Tam anlamıyla kalbimin derinliklerindeki bir yerde bir şeyler gün batımına hazırlanıyordu. Bavulum dünden hazırlanmış, tekerlekleri gitmekten aşınmış, adeta boynunu bükmüş bir çocuk gibi gitmeye isteksizdi. O da bu şehre alışmış olmalı ki gitmek istemiyordu sanki. Yıllardır gittiğim her yere ardımda sürükledim onu. Tıpkı diğer şehirler gibi bu şehrin de meydanlarını, sokaklarını, caddelerini iyi bilirdi. Şimdi bu şehrin sokaklarında güçsüz ve yorgun ellerimle son kez sürüklüyordum bavulumu. Gözlerime bir ağırlık çöktü derken hafif bir yağmur yağmaya başladı ve saçlarımın arasından damla damla akıp gitti. Bavuluma koyup götüremediğim bu şehrin dört bir yanındaki anıların ağırlığı altında bir an durdum ve bir sigara yaktım. Dumanı içime çekerken kelime kelime yitip gitti her şey dudaklarımın arasından. Yavaş yavaş yürümeye devam ettim. Otogara vardığımda gördüm ki gelenlerden çok gidenler vardı. Cahit Zarifoğlu’nun ‘’İçimiz hep bir hoşça kal ülkesi’’ dediği dizesi geldi aklıma. İçimiz bir hoşça kal ülkesiyse otogarlar o ülkenin başkenti olurdu herhalde diye düşündüm. Şehirden ayrılırken ve vedalaşırken hoşça kalınamayacağını gördüğüm yüzler vardı etrafta. Otobüslerin camlarına yaslanmış alınlar, birbirlerine son kez bakan gözler ve hüzün dolu gidişler. Bunlar hiç hoşça kalınacak şeyler değildi sanki. Gelen insanların sevdiklerine sevinçle ve mutlulukla sarılmalarındaki o ferahlığı, gidişlerin ise o ağır tarafını insanların surat ifadelerinden anlayabiliyordum. Belli ki gitmek en zoru, kavuşmak ise en güzel olanıydı. Tüm bu duyguların arasında az önce başlayan yağmur iyicesine hızlanmış ve gidişlere hüzün katmaya devam etmişti. Yağan bu yağmur gitmeye isteksiz olan insanların gözyaşlarını anımsattı bana.
Beni götürecek olan otobüs ağır ağır perona yaklaşırken bir film şeridi geçti gözlerimin önünden. Perona yavaş yavaş yaklaşan otobüsün ağırlığı çöktü üzerime. Bir şehre dair sevdiğim, gördüğüm, duyduğum ve sahip olduğum her şey vardı bu filmin içinde. Yağmur misali bir damla gözyaşı düştü bu filmin sonuna ve film bitti. Yavaşca otobüse yaklaştım, birbiri üzerine yığılmış bavulların üzerine bavulumu yerleştirdim. ‘’Başka bir şey var mı?’’ diye sordu çocuk ‘’yok, başka bir şey yok’’ dedim. Oysa arkamda bir bavula sığamayacak birçok şey bıraktım ve hepsi geride kalmıştı artık. Her gidişimde olduğu gibi cam kenarındaki koltuğuma oturdum. Kendimi cama vuran yağmur damlarının verdiği huzura bıraktım. Dışarıda ellerini sallayıp sevdiklerini yolcu etmeye gelen insanların hoşça kal deyişlerini izledim. Bu ellerin arasında tanıdık bir el olsun isterdim ama yoktu biliyordum. Yalnızlığın verdiği hüzünle başımı cama yasladım ve gözlerimi kapattım. Uyumak istiyordum. Uyandığımda kim bilir neler bekliyor olacaktı beni. Bunun merakı içinde uzun bir yola çıkmıştım artık. Uyandığımda acaba ne olacaktı?
Kablolu, kablosuz, kulak içi, kulak üstü… Sarı, mavi, kırmızı… Ve daha birçok sıfat tanımlaması yapabiliriz. Neyden mi bahsediyorum? Evet! Kulaklıklardan bahsediyorum. Artık birçok yaştan birçok insanın yanından ayırmadığı bu önemli aksesuar. Adeta hayatımızın her alanında. Metroda, otobüste, yolda, pazarda… Mutlaka hepimiz bunu fark etmişizdir ya da bizde o kulaklığı yanından ayırmayanlardanız.
Peki ama neden kulaklıklarımız hep yanımızda? İçimizdeki büyük müzik dinleme aşkından mı? Ya da dizi-film merakı? Kim bilir? Belkide kulaklığın verdiği imajla ilgilidir?
