örneği olan bu şiddetin mağdurları, bu olayı ancak o kişilerden uzaklaştığında veya gizli bir kamera ile gerçeği anlamaktadır.

Gaslighting uygulayan kişiler, karşı tarafı sürekli manipüle etmektedirler. Yaşanan bir olayı hiç yaşanmamış gibi iddialarda bulunurlar, söylenmemiş bir şeyi söylemiş gibi ciddi inandırma çabası içine girerler, eşyaların yerlerini değiştirerek algıda yanılma yapıp o eşyaları her zamanki yerlerinden alırlar ve siz fark etmeden geri eski yerine koyarlar, karşıda ki kişiye ise gözünün önündekini görmüyorsun gibi hitaplarda bulunurlar. Daha sonra bireyin delirdiğini, aklını sorgulaması gerektiğini dile getirirler. Peki neden böyle bir şey yapıyorlar? Genellikle partnerini kendine bağlı bırakmak, sosyal ilişkilerinden soyutlamak ve kendine bağımlı hale getirmek için yapmaktadırlar.

Örneğin: Gaslighting’e kasıtlı bir şekilde maruz kalan bir kişi olayını şöyle anlatmadır.

“Eve geldiğimde anahtarımı her zaman aynı yere koyarım, sabah ise alır çıkarım. Fakat ara ara anahtarımı bıraktığım yerde bulamayıp eşime sorduğumda aynı yerdedir cevabını alıyordum. Daha sonra evi ararken işte burada deyip anahtarımı her zaman bıraktığım yerde olduğunu ve benim onu görmediğimi söylüyordu. Veya her zaman başucumda duran bir kitabı başka yerde buluyordum ve eşimden sen sabah oraya bıraktın cevabını alıyordum. Kafayı mı yiyorum yoksa? Neden nereye ne koyduğumu unutuyorum? Neden unutuyorum ya da bulamıyorum? Eşimden ise hep aynı sözleri duyuyorum ‘sen iyice kafayı yedin, ne yaptığını bile bilmiyorsun…’ Ne yapacağımı bilmediğimden arkadaşlarıma durumu anlattım ve sana Gaslighting uygulanıyor olabilir cevabını aldım, şok oldum. Bu nedenle eve gizli kamera yerleştirdim. Dedikleri gibi tam da bu olay uygulanıyormuş bana. Eşim evdeki eşyaların yerlerini değiştirip bana deli muamelesi yapıyormuş…”

Peki ya size de uygulanıyor ve siz bunun farkında değilseniz? Delirdiğinizi düşünmeden önce mutlaka kendinize şu soruları sormalısınız.

  • Kendinizi hep özür dileyen taraf olarak mı buluyorsunuz?
  • Kavga çıkmasın diye susuyor musunuz, doğrularınızı savunamıyor musunuz, savaşacak gücü ve tartışacak enerjiyi kendinizde bulamıyor musunuz?
  • Karşınızda ki kişi sizi sürekli azarlıyor ve aşağılıyorsa, sürekli yüksek ses tonuyla kavga ediyor ve siz onu uyardığınızda inkar ediyor sizin abarttığınızı, çok hassas ve duygusal olduğunuzu mu dile getiriyor?
  • Size kötü davranıyor ve bunun sebebinin siz olduğunu söyleyerek sizi mi suçluyor?
  • Sürekli size abarttığınızı, paranoyak olduğunuzu ve senaryolar yazdığınızı mı söylüyor?
  • Evdeki eşyaların yeri değiştiğinde ve bunu sizin yapmadığınız halde siz yapmış gibi mi davranıyor ya da kolay bulunacak eşyaları bulamadığınız da size getirip gözünün önündekini göremedin mi diyor, bu durum sürekli mi yaşanıyor?
  • Her suç sizde gibi mi davranılıyor veya siz öyle mi hissediyorsunuz?
  • Öz güveniniz gayet yerindeyken bir anda gerileme mi yaşadı?
  • Onsuz bir şey yapmayacak hale mi geldiniz?
  • Her zaman şüphe içinde ve huzursuz mu yaşıyorsunuz?

Bunlar ne yazık ki Gaslighting’e maruz kaldığınızın belirtileridir. Fark edilmediği sürece ağır bir psikolojik sorun haline gelmektedir ve sonucu ağır depresyonla devam etmektedir. Şüpheci ve huzursuzluk içinde bir yaşama yol açmaktadır. Size iyi gelmeyen ve sizi olduğunuzun dışında bir insan yapmaya çalışan insanların karşısında tutumunuzu korumalısınız.

Her ne olursa olsun her zaman size faydalı olan insanları hayatınızda tutmalı ve sizin kendinize olan güveninizi ve saygınızı kaybettirmeyecek insanlarla bir arada olmalısınız. Unutmayın ki psikolojik şiddetler fark edilmez ve ciddiye alınmaz. Bu yüzden en çok kendinize güvenin ve hiçbir zaman size iyi gelmeyen insanların yanında kalmayın.

