24.7 C
İstanbul
Cumartesi, Ağustos 9, 2025

5 Aralık 1934 Kadın Hakları Günümüz Kutlu Olsun!

 Kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olmak için başlattığı bu hareketin ilk adımlarını  ve liderliğini Olympe de Gouges’e borçluyuz. Olympe de Gouges 1789’da Fransız Ulusal Meclisi’nde okunan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde geçen “homme” kelimesinin (insan) sadece erkeği kastetmesinden yola çıkarak 1791 yılında Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ni yayımlar. Bu insanlık tarihindeki ilk kadın hakları bildirgesidir.

“Adam, sen, adil olabilir misin? Sana bu soruyu bir kadın soruyor. En azından bu hakkı ondan alamazsın. Söyle bana, benim cinsimi baskı altına alan, kendinden menkul iktidarı kim verdi sana? Gücün mü? Yeteneklerin mi? Yaratıcıyı hikmetinde tanı. Yakınlaşmayı ister göründüğün doğanın ihtişamı içinde şöyle bir yürü ve eğer cesaret edebilirsen, senin baskıcı egemenliğine kaynak oluşturabilecek bir örnek bul. Hayvanlara git, elementleri araştır, bitkileri incele, evet, doğanın işleyişine bak ve eğer sana bunun için gerekli araçları gösterirsem, kanıtlarımı kabul et. Eğer yapabilirsen, doğanın düzeni içinde cinsleri ara, araştır ve karar ver. Onları her yerde, herhangi bir ayrım olmadan birlikte görebilirsin; onlar her yerde uyumlu bir topluluk olarak bu ölümsüz şaheseri yaratmak için çalışıyor.Yalnızca erkek, istisnayı kendisine kural edindi. O, alışılmadık biçimde, kör, bilim cephesinden de destek alarak ve dejenere olmuş bir biçimde, aydınlanma ve aklın yüzyılında görülmedik bir bilgisizlik ve despotizmle, bütün entelektüel yeteneklere sahip bir cinsi boyunduruk altına almak istiyor. O, devrimin getirdiklerinden yararlandığını iddia ediyor; daha fazlasını söylememek için, eşitlik hakkını öne sürüyor. “

Her ne kadar tüm ülkede ses getirip farkındalığı arttırsa da Gouges’in 45 yıllık mücadelesi ne yazık ki giyotinle son buluyor. Dünya kadınlarının günümüze gelene kadar verdiği tek mücadele bununla da sınırlı kalmıyor. 8 Mart 1857 yılında ABD’nin New York kentinde çok ağır ve insanlık dışı çalışma koşullarına protesto olarak haftalarca grev yaptılar. Bundan sonra Danimarka’nın Copenhagen kentindeki Uluslararası Kadınlar Konferansı’nda bu günü baz alarak Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün yılda bir kez kutlanması önerildi ve oy birliğiyle de kabul edildi.

19. yüzyılın sonlarında bu konuda büyük adımlar atıldı ve kadınlar hayatın her alanında yavaş yavaş tanınmaya başlandı. Kadınlar ilk olarak 1776 yılında Amerika’nın New Jersey eyaletinde seçme hakkını elde ettiler; ancak bu hak 1807 yılında geri alındı. 1871 yılında da Paris’te verilen hak aynı yıl içerisinde tekrar geri alındı. 1906 yılında Finlandiya kadın vatandaşlarına seçme ve seçilme hakkı tanıyan ilk Avrupa ülkesi oldu.

Türkiye’mizdeyse Türk kadınlarına seçme ve seçilme hakları ile ilgili çalışmalar cumhuriyetin ilanından önce başlamış ve Ulu Önder’imizin “Bir toplum, bir millet erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Mümkün müdür ki, bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça, diğer kısmı göklere yükselebilsin!”  sözleriyle ima edilmiştir.

Batılı ülkelerin pek çoğundan önce 1930 yılında bir dizi yasa ile önce belediye seçimleri ardından muhtarlık seçme ve seçilme hakları 5 Aralık 1934’te yasa değişikliğiyle kadınımıza tanındı.

Bu tarihten sonraki seçimlerde meclise 400 milletvekili içinden 18 tane kadın milletvekili girebildi. Yani meclisin %4.5 ‘unu kadınlar oluşturdu. Önde başladığımız bu yarışı maalesef ki aynı hızla devam ettiremedik. 90 yıl sonra meclisimizdeki kadın oranı ancak %17’lere çıkabilmiştir ve maalesef kadın milletvekili oranında Avrupa’daki 37 ülke arasında sondan 3. olarak yer alıyoruz. 

Toplumun yarısını oluşturan biz kadınların saf dışı bırakıldığı veya dikkate alınmadığı herhangi bir çalışmanın başarıya ulaşma şansı söz konusu bile değildir. Biz kadınlar olarak bunun farkındalığına varıp çevremizde bunun tersini ima edecek herhangi bir davranışa göz yummamalıyız. Yazımı Atatürk’ün “Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürüklenmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın.” sözleriyle bitirmek istiyorum… 5 Mart Kadın Hakları günümüz kutlu olsun.

Sahipsiz Özgürlüğe



Kâh cami avlusu kâh parmaklıklar ardından,
Arşı görmek mümkün olmadı güneşin karanlığından.
Çalındı umut ışığı, çalındı gökteki yıldızlar.
Dikenler kanatlandı kaf dağının yadından.

Güllerin budakları sardı gönülden dağları.
Nefret kustu göğe kasvetin ağyarları.
Fecrin karanlığı bulutlara sevdalandı.
Rahiyan yağdı yeryüzüne, söndürdü hazanları.

Eskiler Çekiyor Canım

Sobanın üstünde dizilmiş kestaneler
Evi sarmış yine sıcak yemek kokusu
Babamın eve gelirken aldığı
İki ekmek bir kilo portakal
Bekliyor yemek için soyulmayı
Hatırı hâlâ sırtımda yazılı
Annemin nasırlı ellerinden çıkmış kırmızı kazağın
Ellerimin, içinde kaybolduğu avucuyla
Okşuyor yeni yıkanmış saçlarımı
Damağımda ise tarçınlı bozanın tadı
Televizyonda Şahane Pazar
Kalabalık evimizde gülüşmeler, kahkahalar
Özleyeceğimizi bilmediğimiz günlerde
Tatlı bir ödev telaşım var
Sobada demlenmiş çayın fokurdayışı
Bir denizin köpük köpük dalgalanışı
Zemheride amansız kar yağışı
Durmadan devam ediyor
Dışarıda beyaz bir manzara
Adımızın baş harfini yazıyoruz camlara
Gündüz yaptığımız kardan adam
Çoktan devrilmiş yola
Üşüdüğüm
Anneme sokulup uyuduğum
O güzel gecelerin soğuğu
Kabukları yanmış portakalın kokusu
Babamın duvardaki gölgede yaptığı kuşu
Anımsıyor özlem dolu kalbim
Şimdi çocukluğum hasret kokulu bir rüzgar
Saçlarımı uçuşturarak geçiyor gözlerimden
Ufalanmış anılarım zihnimin dehlizlerinde
Kulaklarımda çalan hep aynı şarkı
Hiçbir şeyde yok eskilerin tadı
Rüyalarımsa çoktan sızmış yer yatağına
Bir ninninin hasreti kaçırıyor uykularımı
Kollarım annemin sıcaklığına muhtaç
Saçlarım, ellerine
Dünlere çeliniyor aklım
Artık eskiler çekiyor canım

Nefret Yerine Sevmeyi Sevdirmek

Bir canlı olarak bizlere verilen “İnsan” sıfatını ne kadar hak ediyor ve bunu ne kadar idrak ediyoruz? Ya da ne kadar insan olabiliyor, ne kadar insan kalabiliyoruz?
İnsan olabilmek bir sıfatın çok çok ötesinde bir eylemdir. Çocuklarımızı yetiştirirken öncelikle her bir canlıya koşulsuzca saygı göstermeyi ve sevmeyi öğretmeliyiz. Bunları öğretebildiğimiz zaman bir insan yetiştirmeye başlamış oluruz. Eğer içine sevgi tohumu ekilmemişse, saygı nedir bilmemişse bu canlıya bu sıfatı vermek ne kadar doğru olur bilinmez. Nefretle büyütülen, nefretle beslenen bir insanın kendisine ve başkasına ne saygısı ne de sevgisi olur. Hayatını bir bataklığa çevirir, nefretle bakar, nefretle söyler, nefretle yaşar ve heba eder ömrünü. Ve kendisiyle birlikte çevresindekileri de iter o bataklığa.
Şu cümleler ne de güzel özetlemiş bu durumu;
“Kitapsız, çiçeksiz, hayvansız, vicdansız, doğrusuz insandan uzak dur.
Umudu öldürüp, nefreti toprağa dikmek isteyenden uzak dur.
Hayatı sadece ideoloji ve düşünce olarak görenden uzak dur.
Mutlu olmanı, sorgulamanı, düşünebilmeni kendilerine yapılmış bir tehdit olarak görenlerden uzak dur.
Kendilerine duydukları yabancılık yüzünden karşısındakini kötü bilenlerden uzak dur.
Nefreti evinin kapısına koyan, artık her dışarı çıktığında avucunda nefret taşıyanlardan uzak dur.
İnsan hayatına olan saygısızlığı bir övünç madalyası gibi, gurur mekanizması gibi görenlerden uzak dur.
Kelimeleri özenle seçmeyen, her cümlesi biat olan, her sözcüğü toz olandan uzak dur.
Sesinin tonu kalbinin tonundan çok olanlardan uzak dur.
Çünkü neye çok yaklaşırsan, neyi çok biriktirirsen ona dönüşürsün.”*