Peki kulaklıklar bize ne diyor? (Burada birçok kişiyi tenzih ederek) Kulaklık bize: “Dış dünyaya kapalıyım, bana dokunmayın, beni kendi halime bırakın, işinize bakın, dünya yansa umurumda değil.” Örnekler çoğaltılabilir elbette. Gibi şeyler söylüyor.
Peki bunun ne zararı var? Zararı belki de şudur: artık birbirimize iyice yabancılaşıyoruz ve kimsenin kimseye tahammülü kalmadı. Mutsuz ve kötü insan ilişkilerini beraberinde getiren modern dünyanın at gözlükleri gibi sanki. Modern, yabancı, tahammülsüz, nefret, şiddet ve belki de en önemlisi yalnız, yapayalnız toplumlar.
Neden mutlu olmak için bir sebep arıyoruz ki? Aynaya bakmamız yeterli bence. Sahi, hiç göz kapaklarınızı incelediniz mi?
Ne işe yaradığını sorguladınız mı? Veya ağzınızın içindeki tükürüğün yokluğunu düşündünüz mü hiç? Dolayısıyla hiç bunlar için şükür de etmediniz değil mi? Bir yerde dinlemiştim.
Şöyle anlatıyordu; “Dostlar bir öğrencim vardı, göz kapak kasları tutmuyor, görmek için elleri ile desteklemek zorunda kalıyor, böyle olunca da içine toz çöp giriyor. Elleri ile tutmasa yolda yürüyemiyor kör musun diyorlar.”
Şimdi sizden sadece on saniye istiyorum, biliyorum bizler için empati zor bir eylem ama, on saniye bir düşünelim göz kapak kaslarımızın işlev yapmadığını…
Evet şimdi farkında mısınız şükrünü yerine getiremediğimiz muazzam bir nimete sahip olduğumuzu…
Devam ediyor anlatmaya; “Ünlü bir iş adamı arkadaşımın oğlu var, ağzı tükürük üretmiyor, ziyarete gittim.Oğlunun başında üstüne kapanmış ağlıyor.
‘Deseler ki oğlunun ağzından bir damla tükürük olacak, vallahi billahi bütün servetimi veririm’ diyor. Bakın bir damla tükürükten bahsediyoruz.
Ben bunları dinledikten sonra çoğu şeyi idrak ettim, umarım bu yazımda sizler için bir vesile olur. Olur da, mutlu olmak için başka sebepler aramamıza gerek kalmaz.
Kromozom diye sadece adını bildiğimiz göremediğimiz bir zerrenin sadece bir tanesinin eksikliğinde bile ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Peki hangimiz eksik olmayan kromozomumuz için şükür ettik? Yoksa tatil planı yapmaktan vakit kalmadı mı? Ya da yarın ne giysem diye düşünmekten.
Sizi tefekküre davet ediyorum, umarım aynaya baktıktan sonra mutlu olmak için başka sebepler aramanıza gerek kalmaz.
Acılarımı size nasıl ifade etsem bayım? Hangi sıfatları yakıştırsam da kalıp biçsem anlatsam? Kumaşlar yeterli mi? Yoksa ilmek ilmek örmek mi gerekir amansız izahlar için? ‘Şuramda sızım var’ desem, işaret parmağımı yüreğimin üzerine koysam, izafe ettiğim mekan ile sınırlı kalır mı bir sızı? Gözlerimden damlalar kaysa bir derya oluşsa yeryüzü yeterli kalır mı barındırmak için?
Bir haykırış ki hangi sorulardan, belirsizliklerden yükseldiği meçhûl. Devâsı aranıyor, çalınmadık kapı, uğranmadık yürek kalmıyor. Dâvâsı sürülüyor, umut bağlanmadık mahkeme duvarı kalmıyor. Kara sular inmiyor ayaklara lakin kararmış bulutlar biniyor bütün düşlere, düşüşlere.
Haykırış dediğime bakma bayım, haykırışlarımızla dünya yankılansa nafile. Hoş haykırabilmek varken; bir sükuta sığınıp bütün kırgınlıklarımızı kaburgalarımızın altına saklıyoruz. Kimseler göremiyor, görmek için emek vermiyor. Yekpâre bedenimiz anlaşılmamışlığın köşesinde yalnızlık dostu ile kucaklaşmış bir son bekliyor. Dâr-ı dünya dermanımızdan çalıyor.
