21.2 C
İstanbul
Cumartesi, Haziran 14, 2025

Adı Yok

Akılda kalan tek bi’ soru,
Düştükçe inciten daimi kuyu,
Kazıdıkça sızıyor derinden koyu,
Yıkayıp seriyor umulmayan sonu.

Uzaktaki kanat çırpışın etkisi,
Dökülmüş yaprakları süpüren esinti.
Ne geçmiş ne gelecek yalnız anın izi,
Duyabilecek mi kapının ardında çırpınan sesi.

Tıklayan kayboldu yahut baştan sona hiçti.
Geriye dönmek olur mu, karanlıkta uçtu gitti.
Atılan çiziklerin yok mu merhemi,
Bu yolda yaş dökerek elde edeceğim zaferi.

Tükene yeşere kalmadı ortada can.
Bilsen bir avuç kırık yanına kâr kalan.
Eline gökçe alsan da boyarsın sen kan,
Hatırda kalan sözler yalnız pişman.

Sükût kulakta belirsizlik fısıltısı.
Beklenen akıbet yara mı?
İçimiz bizden yana mı?

Yaşam Kullanma Kılavuzu

Yaşamı Kullanma Kılavuzu

Yaşamı kullanım kılavuzu; bazı aksetmeler sonucu yanlış yorumlarla zenginlik olarak da algılanan, yaşam kalitesi arasındaki ince çizgiyi ayırmamızı sağlar. Yaşam kalitesi sadece zengin olanların sahip olabildiği ayrıcalık değildir. Kaliteli yaşamanın tadını bilen ve sahip olmayı arzulayan herkesin ulaşabileceği uzaklıktadır.

Yaşamı kullanma kılavuzu, kişisel hayatlarımızı yaşam kalitesi statüsüne yükseltip orada sabit kalmasını amaçlar. Bu kalite aynı zamanda kolaylıklar da sağlar. Kalite kapsamı kişiye göre değişiklik göstermeyebilir. Anlaşılması için daha güncel ve sağlık problemlerinden giriş yapabiliriz: Mesela güneş ürünleri,  güneş kremleri ve güneş gözlükleri. Ülkede yaşayanların çoğu güneş kremleri ve güneş gözlükleri sahilde, plajda ya da yaz aylarında güneş altında kullanılır kanısında. Bu kanıyı yıkmak için şu soruları soralım: Güneş sadece yazın mı zararlı ışın yayar? Kışın da güneş ışınlarına maruz kalmıyor muyuz? Morötesi koruyucu gözlükler sadece zenginlerin kullandığı bir aksesuar mıdır? Morötesi ışın koruyucuya uygun fiyata ulaşabileceğimiz markalar da var. Göz sağlığımız için illa ki bilindik markalara tonlarca para ödemek, o parayı biriktirmek için beklemeye gerek yoktur. Sağlık bu, beklemeye gelmez.

Ortalama bir ailede ortalama bir ayda ne kadar kola tüketiliyor? Kola ne alaka diyeceksiniz şimdi; an olarak Türkiye’de 2,5 litre kola 7,5 TL. İki günde bir veya üç günde bir tüketen aileler var. İçinizde biz eve kola almıyoruz diyenleri duyar gibiyim. Bir paket sigara ortalama 17 lira ya da meyve suyu litre fiyatı, Türk kahvesi, hazır kahve ve türevleri. Elzem olmayan ama alışkanlık haline gelmiş tüketimlerden bahsediyorum. Yoksa tabi ki kendi gelir ve bütçenize göre elzemlik sıranıza göre sizin karar verebileceğiniz konular. Bunlardan kaç tane tüketmezsek göz sağlığımız için bir gözlük edinebiliriz? İşte ‘yaşam kullanma kılavuzu’ burada devreye giriyor. Elzem olan şeylerle, aslında o kadar elzem olmayan alışılagelmiş harcamalarımızın ayrımına varıp yaşam kalitemizi belirlemek kısmında kılavuzluk ediyor. Yoksa pahalı bir marka morötesi bir güneş gözlüğünün, ortalama 4 kişilik bir ailenin fertlerinin hepsinin sahip olması imkânsızlığından bahsetmiyorum.

Yaşam kalitesinin başını sağlık alır. Sağlığınız için ne iyi ne kötü sizler bileceksiniz. Olay sadece bir güneş kremi bir güneş gözlüğünden ibaret değil elbette. Ben kolay anlaşılması için bu ürünleri seçtim. Tatil mesela; tatil sadece deniz kenarında,  kumdan kaleler yapabilen zengin insanlardan mı ibaret? Tatil de bir ihtiyaçtır. Benim kaygım tatilin sosyal medyaya yüklenecek güzel fotoğraf üretilebilen variyetli insanlara ithaf edilmesinden. Bir kere tatile gitmek deyince denize kıyısı olan şehirlerde birkaç gün geçirmek olarak algılanmasından oldukça rahatsızım. Anadolu kasabalarına da tatile gidilebilir. Bir köye de tatile gidilebilir. Yani kişinin fikir sağlığı, ruh sağlığı, fiziksel sağlığı bulunduğu birkaç kilometre ötede daha iyi bir noktaya erişecekse tatil orasıdır bana göre. Yani tatile gitmek için varlıklı olmanız ve deniz kenarına gitmekten ibaret değil.

