Nümeroloji evrenin ve evrendeki her şeyin sayısal bir kurgu içinde meydana geldiğini, hiçbir şeyin tesadüfe bağlı olmadığını savunan ve sayılarla evrendeki tüm gizemleri çözmeyi amaçlayan okült bir daldır. Antik Mısır‘da nümerolojide ‘’şanslı sayı’’ olarak adlandırdığımız 22 sayısının kutsal sayıldığı ve dini vecibelerde çok sık kullanıldığı bilinmektedir. Antik Yunan’da da temellerine rastladığımız bu dalın Batı diyarındaki gelişimi ise sayıların babası olarak bilinen Pisagor ile birlikte başlamıştır. Sayılar ve harfler arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışan Pisagor, harflere nümerik değerler vererek Kalde Alfabesini oluşturmuştur. Bu durum Türk-İslam kültüründeki ebced hesabı ile benzerlik göstermektedir. Günümüze ilk günkü doğruluğuyla ulaşamayan bu alfabe nedeniyle İsim Nümerolojisi doğru bir şekilde çıkarılamamakta. Ancak doğum tarihi sayesinde Yaşam Kodu Nümerolojisi’ni bulmak mümkün.
Doğum tarihimizdeki rakamları toplayarak elde ettiğimiz sayıyı rakam olana dek tekrar toplamaya devam ediyoruz. 11 ile 22 sayıları özel ve şanslı kabul edilir. Bu nedenle bu iki sayıdan birine ulaştığımızda tekrar toplama işlemi yapmıyoruz direkt olarak o sayının anlamına bakıyoruz
Örneğin,
28.03.1991 doğum tarihi için öncelikle gün, ay ve yıl olarak her sayıyı kendi içinde topluyoruz. Ardından üç sonucu topluyoruz ve çıkan toplamı da rakam olana dek topluyoruz.
2+8=10
0+3=3
1+9+9+1=20
10+3+20=33
3+3=6
Bu örnekteki yaşam kodu nümerolojisi 6’dır.
Sen de kendi doğum tarihini hesapla ve aşağıdan sayını seçmeyi unutma!
Barut Komplosu, bir grup yönetim karşıtı Katolik (devrimci) tarafından, İngiltere Kralı I. James ve diğer bazı yöneticileri öldürmek için 5 Kasım 1605’te yapılan Parlamento Binasına saldırı girişimidir. Robert Catesby ve Guy Fawkes öncülüğünde planlanmıştır.
Eylem, 1605 yılında, her sene ekim ya da kasım ayında olan yöneticilerin toplantısına denk getirilmiştir. 5 Kasım 1605 tarihli bu girişim yalnızca Kral I. James’e karşı düzenlenen bir suikast değil, tüm Kraliyet ailesini, Protestan devlet adamlarının büyük bölümünü etkisiz hale getirmeyi ve halkı ayaklandırmayı hedef alan bir eylemdir.
Guy Fawkes Barut Komğlosu İçin Hazırlık Aşamasında
Eylemin henüz harekete geçmeden kraliyete sızması sonucunda, Guy Fawkes eyleme giderken yakalanmış ve ağır işkencelerle alınan itiraf sonucunda diğer eylemciler de hiçbir şey yapamadan ele geçirilmiştir. Sonuçta eylem başarısızlıkla sonuçlanmış, Fawkes ve diğer eylemciler idam edilmiştir.
Evet, bunu anlattık çünkü 2005 yapımı İntikam İçin V filminin anlaşılması için şarttı. Takribi anlamını vermiş olduğum filmin özgün adı V For Vendetta. Muhtemelen bir çoğunuzun izlediği bu güzel film bizlere çok şey anlatıyor. Dikkatli izlenmediği taktirde kaçırılacak ve anlaşılmayacak ayrıntılar. Aklıma gelen noktalara kısaca değineyim.
Film, Guy Fawkes (Gay Faks)’in Parlamento Binasını patlatmaya gitmesi ile başlıyor. Yani önce geçmişten, ta XVII. yüzyıldan bir kesit izliyoruz. Tabi Fawkes amacına ulaşamadan yakalanıyor. Bir yandan da mevzuyu baş kahramanımız olup birazdan sahnede kendisini göreceğimiz Evey (ivi) anlatıyor. Ardından günümüz İngiltere’sine dönüyoruz. Sokağa çıkma yasağı vardır ve Evey bunu çiğneyip televizyoncu Gordon (gordın)’a gitmek üzere ara sokaklardan geçerim ayağına yola çıkmıştır. Ne yazık ki gideceği yere varamadan polisler tarafından yakalanıp neredeyse çok kötü şeyler olacakken o esnada V çıkagelir. Adamları Ortaçağ tekniğiyle bir güzel pataklayan V, Evey’yi kurtarır ve onu o akşamki opera gösterisine davet eder.
V gösterisi için seçmiş olduğu bir çatıya Evey ile beraber çıkar. Evey ortada enstrüman falan göremeyince şaşırır tabi. Ama büyük resmi kaçırıyordur. Ve gösteri başlar. V’nin adalet sarayına (yüksek ceza mahkemesine) yerleştirmiş olduğu bombalar patlar 5 kasım gününü yad etmek için.