Dün dün ile gitti bayım, bugün yeni şeyler söylemek lazım. Şirazeyi sağlam tutup hayat sayfalarını incitmemek lazım. Giden ile gidilmedi, olan ile olunmadı; yeni mürekkeplerimizin gayesi ‘gelecek olanlar, olacak olanlar’ olması lazım. En mühim müşkilimiz ise her sızımızı sarıp yarınları iyileştirmek lazım.
Velhâsıl acılarımıza kaftan biçemesek de gönlümüze yön biçebilmeliyiz bayım. Gayrısı güç bu zamanda..
Uyku sırasında bir şey yapmıyor gibi görünsek de beynimizde gerçekleşen faaliyetler gün içi verimimiz ve yaşam sağlığımız açısından çok önemli. Gelin, uyurken gerçekleşen olaylara daha yakından bakalım.
Uykunun evreleri NREM (non rapid eye movement) adı altında 3 evre ve REM (rapid eye movement) olarak toplamda 4 evreden oluşuyor.
N1 evresi: Uyku döngüsünün başlangıcıdır. Uyku ile uyanıklık arası hafif uyku aşamasıdır. Bu aşamada birini uyandırırsanız hiç uyumadıklarını iddia ederler. Beyin teta dalgarını üretir. N1 evresinde yaşanan yaygın olaylardan biri düşme hissi, yani hipnik sıçrama denilen olayın tetikleyicisidir. Hipnik sıçrama uykuya dalarken ortaya çıkabilen ani kas seyirmeleri olarak tanımlanabilir.
N2 evresi: N1’e göre uykunun biraz daha derin evresidir. Teta dalgaları artış gösterir. Vücut ısısı düşer, kalp atışı daha düzenli hale gelir. İnsanların toplam uykularının yaklaşık %50’sinin bu aşamada geçtiği söyleniyor. Beynin temizlenmesi, kısa süreli hafızadan uzun süreli hafızaya bilgi aktarımı bu evre için söylenen bir diğer olaylardandır.
N3 evresi: Delta dalgaları adı verilen derin ve yavaş beyin dalgaları görülür. Bu nedenle bu evrenin diğer adı yavaş dalga uykusudur. Çevreyle alakanız kesilir. Bu aşamadaysanız uyanmakta güçlük çekersiniz. Uyku sırasında yürüme ya da konuşma N3 evresinde görülür.
REM evresi: Beynin daha aktif hale geldiği evredir. Solunum hızı artar. Gözleriniz uyku sırasında hareket eder, kaslarınızın büyük çoğunluğu hareketsiz kalır. Bu iyi bir şey çünkü rüyaların büyük kısmı REM evresinde görülür.Bundan dolayı kaslar rüyaya göre tepkiler verip sizi ve çevrenizi tehlike altına sokabilir. Bu uyku evresinde geçirilen zaman dilimi genellikle yaşla birlikte azalır.
Bir kitabı bitirip son sayfasını kapattığınız anda hissettiğiniz duygular tarifsizdir. Hatta sonun nasıl olduğu dahi bir kitabı bitirmiş olmanın yaşattığı duyguların gölgesindedir. Zamanla kitabın üzerinizde bıraktığı etki zayıflayabilir, sonunu unuttuğunuz kitaplar muhakkak vardır. Yüzyıllık Yalnızlık romanı ise bitirdiğim günlerdeki etkisini aradan geçen zamana rağmen daha da derinleştiren tek kitap diyebilirim.
Gabriel Garcia Marquez, 2 yıldan daha kısa sürede yazdığı romanını 15-16 yıl zihninde taşıdığını ve çocukluk anılarını bu eser ile ölümsüzleştirdiğini belirtiyor.
Roman, küçük bir köyde bir ailenin birkaç kuşak sürecince geçirdiği değişimi ve dönüşümü anlatıyor. Bu aile üyeleri arasındaki olaylar karmaşık bir zaman örüntüsünde yaşanıyor. Kitap, başlangıcındaki soy ağacı ile okuru karşılıyor. Belirli isimlerin tekrar tekrar yeni kuşaklara aktarılmış olduğunu görüyoruz. Karmaşık zaman örüntüsünün yanı sıra isimlerden dolayı birbirine karışan karakterleri özümseyene kadar kitap sona yaklaşmış oluyor. Neyse ki soy ağacı elimizden tutuyor ve okuma sürecinde bize bir nebze kılavuzluk ediyor.
