27.3 C
İstanbul
Pazar, Ağustos 17, 2025

Şarkı Sözü Tamamlama: 80’ler Şarkılarına Ne Kadar Hâkimsin?

80’ler şarkılarını seviyor musun? O halde ne duruyorsun bu test tam da sana göre. 😉

[zombify_post]

Tekaz

Evvela ödemeli insan;

Çektiği sefanın cefasını.

Lisan da ödeşmeli,

Susmalı…

Sonra seneler eşitlenmeli önce

İyi seneler eşittir kötüler olmalı mesela

Hak haksızlıkla,

Zalim mazlumla ödeşmeli

Canlı cansızla,

Doğum ölümle ödeşmeli

Gün geceyle

Hüzün mutlulukla ve yeis umutla ödeşmeli

Hasret vuslatla,

İnsan insan ile ödeşmeli,

Evvela ödeşmeyi bilmeli insan,

Ödeşmeden yaşanmaz, yaşanmadan ölünmez…

Evvela ödemeli insan,

İşte bu olsa gerek tekaz.

Yeraltı Yazarı ve Notları

 ‘Kolay elde edilmiş bir saadet mi, yoksa insanı yücelten bir ıstırap mı daha iyidir?’ Bu metnin giriş cümlesini oluşturan bu soru, Yeraltı Yazarı’nın kitabın sonunda, kendi kendisine sorduğu bir soru. Ve bence üstüne konuşmaya fazlasıyla değen, ilginç de bir soru. Kitabın bir noktada bu soru etrafında şekillendiğini düşünmemden dolayı yazıya da bu soruyla başlamak istedim. Dikkat edilirse, insanı yücelten bir acı mı daha iyidir şeklinde sorulmuyor, ıstıraptan bahsediliyor. Acı yerine ıstırap sözcüğünün kullanılmasının arkasında basit bir tercihten fazlası olmalı. Ne gibi bir farkı olabilir acı ile ıstırabın? İnsanı büyüten, olgunlaştıran şey nedir, hangisidir? İnsanın büyümesi ve olgunlaşması aynı zamanda ruhunun yücelmesi anlamına da gelir mi? Gerçek bir acı, insanı çoğu zaman büyütür. Fakat insan ruhunu bahsedilen şekilde yücelten asıl şey acı değil, ıstıraptır. Istırap, elbette ki acıdan daha farklı bir şeydir. Yeraltından Notlar benim fikrime göre karakterin kendini arayışı üstünden değil, kendini bulmuş olması üzerinden işliyor. Ve kendini aramak ama bulamamak insana nasıl ki acıyı getiriyorsa, kendini bulmak da Yeraltından Notlar’ın kahramanı gibi bir insana ıstırabı getiriyor. Acı oldukça yoğun, ıstırap ise derin bir his. Acı, insana kendini kaybettirebilir. Istırap ise insanı, kendi bulunmuşluğunun çaresizliği ile baş başa bırakır. Yani kendini kaybetmek acıdır, kendini bulmak ise ıstırap. Çünkü insan kendini kaybettiğinde ve kaybettiği bu şeyi aramaya başladığında; kendini arıyor olmanın, yani bir anlamda hareket halinde olmanın ve kendisini bulduğunda bu acının artık sona ereceği fikrinin bir getirisi olarak duyduğu acıyı büyütse, genişletse de fazla derinleştirmez. Kendini bulmak, kendine ulaşmak ise insana, kendini ararken yaşadığı bütün acılardan, çektiği bütün sıkıntılardan, geçirdiği bütün buhranlardan sonra acının kaynağının aslında kendinin bulunmazlığında olmadığını, bunca zamandır asıl acının aslında tam da kendisi olduğu aydınlatmasını yaşatır ve beraberindeki çaresizliği sunar. Kendini bulmasıyla acının aslında bizzat kendisi olduğunu ve kendisinden de hiçbir şekilde sıyrılamayacağını, kaçamayacağını fark ettiğindeki o anda ise kişinin ıstırabı da başlar. Acı bundan sonra artık genişlemez, bundan sonra yapacağı tek şey ancak derinleşmek olur. Tıpkı Yeraltı Yazarı için de gittikçe derinleşmiş ve en sonunda da ruhunda bir yeraltı oluşturmuş olması gibi.

Tahmin edilebileceği gibi bir yeraltında yapılabilecek en iyi, belki de tek şey; düşünmektir. Fazlasıyla, olanca derinliğiyle her şeyi düşünmek, en ufak detaylara bile yorgun düşene kadar kafa yormak. Bir süre sonra bununla da yetinmemek ve düşündüğü her şeyi kendisi dışındaki başka başka insanların gözünden, farklı bakış açılarından da ele almak, onların yerine de düşünmek. Bir süre sonra artık bununla da yetinmeyip, düşündüğü şeyleri, kendi kendisine yazdığı senaryoları tüm detaylarıyla kafasının içinde tekrar tekrar yaşamaya başlamak. Yeraltı Yazarı da kendisinden bekleneceği şekilde bunları yaptı. Fakat elbette ki yalnızca çevresini gözlemlemek ve düşünmekle yetinmedi, kendisinin ve yeraltının üzerinde de fazlasıyla derinleşti. Ancak sanırım bunlar üzerinde gerçekten derinleşebilmesinin ilk şartı kendisine karşı olabildiği kadar açık olmaya çalışmasıydı ve o da bunu yaptı. En azından yaptığını iddia etti. Peki böyle bir durumdaki birinin: Kendisine ulaşmış ve kendisiyle yüzleşme cesaretindeki (Veya korkaklığındaki. Çünkü buna, yeraltından çıkacak cesareti olmadığı için yöneldiğini de düşünebiliriz.) bir insanın, yani kendisini kendisine tüm samimiyetiyle itiraf eden bir insanın, kendisine saygı duyabilmesi veya duyduğu saygıyı muhafaza etmesi mümkün olabilir mi? Veya bir başka soru olarak da: Yeraltı Yazarı’nın da bu notları yazmaktaki amacının bu olduğunu söylediği gibi, insan kendine karşı tam anlamıyla samimi olabilir mi? Eğer olabilse bile, olmayı gerçekten ister mi? Yeraltı Yazarı bunu isteme cesaretini gösterebilmişti evet. Ve kendisine karşı bütünüyle samimi olması, en azından olmayı denemesi, içten içe farkında olduğu veya olmadığı bütün çirkin ve adi taraflarını ortaya çıkardı, ve böylece kendisine olan güven ve saygısını da biraz biraz yitirmeye başladı. ‘…Bu, kendime saygı duymayışımdan ileri geliyor. Anlayışlı bir adam kendisine saygı duyabilir mi hiç?’  Gerçekten de anlayışın fazlası, insana öz saygısını yitirtebilir. Hislerin, duyguların, bakışların, davranışların görünmeyen yüzlerini görebilmek, karşıdaki kişide belki kendisinin bile fark etmediği, edemeyeceği bazı detayları ve incelikleri fark etmek, beraberinde rahatsız ve kötü hisleri getirmeye başladığında artık bir hastalık sayılabilir. Söz gelimi bütün bir samimiyetle edilen bir iltifatın arkasında iltifat duyma beklentisi sezmek, en içten ve derinden ilan edilen bir sevginin temelinde son derece bencilce bir sevilmek arzusunun yattığını görmek, iyi, güzel, yüksek bir şeyi öven birinin sözlerinin alt metninde bu iyi ve güzel şeyi fark ettiği ve gereken kıymeti verdiği için aslında kendine övgüler diziyor olduğunu fark etmek, bir insana en kötü zamanında yardım eli uzatan birinin aslında saf veya iyi bir niyetten dolayı değil; ruhunun yüceliğini kendine ve başkalarına ispatlama çabası içinde olduğu için, sırf kibrinden bunu yaptığını anlamak, gülümseyen dudakların kıvrımlarındaki sahteliği yakalamak; yani hemen hemen her şeyde çirkin/adi/sahte taraflar bulabilme kabiliyetine sahip olmak. Bu detayları tüm çıplaklığı ile fark edebilmek ama yine de bunları tümüyle çirkin ve yakışıksız hareketler olarak değil, olması gereken şekilde ilerleyen bir akışın içinde görmek ve bunda bir kötülük bulmamak. Anlayışın fazlası budur ve bu fazlalık insana bir müddet sonra her hareketinde, her bakışında, her göz kırpışında, kurduğu cümlelerdeki kelime seçiminden ve diziliminden ellerini bir masaya koyma biçimine kadar her şeyde bir alt anlam, asıl sebep aratır. Böylece en basit ve sıradan hareketleri bile zihninde bir derin düşünmeye tabi tutar. Ve bu şekilde giderek kendinden tiksinmeye başlar. Hareketleri altında yatan gizli, bayağı olduğunu düşündüğü sebepler ile dışarıdan bakıldığında görülen sebeplerin farklı olması dengesizliği insana en sonunda öz saygısını yitirtebilir. Çünkü kişi dışarıdan görünen yüzüyle ‘ahlaklı’ kabul edilen, düzgün ve iyi biçimli olan davranış ve fikirlerinin, derin sorgulamalar sonucu, bayağı ve çirkin sebeplerden temel aldığını görür. Fakat bunu istese de bütünüyle kötü bir şey, kötü bir karakter, kötü bir özellik olarak göremez. Çünkü çoğu konuda olduğu gibi bu konuda da neredeyse sonsuz anlayışta bir tutum içerisindedir ve iç dünyasına da yine bu sebeple anlayışla yaklaşacaktır. Tahmin edilebileceği gibi adilik olarak gördüğü bu şeyleri bir yandan da insanın bir parçası olarak kabul edip anlayışla yaklaştığında, bunu fark etmiş ve anlamış olmanın kendisine sağladığı güç ve kendisine duymaya başladığı hırsla beraber kendini hem çevresindeki herkesten üstün ve akıllı hem de içten içe alçak ve ahmak olarak görecektir. Ve bu türde bir dengesizlik insana kendisine duyduğu saygıyı kaybettirmeye neredeyse yetecektir. Yeraltı Yazarı her ne kadar açık ve net bir biçimde kendisine saygı duymadığından bahsediyor olsa da aslında sadece kendisine olan hırsından dolayı bunları söylüyor. Kendisine olan saygısını ne tamamen yitirebilir ne de onu üstüne örttüğü şeyleri kaldırarak açıkça yaşamaya cesaret bulabilir. ‘Anlayışlı bir adam kendisine saygı duyabilir mi hiç?’ Hayır, böyle bir durumda ve anlayışta olan bir insan kendisine saygı duyamaz, ama kendisine olan saygısını yitiremez de. Bununla beraber sonraki bölümde de okuduğumuz gibi (‘Keşke sadece tembellik yüzünden bir şey yapmasaydım. Tanrım, o zaman kendime ne büyük saygı duyardım. Tembellik de olsa belirli bir özelliğe sahibim, buna eminim diye kendime saygı duyardım.’) Yeraltı Yazarı eğer tembel biri olsaydı ve her şeyi fazlasıyla anlayabilmesinden, kendisine ve başkalarına duyduğu hırstan değil de sadece tembelliğinden dolayı hiçbir şeyi yapamıyor olsaydı, çok daha farklı bir hayat sürebilirdi. Yalnız burada bahsettiği tembellik elbette yalnızca fiziksel bir hareketsizliği ifade eden bir tembellik değil. Tembel olmak; yalnızca hiçbir şey yapamayacak kadar değil, hiçbir şeyi derince düşünemeyecek kadar tembel olmak. Bir şeyleri bırakın gereğinden fazla umursamayı, gereği kadar bile umursamayacak kadar tembel olmak. Bir şeylerden, birilerinden nefret edemeyecek kadar tembel olmak ve dolayısıyla kendinden de nefret etmemek. Ama bunu kendinden nefret etmeye bir sebep bulamamaktan değil, bulduğu sebepleri bir adım ileriye taşıyıp da uygulayamayacak kadar tembel olmaktan dolayı yapamamak. Yani kendinden ne nefret etmek ne de kendini sevmek. Böylece bunlardan arta kalan zamanında sadece kendiyle ve tembelliğiyle övünebilmek. ‘O zaman dünyada ne varsa güzellik ve yükseklik açısından görür, pisliği tartışma götürmeyecek en el dokunulmaz çirkefte bile güzel ve yüksek taraflar bulurdum.’ Oysa gerçekteki durumu bunun tam tersi; güzelliği ve iyiliği tartışma götürmeyecek en el dokunulmaz şeyde bile çirkin ve alçak taraflar bulabiliyor. Bunun bir kabiliyet ve güç olarak değerlendirebilirliğinin yanında bir çeşit lanet ve zayıflık sayılması da mümkün.

