21.7 C
İstanbul
Pazar, Ağustos 17, 2025

Hüzünlü Köşe Başları

Köşe başında evsiz bir adamla karşılaştım. Kendisi evsizler arasında en sefil görüntüye sahip olan kişi olabilirdi çünkü yırtık olmayan bir kıyafeti, pisliğin uğramadığı vücut hattı kalmamıştı, yine de gülücükler saçıyordu etrafına. Diğer insanların bu adamın gülücüklerine cevabı hep olumsuz yöndeydi. Kimisi adımlarını sıklaştırır, kimisi ise yüzünü ekşiterek bakardı evsiz adama. Ben bu adamın neden bu hâlde olduğunu merak ediyordum. Yan sokaktaki pastaneden aldığım poğaçaların tekini kendisine ikram ettim, böylelikle birkaç soru sorabileceğimi düşündüm kendisine. Poğaçayı öyle iştahlı yedi ki, o an diğer iki poğaçanın benim değil de onun boğazından geçeceğinin farkına vardım. Onları da ikram ettim kendisine, onları da yedi afiyetle, ben aç kaldım ama yansıtmadım ona, gerçi ben sadece birkaç saat aç kalacaktım, kendisi ise kim bilir kaç yıldır tam anlamıyla doyurmuyordu karnını. İnsanların kimi zaman sadece birkaç saatlik düştükleri durumun bir başkalarının hayatını yıllardır meşgul ettiğinin farkına varınca o durumun bana hissettirdiklerini de ilk anki gibi hissetmemeye başlıyorum, çünkü biliyorum ki başkaları yıllardır savaşıyor, ben ise sadece birkaç saatlik sürecek olan bu basit harpten kesinlikle sağ çıkarım. Bu düşüncelerin ardından son poğaçayı da midesine indiren amcayla konuşmaya başladık.

“Amca seni birkaç aydır görüyorum, ne yapıyorsun, necisin sen?”

“Bir şey yapmıyorum oğlum, buralarda yaşamaya çalışıyorum işte, bak şurada uyuyorum, bir de köpeğim var, ben ne yersem o da yer aynısını.”

“E köpek nerelerde amca, burada yok.”

“Gündüzleri gider o, bilir çünkü benim kendi karnımı doğru düzgün doyuramadığımı, yiyecek bir şeyler bulur kendisine, hava çökünce de gelir buraya tekrardan.”

“Ya geri gelmezse?”

“Hiç gelmemezlik yapmadı ki, valla eski karımdan daha sadık çıktı kendisi.”

“Eski mi? Neden ayrıldınız ki?”

“Öldü çünkü, evlendikten 6 ay sonra.”

“Ölmüş amca rahmetli, isteyerek bırakmamış ki seni.”

“Nereden biliyorsun? Belki isteyerek ölmüştür, bırakmak istemiştir beni.”

“ Bırakmak istese ayrılırdı amcacım, neden kadın kendi hayatını sonlandırsın?”

“Benim de hayatımı sonlandırmak için, görmüyor musun halimi? Oldukça başarılı oldu işte. O gün ben fabrikadaydım. Birkaç saate evde olacaktım. Tandırda ekmek yapıyormuş o da , o sıra ayağı kayıp düşmüş, yanarak can vermiş, komşular çığlıklarına koşmuş ama çok geçmiş. Ben eve vardığımda aldım haberi, o an çok şaşırdım çünkü ben taze ekmekleri ve karımı sofrada hayal etmiştim işten dönerken, karnım da çok açtı.”

Ben adamı dinlerken, işe geç kaldığımı fark ettim, ama değerdi. Kimi anların günlük hayatımızdaki standart sorumluluklarımızdan daha fazla yer kaplayacağını düşünürüm, en azından birkaç saatliğine. O sırada amca derin bir iç çekti. Biraz boşluğa baktıktan sonra devam etti.

“O gece aç yattım yatağa, uyku da tutmadı. O günden bu yana da karnım bir nebze açtır, asla tam anlamıyla doymaz.”

“Sigaran var mı oğlum?”

“Buyur, iki tane al.”

Amcayı anlamıyordum, eşinin kendisini cezalandırmak amacıyla canına kıydığını söylüyordu. Ne tür bir insan evliliklerinin ilk aylarında bir başkasını cezalandırmak için ateşler içerisine atlar? Anlam veremiyordum.

“Amca, sorumu maruz gör ama, neden böyle düşüncelere sahipsin sen? Kadın belli ki kaza yüzünden hayatından olmuş.”

“Kaza ile öldüğünü düşünmüyorum ben.”

“ Yapma amca, insanlar her gün kazalar yüzünden can veriyor.”

“Bunu kabullenemem, bunu kabul edersem, yaradana ters düşerim. Biz çok güzel bir çifttik. Cahildik, çok şey bilmezdik belki ama kimseye zarar vermeden yaşardık köyde. Kimselere zararı dokunmayan birisi, kasıtlı bir şekilde yapmadıysa bunu eğer, yaradandan ötürü değil midir sence de?”

“Kader amcacım, vakti dolmuş.”

“ Hadi oradan, ne vakti dolması, bilerek öldürdü işte kendisini, yoksa hayatta olurdu, ben de burada olmazdım. Dışarıda suça meyilli binlerce insan var, her gün bir başkasının canına kıymayı kendilerine amaç ediniyorlar.” Onlar dışarıda iken, benim eşimin mezarda olması sence doğru mu? ”

Ne diyeceğimi bilemedim. Amca, eşinin bilerek kendisini öldürdüğünü dile getiriyordu, aksi bir durum varsa eğer, Allah’ın neden suçsuz olan eşinin canını bu kadar erken aldığını aklına getirmemek amacıyla bunu düşünmekteydi sanırım.

” Amca bilmiyorum, ne diyeceğimi, söylediklerinden bir anlam çıkaramıyorum.”

“Çakmağı tekrar uzatır mısın?”

“Tabii.”

Sigarasının yarısına geldikten sonra devam etti.

“Neden anlamak istemiyorsun, belli ki o aylar içerisinde hatam oldu, ya da insan ya belki de benden soğudu, bıraktı kendisini alevler içine.”

