26.2 C
İstanbul
Pazar, Ağustos 17, 2025

Korku Yönetimiyle Ütopik Bir Dünya: The Village

M.Night Shyamalan’ın senaryosunu ve yönetmenliğini üstlendiği The Village (köy) filmi izleyiciler açısından çoğunlukla distopik bir film gibi algılansa da filmde yer alan ‘üst yönetim’ gelecek nesillere ütopik bir yaşam bırakma derdindedir.  

Adından da anlaşılacağı üzere The Village, ormanlarla çevrili, sessiz bir köyde birlik beraberlik içinde yaşayan insanları konu edinir. Bu köyde yaşayan insanların şehir yaşamından ve kapitalist sistemden uzak oluşları dikkat çeker. Filmin ilerleyen sahnelerinde ‘şehirden uzak’ yaşam biçiminin nedeni anlaşılır. Köyün sınırında ormanlık alanda ‘kırmızı pelerin’ giyen canavarlar vardır. Köyde söz sahibi olan Üst yönetim bu canavarlarla bir anlaşma yapmıştır: sınır asla geçilmeyecektir. Bu yüzden köy halkının sınırı geçmesi tehlikeli ve yasaktır. Tabii ki bu yasakları çiğneyenler olur ve canavarlar köy halkına gereken cevabı misliyle verir. 

Köydeki yönetimi sorgulayan, dış dünyaya açılmak isteyen fakat aynı zamanda içine dönük olan Lucius, nişanlısı Ivy’ın meczup kardeşi tarafından bıçaklanır. Bu olaydan sonra köydeki sırlar açığa çıkar. Görme engelli olan Ivy, ilaç tedarik edebilmek için üst yönetimden olan babası Edward Walker’dan şehre gitmek için izin ister. Üst yönetimden habersiz bir şekilde Edward, Ivy’e geçiş için izin verir. Üst yönetim ise buna karşı çıkar. Lucius’ın bıçaklanması üst yönetimi vicdan muhasebesine iter. Fakat genel hava Lucius’ı ölüme terk etmek yönündedir.  Ivy’in şehre gitmesiyle gerçekler açığa çıkar. Edward Walker, kızı Ivy’e köydeki tüm sırları açıklar. Meğer tüm bu yaşananlar, üst yönetim tarafından köyden şehre geçiş olmaması için köy halkına korku vermek amacıyla kurgulanmıştır.  village-elders

Köy halkı, para nedir bilmez. Üst yönetimin amacı, köy halkını şehirdeki insanlardan ve kapitalizmin kötülüklerinden korumak için ütopik bir yaşam kurmaktır. Bu amacı üst yönetim, köy halkının korkularını yöneterek gerçekleştirir. Ütopik bir yaşamda huzur ve mutluluğun hakim olması gerekirken karakterlerin tedirginlikleri her hallerinden anlaşılır. Böyle gerilim dolu bir köyde hayata tutunmanın, ölüm korkusuyla savaşmanın tek yolu ise aşktan geçer. Ivy ile Lucius arasındaki aşkı izlerken anlık da olsa gerilimden uzak bir hava hissedilir. 

The Village | Film Review | Spirituality & Practice

Korku yönetimiyle otoriter bir sistem kurmaya çalışan, ütopik bir yaşam amaçlayan ve korkuyu yaşam biçimi haline getiren üst yönetimin akıl almaz kurgusu kesinlikle izlenmeye değer.

Unutursam Fısılda

Hadi kulağıma aşkı fısılda

Kalbimin kuru mürekkebini yazdıran

Sadece sen fısılda kalbime …

Mesela sen yaşamayı sev

Ben yazmayı,

Biraz fısıldasan,

Ve biraz sarılsak,

Radyoda çok sevdiğim, şarkı çalsa..

Ama unutursam fısılda.

Geceler yalnızlığımı,

Fısıldar kulağına.

Fısılda Kalbime ;

Yüreğinin kitabına.

Fısılda Kalbime ;

Ruhumuza dokunan şarkılara,

Sadece sen fısılda kalbime …

Sesinde huzur bulur.

Unutursam fısılda.

Kapı nasıl açılır bilmiyorum..

Yüreğimi bıraktım,

Kalbinin kapısına…

Unutursam fısılda ;

Parmakların kolaylıkla

Yazabildiğini, öğrendim.

Finansal Özgürlüğe Doğru: Zengin Baba Yoksul Baba

zengin baba yoksul baba kitabı

Finansal olarak ne kadar özgürüz? Daha doğrusu finansal olarak özgür olmaya çalışıyor muyuz? Eğer cevabınız evetse sizlerle çok değerli bir kaynak paylaşmak istiyorum. Zengin Baba Yoksul Baba kitabı. Finansal özgürlüğü benimsemek isteyenler içi Robert T. Kıyosakı’nin Zengin Baba Yoksul Baba kitabı çok önemli bir kılavuz.
Unutmayın ki finansal özgürlüğe giden ilk adım öğrenmek ve okumaktır.
Robert Kıyosakı, iki babaya sahipti. Öz babası yani yoksul baba, iyi eğitimli bir öğretmendi fakat mali olarak bilgisiz ve finansal özgürlüğü elde edememiş orta sınıf bir bireyken, Zengin baba (Kıyosakı’nin arkadaşının babası) ortaokul mezunu fakat finansal özgürlüğünü sağlamış bir patrondu. Kıyosaki’nin hayatı arkadaşıyla beraber zengin babanın marketinde çok düşük bir ücrete çalışmaya başlamasıyla değişti. Kıyosaki okulda ve kendi evinde öğretilmeyen finans bilgisini zengin babanın yanında öğrendi. Ve bu bilgiler sayesinde erken denebilecek bir yaşta finansal özgürlüğünü kazandı. Hayat hikayelerine fazla girmeden kitaptan çıkardığım önemli notları sizlerle paylaşmak istiyorum.