Savaşlar, yolsuzluklar, devrimler, cinayetler, kahramanlıklar, salgınlar, dehşet verici olaylar, aşk… Dünya üzerinde insanlığa dair her ne varsa bir örneğini bu kitapta bulmak mümkün. Bu küçük köyde ve aslında yalnızca bir soy ağacının gölgesinde geçen bu tarihi dahi belli olmayan olaylar adeta başından sonuna kadar küçültülmüş bir dünya tarihçesi gibi. Büyülü gerçekçilik anlatımı ise tıpkı destanlar gibi tarihi edebiyata dönüştürüyor. Bu yönüyle Yüzyıllık Yalnızlık’a bir modern destan yakıştırması da yapabiliriz.
Kitaba adını veren “yalnızlık” anlatımda o kadar yoğun hissediliyor ki köyün yalnızlığı, karakterlerin yalnızlığı ve hatta hayaletlerin bile yalnız oluşu okuyucuda derin bir etki bırakıyor. Öyle ki kitaptaki yalnızlığın bir anlatım biçimine dönüştüğü dahi söylenebilir. Bu bağlamda kitapta geçen sıradışı olayların ve bunların anlatım biçiminin okuru etkileyen ilk unsur olduğunu söylemek yerinde olur.
Öte yandan eser sosyal ve siyasi olaylara değinmeyi de ihmal etmiyor. Márquez; toplumsal olayları soyağacında tanıttığı karakterlerin yaşantısının içine katıştırarak bize aktarırken bireyin duygularını, yaşadıklarını, bireysel bakış açısını da mercek altına alıyor. Bu da büyük toplumsal olayların arasında, yaşanan büyük sosyokültürel değişimler karşısında okurun karakterler ile daha güçlü bir bağ kurmasını sağlıyor. İşte tam burada okur; kitapta şahit olduğu keşmekeşin, kaosun aslında yaşamın ta kendisi olduğunu fark ediyor. Kitaptaki karakterlerin yalnızlığının bir bakıma kendi yalnızlığı olduğuna ikna oluyor. Yüzyıllık Yalnızlık; yaşattığı bu deneyim ile gerçeküstü gibi görünen dünyasının aslında gerçek dünyanın bağrından kopup geldiğini, büyük toplumsal olayların karşısında bireyin akıldışı yalnızlığını okurunun yüzüne vuruyor.
Türkiye’nin ilk yerli ve elektrikli otomobili olacak olan TOGG için fabrika temeli atılıyor. Bursa’nın Gemlik ilçesinde kurulacak olan fabrikanın temeli bugün saat 17.30’da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın katılımı ile atılacak.
22 milyar lira bütçeye sahip olan projenin 2 yılda tamamlanması hedefleniyor. TOGG fabrikasında 5 bin kişiye istihdam sağlanacak. İlk yerli otomobilin 2022’de kullanıma hazır olması bekleniyor. İki binadan oluşacak olan fabrika lale figürlü bir tasarıma sahip olacak.
Türkiye Otomobil Girişim Grubu yerli ve milli otomobilin üretilmesi için 2017 yılından itibaren çalışmalarını sürdürmektedir. TOGG, Türkiye’nin ilk milli ve elektrikli otomobilini üretecek. TOGG’un ortakları ise şöyle: . Anadolu Grubu, BMC, Kök Grubu, Turkcell, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği ve Zorlu Grup güçlerini birleştirme kararı aldı.
OTOMOBİLİN ÖZELLİKLERİ
Yerli otomobil internete sürekli olarak bağlı olacak
İleri seviye otonom sürüşe imkan tanıyacak
30 dakikadan az sürede %80’e kadar şarj olabilecek
Sıfır emisyon sayesinde gelecek kuşaklar için temiz bir dünya bırakacak
İleri teknolojik özellikleri ile küresel pazara hitap edecek
Herkese merhaba! Bu hafta, genç yaşta birçok başarılı işe imza atan, kendisine ait bir müzik şirketi olan Adil Tolungüç ile çok keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Genç girişimcilere ilham olacak hayat hikayesiyle 24Okur ailesine konuk olduğu için kendisine teşekkür ediyoruz. Öyleyse sizleri daha fazla bekletmeden röportajımıza geçelim…
Merhaba kendinizden biraz bahseder misiniz?
Merhabalar, ismim Adil Tolungüç. 18 yaşındayım. Parti, konser, festival, ses yarışması ve benzeri etkinlikler düzenleyen genç bir organizatörüm. Kendime ait Red Şenlik adında bir organizasyon ve Red Yapım adında bir müzik şirketim var.
Red yapım nasıl oluştu?