” Ama amca eğer senden soğuduysa neden bırakıp gitmesin seni, bir insan için ölünür mü, sen böyle düşünme, kaza ile olmuştur kesin.“

“Dedim ya oğlum, bu düşünceden koparsam Allah’a ters düşerim diye, bu halime de şükür ediyorum, bak nefes alıyoruz. Ben rahmetlinin kendi isteği ile canına kıydığına inanıyorum. İnsan masumsa, yeni evlendiyse, çok güzelse ve 19’unda can veriyorsa, bu yaradandan dolayı olmamalı oğlum, buna kendimi inandıramam.”

Ben tam bir şey diyecekken amca devam etti.

“ O köpeğin gelip gelmeyeceğini sordun ya bana, ben her gün onu gelmeyecekmiş gibi beklerim. Bir araba altında kalır belki, ya da zehirli et verirler hayvana. Çünkü hayvan masum, onun aklı da yok kendini atamaz alevlerin içine veya araba altına. Benim halimi görüyorsun, ne bir kıyafetim var ne de giyecek bir ayakkabım. İnsanlar yıllardır bana farklıymışım gibi bakmakta ve ben onlara hak veriyorum. Çoktan soyutladım kendimi ben, karımı kaybettiğim gün, her şey farklı gelişti benim için. Allah’tan her gün bekledim, canımı alsın diye, sonunda pes ettim, olmadı çünkü, çok istedim olmadı. Bizim ayrı kalmamız gerekliymiş, bunu asla istemedim, ondan ayrılınca her şeyi boş verdim, üstelik yirmiydim biliyor musun? Şimdi ne evim var ne bir gelir kaynağım. Acı bir hikayem var, arkasında da genç ve ölü bir yâr , onun ötesinde de düşünmekten aklını yitirmiş,  tüm insanlar tarafından hor görülen ben.

Siyah İnci

Senelerdir bu ormanda bu incileri topluyorum. Bir türlü çözemediğim bu girdabın içinde tükeniyorum. Adını söylemeye çalışsam kaybolup gidiyorum memlekete doğru… Nice diyar gezdim, dolaştım aynı yola yine düştüm. Bir türlü karar veremiyorum.

Şöyle hafifçe dokunup korkmadığımı anlıyordum. Öyleyse bu şey ruhuma nakış gibi işleyen nadide bir parçaydı. Sabah oluyordu ama elimdeki bu inci hâlâ parlamıyordu. Hâlbuki gün onun için yeniden doğuyordu. Neydi bu incinin hikâyesi? Ben beyazken o neden siyahtı. Düşünmekten kendimi alamıyorum. İnciyi kabuğundan çıkardığımda şaşkınlık içindeydim. Anlayamıyorum… Yanındaki taşa sorsam bilir mi, bu inci neden siyah?

Siyahın da bir canı var. Konuşmayı bilmese de…

Kumun yükünü çekiyordu. Sulara karışmış, taşa arkadaş olmuş, bitkilerin içinde sır gibi saklanmış bir kabuktu keşfedilene kadar… Benim yüreğime çok dokunuyor. Bende kendimi böyle korumaya almalıydım. Bedenimi kabukla kaplamalı, içimdeki incileri değerinde vermeliydim. Gözlerime çekilen perdeyi bir an önce açmalı, ışığı görebilme umuduyla yol almalıydım. Tutunabilecek bir dalım olsun, küçük bir kasabada güven içinde, sonbaharın vedasına yakışır bir şekilde yaza “merhaba” siyah incim demek istiyor ve demli bir çayla kırık kalpleri yapıştırmak için incinin vereceği yapışkanı kullanmak için can atıyordum.

Çince Bilmiyorum Ama İçince Konuşabiliyorum

Çince bilmiyordum ama içince konuşabiliyordum. Bu yüzden iksirimin içine bir tutam sevgi, saygı, merhamet, tutku, istek; az miktarda da kendini koruması için nefret ve kurnazlık koydum.  Ne garip değil mi? Henüz yüzünü bile görmedim. Ama elime aldım. Yakınımda ama uzağımda gibi davranıyorum. Kendime bu çileyi niye çektiriyordum? Çünkü hayatta her şey yolunda gitseydi, çok canım sıkılırdı. Yaşam ve yalnızlık cephesinden düşen yaprağı, kafa dengi arkadaş bulmak için incir ağacının etrafında tur atacaktım dercesine yürüyorum bu yolda… Ah! Hayat beni çağırıyor. Yazdıklarımı doğru okumak için çok çaba harcıyorum. Mühendis bey, gün gelir de iyi bir inci olursan, sana kitabının arasına koyacağın kitap ayracı hediye etmek istiyorum diyordu. Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. Mühendis bey içince konuşuyordu. Tabi siyah inciyi anlatırken, yedi güzel adam aklıma geliyor, çılgınca okul merdivenlerinden aşağı inen oyuncuların kalbine inciyi bırakıyorum.

Unutursan Siyahı Beyaz İçin Alarm Kur!

İnsanlığımızı ne zaman, nerede unuttuk. Soru sorduğumu sanmıyorum. Çünkü cevaplayacak kimse yoktu. Cingöz Recai, Mehmet Rıza’dan kaçmak için hep kapı arkasına saklanıyordu. Ben de mi öyle yapmalıyım?  Polis kapıyı çalınca, inciyi vermem demeli, siyah inci alıp kaçacak bir dolap bulmalı mıyım, yoksa beyaz inciyi siyaha mı boyamalıyım? Karar senin… Ocak ayının içindeyiz. Bugün “Siyah İnciyi” yazıyorum. Özlem duyduğum birkaç kişi var. Ülkeler arası çok zor gidip gelmek… Geçenlerde Mavi’yi hatırladım onun için yazdım, şimdi ise Mai ile konuşuyorum içince…

Hayat tesadüfleri seviyor sanırım. Uzun zaman oldu. Kavuşmak şart mı diyorsun biliyorum. Kapı çalıyor açsana. Ne kapısı? Ses duymuyorum. Çalıyor sen aç! Kalbine giden kapılar çalıyorsa bekletmekten aç ki misafir beklemeyi sevmez bunu da hatırlatayım. İnsan, tebessümün en güzel kalbidir. Mutluluğun sırrı ise saklı bahçe gibidir.   Vakti geldiğinde eğer ben bir yerde kaybolursam, aramızdaki şifre “Siyah inci” olsun. O zaman kimse sizlerin adını verip kandıramaz bizi…