Bahçeni bir gülistan ya da bir bataklığa çevirmek tamamen senin elinde. Nefret tohumları yerine, sevgi tohumları ekelim bahçelerimize.
Ayrıştırmadan, sınıflandırmadan ve ne olursa olsun sıfatlandırmadan saygı gösterelim ve sevelim. Bir çiçeği sevelim, kırmadan, incitmeden ve koparmadan tüm doğallığı ile. Bir hayvanı sevelim, kendi yavrumuzu sever gibi candan ve şefkatle. Ve bir insanı sevelim, onu tüm sıfatlarından tenzih ederek, düpedüz sadece o olduğu için.
“Sevgisiz bir insan, susuz kalmış bir çiçeğe benzer. Solar, kurur ve toprağa karışıp yok olur gider.”
Bir gün bizlerde toprağa karışacağız ve geriye bizden kalacak olan, insanlara ne hissettirdiğimiz, ne yaşattığımız olacak.
Ya sevgi ile anılacağız, ya da nefretle.
Nefret yerine sevmeyi, sevdirmeyi ve sevgi ile anılmayı isteyenlerden olmak temennisiyle.

*Bazı Yollar Yalnız Yürünür – Özgür Bacaksız

Yalanlayınca Gül’düm Gonca

Yalancı(mı)yım ben?
Güzel mi güzel…
Yal-anlayınca güldüm,
Yar anlayınca gül’düm.
Şımarık gözyaşlarımın akışına!

Sahtekâr(mıy)ım ben?
Gerçek mi gerçek…
Dilime dolanmaz yaranmak,
Dilime dolanan yar anmak.
Mahmur gözlerimin mahrum bakışına!

İltiham(mıy)ım ben?
Pembe mi toz pembe…
Sahipsiz kalırsa bir yarım,
Kalpsiz kalsa da bir yar’ım.
Derin soluklarımın uyumuna!

Alçak(mıy)ım ben?
Gönüllü mü gönülsüz…
Gelmez yardım kimseden,
“Gelemez yar’dım” kimse ben.
Nazlı nâlânlığımın huyuna!

Duygun(muy)um ben?
Eşsiz mi eşsiz…
Nasıl eminsin yarın mı var?
Nasıl elinsin yar’ın mı var?
Aleme sarasıya seni, elaleme sorasıya seni!

Aslı’n(mıy)ım ben?
Yar-atış tan mı içine atış…
Gönül (ç)ALICI deseler hakkıma;
Yara olamam yâr’a, girmem hakkına.
Amenna canıma kıyasıya seni, canımı kırasıya seni!

Ne çok söz alıp verdin yoktan vara (G)onca…

Yalanlayınca güldüm, gül(müy)düm “ben” (s)olunca…

Darmadağın Sen

Sana hiç mi denk gelmedi
Güzel şeyler
Sevgisizlik ne kadar ağır
Ben taşırım diyorsun…

Çokça dövüşmüş
Bir hayali yaralısın
Sen karmaşık şiiriydin
Giderken onu da götür.

Sen diyorsun ki bana
Umut kalmamış,
Umuda inanmıyorum,
Ben diyorum ki sana
Benim gözlerime bak umutlar yeniden canlansın.

Bir hayali kırılmışsın
Acayip anılarda takılı kalmışsın
Hangi sokağa dokunsan avuçların paramparça
Benim sokağıma hiç denk geldin mi?

Çok şiir sıkmışlar üstüne anlamamışsın
Bulutlara tutulmuş bir mevsim yorgunu
Araya çatışılmış yalnızlıklar girmiş
Ve bir türlü sana denk gelemediği hayat…

Bana bir satır aralığı ver
Kalbinde korku, gözlerinde sevgi
Bana bir satır aralığı ver
Kırılmış bir dizeyi saklayacağım..

Gayrı umutsuzluğa gömülmesin dizeler
Sana yazdığım bu şiirde bırakıyorum
Dudaklarınla okursun her aklına geldiğinde
Bu dizelerde…

Umutsuzluğa tiryaki sen
Umuda tutulana şikayetin niye.

A’vez

Bir a’vezdir şol acizane feryadım
Bilmem yazmayı başka, acıdandır lügâtım
Yoktur hevesât-ı kalemim, hürriyettir matlabım
Zaten her dâim vâveyladır divânım.

Sonsuz merhameti olan bir sultana gedayım
Duvarlardan dönen bir nahoş sadâyım
Elf-i evvel geçti, el’ân senden cüdâyım
Kalabalıklar içinde bir mekân-ı tenhâyım

Andım nâmını ahker çıktı lebimden
Ebkem kesildim,
Nasıl sökeyim bilmem seni dilimden
Duyup da ahuvahımı artık tutmaz mısın elimden?

Sokağın Karanlık Yüzü

Top sahasındaki maçımızı bitirdikten sonra en yakın olan evin bahçesine gidip su için izin istedik. O adını hiç bilmediğimiz teyze her zamanki gibi çıkıp bize “İçin oğlum için,” dedi. Sıra nihayet bana gelip suyumu içince, eve gitmeden önce biraz soluklanmak için kalenin arkasındaki kaldırıma oturduk. Aradan beş on dakika geçmişti ki birkaç arkadaş kalkıp yine sahanın yukarısındaki avluya girdiler. Buna çok şahit olmama rağmen gidip girmeyi hiç düşünmedim ama bu sefer girecektim.

Evlere dağılmaya başladığımızda ben de kalktım ve o avlunun önüne geldim. İçeride altı yedi kişinin sesi geliyordu ancak uzun çitlerle çevrili olduğundan içerdekileri göremiyordum. Kapının önünden sesini duyup tanıdığım Ümit’e seslendim. Kapıyı açtığında, bana olan muhabbetinden dolayı, orada olmamı istemediğini belli eden bir yüz ifadesiyle beraber, içeri girmeyi istediğimi gösteren bir hal takınmış olacağım ki beni içeri buyur etti.

Avluya girdiğimde ilk fark ettiğim şey yoğun ve kasvetli havasıydı. Biraz sigara dumanı biraz da havanın kararmaya başlaması sebebiyle içeridekileri görmem için biraz ilerlemem gerekti. Avlunun solunda taraçasıyla küçük bir ev, karşısında dikdörtgen bir ardiye, avlunun arka kısmında birkaç harbe ve avlunun tam ortasında amacına da uygun düşen kırmızı bir örtüyle örtülü masa. Masanın etrafında dördü sandalyede ikisi yandaş olarak ayakta benle beraber yedi kişi var.

Masanın başında Rüstem, sağında Burak, solunda aynı zamanda ev sahibi olan Hasan Ali, önündeyse bana kapıyı açan ve ortamda tek samimi olduğum arkadaşım Ümit var. Ben vardığımda masadaki ve etrafındaki herkez Rüstem’in çektiği nutuğa kulak kesilmiş dinliyorlardı. Rüstem, hararetli bir şekilde pokerin kurallarını ve bazı incelikli ayrıntılarını anlatıyordu. O gün için ne anlama geldiğini bilmediğim birçok sözcük uçuşuyordu havada. Rest, blöf, pas, flash royel, kent gibi terimleri kah yalnızca sözcüklerle kah uygulamalı olarak profesyonel bir edayla anlatmıyor, resmen edebiyat yapıyordu! Konuştuklarının ne anlama gelmediğini anlamayan ben bile hayranlıkla dinliyordum.

Sigara dumanıyla gözlerim yaşarmaya başlayınca aklıma ne zamandır burada olduğum geldi. Herhalde çeyrek saat olmuştur düşüncesiyle saatime baktığımda bir saate yakın oladuğunu gördüm.

Küçük bir avlunun içinde, etrafını bir düzine gencin çevirdiği kırmızı bir masada oynanan pokerle ortamın Lotus Kumarhanesi’ne dönemeyeceğini sanmayın. Orayı yöneten şeytanla burayı yöneten farklı mı sanki? Bu düşünceler içinde çıktım oradan.

Dışarıdaki hava sanki daha aydınlık, daha temizdi ve daha özgürdü. İçeride insan fiziken hapsolmasa da, uyum göstermek için orada durulması gerkiyordu. O sigarayı içip o kartları masaya çarpması gerekiyordu. Aksi halde toplumda gerçek bir birey olamayacağını düşünüyordu herhalde! Zira bunun başka bir açıklaması yok. İnsan niye orada durup kendine bu işkenceyi yapar ki.