Zenginler para için çalışmaz. Çalıştığınız işteki verimi ne kadar artırırsanız artırın şirketin gelirindeki artış işçiye değil yatırımcıya yansır. Vergi sistemi ilk ortaya çıktığında sadece zenginlere uygulanan bir sistemdi. Zengin gelirinin bir kısmını devlete öderdi. Daha sonraları yükselen nüfusla birlikte vergiler önce orta sınıfa daha sonra da alt sınıfa kaydı. Verginin tadını bir kere alan devletler nüfusun büyük bir çoğunluğunu oluşturan orta ve alt sınıftan aldığı vergileri üst sınıftan almaz duruma geldi. Sürekli vergi afları ve düzenlemeler ile “Onlar devlete yatırımlarla destek oluyor” denilerek üst sınıfın vergi yükü giderek hafifletildi. Vergi yükünün yüklendiği orta ve alt sınıf ise devlete çalışır hale geldi. Finansal bilgiden de yoksul olan bu sınıflar ömürleri boyunca faturalar, bankalar ve vergi üçgeni arasında sıkışıp kalıyor
Korku, hırs ve arzular insanı yöneten üç olgudur. İşten atılma korkusu, faturaları, kredi kartı ekstrelerini ve banka kredilerini ödeyememe korkusu bizleri tutsaklaştırmaktadır. Bu üç olguyu besleyen ise cehalettir.

Büyük uygarlıkların çökmesi, sahip olanlarla sahip olmayanlar arasındaki uçurumun derinleşmesi sonucudur.

Ne kadar para kazandığınız değil ne kadar para harcadığınız önemli. Finansal özgürlüğe giden yolda ne kadar kazandığınız değil elinizde ne kadarını tutabildiğiniz önemli. Tasarruflarınızı nasıl değerlendirdiğiniz çok önemli. Özellikle de bizim gibi enflasyonun yüksek olduğu bir ülkede bir kumbara da para biriktirmek hiç akıllıca bir hareket olmaz. Paranız sizin için çalışsın. Fakat bu çalışma için yeterli seviye de bir finans bilgisine sahip olmanız gerekiyor. Yoksa paranız uçar gider.
Ebeveynlerimiz sürekli bizlere aynı tenkitlerde bulunur “Okulda başarılı ol, iyi bir üniversite kazan ve düzenli geliri olan bir mesleğe yönel.” fakat hiçbiri bize paramızı nasıl değerlendirmemiz konusunda öğüt vermez. “Paranı tasarruflu harca” söylemi dışında. Okullarında pek bir farkı yok skolastik ve mesleki eğitime yönelen okullar, öğrencilerini hayata hazırlama konusunda pekte özverili sayılmaz. O yüzden okulda başarılı olan birçok öğrenci gerçek hayata adım attığında sudan çıkmış balığa dönmektedir. Bu tür öğrenciler maddi sıkıntılar içerisinde bir hayat sürmektedir.
Finansal özgürlüğe giden yolda araştırmak ve sürekli öğrenme halinde olmak oldukça önemli,

zengin baba yoksul baba kitabı

Pasifler ve aktifler, Kıyosakı zengin babasından öğrendiği aktif ve pasifleri bizlerle paylaşıyor. Öncelikle aktif ve pasifler nedir onu öğrenelim. Aktifler, bizim gelir tablomuzdur. Aktif varlıklarımız, birikimler, tahvil, hisse senedi, emlak yatırımları ve fikri mülkleri sıralayabiliriz. Pasifler varlıklarımız ise, banka kredileri, kredi kartları ve ipotekler. Aktif varlıklar cebimize para koyarken, pasif varlıklar cebimizden para çıkarır.
Bu tabloları okumayabilmemiz için rakamları okuyup anlamamız lazım.

Zenginler aktif satın alır. Sürekli olarak zenginlerin nasıl bu kadar zengin olduklarını düşünürüz. Sorunun cevabı çok basit fakat tek cevaba sahip değil. Öncelikle zenginler kendileri için çalışır. Orta ve alt sınıf ise para için çalışır çünkü kendilerine böyle öğretilmiştir. İkinci olarak zenginler aktif satın alırlar. Düzenli olarak aktif satın almak nakit akışında hızlanma sağlayacaktır. Giderlerini aktiflerinden gelen nakit akışından daha az tuttuğun sürece daha da zenginleşirsin. Üçüncü ve son olarak Zenginler korku, hırs ve arzularını yönetmeyi başarmışlardır. Öz disiplin oldukça önemli.
Yılbaşında 100 kişiye 25 bin lira verdiğimizi varsayalım. Yüz kişiden sekseninde metelik kalmaz. On altısı 25 bin lirayı yüzde 5 ile 10 arasında arttırmıştır. Dördü ise verilen 25 bini 50 bin veya daha fazlasına çevirmiştir.

Şirketler ve Şirket çalışanları arasındaki farklar. Şirketler kazanır daha sonra harcar ve en son olarak vergi öder. Şirket çalışanları ise kazanır, vergi öder ve harcar. Zengin baba önce kendinize para ayırın diyor. Birçoğumuz maaşımızı aldığımızda giderleri çıkardıktan sonra kendimize para ayırıyoruz. Fakat zengin baba önce kendinize para ayırın daha sonra ödemelerinizi yapın diyor. Bu bize ödemeleri yaparken zorluklarla beraber yeni fikirler getirecektir.