Bir Kıyam Bir Rükû Bir Secde

Allahu Ekber!
O ki münezzeh…
O’nun adıyla
O’na hamd ederek
af niyazıyla…
Doğrultmadan belimi, dimdik
yeni doğmuş bir bebek günahıyla
ve sevabıyla cami görmemiş meczubun
zihin labirentinde bir tefekkür
ve taklidi imana taassupla
Huzurunda o Zât’ın
dileyerek vuslat, yaşayarak hicran
günahlara ahbap, sevaba düşman
nefesi bitap, nefsine bican
ve şuuruyla nezaketinin
ve şuuruyla merhametinin
ve altında ezilerek nedametin
kaldırmaya yüzüm yok çehremi
Hani bağışlanmış bir talebenin
muallime mahcup bakışıyla
Bir tipi arasında yavru kedinin
titrerken mahzun bakışıyla
Esir düşmüş kölenin
eğik düşen başıyla
Bir sabinin ana göğsünde
gözden düşen yaşıyla
Gurbetteki yârin
yaralayan nazıyla
Mescid-i Aksa’nın ümmete
meyûsane nazarıyla
Mescid-i Nebevi’de Peygamberin
zikreylenen adıyla
Kabirde bedenin
biçare yatışıyla
Eşref-i mahlukattan
sıyrılarak acizane
eşrefe olamadan nail
Ya Rab…
af niyazıyla…

Allahu Ekber!
Bir başak tanesinin büktüğü gibi belini
huzurunda eğilerek
Ömrün son safhasında büktüğün gibi belimi
on sekizimde doksanıma bürünerek
Gülşene can suyu veren bahçıvanın
umudunu yüklenerek
Yolun son çeyreğinde
nefesi tükenerek
ve doğrulurken sancıyla

SemiAllahu limen hamideh!
başımdan aşağı dökülen ab-ı hayat
boşanır ebr-i ihsan sağanak sağanak
Es-Semi…
sukût içinde yakarışımı
affına mazhar olamama evhamına
yüreğimin yanışını
tan yeri ağarırken fikriyatıma
eşlik eden gözyaşımı
İşiten, Ya Rabbi…
acziyetimden oynamaz dudağım
günaha bulaşmış dilimle
adını anarken titrer dimağım
şuurum şuursuzluğumdan
ibadete sadık, emanete çatıyım
bu uğursuz vatanda ,diyar-ı gurbette,
lütfuna talepkâr, kahrına razıyım

Allahu Ekber!
Huzurunda büyük visal
Sana yakın, dünyadan bizâr
Kıyamda ikrar, rükûda ikbal
secdede ikmal…
Ey Allah-ı Zülkemal
Dağların eteğinde, derininde denizin
İlmek ilmek işlenmiş sanatın
okumaya yeter mi gönlü bu aciz zatın
gözleri âmâ etti telaş
bir çağ ki bitti hayret, kalkmaz oldu kaş
mahrum etme bizi Zâtından, bırakma yeryüzüne
ruh mefkud, olduk maddeye pervane
ayırma bizi huzurundan ya Rab…
bu elim yolculukta olmasın son durak ızdırap…

amin…

Aranan Gülün Habercisi

Taş duvarlar kolluyor etrafımızı
Baktıkça gözümüz kalıyor, dokundukça elimiz
Gönül vurgunluğu bu bizdeki hâl

Dilim olmuş pelte pelte, sanki lâl
Yangın mı yüreğimdeki
Yoksa yangının alevdeki koru mu?
Bu vurdumduymaz ezgiler nesi?
Elimin uzamayışı, el olan neci?..
Kim ne derse desin, anlatamam, beyan edemem
Bir lafın yerini tutamaz içim
Gözlerim liman olur,
saçlarım dalgalı deniz…
Birkaç cümle, birkaç kelime,
binlerce beyanda bulunsam da sarfiyatı yok

Kıymeti yok çaresizliğe…
Yaprakların dökümü, şiddetli rüzgarların esişi haber veriyor hüznümü
Yine arabeske bağladım
Yine hoyrat gönül laf dinlemedi
Yine koyverdi kendini tutamadı
Çay koy, demli olsun!
Nasıl olsa içimizden alacak demini…

  “Hoşuma gidiyor” dedi acıklı bir gülümseme atarak. “Acıya hapsolmak mı?” diye sordu. “Hayır, acıyı düşünürken; sonunda yine umut kapısı olduğu düşüncesi.”

  Bazen çekilen acıyı hazmetmek için, Rabbimin bana bahşedeceği bahçeye giden yoldaki dikenleri geçtiğim düşüncesini tasavvur ediyorum, bütün yaralarım sarılıyor ve yarına dair umudum tükenmiyor. Öyle ya, ne demiş Hz. Mevlânâ;

Üzülme ayağına batan dikenler, aradığın gülün habercisidir.

Bilirim Geçer

Bîtap düşmüş kollarım,
Yolların verdiği acı ruhumu sızlatır.
Nedir sızlatan acının sebebi?
Bilsem, bilsem âlem-i dünyada arar da bulamam…
Bilirim geçer, geçer de ruhum arş-ı âlâya ulaşmadan geçsin.

Sen ki âsûde ol,
Devran dönecek, nâgehan herkes ektiğini biçecek.
Mezaretim artıyordu, mühim değil.
Fıtrat gereğidir der, susarım.
Göz önüme nakşedilişin gönlümün ferahına gam koysa da,
Bilirim geçer geçer de ruhum arş-ı âlâya ulaşmadan geçsin.

Çehrende süzülen dem misali,
Zihnim bulanıklaşır…
Nakşedilen çehren belki yok olur da,
Bir nebze kederden uzak yaşarım.
Bilirim geçer geçer de ruhum arş-ı âlâya ulaşmadan geçsin.

İşte Geldin

İşte geldin ;

Hoş geldin kaybolmuş sen.

Kalan duygularımı bitirmeye mi geldin?

Hoş geldin,

Gülen yüzümün eskiyeni,

Şarkılarla, şiirlerle girdin yüreğime

Gençliğimin şarkılarının mısralarına,

Yetişkinliğimin satır aralarına sığdırdığım anılarıma,

İşte geldin…

Sana hoş geldin dememin manası…

Bir şey’ler değişebilir umuduydu.

Elbet kalır, bir şeyler senden geriye,

Bir gidişin vardı içime oturan,

Bir de gelişin vardı o gece dolunaydı.