  ‘İnsan bütün ömrünü iki kere iki peşinde geçirir, bu uğurda denizler aşar, hayatını harcar, fakat yemin ederim, arayıp gerçekten elde etmekten korkar.’ Yeraltı Yazarı’nın kendisini anlayabilecek birine/birilerine dair olan arayışı da burada söylediklerine paralel şekilde ilerliyor. Böyle birinin varlığını hiçbir zaman açıkça yazmasa da içten içe bunun ihtiyacını hissettiğini biliyor. ‘’Ne ben kimseye benziyordum ne de herhangi biri bana. ‘Tek başınayım ama onlar hep birlik’ diye düşünmekten kendimi alamıyordum.’’ Bu durumdan hoşnutsuzluğunu dile getirmekle beraber bir yandan da bu tek başınalığın kendisine bir eşsizlik, biriciklik durumu kattığının da farkında. Böyle olmasına sitem ediyor fakat eline bunu değiştirmek için bir fırsat geçseydi de muhtemelen bunu kullanmazdı. Tıpkı iki kere ikinin cevabını arayan insanın ona ulaşmaktan, onu elde etmekten korktuğu gibi kendisi de bir yandan onu bu tek başınalıktan kurtaracak birilerini arıyor fakat aynı zamanda bulmaktan da korkuyor. Nitekim Liza’yı bulduğunda onun kendisini bu durumdan, hatta belki yeraltından da sıyırabileceğini ilk karşılaşmalarında olmasa da daha sonradan fark etmişti. Liza ile ilk karşılaştığında, geçirdikleri gecenin sonunda onunla konuşurken karşısındaki ruhu etkileyebilme gücünde olmasından ve hayatında belki de ilk kez bu kadar sağlam bir ciddiyetle dinlenmesinden fazlasıyla etkilenmiş olmalı. Ve elinde böyle bir gücü tutuyor olmanın kendisine getirdiği bir çeşit öfori halinin, hastalıklı bir coşkunun içindeyken o an, bu gücü sonuna kadar kullanmış olmayı arzuladı. Hayatı boyunca yapayalnız olan bir insanın kendisine yaşatılan onca acının ve ıstırabın bir kısmını, kendisi dışında bir başkasına da yaşatabilme gücünden o kadar etkilenmişti ki, bu gücü sadece karşısındakine değil kendisine de bir yıkım getirecek olsa bile, kullanmaktan hiç çekinmedi. Bunu yapmanın kendisine verdiği o gizli hazzın yanında bir parçası da elbette ki anlamsız bir biçimde Liza’ya aslında bir iyilik yaptığını düşünüyordu. Çünkü nasılsa bunu yapmazsa beraber oldukları müddetçe kendi ifadesiyle Liza’nın ruhunu da tekrar kirletecekti. Yine bu çelişkiler içindeyken kendi ruhunu o kadar yücelmiş ve aynı anda o kadar ayaklar altında hissetmiş olmalı ki, bu iki zıt durumun kendisine verdiği müthiş bir coşku ile konuşmaya başladı. Büyük bir hırsla Liza’nın hayatını ezerek ve onun bu hayatını neredeyse yokmuş, yaşanmaya değmezmiş gibi göstererek bir yandan da kendisine kendi hayatının varlığını ve yaşanabilirliğini ispat etmeye; Liza’nın yokluğu üstünden kendisini var etmeye çalışıyordu. Bir yandan Liza’ya demediğini bırakmazken ve onu yeraltına çekerken bir yandan da ona tutunup yeraltından çıkmaya çabalar gibi bir hali vardı. Bu yüzden söylediklerinde aynı zamanda samimiydi de, sadece saf kötücül bir hırsla konuşmuyordu. Liza’ya onu bekleyen iğrenç ve beş para etmez hayatının, umutsuzluklarının, karamsarlıklarının ve ölümünün senaryosunu yazarken aslında ona bunları yaşatacak olan rezil ve pis düzene de kızıyordu. Çünkü Liza aslında Yeraltı Yazarı’nı gerçekten ilgilendirmişti. Bu yüzden ona duyduğu hırsın ve konuşmalarını bu hırsın etrafında şekillendiriyor olmasının dışında, aslında bir yandan da samimi, içten konuşuyordu. Anlaşılmak istiyordu. Ve bir şekilde anlaşılabileceğini de biliyordu. Bunu belki sadece hissetmiş veya belki de Liza’yı gözlemleyerek böyle bir sonuca varmıştı. Ama kendi çirkinliğinden Liza’nın yüzüne bile bakamamış olduğunu, onu ancak göz ucuyla inceleyebilecek kadar çekingen davrandığını düşünürsek, muhtemelen sadece hissetmişti. İçindeki bütün zehri, hem hırstan ve karşısındaki ruhu etkilemek isteğinden hem de dinlenmek ve anlaşılmak arzusundan acınası bir kargaşa içinde Liza’ya akıtmak istedi. Kendisini, içindeki en adi zehir olarak görüyordu, bu yüzden Liza’ya bizzat kendisini kusmak istedi. Ve içindeki bütün hırsı, aşağılık saydığı fikirlerini, hislerini, gerçekliklerini, duygularını ve duygusuzluklarını Liza’nın hayatını kendisine bir araç olarak seçerek ortaya döktü. Müthiş bir tutkuyla ve sanki iğrenç birinden öç almak ister gibi konuşuyordu. Burada Liza’yı sanki bir günah keçisi olarak seçip şimdiye kadar yaşadığı bütün olayların, başta son yaşadığı subay ve arkadaşları ile olan olaylar olmak üzere, intikamını almaya çalıştığı yorumu yapılabilir. Bence yanlış bir yorumlama da sayılmaz. Kitaba dair okuduğum birkaç kısa incelemede de bu şekilde yorumlamalar yapıldığını gördüm. Fakat bana göre ortada Liza’yı bir çeşit kurban seçerek alınmaya çalışılmış bir intikam varsa bu, Yeraltı Yazarı’nın başkalarından önce bizzat kendisinden almaya çalıştığı bir intikam olur. Şimdiye kadar yalnızca kendi yeraltında sakladığı fikirlerini, aşağılıklarını, çirkinliklerini ve kötülüklerini, kendisini gerçek anlamda dinleyen tek insana, anlattıkları sonrasında onu kaybedeceği ihtimalini göze alarak her şeyi yine de anlatması, kendisine duyduğu hırstan ve bir çeşit duygu boşalması nöbetinden kaynaklanabilir ancak. Madem bir şeylere başladı, başlamışken her şeyi tüm açıklığı ile anlatmalı, kendisini tamamen kusabilmeliydi ki Liza ondan tiksinip onu bırakabilsin ve böylece Yeraltı Yazarı da kendisine kendisinin ne kadar aşağılık biri olduğunu ilk defa bu kadar açık bir biçimde ispatlamış olmasının hazzını yaşayabilsin. Fakat ilk görüşmelerinde konuştukları karşısında Liza’yı altında bıraktığı tesirden öyle çok etkilenmiş ve korkmuştu ki, ne yapacağını bilemeyerek bir panik hali içinde Liza’nın eline adresini yazdığı bir kağıt tutuşturarak ve onu mutlaka ziyaret etmesini söyleme tesellisine kalkışarak hızla hazırlandı ve oradan ilk ayrılan kişi böylece kendisi oldu. Sonraki günlerde başka telaşları içinde Liza’yı pek düşünmemiş olsa da adresini ona vermiş olmasının ne kadar düşüncesizce ve aptalca bir hareket olduğunu ve kendisini sürükleyeceği azap halini muhtemelen daha o gün kapıdan çıkar çıkmaz tahmin edebiliyordu. Bunu hatırladıkça yaptığı hata kendisini içten içe kemiriyordu. Liza ile olan ikinci görüşmelerine kadar anlattıklarından ve yaşadıklarından dolayı bile Liza’yı sorumlu tuttu. Liza’nın eline adresini tutuşturmasından ve ona ziyaretine gelmesini söylemesinden derin bir pişmanlık, korku ve hatta utanç duydu. Gelmeyeceğine ne kadar inanmak istese de geleceğini biliyordu, emindi. Hatta o kadar emindi ki bunun için zihninde saat kaçta geleceğine dair bir zaman dahi ayarlamıştı. Nitekim öyle de oldu. Her şeyin hepten battığı, bütün tahammül sınırlarının aşıldığı, uşağı Apollon’a karşı olan büyük yenilgisiyle birlikte nefretinin ve öfkesinin dehşetli boyutlara ulaştığı o anda, saat hışırdayarak yediyi çalarken içeriye yavaşça biri girdi. ‘Liza’nın önünde şaşkın, bitkin, iğrenç derecede bozulmuş bir halde duruyordum; galiba bir yandan gülümsüyor, bir yandan da tıpkı önceden, can sıkıntıları arasında düşündüğüm gibi pamuklu, hırpani sabahlığımın önünü kavuşturmaya çalışıyordum.’ Liza elbette ki fazlasıyla afallamıştı ve bu durumun Yeraltı Yazarı’nı sakinleşmeye itmesi gerekirken onu daha da öfkelendirmişti. Bütün bu olanlardan yine ve yine Liza suçluydu. Yeraltı Yazarı’nın ona adresini verip onu davet etmesinden, sonrasında bundan pişman olmasından, gelmemesi için acı içinde kıvranmasından, Apollon ile olan kavgasından, hatta sabahlığının eski püskü olan halinden ve bundan dolayı Liza’dan utanmasından, her şeyden Liza ve onun bakışları, Yeraltı Yazarı’ndan yine de bir şeyler umar gibi olan tavırları suçluydu. Ve bu da Yeraltı Yazarı’nı çıldırtıyordu. Oysa aslında bir şeyleri yanlış anlıyordu. Liza oraya ne Yeraltı Yazarı’ndan güzel ve dokunaklı sözler işitmeye ne de ondan bir şeyler ummaya gelmişti. Liza’nın o an orada bulunmasının asıl nedenini basit bir ifadeyle sadece göremedi, o kadar. ‘Durumu kurtarmak için olanların farkında değilmiş gibi davranmak lazımdı, halbuki o… Liza’ya bunların pahalıya mal olacağını belli belirsiz hissediyordum.’ Elbette ki bunu hissediyordu, hatta hissetmekle kalmıyor bunu kesin bir biçimde biliyordu da. Sadece bildiği bu şeyleri çabuk bir şekilde kabullenemediği için görmezden geldi. Bir süre kendini tutarak devam ettiyse de birkaç dakika sessizce oturmalarının sonrasında birdenbire az önceki olaydan dolayı Apollon’u kastederek ve kendisini daha fazla tutamayarak ‘Geberteceğim onu!’ çıkışıyla olacağını bildiği olayları böylece başlatmış oldu. Gerisi bir ip söküğü gibi, kolayca geldi. Ne kadar yersiz ve manasız davrandığını, fazla tepki gösterdiğini bilse de kendini artık durduramadı. ‘Birdenbire ağlamaya başladım. Buhran geçiriyordum. Hıçkırıklar arasında büyük bir utanç duyuyordum, ama artık kendimi tutamıyordum.’ Artık öylesine savunmasızdı ki, bu kez söyleyeceklerini Liza’nın hayatı üzerinden değil, bizzat kendi üzerinden, müthiş bir taşkınlık, hırs, nefret ve kederle anlatmaya başladı. Her şeyi tüm çıplaklığıyla, sözlerinde mantık sırası bile gözlemeden, kusar gibi anlattı. ‘Söylediklerimin ona pek karışık geldiğini, muhtemelen çoğunu anlayamayacağını biliyordum, fakat esası kavrayacağından emindim. Tahminimde yanılmadım. Liza’nın yüzü kağıt gibi oldu; konuşmak istedi, ama dudakları ıstırapla kıvrıldı ve ayaklarına bir balta yemiş gibi iskemleye çöktü.’ Liza kapıyı çarpıp çıkmadıkça, gitmedikçe konuşma hırsı daha da artıyordu. ‘Bunların hiçbirini anlamasan da bana vız gelir! Sonra, buraya geldiğin, beni dinlediğin için de senden nefret edeceğimi biliyor musun? İnsan hayatta bir kere, o da buhrana tutulunca, olduğu gibi içini döker!.. Daha ne istiyorsun? Bu olanlardan sonra hala ne diye karşıma dikilmiş canımı sıkıyorsun, neden çekip gitmiyorsun?’ Liza artık her şeyi biliyordu. Onu, kustuğu bütün çirkinlikleri içinde tek başına bırakarak terk edebilirdi ve Yeraltı Yazarı‘nın adiliği de böylece ispatını tamamlayabilirdi. Fakat Liza tüm bunlardan sonra o anda Yeraltı Yazarı’nı inanılmaz derecede sarsacak bir şey yaptı ve kaldı. Yeraltı Yazarı bundan o kadar sarsıldı ki, gerçekliğine inanamadı. Ezdiği, hakaret ettiği Liza onu tahmin ettiğinden çok daha fazla anlamıştı. ‘İçten seven her kadının hemen fark edeceği şeyi, karşısında bedbaht birisi olduğunu anlamıştı.’ Böylece Yeraltı Yazarı hayatında belki de ilk kez maskesinin arkasından ve olanca samimiyetiyle içini kusmuştu. Bunu yapmanın kendisine getirdiği fazlaca bir yorgunluk ve halsizlik içinde konuşmasını kesti ve Liza’ya daha fazla hakaret etmedi. ‘’ ‘Ne duruyorsun burada, niye gitmiyorsun?’ diye bağırmama da aldırmadı, çünkü söylediklerimin bana ne kadar acı geldiğini fark etmişti.’’ Liza ise bütün bu süreç içinde karşısındaki ruhun ıstırabını anlamış ve kendisi de bundan ıstırap duymuştu. Yeraltı Yazarı kendi kendine ‘adi’, ‘alçak’ gibi sıfatlar verdikçe de ıstırabı artmıştı. ‘’Birden oturduğu sandalyede doğrularak içten kopan bir taşkınlıkla bana atılmak istediyse de, hala benden çekindiği için daha fazla yaklaşmaya cesaret edemedi ve durduğu yerden çekingen, ürkek bir halle ellerini uzattı… O anda içimde bir şey kopmuştu sanki. Liza birden bana doğru atıldı ve boynuma sarılıp ağlamaya başladı. Ben de kendimi tutamadım ve daha önce hiç ağlamadığım kadar, katıla katıla ağlamaya başladım… ‘Bırakmıyorlar… İyi… İyi olamıyorum!’ diye kekeledim güçlükle.’’ Gerçekten Yeraltı Yazarı’nı bir türlü rahat bırakmıyorlar mıydı? İyi olmasına kimse bir türlü izin vermiyor muydu? Yoksa yakasını bir türlü bırakmayan, iyi olmasına izin vermeyen aslında tam da kendisi miydi? Cevap gayet açık bir biçimde ortada duruyordu ve Liza da bunu görmekten geri kalmadı. Yeraltı Yazarı tüm bunlardan sonra tam da kendisinden beklenecek şeyi yaptı ve az önceki bütün o duygu nöbetlerinden, her şeyi açıkça ve acizce itiraf etmesinden biraz sonra, bunları yapmış olmaktan dehşetli bir biçimde utanç duydu. Ve tabii ki bunları anlatmış ve Liza’nın da bunları anlamış olmasından dolayı Liza’yı bir kez daha affetmeyecekti. ‘Ondan son derece nefret ettiğim halde öyle arzu duyuyordum ki. Bu iki duygu birbirini körüklüyordu.’ Bana göre Yeraltı Yazarı Liza’dan sandığı kadar nefret etmiyordu, nefret duyduğu asıl kişi; kendisiydi. Kendisinden de tamamen nefret ediyor değildi, fakat nefret ettiği ve tiksindiği fazlaca yönü vardı. Ve Liza’ya duyduğu nefret, kendisini ona anlatmış olmasının onda oluşturduğu yansımalarından kaynaklanıyordu. Yani Liza’ya kendisini anlatarak onun eline sanki bir çeşit ayna vermişti ve Liza’da gördüğü kendi yansımasından dolayı da artık ondan nefret ediyordu. Yeraltı Yazarı eğer kendisini kabul edebilecek veya en azından etmeye kalkışacak kadar cesur olsaydı, muhtemelen Liza’yı da kabul edebilecekti. Ama yapamadı. Veya gayet bilinçli bir şekilde, sadece yapmak istemedi. Böylece bütün hayatını huzursuzluklarla, kendine ve çevresindekilere olan hırsıyla ve tiksintisiyle geçiren, devamlı tek başına olan ve gizliden gizliye kendisini bu tek başınalıktan sıyıracak olan bir elin hayaliyle yaşayan Yeraltı Yazarı, bu eli bulduğu anda geri çevirdi. Çünkü anlaşılıyor ki aslında istediği şey kendisine uzatılan eli tutmak değildi, sadece bu elin varlığına ve kendisine uzatılmış olması durumuna sahip olmuş olmak istemişti. ‘’Bana dayanılmayacak kadar ağır gelen, sadece burada bulunmasıydı. Bir an önce ondan kurtulmak istiyordum. ‘Sükunet’e kavuşmayı, yeraltımla baş başa kalmayı istiyordum.’’ Kendi yeraltının ağırlığına o denli alışmıştı ve daha da önemlisi onu o denli benimsemişti ki, Liza’nın onu yeraltından uzaklaştıran varlığı ona dayanılmayacak derecede ağır gelmeye başladı. Yeraltından bile daha ağır. Böylece Liza’nın gitmesine izin verdi. Bunu yaptığı an yaşadığı pişmanlıkla Liza’nın peşinden koşmak istedi ve bir anda sokağa çıktıysa da yeraltının ağırlığı ve içinde bir yerlerde bunu yapmış olmaktan duyduğu memnuniyet, daha fazlasına izin vermedi. ‘O gün kederimden hastalanacak hale gelmekle beraber hakaretin, kinin faydasına ait cümlem beni son derece memnun etmişti.’ Bütün bu olayların ve durumların sonucunda ise bekleneceği şekilde daha önce hiç duymadığı kadar büyük bir azap ve pişmanlık duydu. Bence Yeraltı Yazarı son derece zeki bir adamdı, bununla beraber pek de akıllı değildi. Zekasının görkemi ve onu sürüklediği ruh hali, aklını ve cesaretini bir noktada köreltmişti. ‘Şimdi de kendi kendime şu lüzumsuz suali soruyorum: Kolay elde edilmiş bir saadet mi, yoksa insanı yücelten ıstırap mı daha iyidir? Evet, hangisi daha iyi?’ Aslında Yeraltı Yazarı’nın kolay elde edilebilecek bir saadeti kolayca elde edebilme kabiliyeti yoktu, hiçbir zaman da olmadı. Eğer olsaydı, bana kalırsa hiç düşünmeden bu seçeneği seçerdi. Oysa zihninin her şeyde çirkin taraflar görebilmesi ve her şeyi fazlasıyla anlayabilmesi sebebiyle en basit saadetlerde bile müthiş bir karmaşıklık ve en büyük, en güzel saadetlerde bile bayağı ve sahte bir taraf bulabildiği için, bahsettiği o ‘basit saadet’i elde etmek onun için aslında hiçbir zaman basit olmadı. Oysa hemen hemen her durumun içinde kendisine ‘insanı yücelten’ türde bir ıstırap bulması hiç de zor değildi. Ve bu ıstırap ne kadar büyürse bundan alacağı hazzın da o kadar büyüyeceği bir gerçekti. Öyleyse Yeraltı Yazarı’nın en kolay elde edebileceği saadetin, ruhunu yücelten bir ıstıraptan geçtiğini söylemek sanırım yanlış olmaz. Tıpkı Liza’nın gitmesine izin vermiş olmak ıstırabının, sahip olabileceği en büyük saadetlerden biri olması gibi.