Filmimiz, Bay V’nin 5 Kasım Komplosu günü gerçekleştirilememiş olan ve yine böyle bir faaliyetin elzem olduğunu düşünmesi üzerine, hükümete bir uyarı mahiyetindeki, bir nevi özgürlük ve adalet adına yapacağı yeni bir Barut komplosu gerçekleştirmeye kendini adamasını anlatır. Bay V bir komplo düzenlemek ister, evet, çünkü mevcut hükümetin nasıl iktidar olduğunu bilmektedir, hatta baş tanıklarındandır. Başkan, başkan olmadan (ki adı Adam James Susan) önce, sözde insanlık adına bir deney için kolları sıvar. Deney, asi, sisteme karşı gelen, devle düşmanı, sorun teşkil edebilecek herkese –tabi ki zorla- uygulanır. Binlerce insan ölür. Sonunda aradıkları denek beşinci hücrede tutulan adam olur. İşte Bay V’nin ismi de buradan geliyor (beşin roma rakamıyla yazılışı). Deney sonucunda istedikleri virüsü bulurlar ve bunu üç yolla; şehrin ana kanalı, yetimhane ve yer altı metrosuyla şehre salarlar. Çok iyi yapılmış bir plandır bu. Çünkü onlar medyaya da sahiptirler. Gazete ve televizyonlar durumu abartarak sansasyonel bir şekilde haber yaparlar. Halk gittikçe endişelenmektedir. Devlette bir çözüm üretemez. Ama durun, o da ne! Bir ilaç şirketi, virüsün etkisi zirve yaptığı sıralarda bir ilaç üretmiştir. Sahipleri; bir daha ki başkan adayı, yapılan deneylerde görevlendirilen en yetkili asker (ki o anda en büyük televizyoncu Lewis Prothero), baş piskopos (bu kişi de deney merkezinin –psikolojik destek için- rahibi Anthony James Lilliman). Tabi ilaç çok satılır ve hisse sahiple milyoner olur. Bir daha ki seçimleri kazanırlar ve nihayet iktidar ellerindedir.
Filmi izlerken, ülke atmosferinin Büyük Birader’in 1984 iktidarı havasında olduğunu sezimleyeceksiniz. Toplumun yönlendirildiği şekilde yaşaması, o şekilde düşünmesi istenir. Televizyon ve gazetelerde onların istediği şekilde haber yapılır. Yani düşünce, hareket ve toplum içi konularda halk -cumhuriyet hürriyet başlığı altına- özgürmüş gibi olmasına rağmen hiçte öyle değil. Aksini yapan, düşünen ve bunu dillendirenler bir anda ortadan kaybolurlar. Anlayacağınız asıl komplo bu, topluma karşı yapılmış bir komplo;, güç, para ve otorite için.
Büyük Birader Seni İzliyor
Bay V filmde bazı görüşlerini dile getirir. Böylece tam olarak ne yapmak istediğini ve neyi hedeflediğini anlıyoruz. Mesela en sevdiğim sahnelerden biri olan, Evey’yi mekanına getirip sabah ona kahvaltı hazırlaması esnasında (kahvaltı olarak tereyağında yumurtalı ekmek yapmaktadır Bay V. Ve o kadar güzel yapıyor ki filmi ilk izlememin sebebi (akabinde bende denemiş ve tam olarak yapamamış olabilirim) söyledikleri. Halk devletten korkmamalı, Hayır! Bilakis devlet halkından korkmalı. Çok iddialı ve anti-kapital bir söylev. Ve yine en iyi sahnelerden olan Credyy (kridi)’nin kendisine bir şarjör mermi boşalttıktan ve, “Niye ölmüyorsun?” dedikten sonra, “Bu maskenin altında bir etten çok daha fazlası var Bay Credyy. Bu maskenin ardında bir fikir var ve fikirlere asla kurşun işlemez!”
Evet, kişiler, kurumlar, devletler ölür ama fikirler ölmez. O halde mühim olan kim olduğumuz, nerede olduğumuz, kimlerden olduğumuz değil, mühim olan ne düşündüğümüz ve ne yaptığımızdır, diyor film bizlere.
O zaman, izleyenlere küçük ayrıntılı bilgilerle muhtasar bir özet, izlemeyip izleyecek olanlara şimdiden iyi seyirler olsun.
Masumlar Apartmanı: Bir Psikolojik Derinlik Yolculuğu
2020 Eylül ayında seyirciyle buluşan Masumlar Apartmanı, kısa süre içinde büyük bir beğeni toplayarak izleyicisini derinden etkileyen bir dizi haline geldi. Gerçek bir hayat hikayesinden uyarlanan ve Gülseren Budayıcıoğlu’nun Madalyonun İçi adlı romanındaki “Çöp Apartman” bölümünden ilham alınarak ekrana taşınan bu yapım, dram, psikoloji ve aşk türlerini bir araya getiriyor. İzleyicisini psikolojik derinliklere sürüklerken, her bir karakterin içsel dünyasıyla izleyici arasında güçlü bir bağ kuruyor.