Yaşam kullanma kılavuzu zihinlerimizin içinde, bizler için neyin iyi olduğunu bizden iyi kimse bilemez. Yaşam kalitesine ulaşmak için çok paraya ihtiyaç yoktur; tamam belki bir miktar paraya ihtiyaç elbette var, ama çok paraya yok. Zengin olmaya gerek yok. Giriş bölümünde yaşam kullanım kılavuzu tanımı yaparken bu yüzden zenginlik ile yaşam kalitesi arasındaki ince çizgiyi ayırt edebilmek diye ifade etmiştim. Siz, size diretilen kalıp yargılardan kurtulun. Her güneş gözlüğü takan zengin değildir. Ya da hiç deniz kenarına tatile gitmemiş insanlar fakir değildir. Bu sizin yaşam kalitesinden ne anladığınıza göre değişir. Kaliteli yaşamlar diliyorum.

Oruç Aruoba’yı Kaybettik!

Oruç Aruoba, Türkiye’nin önemli düşünürlerinden birisidir. Maalesef ki bugün aramızdan ayrıldı. 72 yaşında aramızdan göçüp gitti. Onu rahmet ve minnetle anıyoruz.

Oruç Aruoba Kimdir?

Oruç Aruoba, 1948 yılında Karamürsel’de dünyaya gelmiştir. Üniversite eğitimini Hacettepe Üniversitesi Psikoloji bölümünde tamamlamıştır. Bir yandan da Hacettepe Üniversitesinde çalışmalarına devam ederek felsefe bilim uzmanı olmuştur. Biz onu şiirleriyle tanıyoruz, ama aslında o hem felsefe bilim uzmanı, hem bir psikolog, hem bir yazar, hem de bir şair. Oruç Aruoba sadece bunlarla yetinmemiş, Hume, Nietzsche, Kant ve Wittgenstein gibi önemli düşünür, yazar ve şairlerin eserlerini Türkçeye çevirip bizlerle buluşturmuştur. Oruç Aruoba’nın şiirlerini okuyanlar bilir. Onun şiirlerinde üslup ve noktalama işaretleri edebiyat kurallarının dışındadır. Buna rağmen akademik çevrede bu hiç yadırganmamış ve ona has bir üslup olarak kabul edilmiştir.

Sizlere onun bir şiirini bırakmadan da geçemeyeceğim.

Ne çok

ölü

düşün var senin.

Kırık

dökük

gerçeklerin üşüşünce düşüncene

ne çok

canlı

acın var senin.

Bölük

pörçük

gerçeklerin inince içine

ne çok

katı

kanın var senin.

Ne çok

diri

ölün var senin.

Param

parça

yaşamın bastırınca bakışına

ne

çok

akan

kanın var senin.

Ne

çok

yiten anın var senin.

Delik

deşik

yaşamın ulaşınca durağına

ne çok

biten

ânın var senin.

Ne çok

hâlin

var senin.

Sevgi ve minnetle Oruç Aruoba…

Özel Eğitimin “Korona” Sınavı

ZAM OLACAK MI, ÜCRETLER İADE EDİLECEK Mİ?

Koronavirüs salgını tedbirleri kapsamında Türkiye çapındaki tüm okulların kapanması ve uzaktan eğitim sürecinin başlaması, özel okul sektörüyle ilgili bazı soruları beraberinde getirdi. Veliler “Okul ücretleri geri ödenecek mi? Zam oranı ne olacak?” sorularına cevap arıyor. Özel okulları ise yeni öğretim yılında birçok alanda dönüşüm bekliyor.

Türkiye’de 13 bine yakın özel eğitim kurumunda 1,5 milyonu aşkın öğrenci eğitim görüyor. 200 bini aşkın öğretmen ve çalışanıyla dev bir sektör oluşturan özel okullar, salgın sürecinde de önemli bir sınav verdi. Uzmanlar özel eğitim sektörünü koronavirüs salgını sonrasında yeni bir dönem beklediğini söylüyor.

Habertürk TV’de yayınlanan ve Dr. Görkem İldaş’ın hazırlayıp, sunduğu eğitim programı “Yolun Başındayken”, Mart ayından bu yana süren koronavirüs salgını sonrası özel eğitim kurumlarını neler beklediğini konu aldı. Uzaktan eğitim sürecinde yaşananlar ve bundan sonra atılacak adımlarla ilgili Tüm Özel Eğitim Kurumları Derneği (TÖDER) Başkanı İbrahim Taşel ile Kavram Okulları CEO’su Ümit Kalko merak edilen soruları yanıtladı.

