Yakın sandıklarınız aslında en uzak, uzak sandıklarınız da aslında en yakın. Bunu bir cenaze evinde tecrübe ettim. Tecrübelerin en acısı bu olsa gerek. İnsanı insan yapan ruhudur. Bir morgun üzerinde, beyaz bir çarşafa bağlanmış, nefessiz uyurken insan, aslında bildiğiniz, gördüğünüz insan olmuyormuş. Çünkü bedene can veren ruhtur. Nefes alan hiç kimse umurunuzda olmaz, en sevdiğiniz toprağın altında nefessiz uyurken.
Henüz nefes alabiliyorken, sıcaklığını hissedebiliyorken bir insanın tutun elinden. Sıcaklığını bildiğiniz birinin, bir taşın üzerinde soğuk elini hissettiğinizde yıkılan bir evin enkazından ibaret oluyorsunuz çünkü. Enkazdan kurtulmaya çabalıyorsunuz ama olmuyor. Islak, yosun tutmuş, düz bir kuyunun içinden çıkmak için yalın ayak tırmanmak gibi bir şey çünkü. Ne kadar tırmanırsan tırman ayağın o ıslak, yosun tutmuş kuyudan kayıveriyor.
“Ah!” dememek için zaman ayırın sevdiklerinize, bahaneler üretmeyin. Çünkü ölüm onu sizden aldığında milyon kere “ah” diyorsunuz. Bakmayın bu kadar kolay ölüm yazdığıma, ölüm demeye dilim varmıyor, nefessiz uyku diyorum bu yüzden. Ne kadar ölüm demeye varmasa da dilim, tek gerçek ölüm. Belki de nefessiz uyku.
Birini beğendiğimde bugün çok hoş olduğunu söylerim.
Yetenekli olduğunu düşündüğüm de yüzüne karşı takdir ederim, nazik hareketini övmekten çekinmem, dil cimriliğininne denle zehirliolabileceğini bilirim çünkü…
İyi olanı zikretmek bizden eksiltmez ama birilerine hayat verir…
Hep amacım küçüklüğümden beri, insanların gönlüne dokunmak oldu.
İyi etmek, iyi gelmek…
Bana da hep ben iyi geldim zaten, sardım sarmaladım, neyse canım kendimi kucaklamayı kenara bırakıp devam ediyorum satırlarıma.
İnsan düşünmeli, beni ne mutlu eder?
Ben nasıl iyi oluyorum, huzur doluyorum? Cevapların en başında ‘başkasını mutlu ettiğinde mutlu olmak’ gelmeli bence çünkü bu his muazzam…
İnanırmısınz tanıdığınız, tanımadığınız karşılaştığınız herhangi birine iltifat etmeniz, başarısını övmeniz, en basitinden ‘ne de güzel olmuşsun’ demeniz o insanı, o günün mutlusu yapar.
En mutlusu…
Kimin sayesinde?
Sizin sayenizde…
Mutluluk bu kadar kolay, bir içten tebessüm, bir de tatlı dil.
Bu enerji sizi çok iyi edecek.
Taksiden inerken veya yolda gördüğünüz işçiye ‘kolay gelsin’ demenizlekolay mı gelecek? İnanın gelecek.
“Kendi sözünü kesiyordu.”
-Georg Christoph Lichtenberg
Hangi saatlerde sokağa çıkılacağını bilmiyorum. Hangi günlerde sokak fotoğraflarına bakabilirim, bakabilir miyim, bilmiyorum. Ben hep bir yerdeyim, odamdayım, yatağımdayım. Benim yatakta bıraktığım izler ve yatağın bende bıraktığı izler bizi bağlıyor. Mesela yatağın orta kısmındaki çöküntü, baş kısmındaki saç ve sakallarım, yastıktaki sarı lekeler benim yatakta bıraktığım izler. Susmak, dümdüz susmak, insanların suratlarına bakamayıp utanarak susmak… beynimdeki ve dilimdeki uyuşukluk yatağın bende bıraktığı en büyük iz.
Bugün ise çekmeyi unuttuğum perdeden gözüme dolan Güneş ile uyandım. Alarmdan tam iki saat önce ve tamamen dinç bir şekilde. Olabildiğince azınlıkta olduğumu hatta tamamen yalnız olduğumu hissettim. Zamanın durmasını istedim. Ne için istedim? Bu sefer kaçmak için değil, karşılaştıklarıma verebileceğimin en fazlasını verebilmek için, kendimi doldurabilmek için.