Psikolojik Derinlik ve Aile Dinamikleri
Masumlar Apartmanı, Derenoğlu ailesinin hayatını anlatırken, her bireyin yaşadığı travmaların ve psikolojik rahatsızlıkların onları nasıl şekillendirdiğini gözler önüne seriyor. Aile içindeki travmalar, karakterlerin hayatlarını derinden etkiliyor ve onların psikolojik sağlıklarını belirliyor. Safiye, Gülben, Han ve Neriman adlı dört kardeşin yaşadığı zorluklar, aile içindeki sevgisizlik, baskılar ve travmalarla birleşince, her birinin yaşamına yansıyan psikolojik sorunları gün yüzüne çıkarıyor.
Bir psikolojik danışman olarak, diziyi incelediğimde özellikle psikolojik rahatsızlıkların, bireylerin yaşamlarına nasıl yön verdiğini ve aile içindeki ilişkilerin ne denli önemli olduğunu gözlemlemek oldukça anlamlı oldu.
“Heveslendiğim her şeyin kursağımda kalmasıyla lanetlendim.”
Safiye, ailenin en büyük kızı olarak annesinin sevgisizliği ve baskıları altında büyüyor. Onun yaşadığı duygusal boşluk, zamanla obsesif kompulsif bozukluğa (OKB) yol açıyor. Safiye’nin, evdeki her şeyi defalarca temizleme takıntısı ve mikroplardan duyduğu yoğun endişe, OKB’nin klasik belirtileridir. Bu rahatsızlık, kişinin obsesyonları (takıntılı düşünceler) ve kompulsiyonları (zorlayıcı davranışlar) arasında sıkışıp kalmasına neden olur. Safiye’nin katı tavırları, çevresiyle yaşadığı zorluklar ve tedaviye olan inançsızlığı, OKB’nin işlevselliği üzerine önemli bir bakış açısı kazandırıyor.
Gülben Derenoğlu: Enürezis Nokturna
“Seni dünyaya getirenler sevmediyse eğer, tüm dünya seni sevse de sevgisiz hissedersin.”
Gülben, evdeki en neşeli, fedakar karakter olarak dikkat çekiyor, ancak altında taşıdığı derin travmalar onun da ruh sağlığını etkiliyor. Gülben’in yaşadığı enürezis nokturna, yetişkinlikte görülen yatak ıslatma hastalığı, genellikle psikolojik bir kökene dayanır. Annesinin sevgisizliği ve ailesinin içindeki duygusal boşluk, Gülben’in bu durumu sürekli olarak yaşamasına neden olur. Psikolojik danışmanlık pratiğinde, yetişkinlerde görülen yatak ıslatma, genellikle geçmişteki stresli yaşantıların bir yansımasıdır ve Gülben’in yaşadığı sıkıntılar, bu hastalığın temelini oluşturur.
Han Derenoğlu: Kompulsif Biriktirme Hastalığı
“Hiç bir çocuk bu kadar yalnız bırakılmamalı.”
Han, çocukluk yıllarında sevgi ve ilgi eksikliği ile büyümüş bir karakter. Onun psikolojik sağlığı ise kompulsif biriktirme hastalığına dönüşmüş. Han, gereksiz eşyaları biriktirerek, geçmişte yaşadığı kaygı ve belirsizlikleri bastırmaya çalışıyor. Kompulsif biriktirme hastalığı, genellikle güven duygusunun eksikliği ve kayıp korkusuyla ilişkilidir. Han’ın çöp biriktirme takıntısı, çocukluk yıllarındaki yalnızlık ve sevgi eksikliğinin bir sonucudur. Bu durum, bireylerin psikolojik boşluklarını doldurmak adına geliştirdikleri bir savunma mekanizmasıdır.
Neriman Derenoğlu: Mazoşizm
“Eğlenmek istedim. Arkadaşlarım gibi olmak istedim. Bir kere…”
Neriman, annesini hiç tanımamış ve belki de bu nedenle diğer kardeşlerine göre daha şanslı bir karakter gibi görünüyor. Ancak, o da evdeki baskı ve katı tutumlarla baş etmek için kendine zarar vermek gibi zararlı bir davranış biçimi geliştiriyor. Mazoşizm, bireylerin acı çekmeyi ve kendilerine zarar vermeyi bir tür rahatlama yöntemi olarak kullanmasıdır. Neriman’ın acılarını, bedenine zarar vererek atması, onun duygusal anlamda ne kadar yalnız ve kırılgan olduğunu gösteriyor.
Aile Dinamikleri ve Psikolojik İzler
Dizide dikkat çeken en önemli noktalardan biri de aile içindeki travmaların bireyler üzerindeki etkisidir. Her bir karakterin yaşadığı psikolojik rahatsızlık, geçmişteki acıların ve duygusal ihmalin birer yansımasıdır. Aile içindeki sevgi eksikliği, baskılar ve şiddet, her bir karakterin kişilik gelişimini olumsuz yönde etkilemiş ve onları psikolojik olarak yıpratmıştır.