Yenilenlerdenim

Zamana Yenilenlerdenim

Önce zamana yeniliyorum, sonra kendime. Amansız bir yarışın içinde buluyorum kendimi. Gözlerimi kapatıyorum. Duyumsayamıyorum yüreğimi.                                                                                                                        
Kayboluyorum. Yelkovan, akrep anlamını yitiriyor. Bir bakıyorum beş, bir bakıyorum sekiz. İnsanlar bir var, bir yok. Dünya telaşı, koşuşturanları kestiremiyorum. Dünya mı hızlı dönüyor, zaman mı hızlı akıyor? Olduğu yerde kalan tek ben miydim? Zamana ayak uyduramayan.. Olanlardan haberi olmayan çocuğun masumiyetindeyim.                                                                                                            
Bir hiçlikteyim senin aksine. Duygularım ansız, zaman ansız.. Sabah karşılaştığım haberler, yakarışlar canımı yakıyor. Nefes alamıyorum. Bir nefeslik kitap kaçamağı yapıyorum. Kitap sonu yaşadığım hayal kırıklığını aşamıyorum. Aldığım her nefes zoruma gidiyor.

Sonra güneş doğuyor. Dua sürüyorum yüreğime.
Bir plak koyuyorum, bir nebze aydınlanıyorum. Yaşadığımı hissedebiliyorum. Her sabah yine yeniden umutla dolduruyorum içimi.

Arifiye Köy Enstitüsü’nden AAÖL’e Yolculuk

Formal yazı hayatıma başlarken hayatımın temel taşlarını oluşturduğum, bu sonlu yaşamdaki yerimi belirlemeye başladığım lisemden sizlere de bahsetmek istedim. Ben Arifiye Anadolu Öğretmen Lisesi’nin son mezunuyum. Temelleri Tanzimat dönemine  kadar dayanan ve ömrü boyunca defalarca adı değişmesine rağmen ruhunu hiç kaybetmeyen bir okuldan bahsediyorum. Orada geçen 4 yılı anlatmaya kalktığımızda 4 yıldan daha uzun süren, her hüznümüzde, her mutluluğumuzda aklımıza gelen, gençlik çağımızın çoğu ilkini yaşadığımız, belki de ilk aşkı tattığımız, ilk kez sonu olmayan duygularla karşılaştığımız, ilk kez mutluluktan ağladığımız, ilk dostluklarımızı kurduğumuz, hayatımızın hiçbir anında orada yaşadıklarımızı unutamadığımız ve unutamayacağımız bir okuldan söz ediyorum. Bu ilk yazımda kendi bilgi ve deneyimlerimden ziyade bu okula yıllarını vermiş Bilgin BİL hocamızdan ve Onur BALTA abimizden okul hakkındaki bilgilerini, düşüncelerini ve yaşanmışlıklarını almak istedim. Okurken liseme konuk olmanızı dilerim.

 

(Bazı sorulara gelen cevaplar birden fazla olduğundan dolayı Bilgin BİL hocamızın cevaplarını B.B. ile Onur BALTA abimizin cevaplarını da O.B. ile belirttim.)

  •  En baştan itibaren okulun gelişimi ve tarihi hakkında kısaca bilgi verebilir misiniz?

 B.B.: Arifiye’nin öyküsü 1937 yılında başlar. O zaman Kocaeli’ye bağlı bir kasabadır. Arifiye Eğitmen Kursu adı altında ilk eğitim çalışmaları başlar. 1940 yılında Türkiye’nin 14 farklı yerinde Köy Enstitüleri açılır. Bu açılan enstitülerden birisi de Arifiye Köy Enstitüsü’dür ve eğitime damga vuracaktır. Fakat ömrü çok uzun olmaz. 1954 yılında enstitüler kapatılır. Arifiye Köy Enstitüsü, Arifiye İlk Öğretmen okuluna dönüşür ve uzunca bir süre ilk öğretmen okulu olarak faaliyetine devam eder. Bu arada 70’li yılların sonuna gelindiğinde 2 yıllık eğitim enstitüleri devreye girer. Bunlar liseden sonra her ilde açılmış eğitim enstitüleridir ve öğretmen yetiştirmeyi amaçlamaktadır. Arifiye de eğitim enstitüsü olarak hizmet verir fakat onun da ömrü uzun sürmez daha sonra Öğretmen Lisesi’ne dönüşür. Öğretmen liseleri az çok öğretmen okullarının devamı gibi görülür. Fakat mezunları direkt öğretmen olarak atanmaz. Lise düzeyinde yükseköğretime daha doğrusu öğretmen yetiştiren kurumlara eleman hazırlamak amaçlı okullardır. 1995’lere gelindiğinde Anadolu Öğretmen liselerine dönüşürler ve Anadolu Öğretmen liseleri de öğretmen yetiştiren kurumlara ek puan vererek kaynaklık etmeye çalışır. Bu süreç 2014 yılına kadar devam eder. 2014 yılında öğretmen liseleri bütün Türkiye’de tamamen kapatılır ve Arifiye Anadolu Öğretmen Lisesi, Arifiye Fen Lisesi‘ne dönüşür. Bugünkü ismi Arifiye Necmettin Erbakan Fen Lisesi’dir. Yaklaşık 7 veya 8 kere değişim geçiren bir okuldan bahsediyoruz ve 200 yıllık bir geleneğin devamı niteliğinde olan okuldur, böyle bir özelliği vardır. Ayrıca 81 vilayette mezunlarının olduğu biliniyor.

  • Önemli mevkilerdeki mezunlar hakkında kısaca bilgi verebilir misiniz?

B.B.: Önemli mevkilerdeki mezunlar sorusuna şöyle cevap verelim. Arifiye Öğretmen Okulu’nun -ki genel tanımı budur- hemen hemen her meslek grubunda mezunu vardır. Bilebildiğimiz kadarıyla valilikten kaymakamlıktan tutun da yüksek mahkeme başkanları, milletvekilleri, eski içişleri bakanı ve sanatçıların olduğu biliniyor. Yakın dönemde bildiğimiz Eskişehir valisi Arifiye mezunuydu. Olgun Şimşek Arifiye’de öğrenim görmüş bir kişidir. Ne yazık ki okulumuzun bir derneğinin olmaması derli toplu bilgilerin ortaya çıkamamasına da sebep oluyor. Yani bu soruya verebileceğimiz net bir cevap ne yazık ki duyumlardan ibaret ama bilebildiğimiz, çoğunluğunun öğretmen olduğu. Yani eğitim camiasında faaliyet gösteren ama bunun yanında mühendislikten doktorluğa, sanatçılıktan iş adamlığına kadar çok geniş bir yelpazede sayamayacağımız kadar mezunu olan bir okuldur.