Ne yaptığınızı biliyorsanız bu kumar oynamak değildir. Kumar oynamak paranızı bir işin içine atmak ve dua etmektir.

Hata yapın. Hata yapmak başarıya ulaşmanın bir parçasıdır. Denemekten korkmayın ve ne yaptığınızı bilin. Unutmayı ki kazanmak kaybetmekten sonra gelir. Başarısızlıklarınızı kabul edin ve onları slogan haline getirin.

Aşık olup da kalbi kırılmamış bir insana, zengin olup da para kaybetmemiş birsine hiç rastlamadım.

Seçimleriniz sizi oluşturur. İnsan yaşamı boyunca okuduğu kitap, izlediği film ve dinlediği müziktir. Kendinizi dizayn etmek sizin elinizde. Hayat için güçlü bir sebebiniz olsun. Her türden insanla konuşun. Zenginlerden nasıl zengin olduklarını öğrenirsiniz. Orta ve yoksul sınıftan da nasıl zengin olunamayacağını öğrenirsiniz.

Kazanç satın alırken sağlanır satılırken değil. Yatırım yaparken alacağınız şeyin değerini iyice ölçün. Değerinden fazlaya aldığınız ürün için satarken çok beklemeniz muhtemeldir. Ve fiyatı tavanda olan bir yatırımın tabana inme riski de yüksektir.

3 Gelir Türü Vardır

  1. Kazanlına Gelir: İşmiz
  2. Pörtföy Geliri: Hisse senetleri, tahviller bonolar vb.,
  3. Pasif Gelir: Gayrimenkul gelirleri

Kazanılan geliri, pörtföy ve pasif gelire dönüştür. Finansal Özgürlüğe giden yol gelir yaratmaktan geçmekte.

Herkes cennete gitmek ister fakat kimse ölmek istemez.

Kitabı tüm detayları yazmak yerine önemli başlıkların ve bilgilerin altını çizmek istedim. Finansal özgürlüğe giden yolda Zengin Baba Yoksul Baba kitabı yolunuza ışık tutacaktır. Öğrenmeye, gelişmeye ve öğretmeye devam edin.

Kitabın tüm detaylarına kitabı okuyarak ulaşabilirsiniz.)

Rötar Yapmış Otobüs

Gece vakti bir otogarda tek başıma, hava da fazlasıyla soğuk iken,
vaktinde gelmeyen otobüsün yolunu gözlerken, düşünceler ve soğuk
aynı anda bastırır.

Merhaba bir şey soracaktım. Rötar yapan otobüsü
otogarda bekleyen ben ile soğuktan burnu donmuş ben
aynı bedende hapsolmuş. Müebbet yemiş, birkaç cinayet
suçundan ötürü. Aklım bir siyahinin 1960’ların
Amerika’sında yaşarken hissettiği karışıklık kadar karışık.
İyi değilim sanırım ben. Bir sahilin öteki tarafındaki
kıyıyım, kimsenin ayak basmadığı. Dini bir kitap gibiyim,
hiçbir dindarın eline almadığı. Birkaç tane yoldan
hepsiyim, hiçbirinin doğru yola çıktığı yok, benim de artık
o yollarda ilerleyesim yok. İnancım kurak bir çöle
uğramayan yağmurdan farksız; asla gözükmüyor. Ben çok
zengin bir sofraya asla oturamayacak fakir bir genç hem
de kafamın eriştiği cennette huzur bulan bir zengin.
Anlamsız cümleler anlam barındırmayan hayatların sahibi
insanların ağızlarından dökülür, kimisi ayıplar kimisi ise
garipser. Ben sefil bir hayatın parçacıklarıyım; asla
toparlanmayacağım, asla da birisi beni alıp birleştirmeye
tenezzül etmeyecek.

Her Şair Başkasının Şiirlerinde Kendini Bulur Çokça ve İçi Ferahlar Bu Acıyı Daha Önceden Yaşayan Şairler Olduğu İçin

Yağmur yağdı bugün şehre. Eskiden çok sıradan gelen olayların değerini anlatan öğreti niteliğinde zamanlardan geçiyorduk. Susuzlukla karşı karşıya kalınca yolda üzerime sıçrayan yağmur birikintilerini bile sever olmuştum. Peki sen bensizlikle karşı karşıya kalınca şikayet ettiğin şeyleri bile özlemeye başlamış mıydın?
Senden sonra defterleri doldurdum satır satır. Sana dair yazmaya yeltenen kalemimden akan cümleler hep aldanmışlığımla noktalandı. Biten bir aşkta insan karşı tarafa değil de kendine kızmaya başlıyorsa yaş otuzları geçmiş demektir. Çünkü öğreniyor büyürken her aşık, aslında görmek istemediğin gerçeklerin sebebi senin kendi gözlerin. Kalbe kan pompalamak dışında bir görev verince saçmalıyor diye okumuştum bir yerde. Gülümsemiştim. Tüm yazılar, sözler, şarkılar artık sevmememiz üzerine evrilmişti. Böyle bir çağda yaşamak da bize düşmüştü işte. Hem bir yanımız aşkı deli gibi merak ediyordu hem de o denli aşktan korkuyorduk sonunu bildiğimizi sandığımız için.
Yeni bir şiire denk geldim. Sen gideli 7 ay olmuştu.
Ezel Roz Manaz’a aitti. ‘Senden Sonra’ydı adı.
Kaç kere seslendirdim hatırlamıyorum. Hiç biri içime sinmedi.

