Biz bütün çocuklar, toplanıyoruz avlularda. Hep bir ağızdan doluşuyoruz mağaralara. Bir var oluyoruz, bir yok. Bir bakıyor kör, Bir duyuyor sağır. Biz kırık çocuklarız; Görüp, işiten. Koklayan, dokunan ama hep suskun olan.
Sessizlik, şimdi susturamadığımız çığlıklara komşu. Ölüm, şimdi bağıran komşulara aşikar. Sen şimdi, ben şimdi. Şimdi insanlık, bir kapı bulduk sığınamıyoruz.
Hep birlikte bir kapı bulduk ve binlercesi. Aç kapıyı! tak ve tak Aç kapıyı biz geldik! Biz çocuğuz üşüdük de geldik. tak ve tak Aç kapıyı biz geldik! Biz ihtiyarlar, bastonlarımızla geldik. Ellerimiz buruşmuş ve kırışmış geldik. tak ve tak Aç kapıyı aç! Biz çiçekler, dallarımızdan koparıldık da geldik. Ah evet biz çiçekler, çok solduk susuz kaldık da geldik. Açıyor musun kapıyı? Biz kuşlar, kanatlarımızı yaraladık da geldik. Uçuyorduk, düşmek neymiş öğrendik de geldik. tak ve tak Biz kediler, çocuklar gibi üşüdük. Biz de geldik. Biz anneler, ocaklarda çocuklarımızı unuttuk da geldik. Biz babalar, direkleri kırdık da geldik. Açıyor musun kapıyı? tak ve tak Biz ağlayarak geldik. Biz gülen yüzlerden düşen maskeler, Biz çok güldük de geldik. Biz dolu gözlerimizi saklayan çocuklar, Sığınmaya geldik. tak ve tak Aç kapıyı. Yükü omuzlarımızda tarumar etmişler olarak, biz geldik
Bu hayat bir girizgah Yaşam ise angarya Nefis bir sakırga Aklım ise sakıt Gözlerim bir sakit Sözlerim ise hakir Gönlüme bir nazar eyle.
Ben bir aciz. Gönlüm kapalı kapı Anahtar sende. İsteğim saklı ismimde Nasibim saklı göğsümde Fecaatteyim nazar eyle.
Felek yar olursa Yar fehvasınca fek etme bizi. Sen ki mehlika bir ferişte Münzevi etme beni, nazar eyle.
Ahraz olan ben ile ahu olan sen. Sana sözlerim maval değil gözlerim kanıt Ayna olan gözlerim. Her an aklımdasın Zinhar nisyan olamazsın. Her anın anında kalbimdesin Zinhar mazi olamazsın.
Ruhunla gururunu ayıran bir perdedir yaşam Kanatları çıkınca sonsuza dek uçacak olan Ahu figan eden yürektir, kımıldamadan kanayan Bir deli rüzgar eser, uçar yüzündeki hezeyan Gecenin girizgahına girer, içeri dimağından Ezgilerin arasına meyleden, meyil ile neylenen
Derinlerden kopar, gelir bir grup nagehan Gülümüz bülbül olup, bülbül küle döner iken Ateştir içimizi ezelden beri yakacak olan
Kimdir bu mabedimizdeki yabancı eller Apansız bir fırtınadır, uzaktan gelir erler Kor olur kalbin dokusundaki mertlik Kör olur namerdin sapsız bıçağı Her dilde hissedilir vuslattaki özlem Dokunur usuldan, yer yer bölünen afitap
Söyle be içim!.. Kırılan dalından düşen bin parça… Buruk tebessümlü sokakların ışıkları söyledi Bir yanıp, bir sönerlerken yakaladım onları Bir hayli mecalsizlerdi… Yorgun argın, bıkkın bir ağaç gibilerdi Onları görünce yüreğim gücendi kendi kendine Durdum, düşündüm ve şükrettim Vazgeçmedikleri için… Hâlâ umutvari bir yansımayla diri kaldıkları için… Oysa ne çok şükredecek şey vardı… Ne çok umutlanacak hayal, ne çok tutunacak hayat, ne çok tutulacak söz…
Ellerimden değil, kalbimden! Tut kalbimden… Tut ki gücenmesin ellerime…
Tiradın tam orta yerinde bir çığlık başlıyor. Bu, gözyaşınızın saklanamayacağı bir şeydir. Bir insanın son yolculuğunun yeşillerden geçtiğine inanıyorsanız ve size göre her kalış bir gidemeyişse, bu çığlığa boyun eğmeniz gerekir. Ellerinizin kanat çırpışı da bir bakıma buna benzer. Yalnızca bir ışıltı sayesinde mümkün olabilir. Tirat çığlığa muhtaç, siz de gözyaşlarınıza.
Yani bu kadar. Sanırım ben 37 yaşındayım ve tek gerçeğim gölgemin olmaması. Otobüse ve vapura binmek arasında bir fark yoktur benim için. Sabahları pastane poğaçasıyla güne başlar, akşamları da hazır çorbalar fokurdatırım. Bir gün gerçekten bir çığlığa kulak verseydim sıyrılabilir miydim bundan bilemiyorum. Diyorum ya, benim tek bildiğim öldükten sonra ardımdan fatiha okuyacak tek kişinin imam oluşudur. Mezarımın başına su kabı konulmayacak ve arife günleri sümbüllerle, menekşelerle, mersinlerle donatılmayacaktır toprağım. Ölünce iyi adam da olamam, hatta ben olamam. Zaten hiç olmadım da.