Yüzümü buz gibi bir suyla yıkadım. Öyle suyu çarpıp geçmedim, sabunla iyice yıkadım. Yüzümdeki depresif izleri siliyordum sanki. Bir haftadır üstümden çıkarmadığım, üzerinde her türden leke birikmiş eşofmanlarımı çıkardım. Tamamen soyunup D Vitamini almayı bile düşündüm. Odaya süpürge attım, çarşafları kılıfları değiştirdim, kitaplarımı düzenledim. Odadaki depresif izleri de siler gibiydim. Ekin Kurt’un Foreseeable Dream’ini açtım, sesi de fulledim, şöyle bir arkama yaslandım. Gerçekten de öyle mutlu ve masalsı bir gün oluyordu.
Sonra bir sinek gibi vızıldayıp duran bir soru geldi kondu aklıma. O an ‘Ben kimim ki?’ diye sormuş bulundum. Sadece bir soru tüm kalabalıklığımı döktü ortaya. Cevaplayamayıp üstünü örttüğüm sorular kafama doluştu. Bir sızıntı oluştu içimde, içimden başka akacak yeri yoktu. Bir sızı hissettim.
Şimdi bir kağıda ya da bir insana dökülemeyecek kadar dağınığım. Kafamda uçuşan sorular, alternatif cevaplar, parlayıp sönen öfkeler, düşünceler, kaygılar, bilemediklerim… tüm bunların arasından birkaç kelimeyi seçip bir cümle ve cümle ardına cümle kuracak durumda değilim. Anca kendi kendime işte.
Pardon ya, kusuruma bakmayın harbiden! İnsanoğlu işte, sizin gibi değiliz. Aldım kucağıma dert anlatıyorum öyle. Güneşinizden de alıkoydum sizi. Yoksa suyunuzu vermeyi de mi unuttum! Çok özür dilerim. Biliyorsunuz, kendimle çok uğraştığımdan; az önce anlattım. Belki gelecekten çok, yarattığı kaygıyı düşündüğümden; belki yanlış sorular üzerinde fazla durduğumdan sizi de unutmuş bulundum. Ama bir daha unutmam sizi, söz! Hatta kendi üzerime de bu kadar düşmeyeceğim. Akışına bırak ya, zaten evdesin! O an ne istiyorsan onu yap! Hem o kadar da önemli değil, değil mi? O kadar da önemli değilimdir belki. Ama yok ya! Ben de ‘herkes’ kadar biriciğim.
Neler neler geçti şu 365 günde değil mi? Peki biz tüm bu sıkıntılardan nasıl geçtik, kimdik, neydik, kimde ne kadardık? Bak hayat yolunda artık bir yıl daha aldın. Yaş almak, yaşlanmak… Ne uzak kelimeler gibi geliyor değil mi? Artık alışsan mı diyorum…
Büyüdük, geliştik, öğrendik, öğrettik, sevdik, sevildik. Kimi zaman hayaller kurduk kimi zaman da fark etmeden başkalarının hayallerinde başkahraman olduk. Bize verilen rolleri oynadık. Peki ama kendimizden ne kattık, bu doğaya, topraklara, evrene? Sadece karbondioksit verip karbon ayak izini arttırmış olamayız değil mi? Hayatın manasına erme çabamıza ne oldu? İçimizde hayaller kuran o ufak çocuğu bilgisayar oyunlarına mı yoksa Instagram’a mı kaptırdık? Hepimizin var zaafları, vazgeçemedikleri, göze alamayacakları. Ama herkesin bir de dönüm noktası olmalı öyle değil mi? Yeni bir başlangıç yapma zamanın gelmedi mi sence de? İlla yeni yılı bekleyeceksin diye bir şart da yok ayrıca. Bu yazıyı okuyup bitirdikten sonra aç camı, kömür kokularıyla karışık o soğuk havayı çek içine, üşü biraz şöyle kendine gel. Açıl, ferahla ciğerlerinde hisset, burnun soğuktan kıpkırmızı olsun. Bir de kahve yap kendine miladın olsun. Hiçbir şey için geç kalmadın! Ne okumak için ne öğrenmek için ne de sevdiklerine bunu haykırmak için. ”Nefes alıyorsan umut var demektir” diyor ya yazar sende umut var çünkü unutma ki umut sensin. Umut senin cesaret eden yüreğin. Umut “hep aynı cümleleri kuruyor bu insanlar” demene rağmen bu yazıyı