Bunların farkına varınca (en azından o dönem için bir kısmının) o avluya, sokağın karanlık olan o bölgesine bir daha gitmemeye karar verdim. O avluya girenlerin öncesiyle, oranın müdavimi olduktan sonrasını bildiğim kişilerin halleri hem madden hem manen çok farklıydı. “Kötülüğün anası içkidir,” derler. Ben gördüklerimden sonra tüm bu kötülüklerin başlangıcının gençlerin ahlaklarının bu gibi yerkerde bozulmasıyla başladığına inanıyorum. Ve inanıyorum ki her mahallede bu gibi sokağın karanlık yüzleri var. Biz onları aydınlatmadıkça geleceğimiz olan genç nesilde aydınlanmayacaktır.

Batıyorum

Batıyorum, bir hiçlik denizinde
Yüreğinin kıyısına epeyce uzağım
Bir hasret birikmişsin içimde
Bu senden bana son kalanım

Belki bi yol olur bu ayrılık, ucu sana varan
Sen ihtimal vermiyorsun ama ben bu umudu bırakamam
Ellerim yorgun, ayaklarım titrek, başım gövdeme ağır
bu hiçlik denizinde, bir seni duyarım bir sen çağır.

Çileyi Güzelleştirmek

Bu iki sözcük nasıl işledi içime bilemezsin yavrum
Uzun uzun düşündürdün beni
Nasıl anlatsam bilmem ki !
Ben çileyi güzelleştirebilmişsem eğer
Şöyle güzelleştirmiş olabilirim belki
Bunalımın batağına düşmemekle
Umudu yitirmemekle, sevgiye tutunmakla
İnsancıkların yaşam için verdikleri kavgaları özlemekle
Acıları paylaşmakla
Dünyada tek başına kalmış olsam bile
Kalabalıklarda yaşarmış gibi yaşamakla
Yanında eli elinde bir sevgili varmış da
Ona içini dökermiş gibi konuşmakla
Ya da kırk yıllık bir dostla konuşurmuş gibi
Türküler söyleyerek
Sırasında bir ağaçla bir bulutla
Sırasında bir kuşla bir çiçekle arkadaşlık ederek
Hilesiz, yalansız, dolansız, içten ve yalın…
Böylece rahatlarsın ve yaşamı güzel görürsün
Ve yarına hazırlarsın kendini
Ben işte böyle güzelleştirdim çileyi

Bir Daha Geçmediğim Sokak

İlk kez yürüdüğüm bu yol bana tercihlerimi sorgulattı. Her zaman parkın o taraftan gittiğim iş yerime bugün arka sokaktan gideyim dedim. Sokak boyu bahçeli evler, bahçelerinde mis kokulu çiçeklerle rastlaşınca bir düşündüm “yahu acaba ben, hep böyle kötü tercihler mi yaptım, arka sokaklardan kaçarken çiçekleri mi ıskaladım?”. Neyse öyle böyle vardım işe, bir cesaret farklı bir kahve içtim. Aman ne göreyim, ne güzel bir tat. Yahut ben kendimi koşulladım bilemiyorum. Neticede güzel bir tat duydu dilim, hele şükür. İşimi yaparken bir yenilik denemedim, hayır. Patronun bir bir adam elediği bu dönemde küçülme bahanesi ile kapıya konan bir işçi de ben olamam. Bilgisayarı açtım, tek tek raporları yazdım. Yok efendim şu şu kadarmış, buradan zarar etmişiz. Kim inanır! Zararı biz ediyorduk, karı patron. 14 yıldır bu işteyim, patronun zarar ederken Rolex saatinden feragat ettiğini de görmedim, kış başında yeni kaban almadan durduğunu da. Neyse bu meseleyi anlatırken Akakiy Akakiyeviç gibi bir palto uğruna çalışıyor olmaktan bahsetmeyeceğim. Öyle acınası halde değilim. Eşim çalışsa daha iyi olur tabi, kiralar artıyor her yıl. Ama onu da 40 küsür yaşında buna zorlayacak kadar ödün veremem erkekliğimden, değil mi! Öğle yemeği geldi çattı, ben yemeği evden getiririm. Bizim iş yerinin oradaki lokantalar pahalı. Bir tane esnaf lokantası yok, fiyakaları bozulur ondan. Bu konuda da değişiklik yapamadım. Ayın henüz 4’ündeyiz. Öyle baştan rahat davranırsam kızın test kitapları, oğlanın servis parası ne olur sonra. Yedim hanımın yaptıklarını. Hiç sevmem patlıcanı, bir de soğuyor ya böyle. Sevmem yani. Ama ilk kez sevmedim bir şey yemiyorum. Bugün de yedim öyle. İş yerindekiler benden genç. Çocukları falan yok herhalde ki, bu pahalı lokantalar öğle yemekleri için seçimleri oluyor. Neyse afiyet olsun. Ne diyelim. Yemeği yedim, öğle arası da bitti. Bizim gençler gelmedi daha. Azar işetecekler ama yapacak bir şey yok, böyle böyle öğrenirler ofiste oturup yemek gerektiğini.  Akşama kadar yine çalıştım, hiçbir değişikliğe gitmeden. Akşam dönüşte, yine o arka sokaktan gittim eve. Ne çiçeği diye düşüne düşüne kokladım çiçekleri. Kendi bahçeme gelince, durdum öyle. Bir tohum dedim ya tohum, at şu toprağa bakalım belki sen de o kokulu bahçelerin sahiplerinden olursun. Tam evimin önünde güzel çiçekler düşlerken hanımın çığırtısı “neden kapıda dikiliyorsun?! İşim gücüm yok bir de seni mi taşıyacağım eve, tüm gün yemekti bulaşıktı uğraştım. Tabi sen gidiyorsun dışarı oturuyorsun masaya…” valla devamını dinlememişim.  Tahminimce çok yorulmuştur, hiç yardım etmiyormuşumdur, bir de para lazımdır neticede taş yemiyoruzdur, falan filan… O gece öylece uyudum. Ne taş ne yemek, mideme bir şey sokmadan, çocuklara okulu sormadan, hanıma cevap vermeden öylece uyudum.  Sabahına yine arka sokaktan gittim. O gün nedense, sefer tasını da unutmuşum. E öyle olunca mecbur, öğle yemeğine biraz fazla gitti. Ama ne yalan söyleyeyim. Güzel yemekti. Geç kaldım tabi öğleden sonra işe, patron biraz söylendi. Zaten hanım da sabah söylenmişti, iki çift laf etmeden uyuduğumdan. Yemeğe fazladan para gidince sabah kahve içmedim bu arada, hani merak ediyorsanız o güzel olandan mı içtim diye. Eve giderken bir çiçekçiye uğradım. Adını unuttuğum birkaç çiçek tohumu aldım. Gittim eve taktım eşofmanları sırtıma, başladım bahçeyle uğraşmaya. Hanımı o akşam duymadım hiç. İçimden türküler söyledim, kulağım bir tek onlara meyletti. Sonra bir güzel suladım toprağı. Su faturası diye carladı hanım ama dinlemedim. Ne yapayım, canım güzel koku almak istiyor kapıdan çıkınca, güzel söz işitemiyoruz malum.  Her gün baktım bahçeme, günler günleri kovalarken ben yine unuttum sefer taslarını, hanımı da hiç dinlemedim, çocukların her dediğine de “he” dedim geçtim.  1 hafta geçti, yok. 2 hafta, yok. 3,4 derken aylar geçti. Bahçede tık yok. Tabi su faturası boyum kadar. Sonra öğrendim ki bizim toprağa da bakım yapmak lazımmış. Anlattı bir şeyler çiçekçi ama dinlemedim. Kendim için emek verdiğim bir şeyin cevapsız kaldığını görmenin yükünü taşımaya çalışıyorken, enerjimi yaşlı adamın yavaşça kurduğu cümlelerden birkaç gerekli bilgiyi ayrıştırmaya harcayamazdım.

Eve gittim, kapıda iki adam, suyu kesmişler. İçeri girdim. Yemek yok, hanıma istediği parayı vermeyi unutmuşum. Oğlan dedi ki “Baba, söz verdiğin bisikleti ne zaman alacağız?” gözü de nasıl parlıyor. Yarın dedim, “yarın gideriz oğlum alırız mavisinden bir tane”.

Toprağım çiçeksiz kaldı, musluktan su akmaz oldu, sefer tasımı dolduracak yemekler de pişmedi. Ben de zaten bir daha arka sokaktan hiç geçmedim.

Gel İşte

  • Gel İşte
  • Düşünme sorma nasılını, gidişimi, gelişimi
  • Unut olanı, geride kalanları…
  • Unuturuz yaptıklarımızı
  • Birbirimize söylediklerimizi
  • Yeniden başlarız bu gece..
  • Kitaplar kadar doluyum
  • Türküler kadar içli
  • Şiirler kadar da umutluyum.
  • Nakşediyor yüreğime ilahi bir kudret.
  • Diyor ki;
  • Gönlün son durakta.