 

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, ”Yeraltından Notlar”, İş Bankası Kültür Yay., İst. 2019, (Çev. NİHAL YALAZA TALUY)

*Kapak Resmi: EMİNE ÜNAL

 

Zamanın Diyalektiği

Baksan da görünmüyor zamanın bulantısı…

 

Anlamıyor insan bazen

Bir ağacın gülümsemesini,

Ya da baksa da göremiyor

Kuş oyuklarıyla dolu gökyüzünü.

 

Gökten zaman yağdığında

-ki zaman insandır-

Uzat ruhunu yağmura,

Göster herkese kendi hükümsüzlüğünü!

 

Oluş; asla hallolmayan bir çekişme,

Sıkıntı ise harikalar yaratan

Boşluğun ta kendisi.

Ve sen;

Ey bunalmış zaman!

Sen de biliyorsun ki ölemezler,

Bir ruhları var.

Gelenekten Estetiğe: Aşk Estetiği

Aşk Estetiği, Beşir Ayvazoğlu tarafından kaleme alınmış ve ders niteliği taşıyan bir eserdir. Kitap bir giriş yazısı niteliği taşıyan “Önsöz ve Giriş Yerine Aşk Estetiğinin Hikâyesi” ile başlamaktadır. Bunun yanında altı ana bölüm ve kitaba sonradan eklenmiş bir ek bölüm de bulunmaktadır. Her bölümün başında o bölümle ilgili fotoğraflar yer almaktadır.

Önsöz ve Giriş Yerine Aşk Estetiğinin Hikâyesi

Bir giriş yazısı niteliği taşıyan bu bölümde bizlere divan şiiriyle, eski musikiyle, estetikle nasıl tanıştığını ve Aşk Estetiği kitabını yazma öyküsünü anlatmaya başlıyor yazar. Bu yazma sürecinde etkilendiği isimleri ve kitapları da bizlerle paylaşmayı ihmal etmiyor.

Temel Düşünce

Dinle neyden kim şikâyet etmede

Ayrılıklardan hikâyet etmede

-Mevlânâ

Bu bölümün başında bizlere Mevlânâ’dan bir beyit verilmektedir. Bu beyitin Mevlânâ’nın Mesnevî’sindeki ilk beyit olduğunu anlıyoruz. Beyitte musikiden söz ediyor ve  içerisinde geçen “ney” kelimesi önemli bir anlam taşımaktadır. Çünkü Mesnevî şârihleri “ney” ile Kâmil İnsan’ın kastedildiğini ifade etmişlerdir. Yani bu beyitte ney, “Elestü birabbiküm” hitabını özleyerek şikâyet eden Kamil İnsan’dır.

Bunların yanında bölümün içerisinde aslında genel olarak Müslümanların neden heykel ve resim sanatına karşı önyargıları olduğundan bahsedilmektedir.