okumaya devam etmen. İnsanoğlu hep bir ışık arar, hep bir umut. Bu yüzden herkese bir misyon yüklemiştir. En belirgin örneği de Noel Baba figürü. Gelecek ve tüm dilekler kabul olacak. Ama sen artık biliyorsun ki Noel Baba hiç gelmeyecek ve ne kadar uslu olursan ol o şirinleri hiç göremeyeceksin ama umut edeceksin, ona sımsıkı sarılıp bırakmayacaksın işte. Yeni hayatın için mucizeler bekleme; üret, paylaş. Asıl mucize kötü kalpli insanların olduğu bu dünyaya rağmen umudunu kaybetmeyenler. İşte onlar ki, yüzyıllara meydan okuyan güzellikleri kuracak insanlar; işte o sensin. Sadece doğru hamleler, doğru insanlar kabuğundan çıkıp inci olmanı sağlayacak. Güzel ortamların olsun, güzel şarkılar dinle, güzel filmler izle. Seçici ol hayatta. Seçebilmek için de altyapın olsun. İstediğin zaman resti çekebileceğin özgüvenin ve bilgi birikimin olsun ki zorunlu olma hiçbir şeye. Zorunluluktan yapma bir şeyleri. Diğerlerinden farklı olacağım diye de sana ait olmayan kalıplara bürünme. İnan ki üstünde iğreti duruyor ve ehline denk gelirsen fena halde tökezliyorsun. O halde yeni bir yıla, yeni bir güne, yeni bir savaşa hazırla kendini. En büyük çatışmaya; kendinle savaşa… Savaş kendinle, beğenmediğin özelliklerini yont, istediğini ekle. Artık birilerine bahane bulmayı bırak. Ressam da sensin, resim de, boya da. Fırça senin, düzeltebildiğin kâr. Baktın her şey o kadar kötü, çek bir astar boyası sil baştan yaz şimdi kendi destanını. Az bir gayret çokça cesaret. “Sen kimsin?” diyeceksin. Ben içerden sana tüyolar veren minik, aranıza yeni katılan bir yazarım ve bu benim ilk yazım. Bak ben cesaret ettim, bunu seninle ve okuyan herkesle paylaşıyorum. Ben bir adım attım peki ya sen yapabilecek misin?
Bunu okuyan kişiye not:
Müzik olarak Mark Eliyahu’dan Journey şarkısını aç ve düşün. Bu çağın insanı düşünme fakiri çünkü. Bu yolculuk senin. Heybene ne istersen onu kat, yoluna kimi yoldaş istersen onu seç…
Dünyanın hâli çocukları birbirine benzemeye zorluyor; oysa her çocuğun kendisini gerçekleştireceği bir başka dünya mümkün.
Bazı konuların dile getirilmesi o konuyu normalleştirir ama susmak da bir şeylerin unutulmasına mâni değildir. Normalleştirilen konular gittikçe sıradanlaşır.
Sokakta kalmak çocuklar için kışın kötü hava koşullarında çok kötü geçiyordur. Sadece çocuklar değil hayvanlar da var; sahipsiz oldukları için değil kimsesizliğe yitildikleri için sokaktalar. Bunlarla karşı karşıya kalan binden fazla çocuk var; yaşadıkları yetmezmiş gibi bir de dışarıda maruz kaldıkları şiddet, umursamazlık, sahipsizlik tepkilerine karşı sokakta dilencilikten işportacılığa kadar çeşitli aktivitelerde kendilerine meslek edinmişlerdir.
Ülkemizde gittikçe büyüyen bir sorun olarak göze çarpmaktadır. Bu sorun gelişmekte olan ülkelerin, sosyal destek sistemlerindeki yetersizliğinden ortaya çıkardığı bir sorun olarak gözlenmektedir. Sokakta yaşayan çocuklar fiziksel, duygusal, sosyal ve bilişsel gelişim alanlarında risk taşımakta ve sokakta çeşitli tehlikelerle karşılaşmaktadır. Türkiye’de bu çocuklara yönelik rehabilitasyon ve topluma kazandırılmasına yönelik çalışmalar yapan kurumlar mevcuttur. Bunlara karşı çocukların sokaktan uzaklaştıracak etkinliklerde bulunmak ve önleyici geliştirici çalışmalar yapılması sorunun çözümünde önemlidir.