Bu sektörle hiçbir bağlantısı olmayan, hayatımda hiçbir konsere gitmemiş ve müzik dinlemekten dahi uzak bir öğrenciydim. Yaşadığım, beni derinden yaralayan bir olay sonrasında depresif günler geçirdim, arkadaşlarımın kafamı dağıtmam için beni bir konsere sürüklemesi ve benim orda konserden çok sistemin işleyişi, sahnenin kuruluşu, sanatçının nereden geldiğine dikkat etmemle öyküm başladı… Bilet satıcılığından, komite yöneticiliğine, koordinatörlükten, organizatörlüğe, çekirdekten yetişerek her stratejiyi öğrendim. Kendime ait ilk konserimi Pera ekibinden Buğra Koçak, Meçhul grubundan Fatih Nar ve Can Akar’ın destekleri ile düzenledim. Sürekli üzerine koyarak daha iyisini yapmak istedim ve bu yolda kendimden emin adımlarla yürüdüm, Red yapımı kurdum ve bu noktaya getirdim. Şu anda Red yapım ve Red şenlik adı altında Türkiye’de 3, Rusya ve Ukrayna’da birer festival ve 100 sanatçının bir araya geldiği bir ses yarışması ile ilgileniyorum. Bu noktaya gelirken tırnaklarımla kazıyarak, uykumdan azaltıp çalışma saatlerimi artırarak çalıştım ve Allaha şükür başardım. Yaptığım işler ve kazandığım başarıları kesinlikle ekibime borluçuyum.
Müziğe olan ilginiz nasıl başladı?
Fatih ve Can abinin konserlerinde beni kuliste ağırlamaları, stüdyoya çağırıp provalarında yanlarında bulundurmaları müziğe ve müzisyene olan ilgimin artmasına sebep oldu. Kendimi geliştirdikçe müzisyenleride geliştirmeye odaklandım. Amatör müzisyenlere menajerlik yapıp onlara profesyonelliğe giden yollarında eşlik ettim, bu yolda da başarılı oldum ki, Kadıköy Acil gibi köklü bir rap grubundan bazı isimlere menajerlik yaptım. Amatör müzisyenleri her zaman destekler ve onların önünü açmayı hedeflerim çünkü ne yazık ki ülkemizde bu tarz işlerle uğraşan gençlere imkan verilmediğini, fakat imkan dahilinde çok güzel işlere imza atacaklarını çok iyi biliyorum. Düzenlediğim ses yarışmasında 10.000 tl değerinde ödül vermem de, amatör müzisyenleri destekleme isteğimle ilgili.
Bu zorlu süreçte ailenizin rolü neydi?
Ayrı bir anne ve babanın çocuğu olarak, hangi tarafa gitsem diğerinin eksikliğiyle büyüdüm. Annem her zaman korkarak yaklaşsam da attığım her adımda manevi anlamda sonuna kadar destekçim oldu. Sahip olduğum özgüveni anneme borçluyum.
“Ve en tatlısı da, başardığınızda size inanmayanların karşısında gururla dikilmek.”
Bu yolda ilerlemek isteyen akranlarınıza tavsiyeleriniz nelerdir?
Başarırken yaşadığım zorluklar ve edindiğim tecrübeler sonucunda şunu söylemek istiyorum, her zaman eğitiminizi daha önde tutmak şartı ile yaptığınız iş, her ne ise ondan vazgeçmeyin. Karşınıza çok büyük engeller çıkabilir, zaman zaman size inanmayanlar, hayal olarak görüp asla başaramazsın gibi umudunuzu kıracak yorumlar yapanlar olabilir, fakat gerçek başarıyı bu kötü yorumlara kulak asmadan karşınıza çıkan engellerle asla yılmadan savaşarak kazanabilirsiniz! Ve en tatlısı da, başardığınızda size inanmayanların karşısında gururla dikilmek. İşinizi doğru, sistemli ve yılmadan azimle yaptığınızda başarı zaman alır ama kaçınılmazdır.
Eğitim sistemi hakkındaki görüşlerinizi merak ediyoruz?
Sürekli değişen sistemsiz eğitim sistemimizin bir kurbanı olarak ben de eğitim sistemimizden pek memnun değilim. Ancak ümidimi de henüz kaybetmedim. Gelecek nesillerin daha kaliteli yetişmesi için umuyorum ki bir gün eğitim kitap sayfalarından değil de, deney ve uygulamalar üzerinden olur. Sistemsiz sistemimizdeki sürekli değişen sınav isimleri, ders müfredatlarını takip etmekten derslerimi pek takip edemedim, umarım benden sonraki kuşak böyle problemlerle karşılaşmaz.