Bir psikolojik danışman olarak, Masumlar Apartmanı’nın, izleyiciye travmaların ve psikolojik rahatsızlıkların kişilik gelişimi üzerindeki etkilerini göstermede son derece başarılı olduğunu düşünüyorum. Bu dizi, izleyicisine psikolojik sağlık konusunda farkındalık kazandırmakla birlikte, duygusal zorluklarla başa çıkma yollarını da sorgulatıyor.
Sonuç: Bir Dizi, Bir Psikolojik Keşif
Masumlar Apartmanı, yalnızca bir drama değil, aynı zamanda bir psikolojik keşif yolculuğu. Her bir karakterin yaşadığı psikolojik sorunlar, izleyiciye derin bir içsel bakış sunuyor. Eğer siz de psikolojiye ilgi duyuyorsanız ve karakterlerin içsel dünyasında kaybolmaya hazırsanız, bu dizi tam size göre. Unutmayın, her bir karakterin yaşadığı acılar, aslında hepimizin bir şekilde deneyimlediği, içsel çatışmaların dışa vurumudur.
Her hafta salı günü 20.00’da TRT1’de yayınlanan bu diziyi izlerken, kendinizi de bir psikolojik keşif yolculuğuna çıkarken bulacaksınız. Keyifli seyirler!
Herkese merhaba… Bugün sizlere Yevgeni Zamyatin’in Biz isimli distopyasının önerisiyle gelecektim, fakat hem kandil gecesi olması münasebetiyle hem de uzun zamandır içimde biriken yazmak hasretiyle bir değişikliğe gitmek istedim. Kitapların kitabını, ilmin, ahlakın, belagatın en yükseğine sahip olan mukaddes Kur’an-ı Kerim’i sizlere bir öneri mahiyeti altında, fakat biraz sitemli biraz da ümitvari bir tavırla kaleme almak istedim.
Bizde gerek manevi gerek ananevi birçok mesele el üstünde tutulur. Kimsenin dil uzatmasına izin vermeyiz, kendilerinden bahsederken en kıymetli sözcükler seçeriz, ancak ne yazık ki yaşı kurunun yanına katarak bazı genellemelerde bulunacak olursak trajikomik birçok çelişkiyle nasıl hemhal olduğumuzu görebiliriz. Bugün yere bir dilim ekmek düşürsek en fevri hareketimizle onu alır öpüp başımızın üstüne koyarız, fakat yine bugün sofralarımızı yiyemeyeceğimiz kadar bol ve çeşitli yemeklerle donatır bir kısmını tabağımızda bırakır, henüz hiç dokunulmamış yemekleri çöpe boşaltır, şükrünü etmek şurada dursun burun kıvırarak masadan kalkarız.
Bugün istisnasız her evde bulunan Kur’an-ı Kerim’lerimizi evlerimizin en yüksek, en güvenli raflarına koyar; günün birinde başka bir eve taşınıncaya kadar oraya elimizi uzatıp sayfalarını okşamayız. Evet elbette en yüksek yerlerde en güzel şekillerde koruyacağız mukaddes kitabımızı, fakat mutfağın en yüksek rafında öylece duran bir yemek nasıl karnımızı doyurmazsa evlerimizin üst raflarında tozlanmaya bırakılmış kutsal kitabımız da aynen bu şekilde bize fayda sağlamayacaktır. Üstelik nasıl ki üst rafa bıraktığımız yemek zamanla bozulup etrafa kötü bir koku yayacak, ilmini almadığımız, ruhumuzu ayetlerinden mahrum bıraktığımız, sayfalarını bir kez dahi çevirmediğimiz takdirde biz de bozulmuş bir yemek gibi etrafa kötü koku, kötü haslet, kötü davranışlar saçacağız hiç şüphesiz…
Sözlerim farklı inançları olan kimseleri kırabilir, fakat bu noktaya bir açıklık getirerek yanlış anlaşılma ihtimalimi ortadan kaldırmak istiyorum. Az önceki paragrafın sonundan Kur’an’sız hayat insanı kötü haslet ve davranışlara sürükler diye bir mana çıkabilir, doğrudur. Ancak unutmamak lazım ki bizim biricik rehberimiz, ahlak timsali peygamberler peygamberi Hz. Muhammed Mustafa(s.a.v.) efendimiz nübüvvete ermeden evvel Muhammedü’l-Emîn yani güvenilir Muhammed lakabına sahip olmuştur.
Evet güzel ahlak için belki Kur’an-ı Azimüşşan’a ihtiyacımız yoktur, fakat şuurlu bir Müslüman ve insan her zaman düşman hattını da gözetlemek mecburiyetindedir. Bugün sınırlarımızda kahramanca çatışan erlerimiz nasıl ki biz bu topraklara yüce sancağımızı diktik artık deyip rehavet içinde uyumuyor, gece gündüz nöbet tutuyorsa bizler de her zaman uyanık halde olmalıyız. Ki düşman içimizde iken, ki nefsimiz her an teyakkuzda iken biz nasıl olur da huzur içerisinde yaşantımıza devam edebiliriz? Bu sebepledir ki nefsin saldıracağı yumuşak karınlarımızı, hassas noktalarımıza giden damar yollarını Kur’an’ın mukaddes ayetleriyle doldurmalı, her an düşmana karşı daha emin daha hazırlıklı bulunmalıyız. Evet bu yüzden tekrar söylüyorum ki Kur’an’sız hayat bizi kötü hasletlere, kötü yollara, büyük pişmanlıklara ve korkarım ki sonsuz bir azaba sürükleyecektir.