Hüsn Ü Aşk

Yek-rengdir zebân-ı hakikatte hüsn il aşk

Bang-i hezâr şu ‘lesidir âteş-i gülün

-Şeyh Gâlib

Bu bölümde tasvir yasağı, Müslümanların neden Yunan heykelciliğine karşı bir tavır takındığı, aşk anlayışı ve Kur’an-ı Kerim’de ki en güzelle kıssa gibi konulardan bahsedilmektedir.

Bu bölümün üçüncü alt bölümünün başında bizlere “Ben bir gizli hazine idim; bilinmeyi sevdim, bilinmek için halkı yarattım.”  hadisi verilmektedir. Burada bilinmeyi istemesi aşk olarak nitelendirilmektedir. Benim burada direk aklıma klasik kültürdeki aşk telakkisi geliyor. Orada aşk, Tanrı’nın kendisine duyduğu muhabbetin nesnelere yansımış enerjisi olarak nitelendirilmiştir. Evrende gördüğümüz her şeyin güzelliğiyle, çirkinliğiyle, uzunluğuyla, kısalığıyla Tanrı’nın birer parçası olduğunu yani Tanrı’nın sıfatlarının yansıması olduğunu bu sayede anlıyoruz. Mesela buna en güzel örnek Leyla ile Mecnun olabilir. Mecnun’un aşkı ruhanî aşk makamındadır. Yani en sonunda beşerî olan aşkı İlahî aşkla bütünleşmektedir.

Nakş-ı Ber-âb

Âlemi gözden geçir hem-dîde ol hurşid ile

Olma Dilbeste yine amma cihânın nakşına

-Neşâtî

Bu bölümde gerçeklik kavramı, Doğulu ve Batılı sanatçı arasındaki fark ve vahdet-i vücud anlayışı gibi konulara değinilmektedir.

Müslüman sanatçı “Vahdet-i Vücud” anlayışı sayesinde dış dünyadan kopmuş ve görünenin ardındaki görünmeyeni araştırmaya başlamıştır. Az önce bahsettiğimiz, gördüğümüz her şeyin aslında Tanrı’nın sıfatlarının yansıması olması bu durumu açıklar niteliktedir. Aslında bu duruma şunu örnek vermenin yanlış olmayacağını düşünüyorum: Dervişler. Dervişler ihtiyaçlarından fazlasını asla istemeyen, asla evlenmeyen, asla bir yere ait olmayan kişilerdir. Yani dünyanın geçici güzelliklerine aldanmayan kişilerdir. Bunun nedeni de görünenin altındaki görünmeyeni kalp gözüyle görebildikleri içindir.

Füsûn u İşve

Güzel tasvir edersin hatt u hâl-i dilberi amma

Füsun u işveye geldikde ey Bihzâd neylersin

-Bahayî

Bu bölümde girift bezeme tarzından, Müslüman sanatçının geometrik şekillerle yolculuğundan,  İslam sanatında kullanılan tezyinîlikten ve İslam şehirlerinin mimarisi gibi konulardan bahsedilmiştir.

Yazının İslam dünyasında çok önemli bir yeri vardır. Üzerinde yazı olan küçük bir kâğıt parçasının bile ayakaltında olmasına razı olunmamaktadır. Yerden kaldırılıp yüksek bir yere koyulmaktadır. Bunun nedeni Hz. Peygamber’in güzel yazıyı teşvik etmesi olmuştur. Bu anlamda hat sanatı İslam dünyası için çok önemli bir yer kazanmıştır.

İslam şehirlerinin oluşmasında göçebe gelenekleri, etnik çeşitlilik ve mezhep farklılıkları büyük rol oynamıştır. Bir mahalleye önce cami kurulur, sonrasında onun etrafına külliyeler kurulmaktadır. İlk camilerde sadece namaz kılınmazdı. Bunun yanında şiir okuma, hikâye anlatma, satranç oynama gibi birçok faaliyet yapılırdı. Camiler sade yapılardı ama sonrasında süslemelerle daha görkemli bir hal almışlardır. Müslüman şehirlerine dışarıdan bakıldığında fakirle zenginin evi bile birbirinden ayırt edilmezdi. Yani gösterişten sakınılırdı. Ama artık tabii artık durum tamamen değişmiştir.

Trajik ve Epik

Hak şerleri hayr eyler

Zannetme ki gayr eyler

Ârif anı seyr eyler

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

-Erzurumlu İbrahim Hakkı

Bu bölümde Sufîlerin ölümle ilgili düşüncelerinden, trajik ve epikten bahsedilmektedir.

Sufîler ölümü sevgiliye kavuşma olarak görmektedirler. Ölümlüğü gören ve buna karşı ümitsiz bir mücadeleye giren kişinin istese de istemese de trajik biçime ulaşacağı düşünülmektedir. Kişi kaçınılmaz sona karşı isyan eder, karşısına çıkan aykırı güçlere karşı bir savaş verir ve sonucunda yenilir. O artık bir suçludur. Buna Brutus ve Sezar örneğini verebiliriz. Brutus Sezar’ı öldürmeseydi suçlu olacaktı. Çünkü Sezar Roma’yı bir felakete sürüklemekteydi. Ama Sezar’ı öldürdüğü için yine de suçludur. Yani bu durumda yüksek bir değeri gerçekleştirirken başka bir yüksek değerin yok edilmesi söz konusudur. Fakat Müslüman sanatçı bu durumu kabul etmez. Yani o ölümün zorunlu olmadığını, başka bir yol bulunabileceğini düşünür. Kahramanı hiçbir zaman iki yüksek değer arasında seçim yapmak zorunda bırakmaz. Kahraman her zaman zor durumlardan mucizevî tesadüfler, cinler, periler vb. sayesinde kurtulmaktadır. Hiçbir zaman kaderiyle baş başa kalamaz. Bu konuda belki de en güzel örnek Hz. İbrahim’in oğlunu kurban edecekken ona kurbanlık gönderilmesidir.

Hoş Sadâ

Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal

Bâkî kalan bu kubbede hoş bir sadâ imiş

-Bâkî

Bu bölümde şiirin dünyasından, şiirde kullanılan sanatlardan ve İslam’ın musikiye bakış açısı gibi konulara değinilmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de şairlerin aleyhinde bazı ayetler bulunmaktadır. Bu ayetlerin bulunması İslam’ın şiiri yasakladığını düşündürmüştür. Oysaki Hz. Peygamber şiirleri severdi. Hatta Ka’b b. Züheyr’e yazdığı bir kaside için kendi hırkasını hediye etmiştir. Aslında buradan da anlaşılacağı üzere şiir yasaklanmamış, fakat belirli sınırlar çizilmiştir. Bunlarca yıldır yazılan şiirlerin de olduğunu göz önünde bulundurursak bir yasağın olmadığını apaçık görürüz. Divan şairleri şiirlerini sınırlı bir alanda, sınırlı bir malzemeyle yazmaktadırlar. Şiirin yanında musikiyi de kullanmışlardır. Kelimelerin de müzik gibi bir ahengi olduğunu düşünmektedirler.

Ben kitabı okurken çok zorlansam da tekrar okuduğumda bir şeylerin yerine oturmaya başladığını fark ettim. Özellikle sanata ilgisi olanlar için çok bilgilendirici bir kitap diyebilirim. Umarım sizler de beğenirsiniz. Keyifli okumalar dilerim.

Kaynakça: Beşir Ayvazoğlu Aşk Estetiği kitabı.

Bir KÖRDÜĞÜM Ki İçim

Herkese merhaba, yine bir müzik önerisinde sizlerleyim. Benden biraz bıkmış olma ihtimalinize karşılık bu haftadan sonra bir süre müzik önerisi yazmamayı düşünüyorum. 🙂 Ama ne zaman güzel bir şarkı keşfedip kaybolup gitsem uzaklara, geri gelir gelmez diyorum bunu daha çok kişi dinlemeli daha çok insan bilmeli…

Hümeyra ‘yı hemen hemen hepimiz duymuşuzdur şiirlerden bestelediği şarkılarıyla. Bugün yine şiirden bestelenmiş mükemmel bir şarkıyla sizlerleyim…

 

Hep derim “İnsan dünyada ya gurbette işte” diye. Gurbetlerin en büyüğü sürgünlerin en ağırıdır belki de dünyada olmak. Bir bedeli vardır, bir amacı; acısı, hüznü boldur bu sürgünün. İnsan bazen de kendi evinde gurbette hisseder. Bazen kendi kalbinden gurbettedir, ne mutlu onlardan olmayanlara… Bazen hemen yanındaki dostuna gurbettedir, bazen ana babasına… Velhasıl bu şarkı bana her dinlediğimde gurbeti hatırlatıyor. Uzaklara gidiyor gönlüm, bir parçasını bıraktığım yerlere koşuyor. Birinde kalmış bakışıma, aklımın düştüğü yerlere gidiyor.

Ne güzel demiş şair, ne güzel yorumlamış Hümeyra.. Ah şu içimiz bazen çözdükçe dolaşıp durmaz mı? Dinlerken hüzünlendirse de bitince derin bir nefes alıp umut kokan denizlere yelken açtığınız bir haftasonu olması dileğimle… Allah’a emanet.

Bir Nefes Ümit

Bir insanın başına gelecek en kötü şey nedir diye sorsak, bir sürü cevap alabiliriz:
Çocuğunu kaybetmek, annesini, babasını kaybetmek, işini kaybetmek, sağlığını kaybetmek , eşini kaybetmek, evini kaybetmek, cüzdanını kaybetmek, ailesini kaybetmek…

Bunların hepsi kötü ama en kötü şey bu değil.
Bir insanın başına gelecek en kötü şey; ümidini kaybetmesidir.
Öyle bir kayıp ki bu, insan yaşama dair ümidini kaybedince, intihar ediyor.

Sonunun ölüm olduğunu bilen, buna rağmen yarının ve dahi yıllar sonrasının hesabını yapan da insan, yaşadığı acıya dayanamayıp canına kıyan da insan.

Aradaki fark, ümit edebilmektir.
Ve biz, yaşayabilmek için ümidimizi korumak zorundayız.

Ümidini kaybetmek nefessiz kalmakla eşdeğer.
İnsan nefessiz yaşayabilir mi?
İnsan nefes alamasa, zorlansa, hayattan keyif alır mı?
İnsanın nefesi daralsa, bir adım atmaya mecali kalır mı?

Ümitsizlik içinden çıkılamayacak bir çukur
Asla uyanılamayacak bir kabus gibi

Sanki insan, yakıcı bir acının içinde donmuş kalmış. Ve bu acı artarak tüm vücuduna ve ömrüne yayılıyor, o acının içinden sıkışıyor insan.

Bizler yaşamak için nefes almaya nasıl mecbursak, ruhen yaşamak için de ümit etmeye mecburuz.
Ümidimiz olmadan yaşama nasıl tutunuruz?
Amaçlarımızın arkasından nasıl gider, nasıl hayal kurarız?
Yaşayabilmek, gülümseyebilmek, üretebilmek için,
Dua edebilmek, sabredebilmek, inanabilmek için
Sevebilmek, hayal edebilmek, insan olabilmek için
… ümit edebilmeliyiz.

Ümitsizlik kanserden daha kötü. Kanser insandan insana geçmiyor, yayılmıyor ama ümitsizlik insandan insana hızla yayılabiliyor. Ve nice kanser hastası sağlığından önce ümidini kaybediyor.
Ümitsiz bir insan bin sene yaşasa ne olur? O her gününü bir felaket olmasını bekleyerek geçirir veya bir köşede oturur, olmaya bulmaya üretmeye aramaya çalışmaz.
– Ne gereği, ne anlamı var der.
Halbuki ümidi olan insanın sadece varlığı bile faydalıdır etrafına.
Bir insana kötülük yapmak istiyorsanız ümidini kesin. Renklerini elinden almışsınız gibi simsiyah bakacaktır etrafına.
Tam tersi bir insana iyilik yapacaksanız onun ümidini güçlendirin.