Bir de… Bir de ben hiç “dönmek” kelimesini kullanamadım. Eve dönmeyi istedim, ancak hep eve gittim. Bir yere ait hissedemeyişim evimden kalmış olsa gerek. Bakın, evimden söz ederken iyelik kullanabiliyorum yahut kedim derken de. Ben onlara kucak açabiliyorken, onların beni benimseyebileceği fikri aklımın ucundan dahi geçmiyor. Kedim bana tiksintiyle bakıyor ve evim ben içeride değilken daha bir neşeli.
Evinin bile katlanamadığı bir adama bir gölge nasıl katlanabilir ki? Sürekli midenizi bulandıran birinin peşinden gittiğinizi düşünün. Böyle sürünmektense yok olmayı ya da sahibinizin yok olmasını dilersiniz. Ondan bir parça oluşunuz da külfettir sizin için. Bana ait bir gölgenin var olduğunu ve kendimi o gölgenin yerine koyduğumu biraz bile olsa düşleyince yok olmak istiyorum.
Bu yazımda Instagram üzerinden bir sahnesine şahit olup merak ettiğim bir mini diziden söz etmek istiyorum. Sevdiğim türlerden biri olan kara mizahı da kendisinde gördüğüm için dikkatimi çekti sanırım.
Yaklaşık 25 dakikalık 12 bölümden oluşan Fleabag‘ı inceleyelim bakalım. Spoiler denilen şeyden de vereceğim biraz, baştan uyarayım efendim.
Phoebe Waller-Bridge
Kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir kadın ne kadar güçlükle karşılaşabilir sence?
Dostum diyebildiği tek kişinin de kendisi yüzünden ölmesi bir insana hangi vicdan muhasebelerini yaşatır?
İsimlerle kafamızı karıştırmadan olaylara farklı bir şekilde bakalım istiyorum.
Başrol oyuncumuz olan kadının cinselliğe ve insanların içsel sıkıntılarına gerçekçi bir bakışını görüyoruz dizide. Zaman zaman kendimi olayların bir parçası olarak gördüğüm de doğrudur. Bazen hoşuma giden bir şeyi daha yapıyordu, bana dönüp o anki gerçek düşüncesini söylüyordu.
Aralarındaki muhabbete hiç değinilmeyen annesinin vefatı üzerine babasının (sürekli iğneleyici konuşan bir kadınla) evliliği sonrasındaki olayları görüyoruz. A bir de ablasının dengesiz eşi de var başrolümüzün uğraştığı kişiler arasında.
Böyle çabuk bitmesi beni üzmüştü açıkçası. Özellikle son sahnesinden sonrasını merak ediyorum. O papazla güzel bir çift olurdular aslında…
Umarım yine böyle hoşuma gidecek diziler çıkar karşıma. Tavsiyelerinize açığım.
Hayatımızı tercihlerimiz şekillendiriyor. Bu tercihleri yaparken diğer insanların yaptığı tercihler de bizi etkileyebiliyor. Keşke her zaman doğru tercihler yapabilsek değil mi? Ama maalesef hayatta yanlış tercihler de yapabiliyoruz. Bazen de doğru yaptığımızı sandığımız tercihlerin aslında yanlış olduğunu sonradan görebiliyoruz ya da hiç göremiyoruz. Fırtına Anı filminde yaptığımız tercihlerin doğruluğu ya da yanlışlığının ne kadar önemli olduğunu, 1989 yılında acı bir kaza sonucu hayatını kaybeden Nico Lasarte ile 2014 yılında Nico’nun önceden yaşadığı eve taşınan Vera Roy’un bir zaman yolculuğu ile birbirlerinin hayatlarını nasıl etkilediğini, geçmişte yaşanan gizemli bir cinayeti ve etkilerini, Vera’nın kendi hayatı hakkında yaptığı bir tercihin aslında ne kadar yanlış olduğunu ve karşılaştığımız insanların aslında bizim hayatımızı ne kadar etkileyebileceğini görüyoruz.
Fırtına Anı çok sürükleyici bir film. Her sahnesine odaklanarak dikkatli bir şekilde izleyeceğinizi düşünüyorum. Filmi çok beğendim ve herkese tavsiye ediyorum. Filmi izledikten sonra yorumlarda film hakkındaki düşüncelerinizi görmek istiyorum. Şimdiden iyi seyirler… :))
1935 doğumlu sanatçının asıl adı Nouhad Haddad. Babası bizim buralardan, Mardinli bir Süryani. Asil sanatçımız ise Beyrut’ta yetişmiş Lübnanlı. Çocukluğunda ailesine verdiği konserlerle başlayan müzik serüveni, konservatuara başlamasıyla profesyonelleşmiş.
Durun! Siz bu satırları okurken güzel bir parçasıyla Fairuz da bize eşlik etsin.
https://www.youtube.com/watch?v=let9-tF_pAA
Lübnanlı Halim El Roumi tarafından tam da bu konservatuar döneminde keşfediliyor. Lübnan Radyosunda şarkı söylemesini teklif ediyor Roumi ona. Ve böylece her şey bir ivme kazanıyor. Roumi ona sahne ismi olarak Feyruz’u öneriyor. Yani firuze, turkuaz renkli süs taşı… Sonrasında yine Roumi’nin desteğiyle, Arap dünyasının o zaman için en çok bilinen bestecileriyle tanışıyor. Rahbani Kardeşler ile…
Feyruz ve Rahbani Kardeşlerin bir araya gelmesiyle Arap müziğinde yeni bir dönem başlıyor denebilir. Kısa bir süre sonra da Feyruz, Rahbani kardeşlerden Assi Rahbani ile dünya evine giriyor. Böylece Orta Doğu müziği ile Batı müziği bir araya geliyor. Feyruz’un kadife sesi ile harikalar çıkıyor ortaya.