Uzaktan eğitim sürecinde Türkiye’de resmi ve özel okulların iyi bir sınav verdiğini söyleyen TÖDER Başkanı Taşel, “Tüm okullar dijital eğitime bir hafta gibi kısa bir süre içinde adapte oldu. Birçok ülke bocalarken, biz hızlı ve çok iyi bir eğitim programı uyguladık” dedi. Koronavirüs salgını sonrasında özel eğitim kurumlarını neler beklediğini anlatan Taşel, olası bir ekonomik darboğaz durumunda özel okulların bazı sıkıntılar yaşayabileceğini ancak sıkıntıların velilerle birlikte aşılabileceğini ifade etti. Taşel, özel okulların; öğrencilere verilen teşvik uygulamasının yeniden hayata geçirilmesi ve yüzde 8’lik KDV oranının kaldırılmasını talep ettiklerini belirtti. Bir öğrencinin devlete yaklaşık 8 bin 200 TL’ye mal olduğunu, dolayısıyla resmi okula çocuğunu göndermeyip özel okulu tercih eden bir velinin -devletin bu masrafı yapmamasına neden olduğu için- teşvik alması gerektiğini söyleyen Taşel, bu yıl özel okullar için yüzde 10 civarında bir zam oranı öngörüldüğüne dikkat çekti.

Kavram Okulları CEO’su Ümit Kalko ise, salgın sürecinin Türkiye’deki özel okul sektörünü de yaraladığını söyleyerek, “Bu sürecin ne kadar daha etki edeceğini, ne kadar daha zaman alacağını, etkilerinin neler olacağını beraber yaşayıp görüyoruz. Sadece ülkemizin değil, dünyanın deneyimlemediği bir sürecin içerisindeyiz. İlk başta paniğini yaşamıştık ancak hızlı bir şekilde adapte olmayı başardık” dedi.

Kapanan özel okullar olabileceğini ancak sayının binde birler düzeylerinde kalacağını anlatan Kalko, salgın sonrası özel okul birleşmelerinin artacağı ve yeni işbirliklerinin kurulacağı bir dönemin başlayabileceğini söyledi. Kalko, teşviklerin kaldırılmasının ardından özel okul sektörünün son yıllarda kırılgan bir hal aldığını hatırlatarak, virüsle savaşılan dönemde ise okulların kapalı kalması, kurumların nakit akım tablolarının bozulması, yeni kayıtların gecikmesi gibi nedenlerden sektörün yorulduğunu söyledi. Özel okul zamları ile ilgili de bilgi veren Kalko, gider kalemlerindeki maliyetler ve enflasyon artışı nedeniyle “zam yapmıyoruz” deme şanslarının olmadığını ancak fahiş zamlara da sıcak bakmadıklarını söyledi. Uzaktan eğitim sürecinde bazı velilerin ücret iadesi ile ilgili taleplerine de değinen Kalko, “Yemek ve servis ücretlerinin iadesi konusunda hemfikiriz. Ancak eğitim uzaktan da olsa devam etmiştir.” dedi.

ADAYLARA YKS TÜYOLARI

TÖDER Başkanı Taşel, bu yıl YKS’ye girecek öğrenciler için de tavsiyelerde bulundu. Lisans bölümleri için barajın 170’e indirilmesinin, sürenin uzatılmasının ve öğrencilerin ikinci dönem konularından muaf tutulmasının avantaj yarattığını söyleyen Taşel, “Barajın aşağı çekilmesi 120’yle 170 bin arasında daha fazla öğrencinin lisans bölümlerine girmesini sağlayacak. Konu muafiyeti 15 kadar soruyu etkiliyor, sınavın yüzde 90’lık bölümünü etkilemiyor. Sürenin uzatılması ise sadece soruları yavaş okuyanlar için avantaj sağlayacak” dedi.

Öğrencilerin sınava sayılı gün kala rahat davranmaması gerektiğini söyleyen Taşel, soruların çok önemli bir bölümünün 9, 10 ve 11. sınıf konularından geleceğini, bu yüzden tüm konuların tekrarının yapılması gerektiğini vurguladı. Taşel “Üniversite sınavları bir yeterlilik sınavı değil, bir yarışma sınavıdır. Öğrenciler aldıkları puana göre sıralanıyor ve tercih ettikleri bölümlere bu sıralarla giriyor. Dolayısıyla öğrencilerin bu anlamda morallerini yüksek tutmaları gerekir.” diye konuştu.

Açlık Yağmurları

Cama kinlenmiş bir yağmur var dışarda

Üşütecek, çıplak ayakları

Üşütecek, dışarda kalacakları

Ne gidecek yerleri var, ne yakacakları

 

Cana kinlenmiş bir umut var içimde

Olmayan bir çiçeği yeşertmek gibi

Doğmayan bir kediyi beslemek gibi

Herkesin tok olduğu dünyayı hislemek gibi.

 

Savaşacağım gücüm yettiğince

Savaşacak başkası çıkar, gücüm yittiğinde

Ve savaş çıkaranlar bittiğinde

Güleceğiz, gülerken öleceğiz.

 

Bir savaş daha çıkacak

Bu defa herkes ıslanacak

Bir savaş daha çıkacak

Yağmur alkışlanacak

 

Keşke yağmura yazılsaydı şiirler

Defalarca çarpardı yüzümüze

Defalarca

Yeryüzümüze

Yezidin Harcı Zulüm, Yiğidin Burcu Ölüm

Merhaba sevgili okur, bugünlerde okuduğum ve etkilendiğim, Zülfü Livaneli’nin Huzursuzluk kitabında detaylı bir şekilde gündemime gelen daha önce hiç araştırmadığım, şimdi ise araştırıp çok etkilendiğim Yezidilerden ya da diğer adıyla Ezidilerden bahsedeceğim.