Unicef’in 2005 yılında yayımlanan araştırmasında 42.000 çocuğun sokaklarda yaşadığını ya da çalıştığı tahmin edilmektedir. Türkiye’de gayri resmi rakamlara göre ise 80.000’e yakın olduğu tahmin edilmektedir.
Dünyada en çok sokak çocuğu barındıran Hindistan’da bu oran 8 milyon olarak tahmin edilmiştir. Ülkede çocuk işçiliğinin yasa dışı ilan etmesi gibi bazı düzeltici tedbirler olmasına rağmen, sokak çocukları birçok olaya maruz kalmaktadır.
Sokakta yaşamalarının sebeplerinde yetim, terk edilmiş veya aileleri tarafından reddedilmiş olabilirler. Diğer sebeplerinde de ailenin parçalanması, silahlı çatışmalar, fakirlik, kıtlık vb.
“Arkalarında bıraktıkları zayıf çocuklardan dolayı korku duyanların (vasiyet altında olanlar için de) içleri ürpertiyle titresin . Allah’tan korksunlar ve onlara doğru söz söylesinler.” Nisa/9
Bir şeylerin yolunda gitmesi her zaman mümkün değildir bazen tökezleriz. Sokakta hayatını geçirip çok iyi yerlerde olan çocuklar da var. Onlar için umut her zaman vardır elbette. Gülümsemek yeterli.
Daha çok İmam Azam Ebû Hanife olarak bilinen Nu’manb. Sabit (Allah kendisine rahmet etsin) Hanefi Mezhebi’nin kurucusudur. Hicri 80 miladi 699 yılında Kûfe’de doğmuş, 70 yaşındayken hicri 150 miladi 767 yılında Bağdat’ta vefat etmiş, vasiyeti üzerine Hayruzân kabristanlığına defnedilmiştir.
İlk başlarda kumaş ticaretiyle ilgilenen Ebû Hanife (rah.) daha sonra ilme olan iştiraki ve sözüne itimat ettiği bir hocasının yönlendirmesiyle ilim meclislerine gitmeye başlar. Kısa zamanda hocaları tarafından keşfedilen Ebû Hanife (rah) bir süre sonra ticareti çalışanlarına bırakıp tamamen kendisini ilme adar. Özellikle Kûfe’de, o dönemin en otoriter hocalarından olan Süleyman b. Hammad’ın (rah) derslerine devam eder. Bir gün hocası uzun bir yolculuğa çıkar ve yerine Ebu Hanife’yi (rah) bırakır. Aradan zaman geçip Süleyman b. Hammad’ın (rah) vefat haberi gelince halk, o makamda hep Ebû Hanife’yi (rah) görmek isterler ve öylede olur. Ebû Hanife (rah) artık bir ilim meclisi kurmuş öğrencilerine ders, sair halktan gelip soru soranlara fetva vermeye başlamıştır. Artık ömrünü ilim öğretmeye vakfeden İmam Azam (rah) diğer büyük alimler tarafından da tanınır, uğraştığı ilimde otorite kabul edilir.
İmam Azam (rah) hadis, tefsir, kelam, kıraat, sarf ve nahiv ilimlerini de çok iyi bilip yorumlarken daha çok fıkıhla ilgilendiği için bu alanda meşhur olmuştur. Fıkıh konusunda çok ve derin çalışmalar yapan İmam Azam (rah) nihayet bu konuda -ilk kez- bir sistem oluşturur ve Fıkıh Sultanı unvanına layık görülür.
Daha sonra meşhur olacak bir çok talebeye hocalık yapmıştır. bunların başında, İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, İmam Züfer (rah) gelmektedir. Kendi ve öğrencilerinin çalışma ve gayretleriyle Hanefi Mezhebi oluşmuş ve İslam aleminde kabul görüp benimsenmiştir. Başta Osmanlı olmak üzere birçok ülke İslam’ı Hanefi mezhebi ile tanıyıp yaşamıştır.
Not: İslam’da mezheplerin önemi ve gereği konusuna burada değinmeyeceğim. Bu konu çok önemli olmakla beraber başlı başına bir konu olup belki başka bir yazıda ele alınabilir.