Başköylü Hasan Efendi

Başköylü Seyyid Hacı HASAN Efendi, şeceresindeki bilgilere göre 51. Göbekten Hz. Fatıma-Ali’ye dayanmaktadır. Hakk ile Hakk olmuş, sırrı hakikate ermiş; Kureyşan Ocağından Seydi Saadet, Evladı Resuldür. Zahir ve batın yaşadığı dönemlerin en önemli eren, evliyası ve inanç önderidir. Hak sahibi, dava sahibi, yol ve kanun sahibi olan bir Mürşidi Kamilullahtır.

Zahirde ve batında, Şit ile Naciye’den, Kerbela’dan Dersim’e kadar olup biten bütün davaların sahibidir. Haklıyla haksızın davasını gören ve Hak hukuku sorup arayan bir Şah’tır.

(Dersim’in davasında, Naciye evlatlarından bir Seyyid, edip eyleyene(sebep olana) davacı olmuş ve davasını da İmam Ali’ye vermiş. Bu nedenle dava sahibi Ali olmuş ve Ali de bu davaların görülmesi için emirle davayı Hasan’a vermiş. İmam Ali: “Bu davaları yapan kimdir, Hasan’a sor?” emrini vermiş. Hasan da yapılan eşkıyalığın sebebini sormaya taraftar olmuş ve bu nedenle Ali’nin emri Hasan’dadır. Verilen emir üç tanedir: birinci emir 1931’de, ikinci emir 1938’de ve üçüncü emir de 1939 güz döneminde verilmiş. Seyyid Hasani Sani, her üçünün altında da İmam Ali’nin imzasını görmüş. Bu nedenle de Hasani Sani, Kerbela’dan Dersim’e kadar olup biten bütün davaların sahibi olmuş ve “Hak sahibi, dava sahibi” olarak bu davaların hesabını zahir ve batın sorup soruşturmaktadır. Görülen bu davalar Ali ile Fatıma’nın davalarıdır. (Başköylü Seyyid Hasan Efendi/Hakk’ın emri Rızası; s.160)

Hüviyet bilgilerine göre 1896 yılında Erzincan ili, Çayırlı ilçesi, Başköy Köyünde doğmuştur(Ana doğumu 1891). Eski Rüştiye (ortaokul) okulunu bitirmiş ve Çayırlının Esperek (Verimli), Karataş, Semek (Sarıgüney) köylerinde eski Türkçe (Osmanlıca) eğitmenlik yapmıştır.

Çayırlının Kavaklı mezrasında Kureyşan Ocağından Yusuf Ağanın kızı Elif Hatun (Süsember) ile 21 yaşında iken evlenmiş; altı erkek, beş kız çocukları olmuştur. Ancak hepsi de çok küçük yaşlarda devri daim olmuşlardır. Efendi çocuklarını kendi yıkayıp kendisi toprağa verirken “Ya Cenabı Hak! Sen bu çocukları bana nasip ettirmedin; aha ben de mezara koyup sana geri veriyorum!” diye söylenirmiş. Bu nedenle kardeşi Hüseyin Paşa’nın oğlu olan Kamer Canpolat (Ağa) Dede’nin annesi Şahhanım Hatunun vefatıyla iki yaşında iken 1934 yılında kendisine evlat edinmiştir.

Bu durumu bazı şiirlerinde şöyle ifade etmiştir:

Millet kulağınıza koyun sözümü

Size bağlamışım doğru özümü

Kurban verdim oğlum ile kızımı

Yazıyı yazın mezarım kaybolmasın!

(Hakk’ın Emri Rızası, sayfa: 308)

Kamer Canpolat Dede’nin anlatımına göre: Hasan Efendi’nin bu dünyaya altı kez gelip gittiğini (devri daim), tekrar yedinci kez geleceğini; İmam Hasan Hulki Rıza’nın ruhuna sahip olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle beşlerden birisi olduğundan dolayı Hasani Sani namını almıştır.

KENDİNİ HAK YOLUNA ADAMASI

Başköylü Seyyid Hacı Hasan Efendi, belli bir süre Muharrem, Tacim ve İbrahim Nadaroğlu (Deli İbo) dedelerle birlikte hareket eder. Ancak olup biten tavır ve davranışlardan, yaşanılan bazı olumsuzluklardan dolayı; “Baktım ki bunların hiç birisinin bana faydası yoktur. Hepsini terk ettim ve Hak yoluna serimi ortaya koydum; gördüm ki doğruluktan başka bir yol yokmuş!” diye söyler.

Devri daim olan Pir Sultan Özcan’ın belirttiğine göre; “Ölmeden önce ölen, nefsini hükmüne alan, dört cihet yedi iklim gören, Kün feyekün emrine sahip, uzak yakın bir olan, her şeye kadir, cümle eşyaya amir olan Hasan Efendi” yirmi dört yaşında itibaren dünya nimetlerinden elini, eteğini çekmiştir.

Bir gün Elif Ana’ya “Elif Hatun! Ev de size mülk de size, aha ben gidiyorum!” diyerek evden ayrılıyor. Anlatımlara göre kırk gün bir mağarada, üzerinde sadece koyun postuyla çile çekiyor(inzivaya çekilme). Yalın ayak, başı açık, soğuk sıcak demeden yollara düşüp Erzincan ve Tunceli bölgelerini geziyor. Kutsal olan bütün gerçekleri ziyaret ediyor ve zahir batın iletişim kurup görüşmelerde bulunuyor. Gerekli gördüğü bazı yerlerde de taş duvarlarla nişangâh yapıyor. Bu nişangâhların dört tarafına pencere ve bu pencerelerin içine de top şeklinde yusyuvarlak taşlardan koyuyor. (Dersimde yaşanacak vahim kıyımlara karşı önceden bir önlem almak amacıyla yapıldığı anlaşılmaktadır!)

AĞIRGÖL’Ü MEKÂN EDİNMESİ

Belirli bir süre de Esence (Keşiş) Dağları’nın zirvelerinde halk arasında kutsal olarak bilinen Ağırgöl’ü kendisine mekân ediniyor. Burada kendisine uygun bir barınak yaparak yaz ve kış belli aralıklarla bu barınakta kalıyor. Buradaki yaşamı Ağırgöl gibi gizemli ve sırlıdır.

Rahmetli Pir Sultan Özcan’ın anlatımına göre, yedi yıl kendisinin yapmış olduğu taş barınakta inzivaya çekildiğini ve bu durumu kendisine sorduğumda Hasan Efendi: “Heso yedi yılda, gelmiş geçmiş ve gelecek olan tüm insanların hesaplarını bir, bir okuyarak tamamladı! Kimin ne yaptığını ve ne yapacağını biz biliyoruz! Bunun sebebi ise kıyamet günü, mahşer meydanında Hasan, Ulu Divanda her hakkın hâkimidir!” şeklinde cevap vermiştir.

Rahmetli Pir Sultan Özcan’ın yazmış olduğu kitap (Varlığın Doğuşu) ve benim hazırlayıp derlediğim Anılar (Yaşamı ve Anılarıyla Hasan Efendi/Hasani Sani, sayfa: 213) belirttiğine göre; Hasan Efendi, fırsat buldukça eski yazı yazar ve yazdıklarını da sobaya atıp yakardı. Bunun üzerine duyduğum kaygı ve meraktan dolayı; “Sultanım, bunca emeğini ziyan edip yakmaktaki amacınız nedir, yaktıklarınızı bize verseydiniz daha iyi olmaz mıydı?” dediğimde bana: “Yaktıklarımın size bir faydası yoktur; bu yaktıklarım gelecekte insanlara fikir ve düşünce olarak doğup gelecektir. Malımı ve emeğimi meydanda sahipsiz bırakmam!” dedi. Bunun üzerine ben de kendisine: “O zaman siz de bize göre olanı yazıp bana verin, kitap olarak yayınlatayım” deyince yüzüme bakarak; “Hani Muhammed’in yazdığı Kuran?” dedi. Ben de duvarda asılı olan Kuranı kendisine gösterdiğimde; “O Kuranın özü yoktur; Muhammed’in yazdığı Kuranın özünü bozmasalardı dünyada İslam olmayan kalmazdı” dedi.

BESLENMESİ, HAKTAN VE ADALETTEN AYRILMAMASI

Seyyid Hasan Efendi’nin koyun postundan yapılmış bir davarcığı(koyun postunda yapılmış torba) vardı. Gereksinimlerini karşılayacağı araç-gereçleri ile yiyecek ve içecek malzemeleri bu davarcığın içindeydi. Tamamen koyun ürünlerinden beslenirdi. İyice kaynamayan ve iyice pişmeyen hiçbir şeyi, yemez ve içmezdi. Çok temiz olmayan hiçbir şeyi kullanmazdı. Az yer ve az içerek nefsini sürekli kontrol altında tutardı. Gittiği her yerde çevresindekilere çay, kahve, sigara içmemelerini; alkol ve uyuşturucu kullanmamalarını salık verirdi. Örnek olarak demliğin içini herkese göstererek “İşte sizin içinizdeki misafirlerde bunun gibi sararıp kararıyor ve çeşitli hastalıklara vesile oluyor!” diye uyarırdı. İnsanın içindeki organları çürüttüğünü ve bu nedenle zarar verdiğini belirtirdi.