Ölmediğimiz sürece nefes alıp vermeye mecburuz değil mi? Bu hem ihtiyaç, hem büyük bir nimet.
Bazen burnunuz tıkanır, maske takarız ve zor nefes alırız
Kimi zaman heyecandan kimi zaman stresten nefesimiz kesilecekmiş gibi olur
İsin pisin, tozun toprağın içinde aldığımız nefes belki genzimizi yakar, belki midemizi bulandırır
Kimi zaman mis gibi bir ortamda tertemiz hava alırız ciğerlerimize çeke çeke.
Kimi zaman bir deniz havası, hafif nemli, tuzlu.
Astım hastalarının yanında daima bir ilaç.
Kimi evinde oksijen tüpüyle nefes alıyor.
Ama her zaman nefes alıyoruz, almaya da mecburuz.

Yaşam yolcusuna birkaç tavsiye

Yaşamak için;
Ümidini koru çünkü ancak o zaman o da koruyabilir.
Siz ikiniz birbirinizin yoldaşınız, sen onu bırakmadığın sürece o da seni bırakmayacak.
Ümidini kaybettin diyelim, ara bul.
Nerede yitirdin onu? Yaralanmış mı, incinmiş mi?
Kim almış onu elinden?
Ümit hassastır. Kırarsan, üzersen, incitirsen, görmezden gelirsen, sesini duymazsan, senin ona ihtiyacın olduğunda, onu çağırdığında bu kez o sessiz kalır. Ve sen hayat karşısında incinirsin.

Ümit hayatın gerçeklerini örtbas eden bir şey değil, bilakis her şeyi zıddıyla sana bildiren bir hakikat.
Acısıyla tatlısıyla hayatı kabul etmene yardım eden bir yoldaş.
O sana düşmeyeceksin demiyor, düşsen de kalkacağını, ağlaşan da güleceğini, yapamasan da en azından denediğini hatırlatıyor. Ölsen de dirileceğini söylüyor.

Ümidin güçlüyse, “Bittim, artık yeter vazgeçtim asla olmayacak” dediğin o anda :”Ben buradayım… Yalnız değilsin, ben yanındayım, beraberiz, atlatırız” der ümidin, duymasını bilirsen.

Velhasıl kelâm, ümidimiz nefesimiz kadar önemli.
O zaman aldığımız her nefesin bir amacı olmuş olur.
Ve biz nefes aldıkça ümit ederiz, ümit ettikçe de nefes aldığımız her an anlam kazanır.

Duru Olmak Mı, Duru Kalmak Mı?

Bu hafta için aslında çok başka bir film çalışmıştım. Fakat onu izledikten sonra yazmasam, yayınlamasam haksızlık etmiş olurdum.

Nükhet Duru; nam-ı diğer herkesin sevgilisi “Nünü” olarak tanınan, seksenlerin, doksanların gençleri ile bütünleşse de kuşaklar boyu vazgeçilmez olan, her dönemin başarılı bir sesidir.

Netflix’de su gibi akarak izleyebileceğimiz bir tatta yapılmış “Duru Olmak” belgeseli gerçekten izlenmeye değer. Çok emek verilmiş bir hayatın çok emek vererek hazırlanmış, bol müzikli, konser tadında bir belgeseli olmuş.

Sanatı sanat için yapabilen nadide bir güzellik olan Nükhet Duru, zaman zaman burnumuzun direğini sızlatarak anlatıyor hikayesini. Çocuk yaştan itibaren içinde yeşeren, engel tanımadan hızla büyüyen sahne aşkının geçtiği badireleri belki ilk defa duyacaksınız. “Beğenildiği ve tekrar tekrar dinlenmek istendiği için çalıştığı yerden kovulmak” kavramını hayretle öğreneceksiniz.

Aşık Oluyorum Eyvah!

Çokça aşina olduğunuz şarkıların Nükhet Duru sesi ve hisleriyle dinlemek bambaşka alemlere akmanıza neden oluyor. Seviyeli aşkların samimi şarkılarını o narin, buğulu sesten dinlemenin zevkini teyit etmiş oluyorsunuz. Bıkmadan dinlenebilen “Mahmure” şarkısının Nünü ile bütünleşmesi mi dersiniz, nazın, edanın, duru bir şekilde çok yakışması mı dersiniz…

Adı her ne olursa sonuç Nükhet Duru’ya çıkıyorsa yol, mevzuyu anlamışsınız demektir: Sevgi, aşk, samimiyet, sadelik, kendilik, olduğu gibilik, sanat ve sanatçılık; tüm bedeni, kalbi ve ruhuyla okuduğu şarkıyı yaşatmak gibi güzellikleri onunla gördük ve tattık desem yanılıyor olamam değil mi?

Belgeselde kendisi de bu şekilde ifade ediyor zira. “Ben şarkıyı söylemekten yana değilim, ben şarkının kendisi olmaktan yanayım. O an, o şarkıyı söylerken elim, yüzüm beden dilim tamamını anlatmalı…”

“O halim seziliyorsa, seyirci bunu fark ediyorsa söylemek istediğim şeyi ulaştırdım demektir. Kelimeler çok derindir. Kelimeler yaşamın da ölümün de bütün gücüne sahiptir. Bu kesin. Bütün mesele bu kelimeleri hissedebilmekte…”

Harcayamam Sevgimi Aşktan Korkanlara

Korkusuz aşklar, korkusuz ve beklentisiz sevgiler, korkusuz vaz geçmişlikler, çekincesiz samimiyetler, şarkılardan örülmüş başarı basamakları…

İdealleri peşinden koşmanın terli enerjisi…

Müziğin evrenselliği çerçevesiyle yeniden yorumlanmış şarkıların, türkülerin gönüllere dokunması…

Ruhsal ve kalben elde edilen kazançların verdiği mutluluk ve bu mutluluğun hayata kattığı zindelik ve dinçlik ile üretebilme motivasyonu…

Ayrık Otu

Birlikte çalıştığı herkesin de onayladığı gibi yetenekleri ile müziğe kattığı aykırılıkları, kendi deyimi ile “ayrık otu” olmasının kendisine ve Türk müziğine yaptığı katkıları izleyeceksiniz.

Hayatı boyunca çizgisinden hiç çıkmadan nasıl yükseldiğini ve vazgeçilmezliğini izleyeceksiniz.

Tavsiyem, belgeseli izlemeden önce birkaç şarkısını dinleyerek, müzikalini izleyerek motive olun. Onu önce kendiniz olarak anlamaya ve öğrenemeye çalışın. Sonra da belgeseli izleyin.

“Nünü olmak” ve “Duru kalmak “arasındaki bağı keşfedin.

Hak vereceksiniz.

Sevgiyle kalın.

İyi seyirler.

Düş(ünce)

Ben daha kendi yaralarımı saramamışken, kendi içim baştan aşağı kan revan içindeyken bir de seni iyi edememenin yükünü taşıyordum. Yaptığım onca iyilik göz ardı edilmiş, kötülüklerim o kadar ortalığa saçılmıştı ki, kendime rastlamamak için düşüncelerimi duymamaya çalışıyordum. Bana kalsa hayatımın sonuna kadar tek göz denize bakan bir odada hiç kimseyle konuşmadan, hiçbir şey yapmadan yaşayabilirdim. Hayatıma almaya çalıştığım veya hayatımda olan herkesin sırtında bir yükmüşüm gibi hissediyorum. En kötüsü de bu labirentten nasıl kurtulabileceğimi bilmiyorum. İnsanlar tarafından bir nebze olsun kabul edilebilmek için o kadar farklı görüşleri kabullenmeye öyle hazırım ki en sonunda kendi kendimi kaybetmekten korkuyorum.

Bu dünya için hep “sabredenlerin dünyası” derler. Sabredecek gücüm olmadığında yaptığım her hareketin sonucunda daha fazla sabretmek zorunda kalıyorum. Anlayacağın sonsuz bir paradoksun tam merkezindeyim. Yarayı açanlar da her seferinde ne kadar büyük yaralar açtıklarını görmemek için sürekli kafalarını çevirdiklerinden artık fazla yönleri de kalmadı. Günün birinde yüzleşmemize az kalması hissi benim gelecek hakkındaki umutlarımın daha da artmasına sebep oluyor. Hem kadın hem de güçlü olmaya çalışmanın ağırlığıyla bu durumlar birleşince dışarıdan izleyene komedi, yaşayana dram ve trajedi olan trajikomik bir durum ortaya çıkıyor. Umarım günün birinde yenilmiş biri olarak değil de galip biri olarak çıkarım bu savaştan. Öyle çok istiyorum ki bu olayı tahmin bile edemezsin. Bu gece de sana içimi döktüğüme göre bu mektubu da katlayıp, sana göndermediğim diğer mektupların yanına iliştirebilirim artık. İyi geceler…

 

Franz Kafka – Dava İncelemesi

Franz Kafka (1883-1924), Çek asıllı  Avusturyalı yazar. Özgün bir üslup geliştirdiği yapıtlarında; çağımız insanının inançlarını, yalnızlığını, kendisi ile olan sorunlarını ve tabii ki toplumsal sorunlara değinen bir yanı da distopik olan nadir yazarlardandır.

Davaya; psikolojik, sosyolojik ve teolojik olarak  yaklaşılabilecek olaylar katan Josef K., davası için  birçok kişi ile tanışmakla beraber, kurum ve kuruluşlarla da işbirliği içinde olmak durumundadır.

Dava; kimine göre hukuksal bir süreç, kimine göre bir devrim, kimine göre kendisiyle bir mücadele (nefs), kimine göre ise bir paranoyadır.

Değerlendirmeye aldığımız bu  eserde, saydığımız dava kavramlarının hepsinden biraz barındırmaktadır. Ama sanırım en çok da paranoya üzerine konuşacağız.

Baş kahramanımız olan Josef K. bir bankanın şefliğini üstlenmektedir. Rutin hayatının sıkıcılığıyla beraber, bir sabah hiç beklemediği ve daha önce hiç tanımadığı birtakım insanların kapısını çalmasıyla birlikte hayatında  alışık olmadığı yeni ve farklı bir hava katılıyor.

Kapıda bekleyen insanların, K. İçin gelmiş olmaları ve K. ‘nın kapıyı hiç tanımadığı insanlara sorgusuzca açması, aslında  nefsinin (davasının) onu içeri almaması gerektiği halde kapıyı açarak,  adamların içeri girmesiyle davasıyla çıkacağı yolculuğa kapıyı açmıştır.

K. ‘nın, id’te sıkışmış beyin ve yaşam tarzından mütevellit, hiyerarşi bürokrasinin de zorla dayatılması ve bununla yönetilmeye mahkûm edilmesi K. ‘yı  zora sokmakla beraber bir bilinmezliğe de sürüklemiştir.

 K. ‘nın, hayatının monotonluğunu sürdürmesine  izin verilerek yalnızca göz hapsinde bulundurulması, her an müdahil olabilecek bir tanrı veya kamera tarafından izlenmeye benzetilebilir. Bu da her zaman omuzda yük hissettirmekle beraber beyni meşgul edebilecek bir sorun hâline dönüşebiliyor.

K. ‘nın yaşayacağı olaylar yaşantımızdan çok da farklı değildir. Herkes bir tiyatro oyuncusu; sırası gelince doğup, sahnesini almak zorundadır. İşte tam burada K. ‘ya benziyoruz. Onu da zorla aslı astarı olmayan şeylerle itham edip sahneye tutsak ediyorlar. Fakat K. ‘yı bir oyuncudan farklı kılan yanı, ne oynadığını ve yönetmenin kim olduğunu bilememesidir.

K. ‘nın davaya itiraz etme gibi bir durumu olsa da yine de sonu kaçınılmaz oluyor.

İleriki zamanda K. ‘nın başına gelecek olaylar, kitabın geneli için olumsuz bir bakış açısıyla ve distopik bir şekilde yazıldığını kolayca gösterir.