Orta Doğudan kan, savaş, ölüm eksik olmaz. Feyruz gibi vatansever bir sanatçı da buna kayıtsız kalamıyor. Savaşlar onu ve sanatını çok etkiliyor. Çoğu şarkısında da bu vatan sevgisine yer veriyor. Onu şimdiki konumuna, barışın simgesi haline getiren bir olay da yaşanıyor. Cezayir Cumhurbaşkanı şerefine bir konser vermesi isteniyor Feyruz’dan fakat Feyruz o sağlam duruşundan ödün vermiyor. Kabul etmiyor bu teklifi. “Ben sadece halklar için konser veririm.” diyor. İşte bu sebepten altı ay boyunca ambargo uygulanıyor sanatçımıza. Ama bu olay onu halkın gözünde daha da yüceltiyor.
https://www.youtube.com/watch?v=sIDWq7J__5A
Çok geçmeden Lübnan’da iç savaş başlıyor. Feyruz savaş boyunca Lübnan’da hiç şarkı söylemiyor. İşte, yine o asil duruşla karşı karşıyayız. Bu sırada Feyruz’un eşi Assi Rahbani vefat ediyor. Çatışmaların yaşandığı taraflar arasında, cenaze töreninin sorunsuz olması için ateşkes ilan ediliyor. Bu sebepler ışığında denir ki “Feyruz çalmaya başlayınca, silahlar susar!”
Hayat onun yüzünden gülümsemesini aldı, sahnede hep heykel gibi durdu. Çok seyrek izin verdiği röportajlardan birinde gazeteci sordu “Neden hiç gülmüyorsunuz?” Cevap yine Feyruz’caydı. “Anlattıklarım mutlu şeylerden bahsetmiyor. Sizce de bu şarkıları söylerken gülmem tuhaf olmaz mı?”
Eşinin vefatından sonra, işleri oğlu Ziad Rahbani devralıyor ve annesinin müziğini caz ile birleştiriyor. En son 2010 yılında oğlunun bestelerinin de bulunduğu Eh Fi Amal albümünü çıkaran şarkıcı, yine aynı sene içinde son konserini de veriyor ve tabiri yerindeyse inzivaya çekiliyor.
Acılarımız ortak, aşklarımız benzer; bu yüzden şarkılarını hissetmemek işten bile değil. Umarım sizler için güzel bir keşfe sebep olmuşumdur.
(Dur! Yaklaşma! Bir adım daha gelme üzerime Burası kontrol noktası Kimlik yoklaması Ve ölüm fışkıran volkan kaynağı Dur! Yaklaşma nolur! “Neyi bekliyorsun, ateş etsene!’ diyecekler Seni öldürmek zorunda kalacağım Dur! Bir israil eri bir Arap’a nasıl aşık olur? Tanrı’m aklımı yitireceğim..)
-Durun! Kimliğinizi gösterin Buradan öteye geçemezsiniz Geri dönün!
+Yafa’daki akrabalarımızı ziyaret edeceğiz Çekil yolumuzdan Üzerindeki üniforma Elindeki silah Beni alıkoyar mı sanıyorsun toprağımdan Vazgeçmeyeceğiz köylerimizden Ağaçlarımızdan, ekinlerimizden Verimli tarlalarımızdan! Gerçek bir nefer mi görmek istiyorsun Çevrendeki korkaklara değil Bana bak! Çocukların oyuncak tabancalarını toplayan Geceleri ansızın evleri basan Elimizdeki çakıl taşlarından ürküp Siperlere sığınanlara değil Bana bak! Dünyayı gerçekten seven mi görmek istiyorsun? Yaşamak için öldürenlere değil Şehit olmak için yaşayanlara bak! Gerçek bir korkak mı görmek istiyorsun Evinde bomba patlayan çocuklara değil Ölüye bile kurşun sıkan Zırhlı zalimlere bak!
Bir adım daha atıyorum Hadi boşalt şarjörünü üstüme Evet Arap’ım Evet sizden değilim İşte bu yüzden, ölmeliyim Bekleme, öldür beni! Kavuştur özlediğim cennetime
(Yaklaşma! Yalvarırım yaklaşma! Sen denizin gelini Yafa’dan da güzelsin Filistin’in tüm zeytinliklerini ellerimle budadım ve gözlerin kadar siyahını görmedim hiçbir yerde Tüm hurma dallarını Kahkahalarla kopardım ve sözlerin kadar tatlısını yemedim hiçbir yerde Tüm limon ağaçlarını vinçlerimle kazıdım Bakışların kadar kekre bir koku almadım hiçbir yerde.. Sınırın ötesinde bir kuş uçuyor Onu öldürmeliyim Bir insan olsaydı Arap olurdu herhalde)
Buradan öteye geçemezsiniz! Çabuk geri dönün
Onlara bir gaz bombası sürprizi yapmaya ne dersin Diyor, yanımdaki -Arkalarını döndüğünde ateşle..