Bir Gün..
Tabii ki mesele okumak boyutuyla da bitmiyor. Bir gün halktan bir güruh zahidlerin büyüklerinden İbrahim b. Edhem’e -Ey İbrahim! Bunca zamandır dua ederiz, Allah Tealâ duamızı kabul etmez. Halbuki Kur’an-ı Kerim’inde : ‘Bana dua edin, duanıza karşılık vereyim(Mümin*60.Ayet)’ buyuruluyor sebebi nedir? Diye sorarlar. Bunun üzerine Edhem şöyle cevap verir: Sizin kalbiniz şu on şeyle ölmüştür. Onun için duanız kabul olmaz: 1|Allah Tealâ’yı biliriz dersiniz fakat emirlerini tutmazsınız. 2|Kur’an-ı Kerim’i okursunuz fakat onunla amel etmezsiniz. 3|Rasulullah s.a.v.’i sevdiğinizi iddia edersiniz fakat sünnetlerini terk edersiniz 4|Şeytanın düşmanınız olduğunu iddia edersiniz fakat ona uyarsınız.
5|Cenneti isteriz dersiniz fakat cenneti kazanmak için amel etmezsiniz. 6|Cehennemden korkarız dersiniz fakat ondan kaçınmazsınız. 7|Allah’ın verdiği çeşitli nimetlerden faydalanır fakat şükretmezsiniz. 8|Ölüm haktır dersiniz fakat ölüm için hazırlık yapmazsınız. 9|Kardeşlerinizin ayıplarıyla meşgul olursunuz fakat kendi ayıplarınızı unutursunuz. 10|Ölülerinizi defnedersiniz fakat onlardan ibret almazsınız.
Evet İbrahim b. Edhem’in de dediği gibi Kur’an’ı okumak, fakat emir ve yasaklarına kulak vermemek bize ne bu cihanda ne de aslolan diyarda bir arpa boyu yol aldırmayacaktır. Büyüklerimiz ‘lisân-ı hal lisân-ı kâlden entaktır’ demişler. Yani davranış sözden daha belirleyici daha mühimdir. Bugün dilimizle kovuşturduğumuz bir yasağa ayaklarımızla gidiyorsak hiçbir faydası yoktur. Bugün dilimizle tasdik ettiğimiz bir hayrı ellerimizle vermiyorsak hiçbir faydası yoktur. Allah bizleri faydasız ve amelsiz ilimden sakınsın.
Hiçbir zaman elimizden, dilimizden, dimağımızdan eksik olmaması gereken bir kitaptır Kur’an-ı Azimüşşan. Hiçbir zaman raflarda unutulmaması gereken, her harfinin ezberlenmesi gereken bir öğüt kitabıdır.[Bu Kur’an insanlara bir açıklama, takvâ sahipleri için de bir hidayet ve öğüttür (Âl-i İmrân*138.Ayet)] Günümüzdeki ahval ile asr-ı saadetteki ahval bir an mukayese edilecek olursa ona ne kadar ihtiyacımız olduğu gün gibi ortaya çıkacaktır. Bugün şeriat her ne kadar içler ürperten bir mefhum haline getirilmişse de 14 asır öncesine kafamızı çevirdiğimizde hala onun nurunun aydınlığını görürüz. Bugün cehlin; müride bakarak mürşidi yargıladığı, dindara bakarak dini yargıladığı ortadadır. Dolayısıyla bizler Kur’an’ın rikkatini, şefkatini, himayesini, emir ve yasaklarını yaşamlarımıza öyle kodlamalıyız ki; İslam’a davet için lisân-ı kâl’e gerek olmasın, cehl bizi kendimizle vurmasın.
Bugün bizler açılmış batıl izlerden yürüyen koyunlar değil, hak yolunu açan kurtlardan olmalıyız. Bu da ancak ve ancak İslam ve Kur’an ile olacaktır. Berat Kandiliniz Mübarek Olsun… Dualarınıza bizi de eklemeyi unutmayın.
Yazmak bir eylem midir yoksa bir iç döküş mü? Mesleği yazmak olan herkes kalemi eline aldığında gerçekten hissettiği şeyleri mi dile getirir? Yoksa hepimiz artık iş olsun diye yazmayı öğrendik mi ? Yani bir aşk şiiri yazmak için illa aşık mı olmalıyız? Ya da ince bir tel vurmak için hasretten, ayrılmak mı gerekir serden?