Birinci bölüm; bu bölümde K. ‘nın kapısı tanımadığı insanlar tarafından  çalınır. K. tarafından kapının belirsiz kişilere açılmasıyla; davasıyla tanıştırılıp, suçlu bulunarak göz hapsine alındığını ve aynı zamanda normal hayatını da sürdürülmesinin istendiğini belirtmek isterim. Fakat sebebini bilmediği ve kendisine anlamsız gelen bu  olay (dava) karşısında elbette afallar.

Daha önce normal yaşam şartlarına sahip olup işten eve, evden işe gel-gitleri olan, aile ve arkadaş çevresi pek olmayan Josef K. ‘nın başına bu gibi olayların gelmesi, belki de sadece yalnızlığından doğan bir  kurgudur. Yani bu yaşadıklarının çok da inandırıcı gelmediğini birer distopyadan ibaret olduğunu söylemek isterim. Bunun savımın aksine, yazar bizlerin bir kamera tarafından izlendiğimizi ve  fazla bir müdahale yapılmayarak takip edildiğimizi hatırlatmaya çalışıyor da olabilir.

İkinci bölüm; bu bölümde Josef K., yeni adımlar atar. Duygu ve arzuları üzerine hareket etmiştir ve göz hapsinde olduğunu aklından çıkarmıştır. Davayı unutmuş olması; insan olup nisyan kelimesi üzerine hâlk edilişindendir. Ya da sadece kendisinin vermiş olduğu bir kararla hatırlamak istememiş ve rutin hayatına devam etmeye çalışmak istemiştir. Aslında belki de var olan hayatının üstünde bir şeyler yaşamaya başlayınca, yalnızca  fokus alanını değiştirmek için duygularına yer vermiştir.Bu kısacık bölümde bile bir sürü ihtimalde bulunabiliyorsak, bu elbette yazarın yeteneği ile alakalıdır.

Üçüncü bölüm; bir önceki bölümde soruşturmadan bahsetmeyişinden sonra, bu bölümü tamamen sorguya ayırmıştır. Tekrardan memurlarla karşılaşan K. ‘nın duygularında,  davasına karşı yeniden bir öfke uyanışı olmuştur. K. kendinden emin olup asılsız bir şekilde suçlandığı ve göz hapsine layık görüldüğü olayın asıl sebebin bu bölümde yine bulamamıştır. Memur ve sorgu yargıcıyla beraber katıldığı toplantıdan, kendine bir yol bulamadığı gibi dava genele daha çok açılıp bilinmeze itilmiştir. Bu bölümde geçen olaylar bir roman için fazla hayalî ve sürrealistçe gelişmiştir bence. Yazarın bu bölümü de bizlerin yorumlayabileceği gibi geliştirmiş olduğunu görüyoruz.

Dördüncü bölüm; K. ‘nın bu bölümde hukuk kitaplarını karıştırmak isteyişine karşın gelen red cevabıyla siyasi bir hava katılmakta, kanunlarda K. tarafından tenkit edilmiştir. Psikoloji, teoloji gibi konularla beraber burada siyasi konuya da değinmektedir. Yazarın bölüm sonlarında mübaşirle bürodaki gezmelerindeki betimlemeyi fazla kullanmasının getirmiş olduğu bir sıkıcılık mevcuttu burada ayrıca. K. ‘nın, büronun havasından etkilenip rahatsızlanması ve aynı zamanda büroda çalışan kadının büro dışına çıkmasıyla rahatsızlanmasına yeterince anlam yükleyememiştim. Ama yine de  herkesin alışmış olup adapte olduğu yerler vardır düşüncesi yer ediniyor zihnimizde.

Beşinci bölüm; gözcülerin, K. ‘ya kötü muamele göstermelerinden ötürü K. ‘nın gözcüleri sorgu yargıcına söylemesi sonucu, bir dayakçının gözcülere dayak atma sahnesine şahit olduğu anda pişmanlık duyduğunu görüyoruz. Çünkü asıl suçluların ya da onun hakkında haksız karar verenlerin bunlar olmadığı, gözcülerin yalnızca emir altında olduğunu hatırlayınca, söylemlerinden dolayı  vicdan azabı çekmiştir. Gözlemlediğim kadarıyla yazar, bu bölümde diğer bölümlere nazaren reel kesitler okutuyor bizlere. Gerçekten de her zaman alt tabaka olmakla beraber güçsüz, sahipsiz insanlar, suçluların cezalarını üstlenmek zorunda bırakılıyor. Bence, Franz Kafka bu olayda tam da buna parmak basmak istemiştir. Maalesef, bu tür olaylar belli bir zaman dahilinde kalmayıp kabından taşarak tüm bir zamana taşabiliyor.

Altıncı bölüm; bir önceki bölümde bahsettiğim kişi ve kişilere bağlı olarak gelişen olayların hızlıca değişmesi derken bu bölümde, örneğini amcanın gelmesi ile tescilledi. Müdahil olması gereken aile bireylerinden; Josef K. ‘nın amcası gelmiştir. Bu tema (bölüm) sosyal bir bakış açısıyla değerlendirilmeli çünkü amcasının K. ‘ya direkt, örnektin, kötü bir insan olmanı beklemiyorduk derken, K. ‘nın derdinden çok, toplumsal bir yaklaşımla yaklaşmıştır. Burada toplumsal yaklaşım ve aile beklentilerinin yanında psikoloji de ele alınmış olarak yorumlanabilir. Bu bölümde amcasının ve eski dostu olan avukatın K. ‘ya konu dahilinde sormaları gereken bir ton sorunun sorulması gerekiyorken bunun aksi yaşanıp soru sormamaları ve davayı daha K. anlatmadan bilip, hakim olmaları K. ‘nın kendi beyninde bir şeyler yaşıyor olma ihtimalini yükseltip düşündürüyor.

Yedinci bölüm; yazar, bölümün ilk sayfalarından itibaren bizlere hukuk departmanında nasıl bir yol izleneceğini öğretmek ister gibi Josef K. ‘nın dava süreci takibinde olayları gerçek bir avukatmış gibi anlatıyor. Eser ilk sayfalarından bu yana Josef K. ‘nın bakış açısı ve ağzıyla yani 1. tekil şahıs ağzıyla yazılmıştır. Baştan beri yapmaya çalıştığımız değerlendirme yazısını bu bölümde Franz Kafka, eline alarak şahıslar ve hadiseler üzerinde tenkitini  yapıyor. Bu bölümde ara ara okura, K. ve dava konusunda soru sorarak kitaba odaklanıp, ilgisini çekmeye çalışıyordur. K. ‘nın avukat, sanayici ve ressamla konuşmaları davaya biraz da olsa açıklık, yol göstericilik yapıyor. K. her ne kadar haklı olsa da karakter olarak noksanlık halleri de vardır. Etrafa yalnızca kendi derdi ile ilgilenen; kibirli, sabırsız ve biraz da saygısız tavırlar sergiliyordur.

Sekizinci bölüm; sanırım bu bölümde beni en çok hayrete düşüren şey; insanların davalarından yorulmalarından sonra, kendilerini batıl inançlara mahkum etmeleri. Bunlardan ilgi duyulanlardan biri olarak sayılan; dudaklar ve ağız şeklidir. Bir şahıs, dudak yapısı ya da duruşuyla bir insanın nasıl mahkum olabileceğini tahmin edebilir ki? Hele de böyle ciddi bir ortamda, bunun düşünülmüş olması bana olağandışı gelmedi değil elbette. Josef K., avukatın yanına en baştan beri yapması gereken şeyi yapmaya gitmişti. Avukatı gerçekten de azletmesi gerekiyordu çünkü davasının bilinirliği arttıkça davanın çözülme oranı da bir hayli artıyordu, artık önünü alamıyordu. Bunun için de yapması gereken tek şey davasından başkalarının elini kolunu kesmek, davasını tek başıma sırtlamaktı. Davayı görüşmek için gittiği yerde tüccar block diye sefil ruhlu biriyle tanıştı. Tüccarın anlattıklarından etkilenince bu sefer olaya tam kesinlik getirerek avukattan zorla da olsa vekaleti aldı. Zorla diyorum, çünkü avukat hasta olduğu hâlde K. ‘nın davasına ayrı bir ilgi gösteriyordu, bu da Josef’in davasını diğerler bütün davalardan farklı ve özel kılıyor.

Dokuzuncu bölüm; tevafuki olmamakla birlikte evrenin ya da davanın planlamış olduğu bir çizelge dahilinde K. kilisede, rahip ile diyalog halinde bulur kendini. Rahibin bile ilgilendiği bu dava için, K. ile buluşmak istemesi ve onunla konuşup gerçek yasayı anlatmak istemesi olayların paranoya ve gerçek üstücülükle alakalı olduğu görülüyor. Yazar, rahibin bu bölümde anlattığı bekçi ve taşralı adamın hikâyesinden, âdeta koca kitabın özetini bir-iki  sayfaya sığdırıyor.

Onuncu bölüm; “tutkaldan kurtulmaya çalışırken bacaklarını koparan sinekler geldi aklıma.” Bir cümle bile bizlere birçok şey verebilir. K. başından beri hatalı bir şekilde bunu yapmıştı.

Franz Kafka, anlaşılması zor bir yazar ve üslubuyla da gerçekten ilgi gören birisidir. Bu eserine de ilk başladığım zamanlar, bayağı bir zorlanmıştım çünkü daha önce Kafka ‘nın üslubu gibi bir yazarın eseriyle karşılaşmamıstım. Zira benim gibi acemi olarak eseri okumaya başlayacak olan okurlar da başta bir sendeleyeceklerdir.

Kitaba kabaca bakacak olursak; bölümler arasındaki hızlı geçişlerden, farklı kişi ve olaylardan bahsediyor gibi görünse de aslında kapsamlı bir çerçeve içerisine alınmış, yerinde ve derin konulara değinmiştir diyebiliriz. Yaklaşık 300 sayfaya yakın olan kitap, insanı hayatından alıp uzak diyarlara götürebilecek potansiyele sahiptir. İçeriği, görünüş olarak basit görünse de anlam ve mana olarak yoğun bir şekilde yazılmıştır

Tanrının koymuş olduğu kanunlar gibi insanların da insanlar için  belirlemiş kanunlar vardır. Bence baş kahramanımızın yaşadığı olayları, yaşadıklarımızdan çok da farklı görmemeliyiz. Dünya ve ahiret hayatının mutluluğu için yeryüzünde belirlenip, konulmuş olan kanunlara itibar etmeye koyulmalıyız zira etmeyen insanlara her iki âlemde büyük zarar görecektir. Millet olarak topyekûn bir koma halindeyiz, bundan bir an önce uyanabilmemiz için belki de davamızın farkına varmalı ve onu K. gibi kapı eşiğinde bekletmeden hemen içeri almalıyız. Muhakkak ki her mahlukatın, nabzına göre şerbet verilmektedir. Bize göre verilmiş olan memur ve davamıza uyanmalı ona göre hareket etmeye başlamalıyız.

Kitabın uslûbu ve işleyişi bir bakımından farklı olsa da bana gerçekten Sezai Karakoç’u hatırlattı.

Kandırılmış Sıfatlar

Gökyüzünü, yıldızlarla doluyken pazarladılar bana. Hayal kurmanın geniş bir ufkuna sahip coğrafyasında, asılı duran yıldızlarla tavladılar beni. Elime tutturulan bir romanın bir cümlesinde: “Onlarca yük bir insana ağır gelir ama insan bölünebilmesi ile meşhurdur.” yazıyordu. Bende yaşadığım kaderin tüm yükünü, düşmemek üzere söz aldığım yıldızlarla paylaşmıştım. Her birini yeniden kazanmak istediğim sıfatlarla donattım. Kimine güçlü, kimine cesur, kimine de inanç dedim. Kaybettiğim tüm öz benimi, tüm değerlerimi karanlığa asılı olan cisimlere emanet ettim. Vakti geldiğinde on yıldız gücüne sahip olacaktım. Vakti gelirse eğer; o yıldızlara tutunacaktım. Bir iki denemem oldu aslında. Tam ayaklandım derken; rüya gördüğümü anladım uyandığımda. Masal diyarında değildim, ama sisler dağılınca her zamanki gibi kral çıplaktı halkın arasında.