Din, dil, ırk üçlüsünü önemsemeden bu kesimin insanlarının feryatları kulağımda çınlıyor sanki. Çığlıkları ve seslerini duyuramadıkları bir dünyada yaşıyor ve bu yüzden utanç duyuyorum. Hiçbir insan zulmü ve tecavüzü haketmediği gibi, hiçbir insan da dini yüzünden yargılanmamalı ve sırf bu yüzden acı çekip kavrulmamalı. (Şehidime ateş eden varlıklar öte yanda dursun, onları kesinlikle insanlık kategorime alamıyorum bile.)

Şimdi konumuza gelelim, bu Yezidiler kim? Neye inanırlar neye inanmazlar? Neden katliamlar peşlerini bırakmaz… Ezidilerin çığlıklarını kulağında hisset ve insanlık nelerle mücadele ediyor duy sevgili okurum.

Yezidiler ya da Ezidiler çoğunlukla Kürtçe konuşan etnik-dinî bir topluluğa verilen isimdir. Bu topluluğun Zerdüştlük ve eski Mezopotamya dinlerinden uzanan dinî inançlarına Yezidilik ya da Ezidilik denilmektedir. Ezidiler, temel olarak tarihte Asurluların bir parçası olan Irak’ın Ninova bölgesinde yaşamaktadırlar. 

Günümüzde, Irak Federal Kürdistan Bölgesi, Türkiye, Suriye, Ermenistan, Gürcistan, çeşitli Avrupa ülkeleri ve Rusya federasyonu sınırları içinde yaşıyorlar. Eskiye nazaran nüfusları çok azalmış. Ezidi kaynaklarına göre, şu anda bütün dünyada, Irak Federe Kürdistan Bölgesi’nde 400-450 bin, Suriye’de 15-20 bin, Türkiye’de binlerle ifade edilecek küçük bir nüfus, Rusya Federasyonu’nda 150-180 bin, Avrupa’da 60-75 bin olmak üzere toplam 750 bin Ezidi yaşamaktadır.

Ey Tanrım, Şeyh Şems ve Şeyh Ali; Ey Melek Tavus
Sultan Ezi’nin devrine inancım var,
Ezid’in ağıldaki kuzusuyum,
Ey Tanrım sen bizi baştan et, imandan etme.

“Ezidi” kelimesinin bu dinin tanrısı olan Azda kelimesinden türetildiği iddia edilmektedir. Kürt dilinde “Tanrı” ismini karşılayan iki kelime mevcuttur: Bunlar “Ezda” ve “Xweda”dır. Ezda beni yaratan, veren ve var eden anlamlarına gelmektedir. Xweda ise kendiliğinden var olan anlamına gelmektedir.

Yezidiliğin önceki ilahî dinlerde anlatılan “Düşmüş Melek’in yaratıcının buyruğuna rağmen insan karşısında eğilmeyip saygı göstermemesi, onun aslında ne kadar asil olduğunun tüm Evren’e ispâtıdır ve yaratıcı tarafından sınanmıştır. İşte bu sınavı başarı ile verip tüm insanlığın ve dünya işlerinin başına geçme hakkını kazanmış” diye düşünülür.

Düşmüş Melek, Melek Tavus olarak adlandırılır ve bir tavus kuşu ile simgelenir. Gururlu bir melek olduğundan tanrıya isyan etmiş, ceza olarak 40.000 sene orada yanmış, sonunda döktüğü göz yaşları bu ateşi söndürmüştür. Artık tanrıyla barışıktır. Düşmüş Melek, yemek pişiren ve yangın çıkaran ateş gibi, Dünya gibi hem iyi, hem de kötüdür. Yezidiler için Melek Tavus, en güçlü melek ve aynı zamanda affedilmiş Şeytan’dır. Bu ismi ağzına almak, mukaddes olduğundan yasaktır. Tanrı, özünde iyilikle dolu olduğundan ibadet edip onun gönlünü kazanmak gerekmez.

Aksine ibadetin ona değil, içi kötülüklerle dolu olana, Tavus’a yapılması ile kötülüğün en büyük kaynağından korunulur. Bu anlamda iyilik ve kötülüğün kaynağı aslında Melek Tavus’tur. Âhiret inancı gibi sonradan hesap verilecek bir yerin varlığı söz konusu değildir. İnsanın inanışına ve yaşayışına göre Dünya Cennet’e de, Cehennem’e de dönüşebilir. Melek Tavus, bütün bu işlerin denetleyicisi ve tanrının bu Dünya’daki gölgesidir.