Küçükten büyüğe her kim ki elini öpse O da, onun elini öpmeden bırakmazdı. Genç kızlar ve gelinler gibi bazılarının haya edip utanmaları ve kaçmaları nedeniyle Hasan Efendi peşlerinden koşar ve muhakkak ellerinden öperdi. Bunu neden yaptığını soranlara da: “Her şeyde bir hak vardır, kimsenin hakkı üzerimde kalmasın!” derdi. İşte basit gibi görünen ve kimsenin dikkate almadığı el öpmede bile bir hak kaldığının önemli bir göstergesidir. Hasan Efendi’nin, yolumuzdaki bu erdemli ve yüce ahlaki anlayışın ve hassasiyetinin uygulayıcısı ve taşıyıcısı olduğunun bir kanıtıdır.

Hasan Efendi, zahir batın yaşamını tamamıyla halkına ve halkın davasına adamış, çabalamış, mücadele etmiş ve çok yoğun bir mücadele vermiştir. Hakk’ın varlığını ve birliğini onlara açıkça göstermiş ve kanıtlamıştır. Bütün bunlar için de evini, ailesini, evlatlarını kaybetmeyi göze almış yüce bir evliyadır. Bu nedenle, “Heso’nun gözü dünya malında değil, Hakk’ın emri rızasındadır” demiştir ve serini ortaya koymuştur.

Bunu olağanüstü yaşam öykülerinde, düzenli tutmuş olduğu günlüklerde, yazılarında ve şiirlerinde görebiliyoruz. Efendi, her gittiği yerde barışı, kardeşliği, dostluğu, dayanışmayı, hak ve hukuku, adaleti, birlik ve beraberliği sağlayarak çok büyük ilgi ve itibar görürdü. Yolu, erkânı, Hakk’ın Emir ve Rızasını; Alevi, Sünni demeden herkese bildirirdi. Duyan bilen herkes yanına gelir ve sorunlarına çözüm arardı. Günahları olanlar yanına gelmeye çekinirdi çünkü her şey Efendiye ayandı.

Özellikle kadınların, kızların, gelinlerin, çocukların, mazlum ve masumların, fakir ve yoksulların hak ve hukuklarını daha çok kollar ve korurdu. Onlara adeta kol kanat gererek sahiplenir, maddi ve manevi her konuda yardımda bulunur ve Hızır gibi anında yetişirdi. Herhangi bir sorunu olan; çelişki, çaresizlik, çözümsüzlük, darda ve sıkıntıda olan herkes, Efendi’yi bir umut ve kurtarıcı olarak görür ve bilirdi.

Gittiği her yerde oranın en yoksul ve fakir olanlarını soruşturarak öğrenir; kendisine “hakkullah” olarak verilen, her ne varsa onlara verirdi. Eğer yanında yoksa bulunduğu yerde biraz daha varlıklı olanlardan topladıklarını ihtiyaç sahiplerine vererek “Yavrum Heso bir daha gelene kadar siz bunlarla idare edin!” derdi. İnsanları her türlü belalardan ve kazalardan geri alırdı. Seyyid Hasan Efendi’nin bu uygulaması, tavrı ve davranışı; pek çok dede ve pirlerin hoşuna gitmediğinden çeşitli eleştirilerin hedefi olmuştur.

Genellikle olup biten her türlü haksızlıklara karşı: “Haksızlığa maruz kalanı ve mağlup olanı kanun ve adalet ile müdafaa ediniz! Hak, hukuku sorup arayınız; hak, hukuku sorup aramayan zat Şah olamaz!” diye uyarırdı.

Bir gün köyün birinde cahil ve kendini bilmez birisi kötü nefsine uyarak Hasan Efendi’ye lanet okuyor. Her şey Hasan Efendi’ye ayan olduğu için Hasan Efendi, günün birinde bu adamın evine gidiyor ve adama: “İşte lanet okuduğun senin karşındadır, söyle bakalım Heso sana ne yaptı ki lanet okudun?” deyince adam şaşkın bir şekilde kızarmış, bozarmış ve son derece mahcup olarak ne yapacağını bilememiş.

Aslında Hasan Efendi gibi “Hakk’ın Velisi” olan zatlara yapılan bühtan ve hakaretlerde, Cenabı Hak tarafından böylesi insanlara azap ve çile, kaza ve bela verilir. Çünkü Hak, sevdiği bütün kullarının ve velilerinin koruyucusu ve sahibidir. Hasan Efendi de, bu kendini bilmez cahilin eşini ve çoluk çocuğunu olabilecek her türlü kaza ve belalardan korumak ve bir zarar görmemeleri için evine gidiyor.

Mürşidi Kamilullah Hasan Efendi’nin yaşam öyküsü gizemli ve efsanevidir. Efendi’yi tanıyan, bilen, gören ve onunla birebir yaşamış olan insanların anlatımları; Efendi’nin göstermiş olduğu olağanüstü hallerini, canlı birer tanık olarak her yerde dile getirerek sohbeti ve muhabbeti halk arasında sürekli yapılmaktadır.

Keramet ve mücuzatlara hiç önem vermezdi; kemaletin ve insani kâmil olmanın daha önemli olduğunu söylerdi. Kendisinin göstermiş olduğu olağanüstü hallerde de(kerametler) “Onlar öyle görmüşler!” diyerek geçiştirirdi.

DERSİM KIYIMINI ÖNLEMEK İÇİN VERDİĞİ MÜCADELE

Yaşamı ve Anılarıyla Hasan Efendi (Hasani Sani) adlı kitapta da geniş bir şekilde anlatıldığı gibi, Dersim kıyımının önlenmesi için çok büyük mücadele vermiştir. Dersim olayları ve kıyımı Hasan Efendi’nin yaşamında önemli bir yer tutar. Hiçbir suçu ve kabahati olmayan mazlumu, masumu bu ateşten geri almak, yaşla kurunun birlikte yanmasına engel olmak için bölgenin bütün eren ve evliyalarıyla iletişim kurarak zahir batın görüşmelerde bulunur. Ancak hiçbir gerçek er birlik olmaz ve Efendi’nin sözünü tutmaz. Bu durum karşısında Efendi; “Artık iş işten geçti, bu ateşin önünü almanın mümkünatı kalmadı. Baktım ki bu ateş Karasuyun (Fırat) beri tarafı olan Tercan yöresine de sıçrayacak, hiç olmazsa kendi kuvvet ve kudretimle; ikrar sahibinin de yardımıyla bu tarafı kurtarmak amacıyla Pülümür gediğinde mevzilendim. Eğer ki bunun önlemini almasaydım bu taraflar da elden gidecekti!” demiştir.

(Mevzilenmek: Hak ile Hak olmasından dolayı Hak tarafından kendisine verilen kuvvet ve kudretiyle önlemini almak)

Bu nedenle: ”Eğer ki Hacı Kureyş ile Sultan Düzgün benimle birlik olup sözümü tutsalardı doğudan batıya kimse beni kopartamazdı!” demiştir. Yaşamında Dersim kıyımını her anımsadığında ya da muhabbeti olduğunda, iki gözü iki çeşme ağlayarak, feryadı figan ederek: ”Dersimde yapılan zulüm ve hakaretler Kerbela olayından daha vahim ve daha acıdır! Zahir batın bunu hiçbir zaman unutamam. Bu hal Ulu Divan kuruluncaya kadar bende mevcut olacaktır! ” demiştir. Gelişen ve olup biten bu olaylardan dolayı pek çok gerçek ereni sorumlu tutar ve ağır sitemlerde bulunur.

Dersim Olayını Önleme Mücadelesinde, Kamer Canpolat (Ağa) Dedenin Anlatımı Şöyledir:

Hasan Efendi, Başköy Köyünde yaşanan bazı olumsuzluklar ve yapılan saygısızca tavır ve davranışlardan dolayı kahrederek Elif Ana ile beni alarak Çayırlının Ekrek Köyüne göç ediyor. Bu köy, Kamer, Halil, Kazım ile amcazadeleri olan Hüseyin Ağaların sahip olduğu varlıklı bir köydür. Bu ağalar, Efendi’nin hatırını çok sayarlardı ve gerekli saygıyı, sevgiyi gösterip hizmetlerini eksiksiz yerine getirirlerdi.

Bu arada Dersim hadisesinin olacağı söylentileri de çevrede yayılmaya başlamıştı. Bu nedenle Erzincan ve Tunceli bölgesinde bir hareketlilik, çevrede ve halkta bir tedirginlik, korku, telaş ve huzursuzluk oluşmaya başlamıştı. Bunun üzerine Efendi, Ekrek Ağalarını toplayarak onlara: “Gelin birlik olalım, siz marabalarınızla (yanaşma) görüşüp helalleşin, böylece birbirimizi haklayalım ki, Dersim’dekiler de haklanmış olsun. Bu şekilde Dersim’deki mazlumları, masumları, suçsuz ve günahsız olanları bu ateşten geri alıp kurtarmış olalım. Bunun için de köydeki herkese haber salın, herkes evinde lokmasını pişirip benim yaptığım nişangâha gelsin, orada toplanalım ve birbirimizi haklayalım.”