Bu aktardığım bilgilerin kaynağı, İbn Hacer el-Heytemi’nin (rah) kaleme alıp Manastırlı İsmail Hakkı tarafından Türkçe’ye kazandırılan, “Fıkıh Sultanı İmam Azam Ebu Hanife” adlı eserdir. Eser adından ve yukarıda özeti mahiyetinde aktardığım pasajdan da anlaşılacağı üzere biyografik bir çalışmadır. İmam Azam’ın doğumunu, yaşamını, şahsiyetini, ilim hayatını, faziletlerini ve vefatını konu edinir.
Fıkıh Sultanı İmam Azam Ebu Hanife
Eserin asıl ismi el-Hayratü’l-hisan fi menaki’l-İmam-ı A’zam Ebû Hanife en-Nu’man’dır. Son dönem Osmanlı alimlerinden Manastırlı İsmail Hakkı tarafından dilimize çevrilmiş, bazı açıklamalarda eklenip sadeleştirildikten sonra yukarıda zikrettiğimiz adı almıştır.
Gelelim eserin asıl değinmek istediğim noktasına. İslam’da dört hak mezhep vardır. Bunlar; Hanefi, Şafi, Maliki ve Hanbeli mezhepleridir. Kitabın yazarı İbn Hacer (rah) Şafi mezhebine mensup bir alimdir. Kitabın konusu olan İmam Azam (rah) ise Hanefi mezhebindendir. Kitapsa onu tanıtıp övmek amacıyla yazılmıştır.
İnsanlar bazen bir görüşe takılıp onu öylesine savunurlar ki artık kendilerine diğer görüş ve düşünceler yanlış, aksini iddia edenler dalalete gelir. Ve yine bazıları -mezheplerin ne olduğunu ve neyi teşekkül ettiğini bilmeyen bazıları- bunun İslam’da da olduğunu söylerler. Halbuki bu büyük bir yanılgıdır. Yukarıda örneğini verdiğimiz ve istersek bu konuya dair getirebileceğimiz daha birçok örnekte de görülür ki İslam’daki mezhepler “Benim dediğim doğru, senin dediğin yanlış,” felsefesiyle hareket etmeyip, içtihat, kıyas, hüküm çıkarma ve itibari dayanak çalışmalarıyla farklı hükümler elde edip birbirini yalanlamaz. Bu meseleyi -insaflı ve ön yargısız bir şekilde- araştıranlar bunu rahatlıkla görebilirler.
Birini değerlendirirken önemli olanın biz-siz-onlar olmayıp yaptıklarımız ve savunduklarımız olduğunu ortaya koyan bu eser bize bir şahsiyet üzerinden çok önemli mesajlar vermektedir. Okuyana tabii…
Oysaki ben Sabahları gülerim kendimi Çocukluktan kalma bir alışkanlık Ve yine ben Geceleri üzerim kendimi Zifiri zincire halkalanmışlık Benimkisi Gündüzleri gamzelerime gömülen gülüşlerimin Geceleri emanet ruhumda dirilen üzülüşleri Gibi… Süzülen kim? Üzülen kim?
Oysaki ben Sabahları dinlerim kendime İç sesimle barIŞIKlık Ve yine ben ya Geceleri inlerim kendime Koynu koynuna giren koyulaşmışlık Benimkisi Gündüzleri kirpiklerimde yankılanan seslerimin Geceleri kıyamet ruhumda kopan herkesleri Gibi… Duyan kim? Uyan kim?
Oysaki ben Sabahları doğarım kendimi Doğuştan kalma bir huylandık Ve yine ben Geceleri boğarım kendimi Boynuna boylu boyunca sarılmışlık Benimkisi Gündüzleri parmak uçlarıma değen çiçeklenişlerimin Geceleri alamet ruhumda tutulan geçekleri Gibi… Uyanık kim? Yanık kim?
Oysaki ben Ne can vericiydim, insan olsun Ne de can ALICI’ydım, insan (s)olsun Sırıl sıklam sırra (a)sırlık, Benimkisi…
Hayatımız sonrasının kopyası gibi bazen Yeminimiz sunulan yemek tabaklarına benziyor Ondan sonrası ise bitirilen, yenilmiş, bozulmuş kirli tabaklara… Ya biz fazlayız bu aleme ya da biri eksik dost Tuttuğumuz yürek kayıyor, Baktığımız göz kayboluyor, Tanıdım dediğiniz el oluyor Şikayetim yok dar-ı dünyaya Lakin bizdeki de can, bizimki de kalp Bu kadar elem reva mı bu cana?..