• • • • •
(İşte yine o ! Tanrım neler oluyor! Tel Aviv sınırındaki Arap kadın Uçsuz çöllerde serap kadın Darp edilmiş bitap kadın İnsan minnet duymadığı bir tanrı için Ve yüreğine kazınmamış bir vatan için Ölüme koşar mi böyle Dünyanın seyretmeye doyamayacağı Güneşin ışığını kıskanacağı O güzel yüzün Şimdi kanlar içinde Nolur direnme! Nolur vurulma! Nolur ölme! İnandırdık herkesi gücümüze Ve toprağını sattığına Ve toprağının bize vadedildiğine Ve inandırdık Bir parça toprağı kanla harmanlayıp temelini attığımız işgal ülkemize İnanmadılar.. Her an ölüm dağıtan silahım bile inanmaz böyle işe Fakat kim toprak verecekti bize Bir çıkar masasına yerleşmiş yamyamlar dediler ki içlerinden arkandayız yeter ki, dokunma bize Ve inandılar düzülmüş sözlerimize Keşke Ortadoğu’da kurulsaydı Bir kirleşmiş milletler O zaman, bir Avrupa ülkesinde ölüm dağıtırdık evlere Ve belki o gün Sevebilirdim bir Arap kadını özgürce… Şimdi karşımdasın Arkanda duran mescidine Küfürler etmemi öğrettiler Keşke yahudi olsaydı annen “Arapları öldürmek istiyorum” diye Haykırırdık okullarda beraber Senden nefret etmeliyim fakat Kayboluyorum direnişinde)
+CANIM KANIM SANA FEDA OLSUN YA AKSA! CANIM KANIM SANA FEDA OLSUN YA AKSA!
(Aramıza duvarlar ördüler Size düşman dediler Bırakmadılar düşünelim Hamurumuza kin ektiler Kanla mayaladılar sonra Okumadılar Tevrat’ı Zaten ‘Yaşat!’mayı da hiç sevmediler Şanslıyım İşte Öldüren taraftayım Hayattayım Duymaya dayanamadığım sloganlar Dilinden ahu gibi damlayan Ve kulağıma dünyanın en lezzetli sesi gelen müjdeleyici bir haber gibi gelen o sesin sahibi Sen Arap kadın Sana kadın demek isterdim yalnızca Belki güzel kadın Cesur kadın Gökten gelmiş melek kadın demek isterdim İstemezdim Arap kadın demeyi İstemezdim yaşamın bana layık Sana zehir oluşunu İstemezdim inan Vatanını yurt edinmeyi Şaşırma benden böyle sözler duyduğuna Şaşırma melek kadın En ücra köşelerime İçimin en derinlerine sakladım merhameti Mossad bulmasın İsrail onu da vurmasın diye.. Zor olan Duvarların o tarafında ölmek değil Bu tarafında yaşamak elemsizce Zor olan Evinden atılmak değil İşgal edip yaşamak tereddüt etmeksizin Zor olan Acıyı hissetmek değil Hissetmeyecek kadar felç olmak… Tanrı İçini sevgiyle donatalım diye bir kalp yarattı Sevgiyi de kana buladılar Kafamda kasktan başka Öldürme iştiyakı Göğsümde çelik yelekten başka Zulmetme iştiyakı Elimde tüfekten başka Tutuklama iştiyakı Sen denizin dibindeki inci tanesi Kalabalık güruhlar arasında yüreğime çarpan Arap kızı dinle Bir fikir olsun kafamda Yaşamaya değil Uğruna ölmeye değer bir fikir olsun isterdim Bir aşk olsun isterdim gönlümde fanilere, canilere değil bir bâkiye tutulmuş, Aşk.. Kalem tutmak isterdim elimle Bir flama tutmak isterdim Öz vatanımı, dinimi savunmak için Gökyüzüne kaldırdığım bir elim olsun isterdim Bir işaret parmağım Hakikati işaret eden.. Nafile içimden haykırışlarım Göremiyorum efsunlu çehreni Kaldın gazlar dumanlar içinde Şimdi silahlarımızı yöneltiyoruz bu puslu topluluğa Sözlerim de pek mühim değil İşte yerlere kadar uzanan kıyafetini görüyorum Sana aşığım Arap kızı Ama Arap’sın Arap’sın işte Tanrım bir kez daha öleceğim Öleceğim Arap kızı seninle Tetiği çekiyorum Sana aşığım Arap kızı Yaşanır mı bu tarafta şefkatle Saklandığı yerden çıkardı onu bakışların Senden nefret ediyorum Tetiği çekiyorum)
+Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abd..
‘ Şu an yanımda olmanı çok isterdim, Ama değilsin. Sen oradasın; Ve orası ne kadar şanslı olduğunu bilmiyor. ‘ Nazım Hikmet
‘Ah!’ dedim onu gördüğünü söylemek için arayan arkadaşıma. ‘Ah!’. Ve zaten aklımdan çıkaramadığım kömür karası gözlerinin hapsinde rezil olmuş bir gecenin sabahına zar zor uyandım. Milyon kez aklıma gelişlerini savurmak için uyguladığım en etkili yöntem olan ‘kötü hissettirdiği şeyleri hatırlama’ merasimine geçtim.
Telefonunu açmadığı zamanlarda hiç uyuyamadığım geceleri anımsadım. Bir gece nasıl zehir olurdu insana hâlâ iliklerime kadar hissedebiliyorum. Nasıl nefes alamazdım, nasıl dakikaları geçiremezdim. Bir de o uykusuz sabahlarda işe gitmek zorundayken üstelik… – Neden bir insan merak edildiğini bildiği halde, uyuyamayacağımı bildiği halde bunu yapar ki? Çünkü seni önemsemiyordur. Ya da bencildir.
Bu düşüncenin arkasından hep söylediği ‘ En çok kendini düşüneceksin ‘ deyişleri çınladı kullağımda. Sanıyorum ona olan sevgimin bana verdiği zararı görmüş olacak ki sıkça tekrarlardı bu cümleyi. Oysa ben kendimi zaten düşünüyordum. Ve zaten önce kendi saadetimi düşündüğüm için onun iyi olduğunu duymaya ihtiyaç duyuyordum.