Magdeburg’da Yazılan Şiirin Yeniden Dirilişi

Mehmet Ali Paşa (1827 – 1878)

Büyülü dizelerin mucidi, ardında Türk edebiyatına büyük bir miras bırakan: Ludwig Karl Friedrich Detroit, (Diğer adıyla Mehmet Ali Paşa) 19 Kasım 1827 yılında Almanya’nın Magdeburg şehrinde dünyaya gelir. Ailesi Huguenot, yani Fransa’daki katliamlardan kaçan Protestan bir ailedir. Küçük yaşta annesini kaybeden Karl, fakir bir müzisyen olan babası tarafından yetimhaneye verilir. Karl, 12 yaşına geldiğinde bir gece yarısı yetimhaneden kaçarak büyük bir liman kenti olan Hamburg’a gider ve bir gemide miço olarak işe başlar. Karl Detroit, işe alışmaya başladığı gemiyle bütün Akdeniz’i dolaşarak, İstanbul’a gider…

Marmara denizinden boğaza giren gemi demirlediğinde Boğaz’ın soğuk suyunu aldırmadan atlar ve Kızkulesi’ne doğru yüzmeye başlar. Onu kurtaran kule bekçisine bir daha gemiye dönmek istemediğini dile getirir. Kızkulesi’ne sığınan çocuğu Sadrazam Âli Paşa’nın huzuruna götürürler. Sadrazamın “Almanya’dan neden kaçtın” sorusuna; “Orada dayak vardı, ondan bıktım ve kaçtım” diye cevap verir Karl. “Peki ya neden Akdeniz’in onca yeri değil de İstanbul’da atladın denize evladım?” diye sorar sadrazam. Karl Detroit, Kızkulesi’ni gösterir ve “Ben o kuleyi çok sevdim” diye cevap verir… İşte böyle başlar; bir şairin kalbine akseden aşk fırtınaları…

Küçük çocuğun kaybolduğundan haberdar olan Almanlar, Karl’ı ülkesine geri isterler. Bu hadise; Almanya ve Osmanlı arasında ufak bir diplomatik soruna sebep olur. Meseleyi çözmekse Sadrazam Ali Paşa’ya düşer. Sadrazamın himayesine giren Karl Detroit, evvela İslam dinini kabul edip Mehmet Ali ismini alır. 1846’da Harbiye’de öğrenim görmeye başlar ve 1853’te teğmen olarak Osmanlı ordusundaki görevinin başına geçer. Kırım Savaşı’nda Ömer Paşa’nın yaverliğini yapar ve savaş sonunda yüzbaşı olur…

Berlin Antlaşması’nın Hıristiyan cemaatlere tanıdığı haklar yüzünden yobaz çevreler, halkı Mehmet Ali Paşa’ya karşı kışkırtır. Paşa, halkı yatıştırmak için Arnavutluk’a gönderilir, fakat gericilerin “Sizi gavura sattı” kışkırtması etkili olduğu için Kosova’nın Gjakova kasabasında canice linç edilerek hayatına son verilir…

Magdeburg’da Yayımlanan Şiire 40 Yıl Sonra Verilen Cevap

Mehmet Ali Paşa’nın şehit düşmesinin ardından, Yeni Zelanda’da bir gazetede Mehmet Ali Paşa’nın hayat hikayesini ve ölümünü anlatan bir makale yayımlanır. Berlin Kongresi sırasında durumunun ve karakterlerinin orijinalliğiyle delegeler arasında ilgi çektiği yazar. Makalede Mehmet Ali Paşa’nın kendi yazdığı “Eriha’nın Gülü” adlı şiirini kongre sırasında okuduğu ve sınır görüşmelerinin gecikmesine neden olduğu da anlatılır.

Eriha’nın Gülü

Sevgilim, bir gün kırılır da kalbim
Çarpamazsa artık senin için,
Sarmaşık örülü koyu serviler
Yükselirse göğe mezarımdan.

Öylece uzanıp beklerim ben
Koymalarını seni de toprağa,
Çürümüş kemiklerime o zaman
Ta derinlerde yine can gelir.

Ve getirdikçe esintisi rüzgârın
Bir avuç toprağı bana mezarından,
Kalbimin küllerinden yukarıya
Usulca bir ağıt yükselir.

Alman heyetinden Prens Hohenlohe de anılarında Mehmet Ali Paşa’nın bir görüşme sırasında aile hayatıyla ilgili anekdotlar anlattığını, şiirlerini okuduğunu yazar; “Eriha’nın Gülü” adlı şiirinin de oldukça başarılı olduğunu belirtir.

Şiirin adı Almanca kaynakta “The Rose von Jerichow”, İngilizce kaynakta “The Rose of Jericho” olarak geçiyor. Türkçede bu bitkiye Eriha’nın veya Erika’nın gülü denildiği gibi Fatma Ana veya Meryem Ana eli de denmektedir. Bu çöl bitkisi susuz kaldığı zaman yapraklarını kapatıp yuvarlak, kuru bir ot görüntüsü alır. Aradan yıllar geçse de suyu bulduğunda yaprakları yeşerir ve hayata döner. Bu özelliğinden dolayı dolayı İsa Peygamber’in dirilişine atfen “yeniden diriliş” bitkisi de denir…

Aradan kırk yıl geçer… Rastlantı kelimesinin açıklamaktan aciz kalacağı bir durum gerçekleşir. Mehmet Ali Paşa’nın şiiri yeniden can bulur; kızının torunu “Nazım Hikmet” tarafından… Mısraların arasında dolaşırken tam da büyük dedenin kalemini eline almış gibi dökülür tüm sözcükler:

Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar Mı?

Bir inilti duydum serviliklerde,
Dedim ki: “Burada da ağlayan var mı?
Yoksa tek başına bu kuytu yerde
Eski bir sevgiyi anan rüzgâr mı?”

Hayata inerken siyah örtüler,
Umardım ki artık ölenler güler,
Yoksa hayatında sevmiş ölüler
Hâlâ servilerde ağlıyorlar mı?

Mehmet Ali Paşa’nın kırk yıl önce yazdığı “Eriha’nın Gülü” yeni bir sayfada can bulur ve Nazım Hikmet gibi mühim bir şahsiyetin henüz 16 yaşında iken eline kalem almasına vesile olur…