Lüzumluca Sevmek

Bazı dokunuşlar; sadece kalbimize değil, kaderimizedir. Kaderimiz gönlümüzün bağını da çözebilir. İçimizin neşesi, bahtımızın onuru, sükutumuzun gururu da olabilir. İçini bilemesek de, içimizi bilelim…

Sebep yok ki sevmeye
Çare yok ki unutmaya
Hayatımıza bahşedilmiş umut kırıntılarıyla
Gönlümüze konan martılarla, hareket edişimiz
Omuzlarımıza bindirilen yükleri sindirmişiz
Kalabalık bir köy de, sakin bir koy da; “biziz”

Ömründen yüreğime bir ıssız adam inmiş
Yüreğimdeki fısıltı, denizin ortasında bir ada imiş
Kalbim sanki bir fırın ekmek yemiş de,
doymak istememiş…
Cebimde maziden kalan eskiler
Aklımda altında kaldığım izler
Hayalimde gelecekteki düşler
Söyle, bende mi sadece bu düşüşler?..

Ömrümden koy ömrüne
Çay içelim karşılıklı
Giderelim gönlümüzdeki kırışıklıkları
Sonra kahve içelim 
Kırk yıl hatırı varmış, hatır bilelim
Ama benim hatırım bir ömürdür, hatır dinleyelim
Halden, tâkâtten, sevdadan anlamasını bilelim
Sevmek lüzumludur
O zaman lüzumluca sevelim

KIYMET: “Vermenin güzel halidir ve en çok kaybedilince bilinir.”

Karşımdaki Kişiyi İkna Etmek İçin Neler Yapmalıyım?

Günümüzde ikna amacı gütmeyen bir iletişimden bahsetmek mümkün müdür? Hayatımızda çoğu zaman iletişimlerimiz ikna edici bir zemine dayalıdır. İletişimde olduğumuz kişiyi,  bir fikir konusunda onaylatmak o fikri ya da olayı cazip göstermek önemlidir. Farkında olmasak da aslında gün boyu bir şeylere ikna edilmeye çalışıyoruz bunlar reklamlar, yaptığımız alışverişler, işimiz vb gibidir. Peki ikna tam olarak nedir ve nasıl uygulanabilir haydi biraz onlara bakalım. İkna kelimesi anlam olarak belli bir konuda birinin inanmasını sağlama, inandırma olarak tanımlanır. Bir fikir, tutum ve eylemin benimsetilmesine yönelik inandırma çabası olarak da görülür. Dolayısıyla kurulan her iletişimin arkasındaki amaç, ister istemez iknaya dayanmaktadır. İş başvurusunda iş yeri sahibine bizi neden işe almalı konusunda da ikna etmeye çalışırız ya da çikolata reklamlarında da marka bizi o çikolatanın lezzetli ve güzel olduğu konusunda ikna etmeye ve iletişimlerinde belli amaçları hedeflemektedirler.    Aslında hayatımızda birçok farklı şekilde ikna etmeye veya ikna edilmeye çalışıyoruz.

ikna teknikleri nelerdir ile ilgili görsel sonucu

Karşı tarafın sizi anlayıp hak vermesi için buna bağlı olarak seçimlerinizin aynı olmasını sağlayacak bazı ikna teknikleri vardır haydi onlara bir bakalım.

1- Bilinç altımız 3 soruya cevap veriyor

  • Dost musun, düşman mı?
  • Galip misin, mağlup mu?
  • Müttefik misin, düşman mı?

Biriyle ilk tanıştığınızda bedenlerinde ilk dikkat çeken şey ellerdir , belki bazıları hayır ben gözlerine bakarım ya da mimiklerine vs deseniz de aslında bu durum öyle değil. Bu eylemi de farkında olmadan yaparız bu yüzden elleri görünür kılmak önemli. Buna bağlı olarak karşımızda ki kişi ile göz kontağı da kurmamız gerekmektedir.  Bunun sebebi sorularımızdan biri olan dost musun?  Düşman mı? Sorusuna cevap veriyor göz kontağı kurduğumuz da karşıda ki kişi de oksitosin (güven, önemseme) hormonu salgılanır.

2- İlk izlenim önemlidir.

Farkında olmadan aklımızdan geçenler beden dilimize yansıyabilir, bu yüzden bir iş görüşmesinde ya da herhangi bir katılımda dikkatli olmalısınız. Karşınızdakini etkilemek için galip gibi durmalısınız özgüveninizi yüksek tutmalısınız bu şekilde bir ilk izlenim verdiğinizde karşınızdakini ikna etmeniz daha kolay olacaktır.

3-Yüz yüze bir iletişimde etkili olan 3 unsur

  • Beden dili / görüntü %55
  • Ses konuşma %38
  • Kelimeler %7

Evet bu istatistikler size belki tam tersi şeklinde gelebilir ama maalesef gerçek farkında olmadan algılarımızda ilk olarak beden dili ve görüntü çok ön planda bu yüzden mümkün olduğunca iş görüşmelerimizde ya da herhangi bir topluluk önünde konuşurken beden dili ve temiz düzenli bir görüntüye ihtiyacımız var. Ses ve konuşma ise yine bir o kadar önemli bu kısımda en etkili olan özelliğin diksiyon ve ses tonu olduğunu anlamış oluyoruz. Kelimeler ise yüzdelik dilimde çok düşük kalıyor ama bu sizin muhteşem bir etkili konuşmada işleri lehinize çeviremeyeceğiniz anlamına gelmiyor kendi stratejinizi bu etkenlerle birleştirdiğinizde harika bir ikna edici olabilirsiniz. Yani bu durumda ne söylediğin değil, nasıl söylediğin önemli.

4- Algı önemlidir.

Algı gözlemlerinin durumuna göre mekana göre ya da zamana göre değişkenlik gösterebilir bu yüzden bu faktörlere dikkat etmekte oldukça önemlidir.  Algılar gerçektir insanlarda onlara inanır.

5-Beynimizin 3 bölümü var ve bu bölümlere hitap et

  • Sürüngen beyin

Yemek yemek, hayatta kalmak, temel ihtiyaçlar, çiftleşmek, kendi çıkarını korumak sürüngen beyinin sahip olduğu özelliklerdir. Ana rahminde beynin ilk gelişen kısmıdır. Karşımızda ki kişiyi ikna etmek istersek kesinlikle temelde onun sürüngen beynine hitap etmeliyiz buna verebileceğim örnek ise mesela iletişim kurduğunuz kişinin avantajına olacak şekilde cümlelerinizi kurmalısınız. Sürüngen beyinin bunlar dışında 6 temel uyaranı vardır bunlar;

  • Ben merkezci- sana bu faydası var.
  • Zıtlık- senin ürünün ile diğer ürün arasında ki farkı gösterebilmen gerekiyor.
  • Somut veri- netlik ve kesinlik olmalı.
  • Başlangıç ve son- en önemli bilgi başta verilir sonda ise vurucu mesaj tekrar edilir. Kanıtlarla desteklemek önemlidir.
  • Görsel uyaran- görsel sinirler 40 kat daha hızlı taşıyor bu da ikna edeceğiniz kişiye görsel veri sunmak onu ikna etmenizi daha da kolaylaştırır.
  • Duygu- yaratılan duygunun yoğunluğuna göre unutmayacak bir o kadar etkileyecektir. Bunun nedeni ise güçlü duygularla tecrübe ettiğimiz olayları daha iyi hatırlarız.
  • Orta beyin

Duygu eklenmiş sürüngen beyin ile ortak çalışıyor. Düşünme yoktur sadece duygu vardır.

yeni beyin orta beyin sürüngen beyin ile ilgili görsel sonucu

  • Yeni beyin

Sadece insanlar vardır. Analitik taraf düşünebiliyor, öğrenebiliyor, karşılaştırabiliyor ve algılayabiliyor ve burada algının 3 şekilde oluştuğunu da eklemek isterim bunlar; görsel, işitsel ve kinestetiktir. Eğer karşınızdaki kişiyi ikna etmek istiyorsanız, üç tane olan algı tipini de iyi bilip iletişimde olduğunuz kişiyi iyi incelemelisiniz bana kalırsa hepsine de hitap etmek daha kalıcı ve etkili olacaktır. Çünkü her insanda bu 3 algı yönteminin üçü de mevcuttur kişilerde bazıları daha baskın veya hepsine sahiptir belki ilk olarak hangi algıya sahip olduğunu anlayamayabilirsiniz bunun için hepsini dikkatte alarak uygulamaya çalışın.

sağ beyin sol beyin ile ilgili görsel sonucu

6- Aynalama yöntemi

Bu yöntemde karşı tarafın son 3 kelimesi veya en vurgulu kelimeyi kullanmak gerekir. Bunların içinden ses tonu, sözcükler ve beden dilini kullanarak da aynalama yapabilirsiniz.

7- Azlık- Kıtlık

Potansiyel kayıp fikrinin karar verme sürecinin hızlandırılmasıdır. Bir şeyi kazanmak düşüncesinden daha çok, bir şeyi kaybetme endişesiyle oluşur. Burada vurgulamak istediğim ise size şöyle bir örnekle anlatabilirim yeni ürettiğimiz teknolojik kalem sınırlı sayıda denildiğinde az olması sizin o ürünü almaya ikna etmeye çalışmasıdır. Yani ne kadar az o kadar değerli de diyebiliriz.

8- Karşılık verme

Yapılan bir iyiliğin borçluluk hissi uyandırması içgüdüsel olarak karşı tarafa yapılan bir jestte size de bir iyilik yapma gereği duyacaktır yani birinden bir şey isteyecekken ya da onu ikna etmeye çalışmadan evet cevabı almak için önce ona ufak bir iyilik yaptığınızda size güzel bir geri dönüş olacaktır.

iyiliğe karşılık verme ile ilgili görsel sonucu

9- Bağlılık ve Tutarlılık

İnsanoğlunun yaptığı işte tutarlı olmak istemesi geçmişten günümüze her insan söz verdiği ya da içten bir şekilde yapacağını söylediği işe bağlı kalıp uymak için kendine uyum sağlamaya çalışır bu yüzden önce karşınızda ki kişiden söz isteyin.

10- Toplumsal kanıt

Başkalarının doğru olduğuna inandıkları şeylere bakarak bunları doğru kabul etme. Bu ilkeye göre, bir şeyi pek çok kişi yapıyorsa, o şey yapılması doğru olan şeydir. Bir fikri doğru bulanların sayısı ne kadar fazlaysa, fikir o kadar doğru hale gelmektedir. Dahası bu grubun bize benzediğine ve bizimle aynı koşullardan geldiğine inanıyorsak bu bilgiler bize daha doğru olarak gelmektedir. Bana kalırsa yeni bir fikir ve özgün olmak sizi kalıplaşmış şeylerin önüne taşır iletişimlerinizde olabildiğince özgün, yenilikçi ve gerçekçi olun bunlar karşınızda ki kişiyi ikna etmekte daha etkili olacaktır.

11- Zıtlık yarat.

Satacağınız ürün ya da başka herhangi bir şey de zıtlık kurun örnek olarak kasiyersiniz ve müşterinizi karasız kaldı size bu karasızlıktan kalan büyük ihtimalle müşteriden gelen bildirim ya almaktan vazgeçecek olmasıdır ya da ben biraz daha bakayım geri döneceğim olur ama büyük ihtimalle geri dönmeyecektir bu yüzden kararsız kaldığında ona zıtlık kurabilir ve arasında ki ilk farkta karar verip ürünü almasını daha kolaylaştırabilirsiniz.