MARUL YENMEZ, LACİVERT GİYİLMEZ

Ezidi inanışına göre, insan ölür ancak ruhu ölmez, ruh başka gövdelere geçerek varlığını sürdürür. Güneş, ay ve yıldızlar ışık kaynaklarıdır, onun için hepsi kutsaldır. Ateş, nur saçan bir kaynak olduğu için kutsanır ve ona asla tükürülmez. Kutsal kitapları olan “Kara Kitap”ta (Mishefa Reş) bazı yasaklar şöyle sıralanır: “Peygamberin adını çağrıştırdığı için marul yemek yasaktır. Kuru fasulye haramdır. Koyu mavi boya kullanmak, mavi elbise giymek yasaktır. Onu karnında sakladığı için Yunus Peygamber’e saygısızlık olmasın diye, balık yenmez.

Peygamberlerinden birinin sürüsü olduğu için ceylanların etini yemek haramdır. Tavus kuşuna saygısızlık etmemek için ona benzeyen horozun eti de yenmez. Güneş kutsaldır, ışık saçar, ısıtır, hayat verir. Yılan güneş ışığını çok sevdiği için yılan kutsal bir hayvandır, kesinlikle öldürülmez. Beyaz renk kutsaldır; beyaz, saflığın, temizliğin sembolüdür. Onun için Ezidiler, beyaz kıyafetler giymeye özen gösterir. Saç ve bıyık uzatmak, uzatılan saçları örgü yapmak gelenektir. Ezidiler için farz olan dini vecibeler şahadet, namaz (ibadet), oruç, zekât ve hactır.

YEZİDİLERİN İKİ TANE KUTSAL KİTABI OLDUĞU BİLİNİR

1. Meshaf Reş

15. yüzyılda yazıldığı ortaya atılmış olan ve Yezidilerin mitolojisini anlatan bir eser. Ayrıca kitabın sonunda Ezidilerin yapmalarının yasak olduğu şeyler bildirilir.

2. Kitab el Celve

Daha geniş bir zaman diliminde Yezidileri bilgilendiren yazılmış bir kitaptır. Bu kitapta, bu kitabın sadece Yezidiler tarafından okunması gerektiği ve yabancıların eline geçmemesi söylenir. Beş bölümden oluşur.
Birinci Bölüm: Melek Tavus’un ezelî oluşu ve sıfatları. Diğer dinlerin artık hükümsüz oluşu ve kitaplarının geçerliliğini kaybetmiş olduğudur.

İkinci Bölüm: Ödül ve ceza, reenkarnasyon.

Üçüncü Bölüm: Her şeyin Melek Tavus’un denetiminde olduğunu anlatan bölüm.

Dördüncü Bölüm: Mevsimler, yasalar ile ilgili bilgiler ve yabancı inançlara kapılmamak gerektiğine dair uyarılar.

Beşinci Bölüm: Kendisini simgeleyen kavramlara saygılı olmayı buyuran bölüm.

KUTSAL VADİNİN GİZEMİ

Her yıl 6-13 Ekim günleri arasında Laleş’te büyük Ezidi buluşması yaşanır. Bunun adı “Cema (Toplanma) Bayramı”dır. Şeyh Adi’nin türbesine yapılan hac ziyareti, onlar için hem dini, hem de milli bir vazifedir. Bu tören sırasında, şeyhin sandukasına yüz sürüp üç kez tavaf eden her Ezidi hacı olmuş sayılır. Şeyhin türbesine, Sırat Köprüsü denilen bir köprüden geçerek ulaşılır.

Türbenin içinde bir pınar var. Pınarın adı “Akpınar”dır (Kahniya Sipî). Bu pınarın suyuna zemzem suyu adı verilir. Çocuklarını bu pınarın suyuyla vaftiz ederler. Hac vazifesi, bir tören şeklinde yerine getirilir. Vadi boydan boya, kocaman dut ağaçlarıyla çevrilidir ve her dut ağacına bir büyük dini şahsiyetin adı verilmiştir. Bu ağaçlar teker teker ziyaret edilir. Vadide bulunan ağaçların tek dalını bile kesmek, günahların en büyüğüdür. Kutsal vadinin hiçbir yerinde ayakkabı ile dolaşılmaz. Burada zinhar cinsel ilişki kurulmaz. İçki içilip sarhoş dolaşılmaz. Kem gözle kimseye bakılmaz. Ziyaret boyunca her türlü kötülükten arınır insan, pür iyilikle dolar.

Terör örgütü Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütünün hedefinde olan Iraklı Yezidiler sık sık katliam ve zulümlerle karşı karşıya kalıyorlar.

Birleşmiş Milletler’e göre, Irak’ta terör estiren radikal İslam Devleti örgütünün saldırıları altında ‘soykırım’ tehdidi ile karşı karşıya kalan Ezidiler, tarih boyunca da birçok katliama uğradı, ana vatanları olan ülkelerden kaçmak zorunda kaldılar. İran ve Mezopotamya’da yaşamış, Ortadoğu’nun en kadim topluluklarından biri olan, kökenleri 4 bin yıl öncesine dayanan Ezidilerin hedef olmalarının sebebi ise onlara yapılan yanlış yakıştırmalar ve yaftalamalardı. Kimileri onları şeytana tapmakla suçladı, kimileri “güneşe tapanlar” olarak adlandırdı. IŞİD gibi radikaller tarafından ise ‘sapkın’ olarak görüldüler.