Sizce başarılı bir müzisyen nasıl olmalı?
Her şeyden önce donanımlı, eğitimli, kültürlü, dürüst olmalı. Çünkü müzik ve müzisyen halk için daima bir örnektir, müzisyen yaptığı müzik, yazdığı söz ile dinleyenin kalbine dokunur. Günümüzde menajer sanatçıyı, sanatçı organizatörü, organizatör dinleyiciyi dolandırma derdinde ve bu düzene çok üzülüyorum.
Bu denli başarılı ve müziğe katkı sağlayan birinin en sevdiği şarkıyı merak ediyoruz açıkçası 🙂
Bir şarkıyı çok fazla dinlediğimde bunu sevmek olarak adlandırmam çünkü her sevginin bir gün bittiğine inanıyorum. Burhan Tuzer’in kaleminden olan İki Gönül şarkısı her dinlediğimde kalbime dokunur ve beni derin düşüncelere götürür.
Sıradaki projeleriniz nelerdir?
Şu sıralar işlerimi yurt dışına çıkarma hayalimin peşinden gidiyorum. Rusya kazan bölgesinde 3 yabancı, 4 Türk sanatçı ile büyük bir festival hazırlığındayız. Almanya ve Ukrayna’da da festivaller gerçekleştirmek istiyorum ve bu hayalim için öğrendiğim yabancı dilim ile gerekli izinleri almak için çabalıyorum. Menajerliğimde olan amatör müzisyenleri yurtdışındaki konserlerimde sahnede görmek istiyorum. Yakın zamanda müzisyenlerimin hepsine birer klip çektirdim ve NetD gibi büyük bir kanalda yayın imkanı sunacağım. Red şenlik şehrine geliyor formatında 2020 yılında 10 şehirde 10 etkinlik düzenliyorum. Bu formatın ilk ayağı olarak Kahramanmaraş’da Red Şenlik Madde Bağımlılığı ile Mücadele ediyor formatında gençleri bilinçlendirmeye yönelik ücretsiz bir etkinliğimiz olacak. İkinci ayakta iste şubat ayında İzmit ve İstanbul Arasında bir kayak merkezinde kar festivali, bunların yanı sıra şuan Red Cafe’nin projelerini tamamlıyoruz. Ankara’da açacağımız bu cafe iki katlı, gündüzleri üst kat Cafe, akşamları alt kat 300 kişilik bir konser ve eğlence alanı 🙂
Son olarak 24Okur ailesine iletmek istediğiz bir mesaj var mı?
Gençlere bu tarz imkanlar tanıdığınız için size gönülden teşekkür ederim, sizinle bu röportajı yapmaktan keyif duydum. İyi çalışmalar dilerim.
Kilometrelerce uzaklardan geçen insanların bile gözlerini büyüleyecek kadar şehvetlidir dağın etekleri. Kuşlar baharın gelişini dağın zirvesinde kutlar. O kadar muhteşemdir ki manzarası, gökkuşağına bile heyecan verir. Ancak bütün canlılar dağın asaletine imrenirken dağ, ihtişamı dillerde olan Ay’a sevdalıdır.
Ay, birbirlerini özleyen uzaktaki iki insanın ortak noktasıdır. Bu sebepten hasret kokar. Gözlerden ırak insanlara umut kaynağıdır, özlem doludur. Gecenin zifiri karanlığında dağın eteklerinde yolunu kaybetmiş koyunlarını arayan bir çoban için gün ışığıdır. Parıltısıyla göz kamaştıran milyonlarca yıldızın arasında gece manzarasıdır gökyüzünde. Kaç şair şiirlerinde aşkına konu etmiştir Ay’ı bilinmez. Küçük bir sahil kasabasının iskelesinde sessizce ağlayan onlarca yalnızın dert ortağıdır.
Her şey bu kadar muazzam ve fevkalade iken dağ biraz da ihanet kokar. Zamansız vedalaşmaların şahididir. İlkbaharın gelişiyle tüm çiçekler çiçek açtığı için kardelen hercaiden kışın dondurucu soğuklarda sadece ikisinin çiçek açmasını ister ve anlaşırlar. Fakat bir sonraki yıl karlar altındaki toprağı delip çıkmasına rağmen bembeyaz karlar altında rengarenk sevgilisini bulamaz kardelen. Ümidini de kaybedince dondurucu soğuğa dayanamaz ve ölür.