  • Kuruluşundaki amaçtan ne zaman vazgeçildi?

B.B.: Bu soruya kendime göre cevap vereceğim. Çünkü farklı cevaplar olabilir saygı duyarım. Fakat öğretmenliğe temel teşkil edecek öğretmen yetiştiren bir kurum olmaktan çıktığı anda amacının dışına çıktı. Yani bana göre ilk öğretmen okullarının kapatılmasıyla bu misyon tamamen sona ermese de hemen hemen devre dışı kaldı. Öğretmen Lisesi ya da Anadolu Öğretmen Liseleri de aynı amaç doğrultusunda faaliyet göstermişlerdir. Fakat onlar genel lise statüsünde ama ek puanla öğretmenliğe yönlendirme konusunda faaliyet göstermişlerdir. Bana göre ilk öğretmen okullarının sonu “Öğretmen Okulu Anlayışı”nın terk edildiği gündür.

  

  • Eski verimine dönmek mümkün mü?  Eğer mümkün ise neler yapılmalı?

B.B.: Eskiye dönmek mümkün mü daha doğrusu soruyu açacak olursak öğretmen okulları tekrar açılabilir mi? Doğrusu bu soruya cevap vermek şu an mümkün değil. Çünkü öğretmen okulları Tanzimat okullarıdır yani 1848 de başlamıştır ve çok güçlü geleneğe anlayışa sahip okullardır. Cumhuriyetle birlikte o anlayış devam etmiştir. Bugün bu misyonu eğitim fakülteleri devam ettirmeye çalışıyor ama maalesef bunu net bir şekilde göremiyoruz. Çünkü bina açıp tabela asmak ya da belli dersleri okutmak öğretmen okulu geleneğini devam ettirmeye yetmiyor arkadaşlar yani bunu net bir şekilde görebiliyoruz zaten. Devlet eğitim politikalarını ya da öğretmen yetiştirme politikalarını gözden geçirir ki bu bir Millî Eğitim Şûrası ile ele alınabilir ancak, tekrar aynı anlayış doğrultusunda okullar açılırsa belki o günlere dönmek mümkün olabilir. Şimdilik böyle bir şey ufukta görünmüyor.

 

  • Öğretmen Lisesi/Okulu ruhu hâlâ varlığını devam ettiriyor mu?

B.B.: Öğretmen Okulu ruhu devam ediyor mu? Evet ediyor. Ben buna çok seviniyorum. En son öğretmen lisesi mezunlarını da dahil edersek bu ruhu tüm mezunlar yaşatmaya çalışıyorlar. O anlayışı devam ettirmeye çalışıyorlar. Eğer onlarla sohbet edebilirseniz bu ruhun varlığını net bir şekilde görebiliyorsunuz. Bu da doğrusu insanı çok memnun ediyor. İnşaallah bu geleneğin devamı sağlanır.

O.B.: Evet, tabii ki devam ettiriyor. 1940 yılından bu zamana hatta köy enstitüsü zamanlarından bile izler hâlâ yaşamakta… Nesilden nesle aktarılan bir ruh bu.  Eğitimcilerimiz olsun üst dönemlerimiz olsun bizlere bu ruhu hep yansıttılar, yaşattılar… Bizler de her gelen nesle ilk iş olarak bu ruhu aşılamaya elimizden geldiğince gayret ettik.  Günümüzde öğretmen okulları kapatılsa da hâlâ o kimlik bizim üzerimizdedir. Çoğu kişi için hayatının unutulmaz anları üniversite çerçevesinde yoğunluk gösterir fakat öğretmen lisesi mezunu olup özellikle lisede aktif olan bir birey için kesinlikle bu yoğunluk lise zamanlarında kendini hissettiriyor -en azından benim ve çevrem için bu şekilde-. Unutulmaz arkadaşlar, unutulmaz anılar, hayatımın ilkleri hep liseye dayanıyor. Haliyle böyle olunca da öğretmen lisesi ruhunu üzerinden atması epey zor gözüküyor. Günümüzde kendi öğretmen listemizden mezun bir arkadaşa rastlayınca -aranıza ne kadar zaman girerse girsin- hâlâ ilk günkü samimiyetinizin korunduğunu fark edersiniz. Bu ve bunun gibi duygular hâlâ o ruhun korunduğunun ve devam ettiğinin göstergesidir.

 

  • Sizin okul ile ilgili unutamadığınız bir anınız var mı?

B.B.: Benim okulla ilgili çok fazla anım var doğrusu bunların içinden seçmem gerekirse bir tanesini hiç unutamam, daha doğrusu unutamıyorum. Bir gün 80 yaşın üzerinde bir mezunumuz geldi. Çayımızı içti, sohbetimizi yaptık. “Eksikleriniz var mı?” diye sordu. -Tabii ki eksiğimiz fazla.- “Bana bir liste yapın.” dedi. Dedik herhalde kısmen de olsa yardımcı olmaya çalışacak. Yaptık, kendisine bir liste verdik. O listeyi o aldı direkt Ankara’ya gitti. Bakın 80 yaşın üzerindeki bir insandan bahsediyoruz! Günlerce Ankara’da kalmış. Bunu sonradan öğreniyoruz ve en nihayetinde şimdiki Milli Eğitim Bakanımızla görüşmüş ve ona şöyle bir şey söylemiş: “Türkiye’de eğitime damga vuran bir okulun bu şekilde eksikleri olmasını ben kaldıramıyorum, hazmedemiyorum ve sizden yardım istiyorum.” diye bir cümlesi olmuş. Günlerden bir gün bir kamyon geldi baktık Ankara’dan geliyor. Üstündeki eğitim araçlarını okulun önüne indirdik. Bunlar dedik “Nereden geliyor? Kimin vasıtası ile geliyor? Doğrusu bize bilgi verilmedi.” öğrendik ki bunu sağlayan bu 80 yaşın üzerindeki mezunumuzmuş. Tabii çok duygulandık, çok müteşekkir kaldık. İşte okula, misyona, öğretmen yetiştirme geleneğine bağlılığın en önemli göstergesi. Bu gerçekten benim için unutulmaz bir anıdır.