Dünyanın en güzel anlarını yaşadığımız sıralarda bir anda alevlenen ansız öfkelerimizi düşündüm. Gülünerek başlanılan gecelerin sonu genelde kavgayla bitiyordu. Sebebi yokken üstelik. Ben şuan dahi o anların aşktan olduğunu biliyorum. Birbirini çok kıskanan, iki öfkeli insan bir aradayken kavga da kaçınılmaz oluyordu. Ama sanki üzerimden tır geçmiş gibi hissediyordum ertesi günlerde. Dünyanın yükünü omuzlamışım gibiydi kavga sonrası günler. Ve açtığı yaralarımı sarmak için uzatmıyordu ellerini. Bir kere özür dilediğini hatırlamıyorum mesela. Hatta bir kere uyuyamadığım bir gecenin akşamı, çift olan arkadaşlarıyla yemeği gidip bana ‘ Dün gece için özür dilerim, bana eşlik eder misin? ‘ dememesi hala boğazımda bir yumru oluşturuyor.
‘ Sevgilim, denize karşı bir bankta sesinden adımı duymak gibi çocukça isteklerim oldu. Bağışla. ‘
Ne çok istemiştim aşığı olduğum denize karşı aşık olduğum adamla rakı içmeyi. Değil denize karşı, bir kere bile dışarıda baş başa oturamayışlarımızla perçinledim düşüncelerimi. Bu kadar mı zordu? Asla değildi. Ama yapmadı. ‘ O kadar çok söylüyorsun ki yapasım gelmiyor ‘ gibi saçma sapan bir cümleyle cevap verirdi. Ondan sonra denize karşı çok rakı içtim. Ilık rüzgar, dalga sesleri ve rakı. Ama o yoktu. Arka fonda aşk şarkıları çalarken ben içimden ona küfürler yağdırıyordum bana böyle bir an yaşatmadığı için. Kavga etmeyi, kalp kırmayı, öfkelenmeyi kendine hak görüyordu ama benim istediğim şeyleri yapmayı hak görmüyordu.
Muhtemel bu satıları okuyanlar tek taraflı bir aşk yaşadığımı düşünecekler. Oysa öyle değildi. Çok sevdi o da beni. ‘Güzelim benim’ diye diye. Dünyanın en güzel kadını gibi hissediyordum kendimi. Aşktı yaşadığımız.
Ve ben 30 lu yaşları yarılarken aşkın çok kötü bir şey olduğuna inanmıştım yeniden. Nefes aldırmayan, uyutmayan, baş ağrıtan hastalıklı bir hal.
Hiçbir şey istememiştim ben ondan. İçim öyle rahat ki. Benim yaptığımın yüzde birini bile yapmadı.
İşte bu düşüncelerle soğuttum içimi gece boyu. Sonra görüntülü aradım arkadaşımı. ‘ Göstersene bi!’ dedim. Aşık olduğum her zerresiyle oradaydı. ‘Ah!’ dedim. ‘Ah! Bazı acılar neden hiç geçmiyor ?’
Falih Rıfkı Atay, kendi adlandırması ile Osmanlı İmparatorluğu’nun son çocuklarından biri olarak dünyaya geldi. İmparatorluktan ulus devlete geçiş aşamalarının hepsine tanıklık edip içinde bulunan Falih Rıfkı Atay, eserlerinde dağılma dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarını konu olarak aldı. Edebiyatımızda gezi ve fıkra yazıları ile ön plana çıkmış olsa da gençliğinden itibaren çeşitli dergi ve gazetelerde yazarlık yapmış, daha sonrasında İstanbul’da Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne üye olan Falih Rıfkı, Ankara hükümetinin sözcüsü olarak yazılar kaleme almış,1 milletvekili olarak da görevde bulunmuştur. Bundandır ki edebiyatçı kişiliğinin yanı sıra gazeteci, siyasetçi ve tarihçi kimliği ile Falih Rıfkı Atay’ı pek çok kez sahnede görmekteyiz.
Falih Rıfkı Atay 1893 yılında, Hoca Hilmi Efendi ve Huriye Cemile Hanımın çocuğu olarak İstanbul’da doğdu. İlk olarak Sıbyan mektebine giden Atay daha sonra Rehber-i Tahsil Rüştiyesine devam etti. Rüştiyeyi bitirdikten sonra müdürlüğünü Hüseyin Cahit’in yaptığı Mercan idadisine başladı. İdadi yıllarında edebiyat ile ilgilenmeye başlayan Atay, ilk yazısını Faik Sabri’nin çıkardığı “Çocuklara Mahsus Gazete” için yazmış lakin yayınlanmamıştır. Atay, ağdalı bir dil kullandığı yazısını 1907’de yani daha 13 yaşındayken yazarlık hevesine kapılarak kaleme aldığını dile getirmiştir.2 İlk şiirini ise edebiyat öğretmeni Celal Sahir’in yardımı ile Nisan 1909 tarihli Servet-i Fünun’da “Kenarı Kabrinde” ismi ile yayımladı, böylece Falih Rıfkı edebiyat hayatına adım atmış bulunuyordu. Bu yıllarda Atay’ın düşünsel gelişimi üzerinde etkili olan isim Ziya Gökalp’tir. Atay, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Genel Merkez üyesi ve gençlerin eğitiminden sorumlu olan Gökalp’in hem seminerlerini hem de yayınlarını yakından takip etti. Düşünce akımları içerisinde Türkçülük ve öncülerinden Ziya Gökalp, Atay’ın üzerinde belirli etkilere sahiptir. Sadece Türkçülük açısından değil Türkçenin kullanımı ve kullanılan eski sözcükler yerine yeni Türkçe sözcüklerin kullanımını sağlama açısından da Atay’ın üzerinde belirli bir etkiye sahiptir.