“Senden sonra 23 şehir gezdim.
3 kilo aldım.
Saçlarımı 6 kez boyadım.
Dünya bilmem kaç dönümünü tamamladı.
Darbe oldu, ihtilal oldu.
Barış gelmedi, savaş bitmedi.
Seni özledim.
Gittiğim her yerde senden bir nefes bıraktım.
Belki yürürsün aynı sokakta.
Ayak izime denk düşer ayak izin.
Belki saçına değer nefesim.
Belki sen de bir gün beni özlersin diye,
Seni uzakta bıraktım.
Seni uğurladım, sana kavuştum, seni terk ettim.
Bilmem kaç kilometre yol gittim.
Evren kaydı.
Sen göğüs kafesimden milim kaymadın..”

 

Oysa ben senin göğüs kafesimden kayman için kaç aldatışa yeltendim seni. Her seferinde sana daha çok tutundum.
Ve yeni bir şarkıya dolandı dilim.
Hüsnü Arkan’ı nasıl severim bilirsin yazacaktım ama belki de hatırlamıyordun ne tuhaf. İnsan hep bıraktığı gibi kalsın istiyor bir şeyleri sevgili okuyucu. Oysa sana dair her detayı aklında tutacak biri gider mi? Gitmez.
Bir şarkı dolandı dilime. Mahmut Çınar eşlik ediyordu üstada.

 

Ömrünün baharında bul beni
Kayıplar meydanında
Belki soğuk bir şubatta
Portakal zamanında
İki hasret, iki hayat
Kaşla göz arasında
Bul beni

 

Ben yine şiirlere, şarkılara, kalemlere, kağıtlara sarıldım.
Sen hangi solukta attın son çığlığı bilmiyorum.
İnsanı susmaya zorlayan acı konuşmaya zorlayan acıdan ağırdır derler ya,
Susuyorum.

Humuslu Sevda

HUMUSLU SEVDA

Sen ki;
Kefaletimde barındırdığım umuda
Yeltenen bakışlarınla
Bahara yeni bir lisan arayan
Trajik teslimiyetin kaderi…
Ben de senin gibi
Sarılacağım ve eninde sonunda yargılanacağım.
Elzem bir aşkın dallarında uyanacağım,
Toprağım olacak.

23 Nisan

Dünyanın yetişkinliğe ve ölüme mahkum edilmiş bütün çocuklarına…

Düşer konteynıra bir elma şekeri
Uzanmaya utanır, indiriverir elini
Eli yüzü kül, zülüfleri yüzüne dökülür
Bir çocuk, sabahleyin sessizce gömülür
Bir çocuk öldüğünde, toprak göğe öykünür…

Uyanıverir yatağında, istemediği eller yanağında
Bu kan da neyin nesi bacağında
Kalkar giyer önlügünü, saçları örülür..
Bir çocuk, sabahleyin sessizce gömülür
Bir çocuk öldüğünde, toprak göğe öykünür…

Annesinin kucağında, bebeği kundağında
9’unda Hindistan, 10 yaşında Iran’da
Oyun nedir hiç bilmez, pencerede düşünür
Bir çocuk, sabahleyin sessizce gömülür
Bir çocuk öldüğünde, toprak göğe öykünür…

Bombalarla hiç oynadın mı saklambaç?
Sakın sobelenme, füzeler ebe; kaç!
Evlerden uzak dur, tuğlalar üstüne örülür
Bir çocuk, sabahleyin sessizce gömülür
Bir çocuk öldüğünde, toprak göğe öykünür…

Babasının müşfik sevgisi kolundaki morluklar
Geceleyin duyulmaz hiç o atılan çığlıklar
Bir çocuk, nasıl alır vicdanlar, dövülerek ölür..
Bir çocuk, sabahleyin sessizce gömülür
Bir çocuk öldüğünde, toprak göğe öykünür…

Yazamıyorum

(Kayseri, Cumhuriyet Meydanı)

Bölüm 1: Giremeyiş

Dördüncü kat semadan yazıyorum bu mektubu sana.

Bir elimle bulutları doluyorum parmağıma

(Evet, senin saçlarına her zaman yaptığın gibi!)

Diğer elim de nerede bilmiyorum şu an.

(A evet affedersin, kağıdın üzerindeymiş!)

 

Bölüm 2: Gelişemeyiş

Kaç oksijenle içli dışlı oldum bu süre zarfında, bilemiyorum.

Kaç kez beş litrelik su almaya gittim markete, hatırlayamıyorum.

Kaç ayım kaldı bu evin sözleşmesinin bitmesine, düşünemiyorum.

Kaç faturamın KDV kısmına bakıp efkarlandım, sayamıyorum.

Kaç ekmeğim bayatladığı için hazır çorba yaptım, doyamıyorum.

* * *

Güzel birkaç kadının aklından yazıyorum sana bu çelişkileri.

Kıskanıyorum bazen Mahmut’u diğer tilkilerden,

Neden daha çok benimle birlikte değil mesela diye?

(Cevap vermeni beklemiyorum, kendini kasma lütfen!)

Bölüm 3: Sonuçlanamayış

Kalemimi (ya da klavyemi) hemen bir kenara bırakmam gerektiğini fark ettim şu an.

Cama çarpan sinek beni bekliyor, biraz kahramanlık yapayım.

Ev biraz soğudu gibi sanki, kombiyi de açayım.

A evet, bu arada sana da veda edeyim.