O.B.: Okul ile ilgili unutamadığım anı değil anılarım var.  Pansiyonlu bir öğrenci olmanın da artılarından biri bu olsa gerek. Her biri diğerinden güzel birçok anımız var. Hangi birini unutabilirim ki? Gecenin bir vakti karnımız acıkınca yurttan kaçıp poğaça almaya gitmelerimizi mi,  Arifiyelilerle olan o muazzam çekişmelerimizi mi yoksa her öğrenci gibi biraz(!) yaptığımız haylazlıkları mı?.. Anılarımın her biri ilk günkü gibi hafızamda yerini koruyor ama bunları anlatmakla bitirmek gerçekten imkânsız… Bu soruyu lisede hayatıma giren tüm arkadaşlarıma ve çok değerli hocalarıma teşekkür ederek bitirsem yeterli olur diye düşünüyorum.

  • Arifiye Öğretmen lisesinde okumanın artıları ve eksileri nelerdir?

O.B.: Bu soruyu uzun süre düşündüm fakat hiçbir eksisi aklıma gelmedi. Okulumuz gerçekten tarihi bir okul. Uzun süredir süregelen öğretmen okulu havası eğitime pozitif olarak doğrudan yansıyordu. Öğretmen okulu ruhu sayesinde birçok alanda çalışan mezunlara ulaşabilmek, sadece okurken değil üniversite ve iş hayatında da birçok şeye kolayca ulaşmamızı sağlıyordu. Ben bunun etkisini şu an hâlâ aktif olarak görüyorum. Eğitim kalitesi, mezunların tutucu birliği olsun birçok yönden artılara sahibiz.  Pansiyonun olması ise bambaşka bir artıydı bizim için. Ailemizden ayrıydık ama bambaşka bir ailemiz daha olmuştu. Kolay kurulan, çok zor kopan bağlar sayesinde günümüzde birliktelikler hâlâ devam etmekte. Bu sayede geniş çevrenin artıları hayatımıza yansıyor. Basit bir örnek olacak ama mesela birinin bir ihtiyacı olsa çekinmeden dile getirebiliyor ve halledebiliyoruz. İyi ki bunun gibi bir sürü artıya sahip Türkiye’nin de enlerinden olan bu okulumuzdan mezun olmuşuz. Onur duyuyoruz.

Okulumuz hakkında bilgilerini arttırmak isteyenlere tavsiye kitabım:

Uygarlığın Tuğlası Arifiye Köy Enstitüsü – Karabey Aydoğan

Yazımı bitirirken röportaj vermeyi kabul eden Bilgin BİL hocama, Onur BALTA abime, ayrıca beni bu günlere getiren aileme, düşünce gelişimime katkıda bulunan Mensur AYDOĞAN ve Gül Fatma BEKDEMİR hocalarıma ve canım dostlarıma çok teşekkür ediyorum.

 

 

Bataklıklar

Kimi zaman bir insanın kalbi bir başka insanın bataklığıdır

Ve kimileri batmaktan asla kurtulamazlar

En azından bir süreliğine, akıllanana dek

Bataklıkları bilir misin? Kimsenin ayak basası yoktur oralara. İnsanı derinlere çeker. Adı üstünde, bataklık. Kimse batmak istemez bu hayatta, o yüzden bataklıklar tenhadır, o yüzden bataklıklar oraya yanlışlıkla ayak basanlar dışında kimseyi barındırmaz. Onların da kurtuluşu yoktur zaten, yavaş yavaş içine çeker onları ve batırır. Ne kadar çırpınsan da bağırıp çağırsan da ancak ağaçların dallarındaki kuşları yerlerinden edersin. Bataklıkları iyice anladın mı şimdi? Ben bataklıklara yanlışlıkla adım atıp pişman olmuş insanlardan birisi değilim, ben bataklığın ta kendisiyim. Olayın üzücü yanı bana yanlışlıkla bile olsa kimse yanaşmıyor.

Beyaz Cüce

Makul bir saat, hevesli anılar ve zambak çiçeğinin büyüsü…

Gerçek, uzak ara kaybolmuş şimdiki zamandan. Yaradanın zihnimize hediye ettiği çiçekli bahçelerini, seyrine düşkün iştahlı bir halimle seyrediyorum. Kokusundan tanıdığım bir çiçeğe, tebessümle yaklaşıp bir dize şiir okuyorum. Yaralı parmaklara şifa olacak ve basmaya kıyamadığım çim zemini, şifa niyetine bedenime teyemmüm ediyorum. Ruhuma damgalanmış günahın mürekkebini, yeşile boyayarak ifşa kuyusuna atıyorum. Boylu boyunca uzanıyorum. Kapatıyorum gözlerimi. Göçüyorum andan, kayboluyorum. Gönlümün paraşütlerini açmış, göğün katlarını sayıyorum. Kameriyi, Beyaz Cüceyi, Kara Deliği, Asteroit’i… Hepsini görüyorum.
Sayıyorum; Merkür’ü, Uranüs’ü, Jüpiter’i, Venüs’ü…
Ve dünyayı görüyorum. Ay’a tutunmuş, zemheriyi yaşıyor. Çapaklanıyor gözlerim, yorgun düşüyorum. İrtifa kaybediyorum yere çakılıyorum. Açıyorum gözlerimi, çok korkuyorum.

Yaşam ve Ölüm

İnsan, acısıyla tatlısıyla güneşin her doğduğu sabahı, ayın geceyi aydınlattığı her zerrede yaşamı sever. Yaşamın iç huzuru sağladığı olaylar bir yana bir de yaşamın devamı için girilen telaşeler vardır.

Yaşam telaşı içerisinde insan, esen rüzgara kendini bırakıverir olucaklardan habersiz. Şiddetli rüzgar içerisinde kendini kontrol edebilen hayatta dimdik kalanlardır. Her insan, rüzgardan dimdik çıkamayabilir. Rüzgar sonrası gökte dal kırıkları misali savrulur insan o yandan bu yana. Savrulsada zamanla yaşam gereği dimdik ayağa kalkabilir. Son nefesine dek insanın lügatında pes etmek olmamalıdır.