Daha sonra Darülfünun Edebiyat bölümünü bitirdi. Bu dönemde meydana gelen 31 Mart isyanını, “on gün süren bir yılgın tedhiş havası” olarak nitelendirdi. Bu nedenle yüksek öğrenim yıllarında isyanı bastıran İttihat ve Terakki’den yana tavır aldı. 1912 yılında İttihat ve Terakki hükümetinin düştüğünü öğrendiği zaman altüst olmuş ve hemen kâğıda kaleme sarılmıştır. Ümitsizlik içinde haykırışa benzeyen “İttihat ve Terakki Evlatlarına” başlıklı küçük bir protesto yazısı yazmıştır. Tanin gazetesine yolladığı bu yazı, Falih Rıfkı Atay’ın siyasi bir gazetede çıkan ilk yazısı olmuş ve böylece gazeteciliğe de ilk adımını başlayan gazetecilik hayatını 1971’e yani ölünceye kadar sürdürmüştür. Aynı yıl Bab-ı Ali ve Dahiliye nezaretinde katiplik yaptı. Burada Talat Paşa ile birlikte Bükreş’e seyahat etti ve seyahat gözlemlerini Tanin gazetesinde yayımladı. Atay, bu manada seyahat edebiyatının gelişmesinde etkisi bulunan mühim bir yazardır. Ayrıca Tanin gazetesindeki yazılarından Zeytindağı kitabında ‘‘Üslup, dışından cenap taklidi bir şey, içinden acemi ve bir hayli çiğ’’(s.35) olarak bahsetmektedir. Yine Zeytindağı kitabında daha sonraları çocukça gördüğünü söylediği İstanbul Mektupları yazıları ilgi çekmektedir.
Birinci Dünya Savaşının başlamasıyla Darülfünun’u yarıda bırakan Falih Rıfkı Atay yedek subay olarak Suriye’ye gitti, burada 4. Ordu Kumandanı Cemal Paşa’nın hususi kâtipliğini yapan Atay pek çok önemli olaya tanık olup, cepheyi ve Arap vilayetinin durumunu birinci dereceden gördü. Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru 4. Ordunun dağılıp yerine Alman General Falkenhayn’ın komutanlığında Yıldırım Orduları Grubunun kurulmasıyla Cemal Paşa ile birlikte Almanya’ya gitti ve bu gezi boyunca Batı cephelerinin durumunu yakından gördü. Almanya gezisini tamamlayıp Şam’a döndüklerinde Kudüs’ün düşmesiyle Türk ordusunun civarda yapacak işi kalmamıştı böylece Atay, Cemal Paşa ile birlikte İstanbul’a döndü. Atay Suriye’de geçirdiği günlerini, gözlemlerini ve eleştirilerini Ateş ve Güneş, Zeytindağı kitaplarında anlattı.
Ateş ve Güneş, Falih Rıfkı Atay’ın bize aktardığı anılarla savaşın acı yüzünü göstermektedir. Atay’ın hissettirdiği çaresizlik ve yorgunluk hissi açık bir şekilde duyulmakta ve okuyucuyu düşünmeye itmektedir. Mesela Suriye cephesinin başarıya kavuşamayacağı onun yerine ordunun Anadolu’ya tahsis edilmesi gerektiği, Türk askerinin çöllerde bitap düşüp tabiri caizse sonuç alınamayacak bir şey uğruna can verdiği gibi düşünceler sıkça okuyucunun etrafını sarmakta ve cephenin gerekliliğini sorgulatmaktadır.
Anadolu’ya olan hassas yaklaşımını daha kitabın önsözünde belli eden Falih Rıfkı Atay şu cümleleri kurmaktadır: ‘‘Gerçek şu ki Anadolu’yu hiç tanımamışız. Bizim sevdiğimiz, acıdığımız, bildiğimiz gibi bir Anadolu yoktur. Köyler ne bizim merhamet ettiğimiz kadar bedbaht, ne de bizim anladığımız şekilde memnundur. Bunların bizim gözlerimize kapalı, dedikodularımıza yabancı, bizim kalplerimize uzak sırra ve keramete benzer bir varlık olduğuna dört buçuk seneden beri damla damla inandım.’’ Atay’ın, 1918’de yazmış olduğu önsözden bir kesit olan bu yazı ile inandığımız Anadolu’dan başka bir Anadolu olduğunu göstermek olduğuna inanıyorum ve yeni bir yurt tanıtıyormuş gibi Anadolu’yu tanıtmasının dikkatleri Anadolu’nun üstüne çektiğini, benimsediğini ve benimsetmeye çalıştığını görebiliyoruz.
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı’nın önsözünde Ateş ve Güneş’i Cemal Paşa’ya okuttuğunu söylerken eserinden şu cümleler ile bahsediyor: ‘‘Ateş ve Güneş’te birkaç subay ve neferden başka hiç kimsenin ismi yoktu. Eski Dördüncü Ordu Kumandanının dört yıl yanında çalışan bir yazardan beklediği, belki bu değildi. O kitabımda kendini aramıştı.’’ Gerçekten dediği gibi Ateş ve Güneş’te birkaç subay ve neferden başka kimsenin adı yoktu. Kitap çöl ordusuna yazılmıştı. Onların çektiği acılar, ıstıraplar ve kahramanlıklar adına. Devamında bahsettiği Cemal Paşa’nın adını da yazdığı Zeytindağı eserinde sıkça geçirecek kendisinin söylediği gibi ‘‘Zeytindağı’nda tarihin hakkını tarihe, Cemal Paşa’nın hakkını Cemal Paşa’ya verdim.’’ diyecektir.