Seni Gelecek Diye Sol Yanımı Boş Koydum, Germir Bağları

Hep kavuşulamayan aşklara yakılan türküler, hiç yaşanamamış günlere yazılan şiirler, hep olmaza meyleden gönüller bazen yanar coşar bir sevda öyküsü olur da, bazen de söner gider hiç olur.
Marifet sevdada değildir yani, marifet sevdalıdadır. Sevdalıların sahip çıkmadığı aşkların akıbetini düşünün bir an olsun. Ne sevda kalır ortada, ne de sevdalı. Ya acı vardır geride ya da gözyaşı.

Hikaye Kayseri’nin Germir ilçesinde geçiyor. Rivayete göre köyün zalimliği ile bilinen ağasının kızına aşık olmuş Deli Ceşiş. Ve geçmiş ağanın karşısına ‘ Ağam, ben senin kızına yandım. Onu bana verir misin?’ demiş. Ağa’ya gık diyemeyen köy halkı şaşmış kalmış Ceşiş’in cesaretine. ‘Deli işte ‘ diye geçiştirmişler Ceşiş’in sevdasını. Ağa öyle bir öfkelenmiş ki bu cüretkar tavıra, alay etmiş bizimkiyle.

‘Şuradaki Erciyes Dağı’nın karı eriyince vereceğim kızımı sana’ demiş Ağa. Kızı da bozmamış babasının oyununu. ‘ Karlar eriyince varacağım sana’ demiş. Bilmez ya Ceşiş yaz kış erimiyor o dağın karı, günlerce aylarca yıllarca beklemiş. İşte o dağ ile köy arası gide gele ziyan olmuş da zavallı ruhunu da orada teslim etmiş usulca.

Germir Bağları türküsü de bu hikayeye yakılmış.
Ben de uzunca bir süredir severek dinliyorum.
Bir yerinde gözlerim doluyor istemsiz.

Verseler yarimi yanıma güler oynarım.

Ne çok ziyan olan sevgiler var.
Ne çok yarım kalan aşklar.
Ne çok kişi sevildiğinden habersiz.
Kalemi şifa olan ne çok şair, yazar, besteci var.
Ne güzel türküler yakılmış canım yurdumda.
İyi dinletiler sevgili arkadaşlar.
Kavuşulan aşklar yaşamanız dileğimle…

 

Gine Yeşillendi De Ağam Aman Germir Bağları
Bakarım Erimez Erimez Dağların Karı
Bergüzar Yollamış Da Ağam Aman Ellerin Yari

Saçını Boynuma Ağam Aman Dolar Ağlarım
Verseler Yarimi Yanıma Güler Oynarım
Arabaya Daş Koydum
Ben Bu Yola Baş Koydum
Seni Gelecek Diye
Sol Yanımı Boş Koydum

Gine Güzler Geldi De Ağam Aman Yollar İşledi
Gözüm Yaşı Durmuş İken Aman Gine Başladı
Benim Yarim Suna Boylum Aman Nerelerde Kışladı

Saçını Boynuma Ağam Aman Dolar Ağlarım
Verseler Yarimi Yanıma Güler Oynarım
Arabaya Daş Koydum
Ben Bu Yola Baş Koydum
Seni Gelecek Diye
Sol Yanımı Boş Koydum

Bir Savaşın Getirdikleri ve Götürdükleri Üzerine

Savaş nedir? Bu sorunun cevabı görecelidir. Ancak ben buna, ‘Anlaşmazlığın son noktası’ diyorum. Savaş için bazı aşamalar vardır. İlk önce sözlü sonra küçük fiili çatışmalar olur. Ta ki ipi koparan olay gerçekleşene kadar. Savaşı çıkaran sebepler, uygulanılan stratejisi ve gelişmeler değişir ancak değişmeyen şey savaşın sonucudur. Sonuçta yaşta yanar kurunun yanında.

Bunun en göze çarpan örneği Dünya Savaşları’dır. Örneğin kısaca ikincisini ele alalım. Biri çıkıp dedi ki, “Biz falan kişilerden daha üstünüz. Bu üstünlükte bize onlara eziyet etme ve öldürme hakkı verir.” Ve başladı bu bahsettiği kişilere boykot uygulamaya. İlk başta pek sözü dinlenmedi. ‘Daha yeni bir Dünya Savaşı bitmişken bir yenisine sebebiyet verecek hareketlere ne gerek var,’ denildi. Ardından bu adam halkın can alıcı yerlerinden vurmaya ve onlara büyük vaatler vermeye başladı. Kaybettikleri savaşı büyük biz zaferle tekrar kazanma ve o masada daha önce liderlerine aşağılık bir şekilde imzalatılan o maddelerin mislini düşmanlarına imzalatacağına sözler verdi. Bu esnada da önlerindeki en büyük engelin Yahudiler olduğuna inandırıp onları ülkeden sürmeye, gitmek istemeyenleri boykot etmeye hatta öldürmeye kadar teşvik etti. Ve büyük soykırım başladı. Milyonlarca insan ya toprağından sürüldü ya da toplama kaplarında çizgili pijama giydirilip, ağır şartlarda çalıştırılıp sonuçta ölüme mahkum edildi.

Bu işin bir boyutu. Bir yandan bunları yapan lider diğer yandan saldırılara başlamış ve ilk savaşın öcünü vaat ettiği şekilde almıştı. Daha önceki gibi Orient Ekspresini (müzeden çıkarttırıp) meydana koydurmuş ve düşmanı hüsrana uğratan imzaları atmıştır.