Ya bir yâre gebe değilse söylediğimiz hiçbir türkü, Hiçbir söz kandırmıyorsa artık bizi, Yani sevmekten uzak, sevilmekten uzak Uzak bir yerindeysek tüm sevişmelerin, Sadece sevişmek içinse tüm bedensel aktivitelerimiz Ki inandıysak bir kere sevişmenin sevmekten geldiğine Bir o kadar sevmeden sevişiyorsak buna rağmen Kim suçlu, kim haklı sevgili okuyucu?
Zaten merak ederim hep mutlaka bir suçlu olmak zorunda mı bir aşkta? Mutlaka bir kazananı olmalı mı oynadığımız oyunların? Bazen sadece piyon olmak istersin içindeki şaha rağmen. Bazen sıcak yaz rüzgarlarını özlersin, buz tutmuş yanlarına rağmen. Bazense başka hiçbir şey istemezsin. Sahip oldukların yeterlidir. Hepinize fazlasına ihtiyaç duymadığınız anlar diliyorum sevgili okuyucu. Aklınızda olanın yanınızda olması dileğimle…
***
Ben bu satırlara başlayamaya niyetlendiğimde ‘ Su bile yalnız yolunu buluyor ‘ diyordu radyodaki ses. Yolu bulmak değil ki asıl mesele. Yol zaten bulunurdu. Bir yol kaça ayrılır hiç düşündün mü? Virajlıdır, seni zorlar ama dikkatliysen hedefe ulaşırsın. Düzdür, seni zorlamaz hedefe kolay ulaşırsın. Kasislidir, yavaşlarsın ama ulaşırsın hedefe. En kötü ihtimalle çıkmazdır girdiğin yol, başa dönersin nihayetinde. Dönmek, başlamamaktan yeğdir sevgili okuyucu. Başlamak ise bitirmenin yarısıdır. Korkma, Sonu ne olursa olsun o ilk adımı at. Mutlaka buna değecektir.
Adında sancılı bir acının adresi gizlidir, onun adı beklemektir. Acısı yüreğe oturur kalkmak bilmez, sessizliği duyulsun da istemez. Sessizce hayatın içinden bir şeyler bekleriz ve böylece başrolde canlanır tüm durağan hayallerimiz. Tarifi her dilde farklıdır, farklı anlamlar katar ama ortak bir sonuç doğurur beklemeler. Ya ayrılık ya kavuşmak, ya son ya başlangıç…
sessizlik
Zamansız geldi sanılır ayrılıklar, oysa en çok hatıra gelendir, beklenendir usul usul. Sevdiğim, güzel bir insandan öğrendiğim gibi “beklemek, yaşamın en korkunç halidir” diyebilir miyiz? Sahi bu kadar korkutan nedir? Yaşarken ölüm, severken nefret, bir iken ayrılık hep yan yana var olmamış mı? Evet var olan hakikatin içindedir korku, boşa beklemiş olmak… O boşluk içimizde büyümüştür çoktan ve artık merhem olmaz sızlayan bekleyiş yaralarına. Kabuk bağlamış taze acılara iyi gelir belki diye geçip gideriz tüm boşa koyup dolusunu alamadığımız bekleyişlerden… Yahut gidemeyiz, şarkı da dediği gibi ” bekle, dönüşü vardır zor sürgünlerin de…” elbet dönüşü vardır tüm kayıp beklemelerin diyebiliriz sadece.
Peki, sonu umuda, sevgiye ve kavuşmalara çıkan yolda beklemek güzel değil mi? Beklemek en asil eylemdir ve bence yüreğin ne kadar büyükse bekleyişin de o kadar anlamlı ve güçlü olur. Sessiz ve derinden bir o kadar gururlu bakarsın beklenen sonun gözlerine. İşte başardım, seni ben var ettim, umuduma katık ettim, sabrın suyunu zamanın özüne kattım, evet zaman acılaştı zor yuttum ama sözümü tuttum ve bekledim.
sevgi
Şu hayatta yapılacak en basit şey olarak ne öğrendim desem, vazgeçmek derim. Hani hep derler ya, yanlış yoldaydık belki ama o kadar da yürüdük, geri dönmek olur mu? Olur, hem de o kadar rahat olur ki, geri dönmek kabullenişin bir sonucu değil meyvesidir ve bazen kabul etmek gerekir… Vazgeçmek dedim ya işte o kolay, unutmak zor zira, isteyince vazgeçersin ama istesen de unutamazsın. Çünkü insan unutmaz beklemeyi, sadece beklemiyormuş gibi yapar ve buna kendini inandırır. Ne de olsa inanmak kalple yapılır, bu yüzden kolaydır. Bilirsiniz kalptir kanar, hem de bin yerinden bin kere bile isteye kanar…
Hayat bir yolculuk ve biz yolcular bekleyenler durağında yaşam denen boşlukları doldurmayı bekleriz. Yaşadığımız bu sevimsiz çağda bilirim çok zor ama ne olur her yaşam boşluğunu sevgiyle doldurmayı unutmayın çünkü sevginin yenemeyeceği hiç bir karanlık yok…
◇Sev-de ‘den sevgi ile umut dolu, aydınlık yarınları bekleyenlere ithafen.