Böylece köyde bulunan herkes lokmasıyla birlikte nişangâhta bir araya gelerek toplanır. Efendi toplanan halka: “Haydi bakalım ey ehlibeyt! Birbirimizi haklayabilmemiz için herkesin birbirinin elini öperek niyazlaşması ve helalleşmesi gerekiyor. Böylece Dersim’dekiler de haklanmış olsun.”

Bunun üzerine herkes birbirinin elini öperek niyazlaşmaya ve birbirine haklarını helal etmeye başladılar. Ancak sıra Hüseyin Ağaya gelince Hüseyin Ağa, benlik ve kibirle: “Ben marabamın elini nasıl öperim?” diyerek gurur yapar ve yanında çalışan marabalarının elini öpmez ve helalleşmez. Bu durum karşısında Efendi: “Hüseyin Ağa, bu başka bir işe benzemez; eğer ki sen burada bunları haklar isen, Dersim’dekiler de orada haklanmış olacaklar. Böylelikle “el ele, el Hakk’a” olacak ki, oradaki bütün mazlum ve masumlar, çoluk, çocuk, gelin, kız, suçsuz ve günahsız her kim varsa bu ateşten kurtulsunlar. Gel inat etme, marabalarınla niyazlaşarak helalleş!”

Diğer ağaların da ısrarlarına rağmen Hüseyin Ağa bir türlü inadından vazgeçmez ve ikna olmaz. Bunun üzerine Efendi üzüntü ve kaygıyla hiddetlenerek: “Katır Hüseyin Ağa, sen Dersim’in başını yedin, hem de zulümata dâhil oldun! Haydi, şimdi herkes dağılsın.” Dedi ve yapmış olduğu nişangâha tekme vurarak yıkar ve hiç kimseyle görüşmeden Dersim’e doğru hareket eder.

(Yaşamı ve Anılarıyla Hasan Efendi; s. 63-64)

(Hakk’ın Emri Rızası, sayfa: 331-SAHİPSİZLER adlı şiirinden)

Dersimlileri suçlu, suçsuz ayırmadan ezdiler

Sıraya dizip makineli tüfekle kurşuna dizdiler

TALİPLER VE PİRLER HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİ

Dedeler, pirler, rehberler ve mürşitler taliplerin kıymetini bilmediler. Yolu, erkânı doğru dürüst sürmediler ve talipleri başsız bıraktılar. Talipler de zamanla onları tanımaz hale gelerek yolu ve erkânı unuttular. Geçim koşulları ve ekonomik nedenlerle her biri bir yana dağılmak zorunda kaldılar. Böylece yaşanılan güzelliklerin, saygının, sevginin, hoşgörünün ve dostlukların yavaş yavaş kaybolmasına, inanç ve umutların da tükenmesine sebep olundu.

Yeni yetişen nesiller, yetiştikleri ve yaşadıkları çevrenin kültürünün, gelenek ve göreneklerinin etkisinde kalarak kendilerine göre bir yol buldular. Şimdiyse pirler, dedeler, rehberler, mürşitler ve talipler birbirini arıyorlar; fakat nefislerine yenik düştükleri için birbirini bulamıyorlar. Çoğunluğu nefsinin peşinde helak olup gitmektedir.

Hem taliplerde, hem dedeler ve pirler gibi inanç önderlerinde, hem de Cemevi ve vakıf gibi kurumların yöneticilerinde bozulmalar çoğalarak cahilliğin, kendini bilmezliğin ve çıkarcılığın verdiği gurur, kibir ve benlikle, kendilerine göre bir yol tutturmuş gidiyorlar. Çoğunluğu anasını, babasını, atasını, pirini, rehberini, mürşidini, talibini, musahibini ve kirvesini yani ikrarını tanımamaktadır. Gerçek anlamda yol ve erkândan, cem ve cemaatten, yol ve kanundan, ikrar ve imandan habersiz yalancıların ve sahtekârların peşinden sürüklenip gitmektedirler.

Bu sorunlar, problemler, arayışlar, şaşkın ve düşkünlükler, yanlış ve yaramazlıklar, bu kötü gidişatlar, zulüm ve haksızlıklar sürüp gidecektir. Kim der ki, ben bu işi çözerim yalan söylemiş olur.

“Eğer ki kuvvet ve kudret sahibi gerçek bir er gelir de, bu kötü gidişata dur derse; işte o zaman hakikat, doğruluk ve iyilik meydana çıkacaktır. Biz istiyoruz ki hak, hukuk, adalet ve eşitlik olsun; daima iyiler kazansın! Hiçbir kötülük, haksızlık, adaletsizlik, ayırımcılık, bölücülük ve bozgunculuk olmasın! Emirsizler emirlilere tabi olsun; Hakk’ın emri rızasına tabi olanların devri ve hükmü yürüsün!” demiştir. (Yaşamı ve Anılarıyla Hasan Efendi; s. 112-113)

Ayrıca “Hak sahibi, dava sahibi vardır, meydana gelecektir! Hak ve dava sahibi, yol ve kanun sahibi, ikrar ve nikâh sahibi gelsin, yol evlatlarını zulümat yolundan kurtarsın!” diyerek umutsuz olunmamasını belirtmiştir.

Geçmişten bu yana Alevilere ve Alevi halkına yapılan ve yapılmakta olan her türlü baskıların, tehditlerin, iftiraların, küfürlerin, hakaretlerin, zulümlerin, katliam ve kıyımların ne zaman son bulacağını ve bunun sonunun nereye varacağını soranlara? “Evladım, Dersim hadisesinden sonra gerçek erenlere Hak tarafından verilen kuvvet geri alındı. Bundan sonra Alevilere, birkaç olay dışında çok fazla baskı ve zulüm yapılmasına izin vermeyiz! Hak sahibi, dava sahibi olarak biz meydandayız ve kendimizi ispat etmişiz! Zahir batın tüm Alevilerin hakkını, hukukunu ve davasını arayıp soracağım; koruyup kollayacağım ve takipçisi olacağım!” demiştir.

HACCA GİTMESİNİN NEDENİ

Mürşidi Kamilullah Seyyid Şah Hasani Sani, 19 Nisan 1950 yılında Erzincan valiliğinden Hacca gitmek için pasaport alır. 19 Temmuz 1950 de evden ayrılarak Erzincan, Ankara, Eskişehir, Kütahya ve İstanbul’daki sevenlerini, taliplerini ziyaret eder. 4 Eylül 1950 de İstanbul’dan gemiye binerek pek çok olaydan sonra 20 Eylül 1950 de Mekke’ye varır. Mekke, Medine, Kerbela ve Irak topraklarında bulunan bütün kutsal yerleri ve türbeleri ziyaret ederek, feryadı figan ederek ehlibeytin (Alevilerin) ahvalini ve durumunu arz eder.

Bu durumu “Ceddimizin himmeti ve izniyle, dedemiz bu hac seyahatini bana nasip etti. Hacca davamızı görmeğe, hakkımızı aramaya ve almaya gittim. Başkaları gibi cennet için gitmedim, cehennemi kabul ederek bu yola düştüm. Bu şekilde ceddimizin ve dedemizin sözü de yerine gelmiş oldu. Hac seyahatime duacı gidip duacı olarak döndüm ve ben de duacıyım.” diyerek Hacca gitmesinin nedenini açıklamıştır.

Başköylü Seyyid Hacı Hasan Efendi, pasaport alıp evden ayrılışından itibaren günlük tutmuştur.(Yaşamı ve Anılarıyla Hasan Efendi; s. 23-44)

24 Eylül 1950 Pazar gününden itibaren Kâbe’de, Beytülharam meydanında bir gece ve bir gündüz kalarak Hz. İbrahim’in makamına bir arzuhal bıraktığını ve “hakkımız olanı istedim” diyerek şöyle anlatır: “O gece Hacerülesvet tarafından beni İmam ettiler ve o gece kubbeden bir güneş doğdu. Hacerülesvet, Hz. Fatıma’nın evlatlarını tasdik etmektedir. Bizim yolumuz Babı Selam’dan geçer ve biz daima Babı Selam’dan gider gelirdik.”

(HACERÜL-ESVET TAŞI: Kâbe’nin güneydoğu köşesine, tavafın başlangıç noktasını belirlemek amacıyla yerleştirilen taş. Arapçada “siyah taş” anlamına gelir. Yerden 1,5 metre kadar yükseklikte bulunan, yaklaşık 30 cm çapında ve oval biçimdeki bu taşın siyaha yakın koyu kırmızı renkte olması sebebiyle böyle adlandırıldığı sanılmaktadır.