İkinci Dünya Savaşı çok yönlü bir savaş olduğundan daha bunun gibi birçok olay vardır. Bu savaşı incelediğinizde bir yarışma olduğunu görürsünüz. Hangi ülke veya liderler bu katliamda daha ileri gidebilir ve daha vahşet yaratabilir yarışı. Az önce Almanya’nın tutumunu işledik. Şimdi gelelim Amerika’ya. Hatırlarsanız onlarda Japonya ile savaştaydılar. Ne alakası var değil mi? Biri elin ta batısında diğeri elin ta doğusunda. Tabi konu savaş olunca bunların bir önemi yoktur. Yeni her zamanki savaş aşamaları oldu. İplerin koptuğu aşamaya gelince Amerika, ‘hiç kimsenin yapmadığı tarzda bir girişim yapalım, hatta durun durun! Hitler’den de çılgınca olsun bu’, dediler ve bir silah üretip bunu sivil halka! dikkat edin ordu falan değil, yani savaşan insanlara değildi evinde oturup işine giden ve yaşamını idame eden insanlara attılar bu bombayı… Şaşırtıcı derecede bu yeterli gelmedi. Hiroşima’ya bırakılan bombadan sonra bir de Nagazaki’ye attılar.

İşte İkinci Dünya Savaşı denilen şey bu şekilde yavaş yavaş sona erdi. Dört yıl sürdü. Milyonlarca kişi öldü. Başka bir örneğe veya açıklamaya gerek var mı?

Vahşetin boyutları çok büyüktü ve çok can gitmişti. Biz bunları tarihi belgelerden öğreniyoruz ve nasıl tepki vereceğimizi bilemiyoruz. Peki hiç düşündünüz mü, o dönemde yaşayan çocuklar ne hissetti ve savaşa nasıl baktı? Çünkü bir çocuk olarak düşündüğünüzde mevzuyu tam olarak anlamayacak ve olanlara bir anlam veremeyeceksiniz (aslında bunu aklı selim bir şekilde düşünseniz de anlayamazsınız). Bunca şey neden oluyor. Evimizde kalıp arkadaşlarımızla oynamak yerine neden gitmek zorundayız? Bir çocuğun gözünden bakıp savaşı değerlendirmek nasıl olurdu? Beni bu konuya sevk eden şey Anestezist’in Kitaplığı’ndan okuduğum Çizgili Pijamalı Çocuk kitabı oldu. Kitabın arka kapağında tanıtımlar olur ya, oraya şöyle bir şey yazmışlar: “Genelde kitapların arka kısımlarında kitaba dair ipuçları verilir. Biz bu kitapta bunu yapmadık. Hikayedeki çocukla beraber bir yolculuğa çıkacaksınız ve nihayetinde bir tel örgüye varacaksınız. Bu öyle bir tel örgü ki dünyanın dört bir yanında var. Umarız onlara asla rastlamazsınız.” Kitaba dair bende bir yorum yapamıyorum. O kadar masumane ve bir o kadar korkunç ki… Yani bu anlatılmaz yaşanır kitaplardan biri.

Çizgili Pijamalı Çocuk
Çizgili Pijamalı Çocuk

Bu kitapta İkinci Dünya Savaşı Almanya’sını bir çocuğun etrafında okuyacaksınız. Kitabımızın kahramanı her ne kadar fark etmese de siz okudukça kapalı uçlu göndermeleri anlayacaksınız. Tel örgünün tam olarak ne olduğunu anladığınızda ise çocuğa oraya geçme demek içinizden gelecek ama nafile. Kitapta bize asıl anlatılan ise savaşın bize getirdikleri ve bizden götürdükleridir. Bununla beraber İkinci dünya savaşıyla ilgili kısaca anlattıklarımı, “İkinci Dünya Savaşının En Önemli Olayları”, adıyla çekilmiş diziden esinlenerek yazdım.

 

 

Dizinin yetişkin kitleye hitap ettiğini söylemeliyim. Savaştan görüntüler üzerine bazı olaylar ele alınmış olup savaşın gerçek yüzünü bir nebze olsun ortaya sermektedir.

Savaşın ağır getirileri ve acı götürüleri vardır. Bunları okuyup izleyip anlamak lazım ki bir savaş olursa ona göre safımızı alalım, daha doğrusu safta bulunmayalım. Unutmayalım (zalime karşı açılan savaş hariç) hiç bir savaş çözüm değil sorundur.

Güneş ve Ay

Ben de güneşin gözlerimi kamaştırmasına kapılıp gidiyorum. Küçük bir kıyametin pençesinde bir yudum su için hasret çekiyorum. Karanlık çok karanlık… Titriyorum çok soğuk burası. Farsça kökenli bir yaşama biçimiyle berrak sulara dalıyorum. Diyordu ki, “gözüne sürme çekesin” karalığın belli olsun. Bam telini iliklerime kadar işleten bir sanat eseriydi. Belinde bir kuşak, başında bir başlık… Karalığını cümle âlem bilir, duyardı. Gözlerime gecenin tozu kaçtı. Sabahın olması tüm horozların işine geliyordu. Demedim mi güneş yakar kavurur, ay da beline iyice dolanır boğarcasına… Düşlerimin hasadı yapılacak bu yıl, karmakarışık bir dolambacın içindeyim.

İki Dönem de Sultanların Gölgesinden Geçiyordu.