Çok uzaklardan geldin, yorgunsundur Otur karşıma anlat derdini, kırılmışsındır Düşüncelerin düşüncelerime yetemeyişi Söylemeye güç yetiremeyişimizdendir Baharı beklersen yel vurabilir Yağmuru beklersen sel basabilir Sıcaklığı hissedersen teninde Güzel bir mevsim senin olabilir
Bir fon eşliğinde, bir yürek eşiğinde Kurulmuş köşeye titremekli lamba eşliğinde Dökülemeyen ne varsa diline gelen Bir serzeniştir kalemim kendi sessizliğinde Bir kalbe diğer bir yenisini eklemek Gizli yeminleri, gizli hayallere bulaştırmak İçimize kondurulanı, dilimize konduramamak Yerine getirilmemek üzere tonlarca sözler vermek
Ağacı ne kadar kesersen kes, onun canı topraktadır. Onu yeşertecek olan küçücük de olsa bir bağdır Etrafına saç hırsını istediğin kadar bağır, çağır Ama şunu unutma; Kalplerden kopardığımız fidanlar Yeşeremeyişimizin bir parçasıdır
Bazen sadece olmuyor dedi koca çınar. Gölgesine siğnenmiş duran bana. Bazen sadece olmuyor değil mi evlat? İstiyorsun, bekliyorsun ama olmuyor. Olmayışlar belini bükmüş belli Acılar hep bonkör davranmış sana Gözündeki hüznü iyi tanıyorum dedi. Esen rüzgar okşadı o sırada saçımı. Bir kaç yaprağını döktü sanki bana yarenlik etsinler diye. Yasladım sırtımı heybetli gövdesine. Bildin dedim. Evet uzun zamandır sadece olmuyor. Neden vurmuştu ki bunları yüzüme? Gözümü ovuşturdum. Bunca zaman direnmiştim şimdi ağlayacak değildim ya! “Nereden çıktı bu toz?” diye söylendim kendi kendime. Yapma dedi koca çınar. Bırak kendini, bu gökyüzü bu deniz senin bırak. Onu da anlamıştı. Yüz yıllık çınarım, ilk gelen sen değilsin gölgeme dedi, sonda olmayacaksın. Yüreğin büklüm büklüm biliyorum, acıyı damarlarının her zerresinde hissediyorsun biliyorum Boğazın yutkunmaktan yırtılıyor biliyorum, Gözüne kaçan da toz değil biliyorum. Bir gün olacak evlat dedi. Senin için en güzeli olacak. Okyanuslar dolacak kalbine. En güzel rüzgarlar sana esecek. Yurt bildiğin kara bulut güneşe bırakacak yerini. Güneşi de çok seveceksin. Baharları ezberleyeceksin sadece. Bir gün evlat o mukaddes elin senin elinden tuttuğunu hissedeceksin dedi. Sonra yaprakları eşlik etti çınara. Hepsi hak veriyor gibiydi. Hadi şimdi git denize dediler. Umut sıkıştırdılar ceplerime. Bir gün gülmeyi bileceğim sadece. İnandım çınara.
Elim hep mevsimlere kayar benim şimdiyi yazarım. Yazı, çiçekleri, gündüzün kavurucu sıcağını, gecenin ılık yaz havasını… Bir kış gelsin; etrafım kardan adamlarla örülür her cümlede üşürüm, kestane yerim belki de.
Yazmak benim büyük destekçim. Bunca zamandır sevdiğim her şeyi biriktirme eğilimi içindeydim; şarkıları, şiirleri, sözleri, sevgimi… En önemlisi de düşüncelerimi, zamanla solacak düşüncelerimi, yazmaya çalışıyorum. Gün geçtikle çoğalıyorlar.
Şimdi önümde bir dağ, tüm biriktirdiklerim.
Geçtiğim yolları gösteremem size ama gördüklerimi anlatabilirdim. Bu dağ arasından nasıl kurtulduğumu da.
Tabii ki gerçekten kurtulabilirsem.
Bc günü:
Noktalama işaretlerine saygım sonsuzdur. Her zaman ait oldukları yere koyamasam da…
İşte böyle devamını getirmek istemediklerime hemen üç nokta koyuyorum. Beklersem bir şeyler yazabilirim bu daha çok noktalama işareti demek. Ama diğer taraftan uzun cümlelersiz bir sayfa yazı yazamam, hatta söylemek istediğim bir cümleyi bile söyleyemem, bu yüzden virgülün yeri benim için hep ayrıdır. Ve bağlaçların yeri de benim için ayrıdır.
Aklımda ‘bu gidişlerine virgül yakışırdı’ cümlesi belirdi, bir yerde mi duydum yoksa uydurdum mu bilmiyorum. Burada dursun. Çoğunlukla daha önceden duyduğum şeyleri birbirine karıştırıyorum sonra nereye ait bulamıyorum. Hazır konu gidişlere gelmişken (2 cümle öncesinde) toplu taşıma kadar insanı yoran bir şey yok. 10 dakikalık yol yarım saati aşıyor ve çoğunlukla ayaktasın. Kendi kendime konuşuyorum yol boyunca.