Kaynaklarda, Hacerül-esvet’in Hz. İbrahim tarafından Kâbe’nin inşası esnasında, tavafın başlangıç noktasını belirlemek amacıyla yerleştirildiği belirtilmektedir.

Çeşitli rivayetlere göre, Hacerül-esvet’in cennetten indirildiğini, Nuh tufanı sırasında Ebu Kubeys dağında korunduğunu ve Hz. İbrahim’in Kâbe’yi inşası esnasında oradan getirilerek yerine konulduğu ifade edilmektedir.)

Kubbenin yanında Hz. İbrahim’in makamının mevcut olduğunu ve dört mezhebin de orada ayrı ayrı makamlarının var olduğunu, ancak İmam Cafer’in makamının bulunmadığını belirterek şöyle anlatır: “Mekke ve Medine ahalisi, ceddimiz Muhammed ile Ali zamanında nasıl düşmandılarsa, yine öyle bize düşmanlar. Çünkü bunlar da Ebu Süfyan’ın torunları ve Muaviye’nin evlatları olup birbirinden hiçbir farkları yoktur.

Aslında gerçek İslam olanlar arasında ayırımcılık, bölücülük ve nifak olmamalıdır. Kâbe’de olduğu gibi herkes inancı ve mezhebi üzerine namazını kılıp ibadetini yapmalıdır.”

Tutmuş olduğu bu günlüklerde, 6 Ekim 1950 Cuma günkü Medine’deki ziyaretinde şöyle ifade etmektedir: “Biz ceddimizi ziyaret etmeye devam ederek Hz. Muhammed’in bulunduğu yerleri niyaz ettik. Mescidin arka tarafında bulunan Baki Mezarlığında ise Hz. Fatıma Anamız ile Hz. İmam Hasan’ın mezarları bulunmaktadır.

Biz aynı şekilde Babı Selam’dan içeriye girerek ceddimizin ışığına/nuruna niyaz eyledik. Bunu gören Araplar bize: “Haram, haram! Kıbleye niyaz edin!” diyerek uyardılar. Bunlar Hz. Muhammed’in ışığını haram biliyorlar; çünkü yezitoğlu yezitler… Bilmiyorlar ki, Kıblegah Muhammed Mustafa’dır. Hakk’ın varlığını ve birliğini tasdik edip alemlere bildiren O’dur. Kâbe’yi kıblegah eden ve bütün Ehli İslam’a kıblegah olan yine kendisidir.”

(Yaşamı ve Anılarıyla Seyyid Hasan Efendi; s. 30)

21 Ekim 1950 Cumartesi günü, Irak’ın Necef kentinde bulunan Hz. İmam Ali’nin Türbesini ziyaret ettiğinde şöyle demiştir: “Şahı Merdan Ali, toprağa girmemiştir ve mezarı da yoktur. Deve üzerindeki tabutu da kendisinindir, deveyi çeken de kendisidir ve ok atan da yine kendisidir. Nerede çağırırsak orada hazır ve nazırdır. Sırrı ser, sırrı Yezdan’dır. Allah’ın bütün sırlarına vakıf olduğu bize ayan ve malumdur.”

(Yaşamı ve Anılarıyla Seyyid Hasan Efendi; s. 32)

1 Kasım 1950 Çarşamba günkü Bağdat ziyaretinden sonra şöyle demiştir: “Bu şekilde Bağdat’ta dört gün kaldıktan sonra boynumdan çıkarmış olduğum kara ip; ikrar verip de bizden yüz çeviren ve ikrarından vazgeçen ikrarsızların boynuna takılmış oldu. Kendi bıyıkları olmayanlar, bizim bıyıklarımızı görerek ikrarında inkâr olanların boyunlarına lanet halkası oldu.”

(Ağa Dede’nin anlatımına göre, Dersim olaylarından dolayı, hiçbir gerçek eren ve evliyasından yardım ve destek alamayan Hasan Efendi, Dersim davasıyla beraber, Alevilerin uğramış olduğu haksızlıkların ve zulümlerin sebebini, hak sahibi ve dava sahibi olarak sorup aramak amacıyla, dersim kıyımının hemen ardında kara koyunun yününden örülmüş kara ipi boynuna bağlamıştır.)

“Eğer ki bizden bize bir çare olmazsa başkasından medet ummak faydasızdır. Bize ne dünyada ne de ahrette bir yer vardır. Cehennem de zaten bizi kabul etmiyor. Bizim ikrarımız vardır, doğan gün bizim günümüzdür. Bizim her zaman ümidimiz vardır, ümitsiz değiliz. Kâbe’de beni imam ettilerMedine’de beyan ettiler!” şeklinde ifade ederek Alevi halkına çok önemli bir mesaj verir.

(Yaşamı ve Anılarıyla Seyyid Hasan Efendi; s. 37)

5 Kasım 1950 de Hac vazifesini tamamlayarak Türkiye’ye giriş yapar. Tekrar Adana, Eskişehir, İstanbul, Zonguldak ve Ankara’daki sevenlerini, taliplerini ziyaret ederek 6 Aralık 1950 de Erzincan’a gelir.

HACCA GİDERKEN VE HACDA İKEN YAZDIĞI ŞİİRLER

ÜÇLER

Yer gök yok iken üçü var idi

Üçler birbirine ikrarlı sır idi

Allah Muhammed Ali üçü de yar idi

Üçünü de biz biliriz bilmez naşı nadan

Üçü de Âdemi bir bildi bir yaptı

Üçünü bir bilmeyen yolundan saptı

Hakkı inkâr edip putlara taptı

Hasani üçünü bir bildi bilmez naşı nadan

(Yaşamı ve Anılarıyla Hasan Efendi; s. 44)

GÜNAHLARIN AFFI İLE İLGİLİ SÖYLEDİĞİ

“Hiç kimsenin malı, canı, namusu bir başkasına helal değildir ve kesinlikle af yoktur. Cenabı Hak, hiçbir haksızlığı ve namussuzluğu affetmez. Zamanı gelip de Ulu Divan kurulduğunda, Dersim hadisesi de dâhil olmak üzere herkes kendi hakkına sahip olacak ve hakkını alacaktır.”

“Hiç kimsenin hakkı bir başkasına bağışlanmaz ve verilmez. Her insan kendi hakkına sahiptir ve bir başkasının hakkına da kimse sahip olamaz.”

(Yaşamı ve Anılarıyla Hasan Efendi; s.68 ve 71)

MÜRŞİDİ KAMİLULLAH ŞAH HASANİ SANİ’NİN SIRLANIŞI

Mürşidi Kamilullah Seyyid HASANİ SANİ; 1 Temmuz 1973 de sırlanmadan önce, yanında bulunanlara ve yakın çevresine: ”Benim artık gitme zamanım geldi; size vasiyetim, mezarımı karşı tepenin üstüne yapın(şu andaki yer); süslü ve gösterişli olmasın, üstü topraklı olsun! Mezarımı açıkta bırakmayın, kapalı bir ev haline getirin! Ağam, tabutumu sen kendi elinle yap, hazırla! Bana kefen giydirmeyin; don, gömlek ve çorap giydirin! Bir gün evde beklettikten sonra toprağa koyun! Ben tekrar gelip ehlibeytin/Alevilerin arasında olacağım! Eğer ki bana inanmıyorsanız, beni toprağa verdikten sonra 24 saat bekleyin, tekrar gelip mezarımı açın; eğer ki beni orada görürseniz üzerime bir tuvalet yapın! Eğer görmezseniz bilin ki ben aranızdayım, bazılarınız beni görecektir. Ehlibeytin/Alevilerin davası için zahir ve batın çalışacağım!” diye vasiyette bulunur.

Hasan Efendi, Pazar günü saat on ikide devri daim olarak sırlanır. Ne yazık ki o gün orada bulunanların gafleti, Efendi’yi anlayamamaları ve farkına varamamaları nedeniyle bu çok önemli vasiyetine uymazlar!

Pir Sultan Özcan’ın belirttiğine göre de: “Öldüğüm zaman Kuran, kefen, imam istemem! Kuran’ım sağlığımda kazandığım amelimdir, kefenim üzerimdeki giysilerimdir, imamımda kendi vicdanımdır! Öldüğüm zaman hemen mezara koymayın, cenazemi 24 saat evde beklettikten sonra toprağa verin! Cenazemi mezara koyduktan 24 saat sonra gelip mezarımı açın, eğer mezardaysam mezarımı kenef (tuvalet) yapın! Eğer mezarda değilsem o zaman bilin ki Hak sahibi, dava sahibi gelecek, saat ve zamanı bekliyor demektir! Her an hazır olun Ulu Divana!” şeklinde vasiyette bulunur, ancak o gün orada bulunanlar her nedense,  bu önemli vasiyete uymazlar!

“Hasan’ın kimseden korkusu, pervası yoktur. Yazdıklarımın cümlesi olmuştur; sözüm, namusum, vicdanım Kuran’ı Haktır. Kuran’ı ve Buyruğu okudum, Kuran’ın ve Buyruğun rengine rengimi kattım.”

“Heso Hakk’ın kulu, yolun da talibidir.”