Zeytindağı ise adını Birinci Dünya Savaşında Dördüncü Ordu Karargahının bulunduğu dağın isminden almaktadır. Zeytindağı Birinci Dünya Savaşına ait anı ve eleştirilerin bulunduğu bir eser olduğundan Ateş ve Güneş adlı eser ile benzer anı ve eleştirilere sahiptir. Aralarındaki farklardan biri Zeytindağı’nda daha kesin yargı ve eleştirilerin bulunmasıdır. Bu durum Ateş ve Güneş’in daha çok çekilen ıstırapları içermesi ve belli bir karakterden bahsedilmemesinden kaynaklansa da yazıldığı dönem ile de ilgili olduğu açıktır. Ateş ve Güneş, bir savaş sonrası eseri iken Zeytindağı, ulus devlet üzerinden mağlup bir imparatorluğun anılarına bakan bir eserdir. Ateş ve Güneş’in aksine kişiler net bir şekilde verilerek karakterleri ve görünüşlerinden bahsedilmiştir. Mesela Cemal Paşa sert profil çizen ama çizdiği profil kadar sert olmayan, gururlu bir kişilik olarak anlatılmıştır. Aynı şekilde Talat Paşa politikada başarılı, şark ahlakına sahip biri olarak nitelendirilmiştir. Bu yönden Zeytindağı için daha kapsamlı demenin doğru olacağını düşünüyorum.
Atay, Milli Mücadelenin ilk günlerinden itibaren Anadolu’da başlayan hareketi destekledi. 20 Eylül 1918’de yakın arkadaşlarıyla çıkarmaya başladıkları Akşam gazetesinde Milli Mücadele yanlısı yazılar kaleme alan Atay, Anadolu’da düşmana karşı verilen mücadeleyi İstanbul’da basın üzerinden vererek Milli Mücadele için kamuoyu oluşturdu.3 İzmir’in kurtuluşundan sonra da arkadaşı Yakup Kadri ile birlikte İzmir’e giderek Milli Mücadeleye destek verdi. Falih Rıfkı Atay, İzmir’e gitme kararını şu şekilde anlatıyor:
“Ben, ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ordulara ilk hedeflerinin Akdeniz olduğunu bildiren gündelik emri okurken duyduğum zevki duymadım. Bu, bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin üstünde bir şiirdi. Ne olmuştuk, biliyor musunuz? Kurtulmuştuk. Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal, sana ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim. Konuşmak için dilim, yazmak için kalemim tutuldu. İkdam’daki Yakup Kadri’yi aradım, ilk vapurla İzmir’e gitmeyi teklif ettim.”4
Bu gelişmelerden sonra Falih Rıfkı Atay, İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisine Bolu Milletvekili olarak girdi ve 27 yıl boyunca milletvekilliği yaptı. Atay, 1947’ye kadar ise Halk Partisinin sonradan adı Ulus olarak değişecek olan Hakimiyet-i Milliye gazetesinde başyazarlık yaptı. Atatürk’ün ölümüne kadar en yakınındaki insanlardan biri olan Atay, İsmet İnönü’nün de yakınındaki kişilerden biri olarak İkinci Dünya Savaşı sırasında diplomatik görüşmelere katıldı, okuyucularıyla gelişmeleri paylaşırken iktidarın tedbir ve uygulamalarının desteklenmesi ve kamuoyu oluşturmak amacıyla kalemini etkili bir şekilde kullandı.5 Ulus’un başyazarlığından ayrıldıktan sonra Yeni İstanbul ve Cumhuriyet gazetelerinde Pazar Sohbetleri başlıklı köşede yazmaya başlayan Atay, 1952’de Bedi Faik Akın ile birlikte Dünya gazetesini çıkardı, daha sonra kitaplaştıracağı Çankaya kitabını ilk kez burada yayımladı.
Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün yanında bulunma şansına sahip olduğu için kendisinden çok şey dinleyip, işitmiş ve bazı olaylara bizzat şahit olmuştur. Bundandır ki Çankaya’da bize aktardıkları bakımından önemlidir. Çankaya, Atatürk’ün doğumundan ölümüne kadar ele alan, Cumhuriyet tarihinin önemli gelişmelerine ve yaşanan bazı olaylara ışık tutan temel bir eserdir. ‘Ancak Çankaya aynı zamanda Atay’ın çok partili siyasal yaşama geçişle birlikte başlayan ve 1950’de iktidar değişimi ile sonuçlanan sürece dair tepkisinin de eseridir.‘6 Atay, eserinde Mustafa Kemal’in özelliklerini, nasıl bir asker olduğunu, nasıl bir yönetici olduğunu, sanata ve eğitime düşkünlüğünü kısacası çok yönlü bir lideri birçok yönden anlatmıştır.
İmparatorluktan Ulus Devlete geçiş aşamasında bulunan ve bu geçiş serüvenini bize sunan Falih Rıfkı Atay ve eserleri, Türk Tarihi ve Edebiyatı açısından oldukça önemlidir. Yeni sistemin içinde bulunarak sistematikleşmesi için çapa sarf eden Atay’ın, hayatının sonuna kadar icra ettiği mesleğinin hakkını verdiğini düşünmekle beraber eserlerinin okunması ve okutulması gerekmektedir.
1 Şirin, F. S. (2009). Ulusal Tez Merkezi.
2 Şirin, E. (2007). Ulusal Tez Merkezi .