12- Fiziksel konumu değiştir.

Hedefiniz, yerinden oynamıyorsa ve ikna girişimleriniz dilediğiniz yönde ilerlemiyorsa bedeninizi hareket ettirin. Ayağa kalkarak odada gezinin. Bu hareketlenmenin, duyguları da harekete geçireceği kanıtlanmış bir olgudur. Bunu karşınızdaki kişi için de yapın. Hedefinizi fiziksel olarak harekete geçirirseniz, hedefinizin ruh halini de değiştirebilirsiniz. Fiziksel konumunun değişmesi, içsel durumların da değişmesini sağlar. Vücudumuz sabit bir pozisyondayken, aklımız da benzer bir şekilde donabilir. Sayısız araştırma, bir insanı düşünce durumundan çıkarmak için en iyi yolun bedenini hareket ettirmesi olduğunu göstermiştir.

13- Deneyimini onun hayalinde yaşat.

Bu madde için en net örneği emlakçılar üzerinden anlatabilirim. Emlakçılar genelde evleri müşterilere gezdirirken onlara hayal kurdurur mesela evin büyük bir balkonu varsa orada yazın akşam serinliğinde ailecek orda oturacaklarını hamak koyup kitap okuyabilecekleri vb şekilde hayal kurdurarak evin onlar için uygun olduğuna ikna etmeye çalışır. Bu şekilde onların görsel olarak canlanmasını sağlar siz de karşınızda ki kişiyi ikna etmek için ilk önce kendinizde bir taslak oluşturup sonra iletişimde bulunduğunuz kişinin onu betimlemesini ve hayalini kurdurabilmelisiniz.

karşıdaki kişi ile aynı düşünmek ile ilgili görsel sonucu

14- Önce büyük sonra küçük iste ya da tam tersi.

Karşınızdakinden bir şey isteyeceğiniz zaman ilk önce sizin isteğinizden daha büyük bir şey isteyin ama asıl hedefi kendi küçük isteğiniz olsun bu şekilde karşınızda ki kişiyi daha kolay ikna edebilirsiniz. Buna örnek olarak şöyle canlandırabilirim ailenizden size ayakkabı almasını isteyeceksiniz ama daha kısa zaman önce almışlar siz onları ikan etmek için ilk başta büyük bir hedef koyup bilgisayar isteyebilirsiniz tabi onlar hedef büyük ayakkabıya göre büyük olduğu için olumsuz geri dönüş almanız daha muhtemeldir sonra arkasından gelen kendi hedefinizi söyleyebilirsiniz tamam o zaman bilgisayar istemiyorum onun yerine şu ayakkabıyı beğendim onu alalım dediğinizde yüksek olasılıkla daha makul gelecektir. Sizde bu maddeyi kendinize göre olan hedeflerle, etkili bir şekilde kullanarak karşınızda ki kişi üzerinde başarılı bir ikna oluşturabilirsiniz.

15- Gitgide artan ricalar tekniği.

Tekniğin temelde hedefe önce kabul edebileceği bir öneri sunulması, ardından da kabul edeceği noktaya kadar öneriyi adım adım büyütmeye dayanmaktadır.

gitgide artan ricalar tekniği ile ilgili görsel sonucu

16- Seçenek sun. (acaba, yerine hangisi)

Karşınızda ki kişiye onun düşüncesinin önemli olduğunu hissettirmek onu size daha yakın hissettirecektir iletişimde bulunduğunuz kişiye “ Acaba hangisi olabilir, Bunun yerine hangisi sana daha cazip?” gibi kelimelerle ikna olasılığını yükseltebilirsiniz.

17- Sorulara sorularla yanıt ver.

Bu madde için pek detaylandırma yapmayacağım taktik maktik yok size çelişkili soru soruyorsa sizde ona aynı şekilde soru sorun bam bam bam.  🙂

https://www.youtube.com/watch?v=E6GAJJVuPhc

18- Rahat yere oturt.

Evet ikna etmek içinde karşınızda ki kişiyi rahatlatmak onun konfor alanının o an için rahatlığını sağlamak size olan algılarını daha rahat açacaktır.

rahat koltuk ile ilgili görsel sonucu

19- Yalanı engelle .

Bu madde ise karşınızda ki kişilerin yalan ya da bahaneleri kullanarak sizi geçiştirmemesi için önemlidir peki karşımızda ki kişinin yalan söylediğini nasıl anlayacağız diye sorarsanız size yalan söyleyen kişinin beden diliyle belli ettiğini gösteren birkaç şeyden bahsedeceğim.

Yalanın izini burun çevresinde sürebilirsiniz. … Gerçek kaşıntıdan farkı yalan söyleyen kişinin burnunu hafifçe kaşımasındadır. Sağ elini kullanan biri gerçek olayları, anıları ve duygularını paylaşırken sola üste doğru bakmalıdır. Yalan söylüyorsa eğer bakacağı taraf sağ üst taraf yani yaratıcı yön olacaktır.

göz erişim ipuçları nedir ile ilgili görsel sonucu

Bunun için size çok güzel bir video bırakıyorum bir yalanı nasıl fark edersiniz Pamela Meyar…

https://www.youtube.com/watch?v=WpGJZPSUwA8

20- Konumunu doğru ayarla

Karşınızda ki kişinin sizi rahat ve net bir şekilde görebilmesi önemlidir onun odak noktasında olmanız size olan iletişimini daha açık tutar ve eğer siz anlatırken sağ kulağı ile dinliyorsa karşınızda ki kişinin o an sol beynini kullandığını eğer sol kulağı dönük bir şekilde dinliyorsa da sağ beyninin odaklandığını anlayabilirsiniz buna ek olarak sağ tarafta iş, para, kariyer gibi etmenler ön plandayken sol tarafta ise kişisel iltifat, arkadaşlık ilişkileri gibi etmenler vardır.

sağ kulak ile dinlemek ile ilgili görsel sonucu

21- Ses tonunu alçalt.

Ses tonunu alçak kullanmanız her zaman değil tabi kişinin sizi duyabilmek için algılarını size odaklamasını sağlamaktadır bu yüzden ara ara kişiyi sizi daha iyi dinlemesi için ses tonunuzu alçaltabilirsiniz.

alçak ses tonu ile ilgili görsel sonucu

22- Fiziksel çekicilik Hale etkisi

Bir kişinin olumlu bir karakteristiği, ona olan bakış açımızı olumlu yönde etkiler. Herhangi bir kişiden etkilenmemizin nedenleri arasında; fiziksel çekicilik, benzer fiziksel özellikler veya  benzer geçmişe sahip olmak, birinin bizden hoşlandığını bilmek, birinin bize tanıdık gelmesi, benzer amaçlara sahip olmak vb. sayılabilir. Bu özellikler karşımızdaki kişiye olan tutumumuzu ve davranışlarımızı olumlu veya olumsuz yönde etkilemektedir.

23- Benzerlik oluşturun/ bulun

İnsanlar kendileriyle benzer tipte, giyimde, geçmişe sahip ve benzer kişilik özelliklerine sahip kişileri kendilerine yakın bulurlar. Bu kişiler bilinçaltında bizde bir güven hissi yaratırlar. Dolayısıyla ikna etmek istediğimiz kişilerle benzer özelliklere sahip olmak ikna etmeyi kolaylaştıracaktır.

aynı şeyleri düşünmek ile ilgili görsel sonucu

24- Otorite figürü: 

İnsanlar otorite kabul ettikleri figürlerden gelen direktifleri yerine getirme eğilimi gösterirler. Özellikle bu kişi, konusunda uzman ve yetkin olan biriyse (ya da öyle algılanan biri), onun söylediklerini dikkate almamız daha büyük bir olasılık gösterir. Doğuştan itibaren otorite figürlerini kabul etmeyi öğreniriz. Otorite figürünü temsil eden belirli unvanlar, giysiler ve süsler insanlarda otorite figürü izlenimi yaratmasında etkilidir.

otorite figürü ile ilgili görsel sonucu

otorite figürü ile ilgili görsel sonucu

25- Deneyimsel kanıtlar verin:

İnsanlar, tüm kanıtlar inançlarının aksini gösterse dahi, kanıtlar pratik (deneyimsel) olmadığı sürece, inanmayı sürdürür. İstatistikler, değerlendirmeler ve teorik argümanlar, inancın ortadan kalkmasını sağlayamaz. Bir şeyin geçerliliğini; ancak, yaşayarak öğrenebilirsiniz. Görmek inanmaktır. Emlakçılar bu taktiğin gücünü iyi bilir. Bir evi gösterirken, insanların o evi kendi evleriymiş gibi görmelerini isterler. Bir insanı bir başkasının evinden alıp kendi evlerine taşımak, güçlü bir görsel tekniktir. Bu yüzden müşteriye evi gezdirirken, “Sizce televizyonunuzu nereye koymalı?” ve “koltuk nerede iyi dururdu?” gibi sorular sorarlar. Bu örnekte arkadaşınıza, “Önce ne yapacaksın? Monitörü mü sökeceksin, yoksa kılavuza mı bakacaksın?” gibi bir soru sorabilirsiniz. Yapacağını söylediği şeyi gözünde “canlandırması” faydalıdır.

Bu maddelerde en çok ortak olan kısmı karşınızdakine hitabınız onda oluşturacağınız izlenim ve sizi odak noktasına koyduğunda gerçekleşiyor bu yüzden iletişimde olduğumuz kişiyi ikna etmek için bu detaylara dikkat etmek önemlidir hepsini uygulayabildiğinizde zaten harika bir ikna yeteneğine sahip olacaksınız umarım yazımdan keyif almışsınızdır okuduğunuz için teşekkürler… 🙂

Proleter Selamı

rosa luxemburg
rosa luxemburg portresi

midlake olmasa ağlatacak kimsem kalmazdı
nimet olmasa ağlayacak kimsem

doktor xanax veriyor anneme
bana da ‘hadi topla bakalım ikiyle ikiyi’ diyordu
reddediyordum rosa’yla beraber
arkamızda proletarya ve kitlelerin dinamizmi
moderniz biz! modern proletler biziz!
çığırtkanlığımız alınlarımızdan okunuyordu
dil pabuç, hırçınlık diz boyu
dört nala denizlere uçuyorduk

ve sen rosa!
seni çocukluğumdan beri değil
rahmimizden beri tanıyorum
rolleri değişiyoruz ve ben sana tekrarlıyorum
“you will see! you will see!”
evet, gördüm
damarlarında dolaşan kan değil
benim inadımmış
hapse atıldığında söylediğin şarkı
ötücü kuşlarla gönderdiğim mektuplarmış

şimdi ikiyle ikiyi toplayıp
diyorum ki
bir öğretmenin kara tahtası
kavganın enn orta yerindedir
siyah mürekkeple
mücadelenin formülü yazılır
baş harflerinde ise hep aşk vardır
yüzün, yüzümün en aydınlık çağıdır

Uzaydaki Mavi Gözlü Çocuğa

“Uzaydaki mavi gözlü çocuğa, aşkıma…”

Nasıl başlamalı insan yaşamak istediği aşka..?

Hayallerini mi anlatmalı… Yoksa gerçek olan düşlerini mi? Âşık olmak istiyorum ona… Bilmediğim, tanımadığım ama bir gün çıkıp geldiğinde evet işte beklediğim sendin demek istiyorum… Sevmek istiyorum seni… Korkmak istemiyorum kimseden. Kaçmadan kendimi senden uzaklaştırmadan… Seni yaşamak istiyorum… Bizi hatırlamak ve hiç unutmak istemiyorum. Sana ihtiyacım var uzaydaki mavi gözlü çocuk…

           

Sana dokunmak nasıl bir histir nasıl bir duygudur bilmek istiyorum…

Seni yaşamak istiyorum uzaydaki mavi gözlü çocuk.. Seni yaşamak…

https://youtu.be/x4c_mOCsw3E