“Hasan’ın gözü dünya malında değil, Hakk’ın emri rızasındadır.”

*******

Kıyamet günü, mahşer meydanı kurulduğunda

İnsanlar güruh, güruh geliyor her yanda

Cümlesinin içinden bir tanesi ayrıldığında

Hasan’ın ispatı, terazi mizan başında.

(Hakk’ın Emri Rızası, sayfa: 34)

*****

Hasani ezelden koyunun çobanı

Ağırgöl ’de kurarlar Ulu Divanı

Ayırırlar birbirinden insan ile hayvanı

Hakikat meydanında meydanımız var bizim.

(Hakk’ın Emri Rızası, sayfa: 261)

*****

Hasani Sani’yem cümle mahlûkat dirilsin

Sağı çürüğü birbirinden ayrılsın

Hâkimin Ulu Divanı gelip kurulsun

Hem kurulsun hem de kurulmasını isteriz!

(Hakk’ın Emri Rızası, sayfa: 290)

BAŞKÖYLÜ SEYYİD HACI HASAN EFENDİ’NİN ÖNEMLİ UYARISI

Yüce Mürşidi Kamilullah Seyyid Hasani Sani; “Her kim ki Hakk’ın emrini tutmaz, vicdansız ve namussuz işler peşinde giderse, nefsine uyarsa, şeytanın işleğinde ve süreğinde olursa; Hak’tan da, bizden de böylelerine lanet olsun! Sözümü tutun ve dediklerime uyun; eğer ki sözümü tutmaz ve dediklerimi yapmazsanız çok zarar edersiniz!” demiştir.

Benim yanıma pek çok insan geldi, hizmet ettiler ve bana söz verdiler; ancak hiç kimse verdiği sözde durmadı. Pek çoğu yanımda kalarak benden nasip ve nasihat aldılar. Yanıma gelen herkesi uyardım: “Siz gidin kendi işinize, gücünüze bakın. Benim boyunduruğum ve samılarım demirdendir; çıkmak istediğinizde çıkamaz ve boğulup gidersiniz. Bu iş sizin sandığınız gibi kolay değildir; bu çok ağır bir yüktür ve başka bir şeye benzemez. Siz Hakk’ın emir ve rızasından dışarı çıkmayın; doğruluktan, ikrar ve imandan, namus ve vicdandan ayrılmayın, nikâhınıza sahip olun bu size yeter” dedim.

Bir kısmı ayrılarak işine ve gücüne bakmaya başladılar. Bir kısmı benim gibi olmaya, benim yaptığımı yapmaya özendi, ancak hiç kimse başaramadı ve sonunu getiremedi. Bazılarının çokça emeği, hizmeti ve kazanımları olmasına rağmen, yine de bir yerde nefislerine yenik düşerek daha kötü ve berbat durumlara düştüler. Bu yolda bir kere söz ve ikrar verildi mi, bunun ala ve asla geri dönüşü olmaz. Bir kere de tökezleyip düştün mü, bir daha asla kalkamazsın ve menzile ulaşamazsın.

Heso, evini, barkını ve ailesini terk etti. Hakk’ın emri rızasıyla kırk yıl yalın ayak, başı açık; aç ve susuz ziyaretleri ve gerçek erenleri gezdim. Dağları dolaşarak her dağın ve tepenin başına sırtımdan taş taşıyarak birer nişangâh yaptım. Ancak emeğim boşa gitti; ehlibeyte/Alevilere olan haksızlığa ve zulme karşı durulmadı, halkımıza sahip çıkılmadı, korunup kollanmadığı için de gidip hepsini yıkmak zorunda kaldım. (Dersim soykırımı gibi)

Bu dünyanın her türlü zevki sefasından geri durdum. Hep cefa ve çile çektim. Her yiyeceği yemedim, koyunun ürünleri dışında başka bir şey tanımadım. Bir yıl boyunca hiç ekmek yemedim, eğer ki, Hızır beni yanıltmasaydı ekmeği tamamen bırakacaktım. Nefsimi kendime kul ederek ölmeden önce öldüm, ölmeden önce hesabımı verdim ve böylece Hakk’ın varlığına, sırrına erebildim.

Ağam, sen benim belimden düşen evladım değilsin. Senin ruhun babam Kamer’in ruhudur. Ben senden razıyım; eğer sözümü tutup yolumu sürersen bil ki evladımsın. Her kim ki, emrimi tutar işleğimde ve süreğimde olursa o da evladımdır.”

(Yaşamı ve Anılarıyla Hasan Efendi, sayfa: 124-125)

“Eğer ki sen doğru değilsen Heso sana ne yapabilir ki?”

“Bu dünyada iki avanağa çok acırım; birisi doğru olan emrimi tutmayıp gayretimi çeken, diğeri de beyhude emek verendir.”

“Kula kul, talibe talip olmayan, yazdığımı okuyup tutmayan; daima kanunsuz, yolsuz, serseri kalır. Gerisi, zulüm ile abat olanın sonu da berbat olur, bok olur.”

Şah Hasani Sani Efendimizin yaşamı ve şeceresi; “Yaşamı ve Anılarıyla SEYYİD HASAN EFENDİ (HASANİ SANİ) isimli kitapta, geniş bir şekilde derlenmiştir.

Silik Adam Karakalem Kadın

İnsanları tanımak konusunda iyi olmadığımı biliyordum. Fakat bunun tek sebebini aceleciliğime vererek kendime ne denli haksızlık ettiğimi şimdi anlıyorum.

Elimde kahvem ve ekranda büyülterek baktığım fotoğrafınla ilk tanıştığımız anlara gitmeyi çok isterdim lakin gözlerinin ne zamandır bu kadar ruhsuz baktığından başka bir şey düşünemiyordum.

Ellerinde kendinden başka her şey olan bir adamın kendisine talip olmaya yeltenmem bile beni son derece gülünç duruma düşürüyordu kendi içimde. Çünkü ben yanılmayı kabul edebilirdim sonunda saygı duyulmaya layık olan kırıntılar bile kalmış olsaydı. Fakat kalan son kırıntıları hapur hupur yiyen kargalardan mütevellit benim elimde avunacak hiçbir şey kalmamıştı.

Avunmayı da istemiyordum zaten. Fazlasında değildi gözüm ama beni yükseltemeyen hiçbir yer de olmamaya kendime söz verdiğimde 27 yaşımdaydım. Ve şimdi 31 i yarılayan bir yetişkin kadın olarak sırf 3 hafta heyecanlandığım birine takılacak değildim. Bunları derken, geriye dönük 3 ayıma mal olduğunu hesaba katmak dahi istemiyordum. Çünkü mantık her zaman kalpten üstün gelmeliydi. Kalp yanılır akıl yanılmazdı.

Başkalarına karşı sonsuz bir dirayet ve gözü kapalılıkla savunduğunuz birilerine bir an gelip de uzaktan baktığınızda, o başkalarının aslında ne demek istediklerini anlamaya başlıyorsunuz. İşte bence ‘hayal kırıklığı’nın cümle anlamı tam da bu olsa gerek. Bu noktaya geldiğinizde yapmanız gereken tek şey üstüne bir soğuk su içmeniz. Bence soğuk bir bira da uygundur fakat yine de siz bilirsiniz.

Defalarca yazdım, çizdim, okudum, söyledim, anlattım ve hatta seslendirdim. Artık aşka inanmadığımı bilmeyen kalmadı. Hatta vücuduma kazdırdığım ‘ Make me believe in love ‘ dövmesi de bir ulusa sesleniş değil, hayatta inandığım şeyleri üzerimde taşıma arzusundandı.

Derdim aşk değil sevgili okuyucu.
Derdim bir minik masal yaratmak değil.
Derdim günüm,

Anı olsun diye yaşadığımız üç beş zaman dilimindeki rol arkadaşımızı
Uğurladığımızda ‘ İyi biriydi, hep mutlu olsun’ diyebilmek.
Diyemiyoruz, dedirtmiyorlar.
Ne varsa bu yetersizlik yarışında,
Hepsi birincilik için soluksuz yarışıyorlar.

Lakin bir şair, bir edebiyat insanı, bir anne
Onlarca kişinin okuyacağı bir yazıyı olumsuz bir cümleyle bitirir mi?
Bitirmez.
O zaman ne diyoruz?

İnsan,
Denizin olmadığı yerde
Umut adına,
Martı olmalı…

Görmezden Gelme

Şu inen yağmura bak,
Gör gözyaşlarımı.
İçime sığmadı,
Yükseldi bulutlara,
Bulutlara sığmadı.

Kalbim kan ağlar,
Gözlerim yaş,
Bugün yaşım yirmi,
Yirminci yas.

Seni görünce
Uçan kuşlar, rengarenk ampuller,
İçimi anlatıyor panayırlar, karnavallar
Ama
Seni göremiyorum.
İçimde,
Heyhatlar, ağıtlar.

Gör artık,
Görünmeyen gözyaşlarımı.
Gör artık,
Tükenmek bilmez,
Aşkımı.