Hani bütün sıkıntıyı görüp, yine iyi düşünen, etrafını güzel gören, gülümsemeyi kendine düstur edinen insanlar var ya bu hayatta, Onlar iyi ki varlar… Onların sıcacık, yumuşacık kalpleri, çok bahtiyar düşünceleri var. İşte onlara layık tüm güzellikler. Mücadeleyi yapan kazanır ve alır payını. Burada olmasa da ahirete ertelemiştir Rabbi onun mükafatını… İncele hayatı ama çok irdeleme dost! Zira bir yara misali ne kadar deşersen o kadar kanar, bir o kadar canın yanar ve geç iyileşir.
Dünyada adalet yok dost! Olsaydı böyle mi olurduk? Olsaydı etrafta kelle mi kalırdı? Hiçbir şeye inanma ama buna inan; İlahî adalet er geç yerini bulacak, Sabırla beklenen yolun sonu güzelliğe çıkacaktır Yeter ki metanetini çoğalt Yeter ki güvenini diri tut…
Sen teksin, kıymetlisin. Tek bir anadan doğdun, tek bir hüviyette can buldun. Senden başka yok unutma…
“Bütün iyi kitapların sonunda Bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda Meltemi senden esen Soluğu sende olan Yeni bir başlangıç vardır
Parmağını sürsen dünyaya, rengini anlarsın Gözünle görsen elmayı, sesini duyarsın Onu işitsen, yuvarlağı sende kalır Her başlangıçta yeni bir anlam vardır. Nedensiz bir çocuk ağlaması bile Çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır.”
yarıyor parmakların suyu,
içinden geçiyor buharın
görüyorum ya seni böyle aşkın içinde
kan kendi aleminde çalkalanıyor
kuyusuna düşmekten vazgeçen Yusuf,
ağlıyor Züleyhasına
keşke diyordur
keşke duygularımın her biri
element olarak kalsaydı toprağın altında
aşk mevziye sığmıyor sevdiceğim
menzil kısa
az önce köye bir haber geldi,
yuvarlanmış büyümüş bir kar tanesi
öyle çığ, öyle tez
sanki dağı düşürmemiş gibi,
ayı!
kaldığı yerden devam ediyor uykusuna
avcumuzdaki terden kaçıp duruyor sabun
tırtılın açılıyor kozası
dönmediğin günler için oturuyor,
göğsüme bir demir
dokunmadan çoğalan ateş
yakıyor tarlayı
bir gün daha azaltmak isterim yükünü,
göğsümdeki demirin!
Batuhan Kordel ile tanışmam “Sıcak Şarap” ile olmuştu. Peki öneri neden “Sıcak Şarap” değil de “Teşekkür“? Hani bazı şarkılar sizden parçalar barındırır, dinlediğinizde hissettiklerinizin tercümesi gibidir ya “Teşekkür” şarkısı da benim için tam da böyle bir şarkı.
Yağmurlu bir, eylül akşamı Sen biraz sarhoş, ben ise dargın Gözlerim dolu, dilimde bir şarkı Ben senden uzak, sen ona yakın
Bu şarkının tadı en güzel yağmurlu bir havada çıkar aslında. Kulaklıklarını takarsın, şapkanı geçirirsin başına, gökyüzünden yavaş yavaş damlalar süzülür ve müziği başlat düğmesine basarsın. Sonra müzikle beraber hayaller ve düşünceler de akın eder.
Teşekkür ederim, her şey için Güven bırakmadın, tebrik ederim Yoksa unutamazdım, aylarca yıllarca Girmeseydi bu aşka, üçüncü bir kişi
Hayatımıza giren her insana teşekkür etmek gerek aslında. Çünkü hayatımıza giren her insan bizlere bir şeyler öğretir. Kimisi sevmeyi, kimisi fedakarlığı, kimisi de kimseye güvenmemeyi… Birinde kırıldıysa güvenimiz herkese karşı temkinli yaklaşıyoruz. En güvendiğim bile böyle yaptıysa daha yeni tanıdığım biri neden yapmasın diyoruz. Herkese bu algıyla yaklaşmak ne kadar doğru peki? Hepimiz biliyoruz ki tamamen yanlış bir algı bu. Çünkü her insan aynı değildir. Önemli olan karşımızdakine bu güvensizlik önyargısı ile yaklaşmamaktır.
Aslında hiç kimse yarı yolda bırakmaz birbirini. Onun yolu oraya kadardır. Dahasına ya sevgisi yetmez, ya da karakteri…