TC. kimliklerinde din hanesi boş

Türkiye’de yakın zamana kadar Ezidilerin nüfus cüzdanlarındaki din hanesinde (x) işareti vardı, şimdi ise bu hane boş bırakılıyor.

Avrupa’da Ezidiler herhangi bir baskı görmemelerine karşın resmi olarak tanınmıyorlar. Uca, Avrupa’nın Ortadoğu’dan gelenler için yalnızca ‘Arap’, ‘Türk’ ve ‘Farsi’ kimliklerini tanıdığını belirtiyor. Ancak Ezidilerin çok sayıda ve büyük çaplı örgütler ve federasyonlara sahip olduğunu, bunlar aracılığıyla resmi kurumlarla ilişkilere sahip olduklarını ekliyor.

Bu fotoğrafa iyi bak sevgili okur, iyi bak… Hangi insan hak ediyor bu kadar acı dolu bir hayatı? Hangi çocuk hak ediyor parklarda koşmak yerine kanlar içinde kalmayı? Hangi anne ister bedeninin satılmasını, çocuğundan ayrı kalmayı… Kim ister ki dini yüzünden durmadan yargılanmayı?

Çoğu Ezidi kadın, müslümanlık adı altındaki örgütün kölesi. Çoğu kız çocuk ise 8 yaşından itibaren tecavüze mağdur kalıyor. Kırlarda gezmesi gereken o çocuklar oynarken düşüp dizlerini kanatamıyorlar, küçücük yürekleri çoktan kan revan olmuş çünkü.

Bir insan en çok da başka bir insanın işkencesiyle cehennemi yaşıyor bu hayatta. Gerek var mıydı bunca kavgaya? Gerek var mıydı bir çocuğun çığlıklarını kapatıp dünyasını karartmaya… Ve ne gerek vardı Ezidileri koskoca dünyada yuvasız bırakmaya?

Biz insanlar değil miydik her görüşe saygı duyan? Her dini hoşgörüyle karşılayan! İnsan mıdır, masuma başkaldıran!.. Soruyorum sevgili okur, insan mıdır, bunu bir insana yapan!.. 

Orada Hâlâ Savaşın Ortasında Leylek Var..!


Gökyüzüne kışın baktığınızda ne görürsünüz? Durun ben söyleyeyim: Bulutlar hemde birbirine girmiş kocaman bulutlar… Başka da bir şey görünmez zaten değil mi? Haa belki de ay görünür o da ışık yansımasından anlarız başka da bir şey görünmez zaten ama yanılıyorsunuz o bulutların arkasında birbirinden özel pırıl pırıl parlayan yıldızlar var, yıldızları unuttunuz değil mi? İşte o yıldızlar hiç görünmez kışın yağan yağmur, kar arasında unutulur ama hep oradadır neden unutulur, çocuklar gibi.. Hâlâ savaş içinde savaşla karşı karşıya gelen çocuklar savaşın ortasında kurtarılmayı bekliyorlar, nasıl unuturuz neden unutuyoruz, bizler şu sıralar evlerimizden çıkmazken hapis hayatı yaşıyoruz diye söyleniyoruz , o çocuklar o evlerden çıktıklarında o sisli, kanlı bulutlar arasında kaybolmaktan korkuyorlar. Unutmamalıyız.. Unutmamalısınız..

Orada hâlâ savaşın ortasında leylek var”

Bizler nasıl unuturuz görmeyince görmediklerimizi illaki görmek mi gerekiyor hatırlamak için, çocuklar yıldız gibidir birbirinden özel pırıl pırıl onların umutlarını yarınlarını söndürmeye ne hakkı bulurlar kendilerinde! Bir politikaya bir siyasi güç için daha doğdukları günden itibaren yağan kurşun seslerine leylek sesi diyorlar çünkü leylekler İstanbul’dan gelir Kudüs’te dinlenir Kâbe’de yaşar.


Ahhh çocuklar… Bilmezler üstlerine yağan mermiler hayallerine yağdıklarını ve en kötüsü leylek sesinin kötü olduğunu ölümle burun buruna geldiklerin de anlıyorlar çünkü küçükler çünkü çocuklar bilmezler çünkü doğdukları günden beri aynı ses tak..! Taaak! Taak..! Tak!


İşin daha kötüsü bilmedikleri anlamadıkları bir çıkar için hayatlarının çalınacağını vatanlarından sürgün edileceğini bilmezler. Onlar hayata nefes almaya yaşamaya gönderilen melekler.. Okullarda ders işlenirken tek bir korku olur gözlerde acaba bulut mu olacak hayallerimiz? Haa bu arada bombaya da bulut diyorlar etrafımızda koskoca bulut, yumuşacık siz hiç bulutların üstünde zıpladınız mı? İdlip, Yemen, Suriye, Şam, Kudüs çocukları her gün her saniye bulutların arasında gri yakıcı bulutların üstünde! Gökyüzü onlar için mavi renk değil sadece özgürlük, baktıkça gülümserler gökyüzüne zaten hep yakın değiller midir çocuklar gökyüzüne?