Küçüklükten gelen antika sevdam vardı. Epey oldu bir pikap aldım. Birkaç eski plak buldum sahaf tezgahlarında. Az önce taktım plağı yuvasına.
Zeki Müren yükseldi birden “Artık sevmeyeceğim” diye. Yahu bu cümleyi kaç kez kullandık, oluru yok sevmemenin. İkinci turda plakta çizik varmış meğer. Bu sefer de “artık seveceğim” dedi Müren. Çizilecek yerini de tam bulmuş, olumsuzluk ekini tedavülden kaldırmış. Sonuna kadar dinledim ahenkli parçayı. Sıkıntıların arasında derin bir nefes aldım. Olumsuzluk eklerini azalttım, kendime bir kahve yaptım.
Kafasında sürekli tek bir soru dolaşıp, duruyordu. Neden?
Neden herkes bu denli kötü? Neden insanlar bu kadar anlayışsız? Neden bu denli bencil? Neden bu kadar zalim?
Sorduğu sorular gün geçtikçe onu yiyip bitiriyordu. Bu soruların cevabını alamadığı için birkaç kez intihara bile kalkışmıştı. Peki, neden intihar etmeyi başaramamıştı? Korkak mıydı, yoksa hâlâ içinde, derinlerinde bir yerde yaşamak isteyen bir şeyler mi vardı? O da uzun bir süre bu sorunun cevabını alamamıştı.
Her sabah olduğu gibi, bu sabah da yatağından kalkarken hiç uyanmak istemiyordu. Enerjisi yoktu ve hiçbir amacı da yoktu. Kalksa yine o sıkıcı işe gidecek, yolda bir dünya sinir stres yaşayacak, iş yerinde müşteriler deli edecek, gün içerisinde ailevi sorumluluklar çıkacak ve akşam olup eve geldiği zaman birkaç lokma bir şey yedikten sonra televizyon karşısında yorgunluktan sızıp kalacaktı. Kim bunları düşünerek güne başlamak isterdi ki zaten?
Yiğit bunca olumsuzluklara rağmen her gün yaptığı şeyi yaptı ve o yataktan zor da olsa kalkmayı başardı. Onun için “ya sorma ne büyük başarı” diyor. Önce tuvalete girdi, sonra duşunu aldı ve giyinip evden çıktı. Her gün kullandığı toplu taşımaya bindi. Lanet ve öfkeyle. Çünkü hava çok sıcak ve otobüs her zamanki gibi çok doluydu. Sıkıntıdan daralan Yiğit mırıldanarak “keşke uzaylılar gelip beni kaçırsa da kurtulsam” diyordu.
Birkaç dakika sonra telefonu çaldı. Tabii ki arayan uzaylılar değildi. Sevgilisi Sinem arıyordu. Telefonu açtı ve Sinem telaşlı bir ses tonuyla “Yiğit acil gelmen lazım” dedi. Aynı telaşa bürünen Yiğit “Ne oldu iyi misin? Neredesin söyle, hemen geliyorum” dedi. Sinem, “Sen acil gel, anlatırım, konum atıyorum.” dedikten sonra telefonu kapattı. Hemen ardından telefonuna konum geldi. Konumu açıp baktığında Sinem’den yaklaşık yirmi dakika uzaklıkta olduğunu gördü. Hemen otobüsten indi ve bir taksi aramaya başladı. Hayatında hiçbir şey yolunda gitmiyorken şimdi bu nereden çıktı? Ne olduğunu bilmediği için de gerilmiş ve bu gerginlikle sıkıntıyı öğrenmek için Sinem’e mesaj atıyordu. Fakat hiçbir mesajına cevap alamıyordu.