Keşke zihnimdekileri yazıya geçiren bir şey olsa tabii ki benim istediklerimi. Diğer türlü çok sağlıklı olmaz. Yanından geçtiğim duvar hakkında bile bir şey düşünüyorum. Eskiden düşüncelerimi kağıt parçalarına yazardım. Sonra onları düzenleyip yazacağım defterin arasına koyardım. Zamanla ya düşerler ya da daha acil bir iş için kağıdın arka tarafını kullanırdım ve yine kaybolmuş olurlardı.
Şimdi telefonuma yazıyorum. Notlarım kısmı bir hayli kalabalık. Çok daha pratik ve daha önemli veya önemsiz diye tercihlere girmiyorum. Sağ alt köşeye basınca yeni bir sayfa. Tercihler ve tercihlerim… başarılı olmadığım bir konu sanki ben neyi seçersem seçmediğim daha iyi bir yol izliyor. Bu yüzden ben neyi seçiyorsam siz diğerini seçin.
Cç günü:
Günleri iki harfle adlandırıyorum çünkü tek harf çok anlamsız geldi biraz da yalnız.
Hem her gün bir önceki günden bir harf ile başlıyor. Yani bunun da bir anlamı olmalı.
Her ne kadar kısa zamanda etkisi çok gözükmese de dün ne ekersem bugün onu yerim düşüncesine sahibim. Gayet tartışmaya açık bir konu. Tartışabiliriz hatta ilerleyen günlerde belki de Mn gününde bunun çok saçma bir fikir olduğunu söyleyebilirim.
Belki de bu düşünceyi kenara bırakıp içimde birbirinden farklı ama birbirine yakın iki kişi olduğunu düşünebiliriz. Hangisi daha kolay geliyorsa.
Çd günü:
Başlıkları yamuk yazma huyum var defteri, kalemi hangi açıyla tutarsam tutayım bu değişmiyor. Ama sonrasında cümlelerim ip gibi dizili neden böyle oluyor anlam veremiyorum. Bunu da hem farkındalıklarım hem de merak ettiklerime eklesem iyi olacak başka zaman üzerine düşünürüm.
Aklıma ne geldi bak. Bizim her yaptığımız attığımız adım kişiliğimize ya da yaşadıklarımıza ve bunun gibi şeylere işte ışık oluyormuş ya.
Şimdi ben her seferinde ne kadar dikkat etsem de başlıkları yamuk yazıyorsam bu attığım ilk adımların hep yanlış olduğunu ve sonradan işleri yoluna koyabildiğimi gösterir. Yani bence göstermeli.
Tüylerin ürpermesi diye bir terim vardır. İşte bu terimi açıklayacak bir hikâye, Kırgız yazar Aşım Cakıpbekov’un ‘’Biz Babasız Büyüdük’’ adlı eseri. Bir babanın değerini, baba simasını öğrenmemişlerden, öğrenmemizi öğreten bir hikâye, Biz Babasız Büyüdük. Baba özlemi ve merakı içerisinde büyümüş bir çocuk ve er sevdasından genç yaşlarda mahrum kalmış bir gelin anlatılır ve Kırgız yazarlarının her ne konuda yazar ise yazsın, içeriğindeki savaşı görmemize tanıklık eden bir hikâyedir aynı zamanda.
Kırgız yazarlarının, anlatımlarında çocuklar, erinden ayrı kadınlar ve yaşlılar başrolde oynamıştır. Bu geçmişten gelen Kırgızlara yapılan zulümler, Sovyet rejiminin ilk yıllarından kareler ile ortaya çıkmıştır. Bu örneklendirmeleri Cengiz Aytmatov’un kitaplarında da üzeri kapalı halde sık sık görebilirsiniz. İnsanlar neden barış içinde yaşamayı tercih etmiyor ve neden zulümler baskılar ile boyun eğdirilmeye çalışılıyor. Yaradan oyunu eşit başlatmıştı, o oyunun kötülükle bozulmasını sağlayanların neslimi şu sıraların kötülükleri. Neden görülmüyor al yanaklı küçücük çocukların neler çektiği, neden görülmüyor yaşlıca analarımızın ayaklarının altındaki onlarca yarıklar, neden savaş var. Savaşın olduğu yerlerde babasız büyümemeye imkân mı var:
Hikâyenin son demleri insan hayatında rast gelinebilecek bir duruma tanıklık eder, belki de daha önceden yaşanmıştır böyle bir durum. Ne denmeli savaşın karanlık yüzünü gösterip, aydınlıktan uzak olduğunun belirlendiği ve sonunda ölüm ile bitişe varıldığı bir hikâyedir Biz Babasız Büyüdük. Küçük masum çocuklar, yaşlı analar babalar, erinden ayrı kalan gelinler kısacası tüm Kırgızları içerisine kaplayan kara bir savaş ve ardından kalanların yaşanmışlıkları anlatılmıştır.
Not: Cengiz Aytmatov’un Toprak Ana kitabı gibi erkekleri askere alınan bir köyde, geride kalan ahalinin sıkıntılarından bahsedilmiştir.