Bir gün baksam ki bulutlardan yağmurlar süzülerek iniyor. Kapı aralığından ayakkabılarının halsiz düştüğünü görüyorum. Geldin mi Sitare? Geldim ya, ne sandın, gelmeyeceğimi mi? Doğanın bağrında uyumak kadar lezzetli bir şey yok Sitare. Seninle konuştuğumda yokluğunu kuyulara dolduruyorum susayan kana kana içsin diye. Göğü kuş kadar hafif ve neşeli hale getirdim. Mutluluk yeminleri ettim bugün ve yarın. Melikşah’ın kılıcı gibi karakterin de karaydı Sitare. Tahtına kurulmuş, yalnızlığa kurduğun sarayında yıldıza yetişiyorum. Bedenim, senin önünde bir vadiden geçerek iki kanyonda at koşturur vaziyette uslanmaz bir yürek taşıyorum. Kâbusları elimde tesbih gibi çekiyorum. Zamansız bir nefese doğru pencere kenarında incileri kuma gömüyorum. Çağrı bey, kumu havaya kaldırarak küheylanı şaha kaldırıyor, incirler tane tane yere dökülüyor.

Gök Ve Yer Küsmüş Bize…

Kimdi “o” kimin nesiydi? Gök ve yer bize küsmüş Sitare. Çağrı Bey ve Melik Şah hainlik edenleri balıklara benzetmişti. Ressam da meşhur olmuş başların portresini duvarına asmıştı. Yıllardır minyatür ustalarına çok özenmişimdir. Bezeli kâğıtlara nasıl da çiziyorlar sanat tarihini… Unvan almış satırlarda adını şiirlerine “Avni” diye yazdırmış bir sultanın torunuydum Sitare. Haritayı önüne açıp kale kuşatması için gün sayıyordu sultanım… Üstümdeki beyaz etek, sırtımdaki hırka, başımdaki kavuk her şeyin bir anlamı vardı. Şahi topu kale surlarından içeri girdiğinde zaferin coşkusu, hattatın fırça ve kaleminde hissedildi… Bu deprem, onların yıkıldığı bizim de yeniden dirilme hâlimizdi. Kılıç ve mızrak, biri diğerine nazaran uzun menzilliydi. Defterimdeki karalanmış hatıralarımı okurken katip gelir aklıma. Tarihime tütsüler yakıyorum. Daha çok var olmak için…

Develer ve atlarla hendek savaşına geleceğimizi yazmıştım Sitare. Bu benim hüzünlü yanımdı. Kara gün çabuk geçti neyse ki. Şu günlerde ansiklopedilere ilgim var. Gazali gibi asil bir duruşun kalemi olmak istiyordum. Anlamıyorsun değil mi? Oysaki bir kâğıt ve kalem ne çok anlatıyordu. İdraki zaman alan bir sırrın sandığında saklıyım. Mürekkebe zarar, aman diyeyim. Mürekkep tüm satırlarda ne yazıyor evvela onu anlayacağız. İsfahan‘a karışmış bir büyük Selçuklu insanıyım, anlamışsındır bakışlarımdan. Bunu hemen ona ulaştır, sonra Ömer Hayyam ile bir dilek tutuyorum, gotik prensiplerle oluşturulmuş mimarimde…

Yürüdüm Ama Sen Yürüttün

“Çok sevdiğim şarkıları seninle paylaşmaya devam edeceğim ancak acılarımı paylaşmayacağım. Çünkü iyi bilirim ki acılar pay ettikçe katlanarak büyür.” dedi. Yüzüne bakmak için direncinin kalmadığını işte o an fark etti. Halbuki başını göğe doğru bir santim bile kaldırsa; onun, zihnindeki kurgudan ibaret olmadığını gözleriyle tescillemiş olacaktı. Yine de bir kaçış yolu olarak düşlerini seçti.

13.30 vapuruna yetişmek istiyordu. Aslında bunun sahiden de bir nedeni yoktu. Hatta diğer metronun dört dakika sonra geleceğini bildiği halde ışıklar kırmızı yanarken içeri girmeye çalışırdı. Dört dakikaların da bir sebebi yoktu. Yalnızca kaçırmış olma duygusunu ortadan kaldırma derdindeydi. Vapura son dakika yetişti. Hızlıca yürürken ardında kalan görevliye fatihalar okuyordu. Ne budala adam! Ayaklarının karada olmasına güvenen ahmaklara güldü içinden.

– Afedersiniz!
-Yavaş yavrum ne bu acele!
-Acele giden hep ecele gitmez teyze. İskelede kalıp vapura yetişemeyenlerin yüzlerindeki ifadeyi merak etmiyor musun hiç?

Garip, yanında bunun için dürbün bile taşırdı. Ama onun net bir duygu tanımı yoktu bu olay karşısında. Kimi zaman geride kalanların sinirli yahut üzgün hallerinden zevk duyardı. Kimi zamansa buna oturup ağlardı. Martıların mor renkte olmamasına da söylendi durdu, telefonunun kulaklıkla şarj olmamasına da. Nihayet yeni iskeleye yanaşma borusu öttüğünde ayaklarına hızlıca bir emir verdi. Yön duygusu artık ona ait değildi. Bir ayağı onu 47E’nin durağına götürüyordu, bir ayağı da Beyoğlu’nun arka sokaklarına. Üstünkörü kravatını düzeltti. Gömleğinin iki yakasını birleştirmeyi becerebilmişti ama iki ayağını nasıl birleştirecekti, işte onu bilemiyordu. “Keyifleri bilir!” dedi. Bir yer aramadan öylece oturdu bulunduğu yere. Anlamsız bakışların arasında alaylar geziniyordu. Dilenci sanan bakışları da görmezden geldi, birçok şeyi görmezden geldiği gibi. O an gözlerimin içine baktı:

-Ben de olmasam ne yazacaksın sen?
-Doğru! Sırf bu yüzden bile iyi ki varsın işte.
-Hala evimde oturuyor olabilirdim.
-Ama buraya geldin.
-Hayır, beni sen getirdin!
-Çünkü bıraksam kendi rızanla gelmeyecektin.
-Bıraktın mı?
-…

Ayağa kalkıp pantolonunun tozlarını silkti yavaşça. Bu kez yetişmek istemedi vapura. Gözlerinin önünden kaydı gitti. Boru sesini ilk defa vapurun dışındayken işitti. Tek isteği ağır ağır evine gidip kahvesini içmekti. Artık ağırlaşmak onu hafifletiyordu.