Sonunda bir taksi bulabilmişti ve yolu tarif etmeye başladı. Aklından bir sürü senaryo geçiyordu Yiğit’in. Bir yandan işe geç kalacağı için arayıp haber vermesi lazımdı. Belki de hiç işe gidemeyecekti bir daha. Yöneticisini arayarak durumu anlattı ve birkaç saatlik izin aldı. Fakat içindeki korku yaklaştıkça büyüyordu. İstanbul’da sabah trafiği denilen bir illet elbette ki onun da yakasına yapışmıştı. Şoföre yalvaran Yiğit “Abi ara sokaklardan falan git, lütfen çok acil yetişmem lazım” diye telaşla söylenip duruyordu. Biraz gecikmeli olarak konumun olduğu yere varmıştı. Taksiciye parasını ödeyip hemen indi. Etrafına baktı, döndü durdu defalarca fakat hiçbir şey göremiyordu. Sinem’i aradı fakat açmadı, tekrar aradı yine açmadı, tekrar aradı bir süre çaldıktan sonra açtı. Sinirli bir şekilde “Neredesin, geldim yoksun, dalga mı geçiyorsun benimle!” diye bağırdı. Sinem “Sakin ol, tarif edeceğim yere gel mesaj atıyorum” dedi ve Yiğit’in konuşmasına izin vermeden telefonu kapattı. Ardından hemen mesaj geldi. Bir apartman tarifiydi bu ve sadece apartmanın ismi ile dairenin kat ve kapı numarası yazıyordu. Biraz aradıktan sonra Yiğit apartmanı buldu ve açık olan giriş kapısından hızla içeri girdi. Bu apartman ona bir yerden tanıdık geliyordu fakat bunu düşünecek vakti yoktu. Dairenin bulunduğu kata çıktı ve kapıyı çaldı. Kısa süre sonra kapıyı Sinem açtı ve ağlıyordu. Yiğit “Ne oldu, iyi misin?” dedi. Sinem “İçeri gel, bak” dedi. Yiğit içeri girdi Sinem’in eliyle gösterdiği yere doğru gitti ve olduğu yerde donup kaldı. Gördüklerine inanamıyordu…
“Emojinin de günü mü olurmuş?” demeyin sakın. Oluyormuş meğer. 7’den 70’e neredeyse hepimiz emojilersiz yapamıyoruz. İllaki yazdığımız bir cümlenin veya kelimenin sonuna bir emoji ekleme ihtiyacı duyuyoruz. Ee bunun gününü yapmışlar çok mu? Peki neden 17 Temmuzu “Dünya Emoji Günü” ilan etmişler? Neden başka bir gün değil? Dilerseniz önce “Dünya Emoji Günü”nün tarihçesine biraz değinelim.
Japon arayüz tasarımcısı olan Shigetaka Kurita, NTT DoCoMo şirketi için bundan 21 yıl önce, yani 1999 yılında tasarlamış olduğu 12×12 piksel boyutundaki görsellerle emojilerin bir nevi temelini atmış diyebiliriz. Dijital platformdaki emojilerin mimarı Shigetaka Kurita olarak bilinse de bugün kullanmış olduğumuz “gülen yüz”ün geçmişi aslında 1960’lara dayanıyor. Bir Amerikan şirketi, çalışanlarının motivasyonunu yükseltmek amacıyla bir gün ressam olan Harvey Ball’un kapısını çalıyor. Ball, 45 dolar karşılığında bu görseli yani “gülen yüz”ü tasarlıyor. Çok kısa bir sürede tasarlamış olduğu bu görsel tüm dünya geneline yayılıyor ve hala daha bu görseli sıklıkla kullanıyoruz.
Euronews’in bizlere aktarmış olduğu bilgiye göre “Dünya Emoji Günü” 2014 yılından beri her yıl 17 Temmuz tarihinde kutlanıyor. Peki neden 17 Temmuz? İphone ve android telefonların emoji kısmında bulunan “takvim” emojisine baktığımızda bu sorunun cevabını alıyoruz. Çünkü takvim 17 Temmuz tarihini gösteriyor.
Ee biz de eksik kalır mıyız bu ilginç ve eğlenceli günden? Asla. 24Okur ailesi olarak en sevdiğimiz emojileri sizlerle buluşturmak istedik. Bakalım bu güzel aile en çok hangi emojileri seviyor?
Sizler de en sevdiğiniz emojileri yoruma bırakabilirsiniz. Bakalım en çok hangi emoji seviliyor. 😉
Sana kavuşmak için beklediğim yıllar Sana kavuştuğum o gün Ve yine ayrı yollara gittiğimiz bugün
Boşa geçen seneler Boşa harcanan zamanlar Boşa kurulan hayaller
Yine yarım kalan aşkımız Yine aza kanaat etmeye mahkum kalbim Yine her şeyi mahveden sen
Ben şimdi her şeyi yine sana yazacağım Ama yine sen uzaktan okuyacaksın öyle mi Gözlerinin içine baka baka söyleme keyfinden mahrum bıraktın ya beni Alacağın olsun Bir daha böyle yapmazsın sanarken İçime bıraktığın tüm kırgınlıklar için Sana aşk olsun
Seni yanımda görmek isterken Rüyalarımda görmeye mecbur kaldığım günlere yeniden merhaba İnsanın en sadık yari Gerçekten yalnızlığı Ve insanın yaptığı en büyük yanlış Yeniden sevmek, tüm hatalara rağmen