Yaşamak, sevdiklerimiz ile bir arada bulunmak hepimizin hoşnut olduğudur. Ama zaman gelir, sevdiklerimiz bir bir aramızdan eksilir. Ölüm, kapıyı çalmıştır. Bu da yaşamın en acı verici tarafıdır. Ama insan, zamanla bu acınında geçeceğini bilir. Yaşamak için hayatta kalabilmek için bunu yapmak zorundadır.

Yaşarken ölümün ansızın bizi de bulabileceğini unutmayalım.

İstanbul’da Zaman

Tarihin her ânına tanıklık etmiş İstanbul’dayım şimdi… Yürüyorum boğazı gören nadide mekânlara doğru, burnuma taze kavrulmuş kahve çekirdeklerinin muhabbetle itinalı iletişimi geliyor, aldırmıyorum bu edalı kokuya, geçip gidiyorum Osmanlı kokan yollara…

Sevemedim ey dergâhı güzel şehir! Sevemedim yüksekten binaları, samimiyetsiz asfaltları, ne de çabuktur şu zaman, ne meraklıdır hıza, yetişemiyorum ey büyükçe şehir! Ağır yükler koyuyorsun daracık omuzlarıma, taşıyamayacağım dertlerine ortak ediyorsun beni umarsızca… Yoruluyorum, rüzgârınla avutuyorsun bulutların koynunda… Ortaköy’de içilen tavşankanının yanında çabucak biten simit gibisin, kaç askeri uğurlayan, kaç sevdalıyı ayıran, kaç özlemişi kucaklayan Haydarpaşa gibisin bazen, Eminönü’nün dilâzer balıkçısısın çoğu zaman…

Konuşsana ey deryası çılgın şehir! Eyüp Sultan mıdır asıl şanın, yoksa Kız Kulesi midir denizin orta yerinde hapis bulunan? Sen miydin o yağmurlu gecelerde okumaya doyamadığım huzur? Senin sedan mıydı o ıslıklı melodi?

Baksana kaça ayak basmışım, kaçıncı asrım senli olan… Huzurlu
bedeninden kaç medeniyet, kaç devlet geçti ey kestane kokulu şehir! Kaç devi yıktın ateşten gövdende… Söylesene nicedir hali bu saatin, bana mı rüzgâr gibi gelir, yoksa cidden kuşlara mı özenir? Ömrün tükendi artık, gel hadi inat etme, boyun ey şu akrebe, sarıl gitsin zalim yelkovana, direnme artık… Yoksa niyetin mi vardır, daha binlerce sevdaya ev sahibi olmaya, hâlâ ister misin birçok Hakk gözdesi yüzün sürsün Üsküdar’ına, Fatih’ine… Boş ver be gözü yaşlı şehir! Bitişe yakınsın, aldırma kırmızı tramvayına, Arnavut kaldırımlarına, gel de şu akıp gidene bir selam et, yorulma boş yere, yorma seni de, beni de…

Umutlarını Yitirmeyen İnsan Portreleri: Memleketimden İnsan Manzaraları

Kırlarda böyle baharda böyle ikindi üzeri gökyüzünün aydınlığı bir sevda şarkısı gibi yumuşarken,
ağaçların gölgeleri rahat ve serin toprakta başlarken uzamaya,
daha genç, daha şehvetli, daha yeşil yaşarken
kuşlar, boynuzlu hayvanları ve böcekleri ile otlar,
tembel ve bahtiyar sazan balıkları gibi kımıldarken su birikintileri,
bir saadetli hayıflanıştır insan yüreğinde bugünkü dünyada bulunmanın kederi…

Değerli okuyucu merhaba! Bugün sana Türk edebiyatında şiirleriyle, aşklarıyla, hasretlerini ve vatan sevgisini anlattığı kitaplarıyla bana göre istisnasız en önemli isimlerden biri olan Nazım Hikmet ’in ustalık eseri diye nitelendirilebilecek bir eserinden bahsetmek istiyorum; Memleketimden İnsan Manzaraları.

Beş ciltten oluşan kitap, şair tarafından 1939-1947 yılları arasında yazılmıştır fakat dönem koşulları nedeniyle yazıldıktan ancak 30-35 yıl sonra yayımlanabilmiştir.

Kitabın ilk cildinde, Haydarpaşa’dan kalkan posta trenindeki yolculardan söz edilir. Bu yolcular arasında köylüler, hükümlüler ve askerler vardır. İkinci ciltte yine Haydarpaşa Garı’ndan kalkan ekspresin yolcuları anlatılır. Bu yolcular ilk gruba göre daha üst tabakadaki kişilerdir. Üçüncü ciltte daha çok hapishane ve hastane yaşamına, hasta ve doktorlara değinilir. Dördüncü ciltte 2. Dünya Savaşı’na, vatanseverlere, işgalcilere değinen şair bu kısımda Tanya isimli Rus bir kızın asılmasından bahseder. Ki bu kısım beni fazlasıyla etkileyen kısımlardan biriydi. Kitabın son cildinde ise o dönem İstanbul’daki acılardan ve yaşanan sevdalardan bahseder.

Nazım Hikmet’in Tanya’ya sözleri:

Bursa Cezaevi’nde karşımda resmin.
Sene 1941 değil artık
sene 1945.

sen Rus, ben Türk,
ama ikimiz de komünistiz.
Seni astılar memleketini sevdiğin için,
ben memleketimi sevdiğim için hapisteyim.
Ama ben yaşıyorum,
ama sen öldün.
Sen çoktan dünyada yoksun,
zaten ne kadar az kaldın orada :
on sekiz senecik.
Doyamadın güneşin sıcaklığına bile.

Nazım Hikmet ’in dil ve anlatımdaki ustalığını muazzam bir şekilde okuyucu ile buluşturan kitap; çok yönlü ve destansı bir anlatımla yoğrulmuştur adeta. Dört duvar arasında kaleme alınan eserde, Nazım’ın düşünceleri, uğruna baş koyduğu davası ve vatan aşkı güçlü bir şekilde dile geliyor ve şair, gümbür gümbür gelen bu sesi neredeyse iliklerine kadar hissettiriyor okuyucuya.