Peki hiç siz savaşın ortasında maruz kaldınız mı? Leylek sesiyle uyudunuz mu mesela? Ya da kurşun sesini ninni yaptınız mı?

Patyum-Sosyal Öğrenci Platformu Öğrencileri Bekliyor

Yeni nesil sosyal öğrenci platformu olan Patyum, yayın hayatına başladı. Üniversite öğrencilerinin kurmuş olduğu Patyum, temeline öğrencileri alarak, onları bir platform çatısı altında bir araya getirmeyi amaçlamaktadır.

Patyum tüm öğrencilerin ihtiyaç duyduğu her şeyi, özgün bir şekilde derleyip, bire bir öğrenci deneyimlerini diğer öğrencilerle paylaşmayı, öğrencilere söz hakkı vermeyi ve onların sesi olmayı amaçlamaktadır.

Üniversite macerasına hazırlananlara birinci ağızdan deneyimleri sunmayı hedefleyen Patyum, üniversite öğrencilerine ise 4 yıl boyunca yol arkadaşlığı edip onlara her türlü konuda danışmanlık yapmayı amaçlamaktadır.

Bu uzun soluklu maceranın ilk adımlarının atıldığı bugünlerde sizlerde sosyal medya hesapları üzerinden Patyum‘a ulaşabilir, bu oluşumda yerinizi alabilirsiniz.

https://www.instagram.com/sosyalogrenciplatformu/?hl=tr

Murhpy’i Rahat Bırakın!

Murphy’yi Rahat Bırakın!

Edward Aloysius Murphy, Jr. Panamalı mühendisimiz, 11 Ocak 1918 -17 Temmuz 1990 yılları arasında yaşamıştır. ABD’de hava Kuvvetlerinde, 1949’da roketler üzerine deney yaρan mühendislerden birisiymiş. Çalışmalar sırasında her şey yolunda iken sunum sırasında asistanlardan bir tanesi bazı hatalar yapmış ve Murphy’nin projesi tamamıyla ters gitmiş ve olumsuz sonuçlanmış.

  • Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir.
  • Bir şeyin birkaç şekilde ters gitme olasılığı varsa, hep en kötü sonuç doğuracak şekilde ters gidecektir.
  • Herhangi bir şeyin olma olasılığı, arzu edilmesiyle ters orantılıdır.
  • Siz sınavlara istediğiniz kadar çalışın, sonunda her zaman çalışmadığınız bir yerden çıkacaktır! *

Bu cümleler ve benzerleriyle pek çok kez karşılaşmışızdır. 1990 yılında dünyadan ayrılmış. O ayrıldı ama sözleri Türkiye için bir yaşam felsefesi gibi sahiplenilmiştir. O kadar ki gün içinde yaşadığımız her şeyden Murphy sorumludur: Beğendiğimiz bir şeyi tam alacakken, ay sonu, para bitti. Kesinlikle bizim bütçe planlamamız değil Murphy’nin suçu. Sonbaharda pikniğe gittik, kahretsin yağmur başladı. Lanet olsun sana Murphy. Trafiğin en yoğun olduğu vakit, bizim şerit dolu diye yan taraftaki boş şeride geçeriz, şimdi de orası doldu. Kesin Murphy. Otobüsü kaçırdık- ‘ah şu Murphy yok mu!’ kesinlikle sebep bizim zaman planlamamız değil Murphy’dir suçlu. O sehpayı oraya koyan biz olmamıza rağmen serçe parmağımızı sehpaya bacağına denk getirmekte bizim dikkatsizliğimiz değil Murphy’dir. Anlattığın bir şeyin dinlenme ihtimali, anlatma isteğinle ters orantılıdır. Çünkü bizim etkili anlatamadığımızdan değil yine Murphy kurallarıdır. Yani gördüğünüz gibi bizim sorumsuzluk ve dikkatsizliklerimizin yegâne sebebi Murphy’dir.

         Murhpy kanunlarının varlığını ya da yokluğunu filan ispatlamaya çalışıyor değilim. Elbette Murphy’nin doğru yerlerde kullandığı haklı gerekçeleri var. Reçel sürülmüş ekmeğin reçelli yüzünün yere düşmesi Murphy Kanunları, lakin reçelli ekmeğe hâkim olamama ve onu yere düşürme yetisi sizin. Yani başımıza gelen her olaydan Murhpy’yi suçlu tutamayız. Ana durakta beklediğiniz otobüsün henüz gelmemiş olması Murphy, o otobüsün ana durakta olduğu saate sizin orada olmamanız sizin sorununuz. Ne 1990 yılında ölmüş bir adamın tecrübe ettiği talihsizliklerden yola çıkarak kanunlaşmış aksilikler ne de diğer insanlar sizin gününüzü mahvetmeye çalışıyor. Aslında bakarsanız herkes gün içinde yapması gerekenleri yapıyor ve sadece yaşıyorlar. Sizi müşkül duruma sokmaya çalışan bir düşmanınız yoksa tabi.