3 Kardeş, Z. (2010, Haziran 14). Ulusal Tez Merkezi.
4 Şirin, F. S. (2010). İslam Araştırmaları Merkezi
5 Şirin, E. (2007). Ulusal Tez Merkezi .
6 Şirin, F. S. (2017). Bir Gazeteci ve Aydın Olarak Falih Rıfkı Atay. Vakanüvis: Uluslararası Tarih AraştırmalarıDergisi , 248-274.
Uzun zaman oldu, ellerim terledi, ellerim yeşerdi Gözlerime bir şeyler oldu, düşünemez oldum veya belki de duygusuz Acıdım, merhamet besledim, yardımda bulundum Durmadan koştum şu koca dünyada ama yine de yetişemeden kendime Başkalarının yarasını saramadan, gözlemci ve hisseden oldum Hissettim… Büyük bir tarlanın ortasına akan o bozguncu hayallere ortak oldum Orada vuruldum, orada doğdum ama gelmedi, kimse ortak olmadı bana Kimse sessizliğin ne anlatmak istediğini duymak istemedi Öylece kulaklarım çınladı ağlamaklı bebek sesleriyle Yetim çocukların gözleriyle dünyama renk katmak beni çıkarmadı o kurak topraklardan Sel olup giden bu insan yığınına bir toprak dolusu huzuru serpemedim Değmedi onca fırtınanın arasında gönüllere rahmet Bilmiyorum ne yapmalıydım, bilmiyorum ve bunu size söylemekten korktum Korktum olası faciadan ve kapandım, yerim olan toprağa sarıldım kaldım Halen anlamıyorum, halen zihnimde kör olası yer kavgası var Kim ne götürecekti bilmiyorum, bu fırtınada kimin avucuna sığacaktı ki bu feza Bir ağaç gölgesine olan bu hasretlik, birbirimize olan sığlığımız ve gafletimiz Bizi yuvamızdan yakalıyor, evimizin bacasından sızan kahkahaları Hiç düşünmedik, hiç bilemedik yuvasızları vurur mu gönül yuvasından Kalemi ele almadan dökülen sözler incitir mi defteri bilemedim Yazılıyor, çiziliyor ve sonunda canla başla finali bekliyoruz Yolda ne yaptık, ne kırdık ne döktük bilemeden geçen hayatlar Sorumsuzca sarf edilen şeylerin karalığına aldanmadık, bir şey olmaz dedik Devam edilen şeylerin üstüne bina ettik geleceğimizi Devam edileni devam ettirdik peki ya başlangıçlarımız nerede? Başlanılan işin besmelesi, saf niyeti, özgünlüğü nerede! Nerede o dağların yüklenemediğini yüklenen insan Neredeydi toprağı avucuna hapsedip gideceği yeri bilen insan Bilmiyorum… Kim nasıl katlanır, nasıl cevaplanır bu sorular Sen de ben de okuyoruz, işin bâtınına takılıp aslından mahrum kalıyoruz Ufukta ışığı gören vardım sanıyor, ışıktan mahrum olan varamam diyor Biri seyirci, biri düşman, biri hasatçı Biri zevk alıyor, biri kinini bileyliyor, biri menfaatini hesaplıyor Kalıyoruz kuru tarlanın ortasında, ne rüzgar esiyor, ne gökte yağmur Ne de gönüllerimizde hüzün var Gözler umutsuzluğun sabahına açılmış zamanın getirisine odaklı İnsan diyorum… İnsan nasıl da taşlaştı, nasıl da yukarıdan aşağıya bırakılmış Eze eze, direte direte geliyor, kör bırakmış topal bırakmış Ekinleri ezmiş, yer gasp etmiş umurunda değil Onun işi geçip gitmek hem de sonunda uçurum mu var, bağlar bahçeler mi var bilmeden Geçip gidiyoruz derken kastedilen bu değildi Kastedilen; gidiyoruz ne götürüyorsun sonuna, gidiyoruz kimi bıraktın arkanda Ve gidiyorlar arkası kurak, önü kurak, gönlü yuvası kurak Rahmet dilenip pişmanlık sunuyorlar ama nafile! Gitti hâfile, her şeye rağmen Azrail (as) geldi kâbile Bilmiyorum… Küçük bir çocuğun gönlüne dokunmak dünyayı değiştirir mi Ama şunu çok iyi biliyorum ki beni değiştirdi Çocukların elinden tutmak, onlara yol göstermek geçmişimin elinden tutmak, geçmişime yol göstermek Ve geleceğime ışık tutmaktır, halen aranıyoruz ışığımızı nereye koyduk nerede bu diye! Arazimizden çıkıp bakamamışız etrafımıza, tohumlar atılmış gözler gökte bekleniyor nerede bu yağmur Bulut biziz, yağmur biziz, rüzgar biz Ekinimiz, hasadımız, dünyamız, mutluluk ve huzurumuz yanımızda Her şey, geriye bıraktığımız sâlih ve sâliha yavrularımız Gözümüz ağaçtaki meyve sayılarında, çalınmış mı, kaç tane var, eksik var mı? Merhametimiz karnımızın tokluğunda, sevgimiz arazilerimiz ve malımız Böylelikle kimseye bir şey kalmıyor, tüketiyoruz kendimizi Sonra birden sevgi beslemek, merhamet etmek zorlaşmış ve kaldık kuraklığımızla koca arazide Bekleniyor Azrail (as), kapı çalınıyor, tık tık tık, kim o demeden göçmüşüz Ve çoktan gitmiş rahmet, bizden sonra yağmış rahmet kime ne fayda!..