Vaveyla

Uzun bir roman belki şimdi hayatım,
Eksiklerimle ikiye katlıyorum,
Yolun sonu hep tutturup aldırdığım o kırmızı botlara çıkıyor,
Ve gözleri bulutlu, gülüşleri yağmurlu o kız çocuğuyla baş başa kalıyorum…
Sahi bazen büyüyorum, elem kaplıyor yüklendiklerimi,
Çığlık çığlığa sustuklarımı en derinlerime saklıyorum…
Bazen hülyalı yanlarıma kaçıyorum,
Yeniden elma şekerim, saklambaçlarım olsun diye…
Bisikletimin sepetine sakladığım misketlerimi hatırlarım,
Sonra ‘Dönme dolap’ nidasına irkilir, vazgeçerim oyunlarımdan yine…
Şimdi ise serpildim, yelelerim var hayal kırıklığından,
Rüzgarlara çarpa çarpa geziniyorum uzakları,
Karşıma çıkan kır çiçeklerinden sevda şarkıları takınıyorum kulaklarıma,
En çok da berduşluğumun gölgesini özlüyorum…
Bıraktım sîrâcımı dalgalara,
Sırılsıklam oluncaya dek yürüyeceğim bu yolu…
Sözüm olsun benliğime de arkadaş!
Kırdığım o vazo için ağlamayacağım bir kez daha,
Öylece menekşeler ekeceğim, can kenarıma…

Anlayalım

Merhaba Müjgan Hanım…

Nasılsınız bu sabah?

Bakıyorum yine nemlisiniz…

Belli ki gece pek iyi geçmemiş

Neler getirdiniz göz ucunuza?

Özleştikleriniz, umduklarınız, yitirdikleriniz…

Hepsi yine düştü değil mi yadınıza?

Olur öyle Müjgan Hanım, durun alayım emektar mendille yaşınızı

Hah şimdi daha güzel oldunuz, bakmayın siz her halinizle güzelsiniz…

Tek siz değilsiniz yıpranan.

Ellerim, ellerim de hayli yıprandı Müjgan Hanım

Zihnim deseniz ziyadesiyle yorgun ama en çokta yüreğim Müjgan Hanım…

En çokta yüreğim atmaması gereken şekliyle çırpınıyor…

Neden demeyin, siz de iyi biliyorsunuz işte nedenini

Doktora gittim, düşünme perhizi verdi bana. Az düşün ki çarpmasın yüreğin öyle dedi.

Geçenlerde bir çocuk gördüm yağmurun altında tir tir titriyor.

Sordum “aç mısın?” başını salladı sadece

Ben şimdi bu çocuğu nasıl düşünmeyeyim doktor?

Az ileride bir köpek aç, üşümüş

Nasıl gözümü kapatıp geçeyim önünden?

Biri feryat figan sokakta hak arıyor

Ona nasıl kulağımı kapatayım?

Biri ekmek kuyruğunda

Biri hastane bahçesinde

Kimi mezarın başında.

Hangi birini düşünmeyeyim doktor?

Bak yine! Ama böyle olmaz Müjgan Hanım ağlayın diye anlatmıyorum

Anlayalım diye anlatıyorum. Anlayalım Müjgan Hanım, geç olmadan anlayalım.

Anlamak ümidiyle…

Şairin Anlatamadıkları (Gönül Âfeti)

Yazarsın birkaç satır amansızca,
Birkaç kelime vurur kıyıya, çırpınır durur…
Ağızdan çıkan sözler dolanır durur
Keyiflice yudumlayamaz suyunu
Boğazına gelir kekremsi tat
Boş boş bakar pencereden dışarı
Etrafa yayılan loş ışıklı sokak lambasını süzer, sisli gözleriyle
Düşünür düşünür, dalar gider uzaklara
En çok da geçmişe
Geleceğe ise en vehimlice…
Dışarının soğuğu vurur içine,
Isıtmak için kaç yakacak lazımdır kim bilir
Kaç yaz, kaç bahar…
Üşütmek için ise kaç kış, kaç zemheri…
Söyleyemedikleri vardı
Yazamadıkları…
Sanki içinin alfabesi daha keşfedilememiş,
Kalbinin dili çözülememişti

Yeni kıtalar türüyor, yeni şehirler kuruluyor
Yeni dağlar, yeni vadiler oluşuyordu
Depremler meydana geliyor
Gönül âfete dönüşüyor
Kurulan şehirler yıkılıyordu
Birer birer enkaza dönüyordu beden…
Sağlam temel bulmak zorlaşıyordu
Yazanın da yazmayanın da
söyleyemedikleri vardı
Yazamadıkları…
Bir de anlatamadıkları…

Gözlerin dolmasına, taşmasına,
büyük vadilerin sel altında kalmasına da
sebep olan şiirler vardı…

“Fâniyiz bu âlemde dost!

Nereye varsak, varamadığımız yerdeyiz…”