Nazım Hikmet yapıtıyla ilgili ön tasarısını şöyle açıklar:

“İstiyorum ki okuyucu 12.000 mısrayı bitirdikten sonra vıcık vıcık insan kaynaşan bir mahşerden geçmiş olsun,

İstiyorum ki, bu insan mahşerinin konkre ifadesi okuyucuyla muayyen bir devirdeki, muhtelif sınıflara mensup Türkiye insanları vasıtasıyla Türkiye’nin muayyen bir tarihi devredeki sosyal durumunu anlatsın,

İstiyorum ki ikinci planda, Türkiye cemiyetini çevreleyen dünya durum muayyen bir devrede anlaşılsın,

İstiyorum ki; nereden gelip, nerede olduğunu, nereye gidildiği? sualine, sahamın içinde azamî imkânlarla cevap verilsin.”

(Kemal Tahir’e Hapishaneden Mektuplar, Nâzım Hikmet, Bilgi Yayınevi)

Söyleyecek ne kadar güzel sözüm vardı insanlara,

bana hiçbirini söyletmediler.

İyi okumalar dilerim…

Olanlar ve Olması Umulanlar

Sanırdım ki hisler bir sözlüğün sınırlarına sığabilir
Ve o sözlükten güzel cümleler çıkabilir,
O cümleleri herkes anlayabilir
Ve herkes benimle o anda olabilir,
Bir kuytuya sığınmak zorunda olmanın anlamını anlayabilir
O kuytuda kendisiyle savaşmanın yolunu arayabilir

Sanırdım ki günlüğümü hep doldururum bir şeyler ile
Hiç tükenmez benim kalemim ve hep anlatılacak şeyler bulunur zihnimde
Bilmiyordum tabi, bazı uykusuzlukların sebebinin anlatılamaz olduğunu
Bazı dertlerin çarelerinin anlatmak olmadığını
Ve bazı dertlerin çarelerinin olmadığını
Bilmiyordum birgün insanın düşmansız da mağlup olabileceğini
Daha savaşa girmeden kaybedebileceğini
Kazananın yüzünü bile göremeyecek kadar dipte olabileceğini
Bilmiyordum bir ringde tek başınayken de insanın
Bir köşeden diğer köşeye kırmızı bir sıvı eşliğinde yuvarlanabileceğini

Sanırdım ki şimdi neyim varsa beni ıssızlaştıran
Zaman geçer, onlar gider
Ben bir bayram günü lunaparkı gibi olurum.
Bilmiyordum beni ıssızlaştıran şeylerin gitmesi
Beni ıssızlaştıracak bir şeyin dahi benimle kalmasına,
Mutsuzluk için ufacık bir neden kırıntısına,
Ve bir hiçliğe doğru yürürken beni var olduğuma inandıracak
Bir tutam ana muhtaç bırakacak beni.
Bilmiyordum o sebeplerin de bir nimet olduğunu,
Ve sebebi bilinen yorgunlukların çözülebilir olduğunu
Sebepsiz yaşanan bunalımların en zoru olduğunu
Ve belki de en aşılmaz olduğunu
Belki de gerçek ıssızlığın,
Issız olmak için nedeninin dahi olmadığında deneyimlediğin bir şey olduğunu.

Sanırdım ki ben büyüdükçe cildim pürüzsüzleşir,
Zihnim berraklaşır
Okuduklarım daha anlamlı bir hal alır, yazdıklarım zihinlerde dolaşır
Bilmiyordum büyümenin benden götüreceği şeyleri,
Ve getireceği kısırlıkları
Henüz tanışmamışken güzelliklerim ile,
Ancak onlar benden giderken el sallayabileceğimi
Ve ardından onlarla geçecek tek bir anın hayalini kuracağımı
Bilmiyordum

Sanırdım ki sanmaklar son bulacak,
Ve bir gün doğruyu tam onikiden vuracak ihtimal oklarım

Unutmuşum,
İnsan sanmaktan ibaret.
İnsan ummak ve umduğunu bulamamaktan,
Ama yine ummaktan
Ve umduğunu bulamayacağının idrakinde iken de ummaktan
Ve insan iliğine kadar ummaktan ibaret.

Sanıyorum ki insan,
Nasıl yaşayacağını da bilemez
Bu izahsızlığın geçeceğini ummuyorken.

Dilek Taşı’na Yeniden Hayat Veren Bir Ses: Eda Baba

Dilek Taşı, sözleri Ali Tekintüre ve Poyraz Tekin’e ait bir şarkıdır. Bestesini Gülden Karaböcek yapmıştır. Daha sonra pek çok önemli şarkıcı bu şarkıyı seslendirmiştir. Bugün de “Dilek Taşı” şarkısına Eda Baba‘nın hayat verdiğini görüyoruz. Onun o güzel sesinden dinleyeceğiz bu şarkıyı.

Gözümde canlanır koskoca mazi
Sevgilim nerede ben neredeyim
Suçumuz neydi ki ayrıldık böyle
Kaybolmuş benliğim bak ne haldeyim

Ne varsa eskilerde var diyorlar ya hani gerçekten de öyle. Yıllar önce insanları kalbinden vuran bu şarkı, bugün de tüm gönülleri fethediyor. Belki de bu şarkı, hepimizin gözünde o koskoca maziyi canlandırdığı için yüreklere bu kadar dokunuyor. Bir kalp kırıklığı, tutulmamış bir söz, ayrılık, istenilmeden söylenilen sözler, yaşanılamayan anlar…Hepimizin gönlünde farklı yaralar olsa da bu şarkı söyleyemediğimiz her şeyin tercümesi gibi.

Efkarım birikti sığmaz içime
Bin sitem etsem de azdır kadere
Gülmeyi unutan yaşlı gözlere
Mutluluktan haber ver dilek taşı

Bir yerde bir söz okumuştum ve beni çok etkilemişti. Şöyle diyordu: “Her gözyaşı ardından gelecek mutluluk için temizlik yapar.” Zamanında gönlümüze yer edinen tüm bu yaralar, bir gün gözyaşı ile tamamen temizlenip yerini umuda, mutluluğa ve huzura bırakacak. Bir gün o yaralar kabuk bağlayacak ve tamamen iyileşecek. 

Umut edenlere ve umut etmeyi hiç bırakmayanlara gelsin bu şarkı…

Yönetmen: Ekrem Çanak

Drone: Enes Seri

Kurgu: Ekrem Çanak

Sanat Yönetmeni & Kostüm: Serna Akaçça

Saç: Gökhan Siyahtaş

Makyaj: Meryem Kalkan

Eda Baba İnstagram: https://www.instagram.com/edababa/

Eda Baba Youtube: https://www.youtube.com/EdaBaba