                Demem o ki: Mahvolan o gününüzü Murphy kanunları değil siz mahvettiniz. Sizin zaman programlayamamanız, sizin dikkat eksikliğiniz ya da sizin tercihlerinizle ne o kaçırdığınız otobüsün şoförünün nede Murphy’nin umurunda. İnanın bana dünya sizinle ilgilenmiyor, sizin kötü geçen gününüzün dünya farkında bile değil. Peki siz kendinizi neden bu kadar önemsiyorsunuz? Neden Murphy kanunlarının ya da etrafınızdaki insanların işi gücü kendi yokta sizin gününüzü mahvetmeye çalıştığını düşünüyorsunuz?

                Yaklaşık yedi milyar nüfuslu dünyada yedi milyarda bir insan olarak, kendinizden pay biçin “Dur, şunu şöyle yapayım, bu da böyle olsun da onun işi rast gitmesin” diye planladığınız bir şey oldu mu? Kötü bir kişiliğe sahip değilseniz, hayır. Çünkü sizin de işiniz gücünüz var başkalarının işinin ters gitmesi size fazladan bir şey kazandırmaz. Tıpkı yedi milyar insan gibi.

                Elbette ters gitmesi gereken her şey ters gidecektir ama bunun sizinle bir ilgisi yok. Yaşam şartları içinde olması gereken her şey olması gerektiği gibi olacaktır. Kendinizi bu kadar önemsemeyin ve Murhpy’yi rahat bırakın!

*Alıntı: Uğur Eskici (https://www.ugureskici.com/notlarim-makalelerim/murphy-kanunlari)

III. Dünya Savaşı’nın Çıkmasını Önleyen Soyvet Subay “Stanislav Yevgrafovich Petrov”

Eğitim yeri: Kiev Askeri Havacılık Mühendislik Akademisi

Görev yeri: Rusya Stratejik Roket Kuvvetleri’nde Yarbay

II. Dünya Savaş’ından sonra, dünya komünist ve kapitalist olmak üzere iki kutba ayrılmıştı.

Her iki ülke de karşı tarafın ani bir nükleer saldırı başlatmasından korktuğu için sürekli diken üstündeydi, bu yüzden uydular, radarlar ve casus uçaklarıyla sürekli birbirlerini gözlemliyorlardı.
Kendilerine bir saldırı başlatıldığını anladıkları an bir kaç dakika içinde karşı saldırı başlatmak için acil durum prosedürleri oluşturmuşlardı.

Abd ve Sovyetler arasındaki gerilim zaman zaman tırmanıyordu, bu gerilim Soyvet jetlerinin 1983’te yanlışlıkla Soyvet hava sahasına giren ve çok sayıda Amerikan vatandaşının taşıyan bir yolcu uçağını düşürmesiyle gene artmıştı. Uçak düşürme olayından yaklaşık 20 gün sonra 25 eylül 1983 gecesinde, Soyvetlerin erken uyarı sisteminin bulunduğu komuta odasında o gün izinli olan ancak görevli subay hastalandığı için onun yerine görev yalan yarbay Stanislav Petrov için her şey olağan görünüyordu.

Ancak birden hayatında hiç duymak istemediği alarm çalmaya başladı, Petrov ekranına baktı ve Abd’den ateşlenen nükleer bir füzenin Sovyetler’e doğru gelmekte olduğunu gördü.
Bu durumda Petrov’un görevli subay olarak yapması gereken derhal üstlerine haber verip karşı saldırı başlatmak olucaktı. Ama o hiç bir şey yapmıyordu, alarmın yanlış olabileceğini düşündü çünkü gelmekte olan sadece bir tane füze vardı. Eğer Abd nükleer bir saldırı başlatacak olsaydı yüzlerce nükleer füze ile saldırır diye düşünüyordu.
 
Ama kısa bir süre sonra 4 alarm daha duydu artık ekranda 1 değil tam 5 tane füze  görünüyordu. Petrov yine emin olamadı. Karşı saldırıyı başlatmak yerine, oturup beklemeye karar verdi. Komuta üssünü aradı ve belkide nükleer savaşı engelleyen şu cümleyi kurdu “Radar sistemi arıza yaptı, Füze uyarıları dikkate alınmamalı” Eğer yanılıyorsa ülkesi nükleer bir saldırı altında kalacak ve karşılık vermek için çok geç olucaktı.

Petrov’a 15 yıl gibi gelen 15 dakika da geçmişti ve hiç bir şey olmamıştı. Petrov haklı çıkmıştı. Uyarı sistemleri hiç bir füze olmadığı halde hata vermişti ama o sezgilerine güvenip kendini haklı çıkartmıştı. Ve 3. Dünya savaşının çıkmasına engel olmuştu.

Bazı Şeyler

Bazı şeylerin tarifi olamaz
Kelimeler yetersiz kalır nefesin yetmez.
O şeylerdensin SEN.
Bir uyku hali var gözlerinde
Sanki olup bitenden kaçar gibi
Yorulmuşsun besbelli
Saydın mı kaçıncıydı bu?
Yüzün bir baş kaldırış göğe
Dünyaya güzelliği anlatıyor.
Sözlerinde bir gizem gizlenmiş
Baharı getiriyor kırsala..
Dedim ya
Bazı şeyler tarif edilmez diye
Sende onlardansın…

Ey Hürriyet!

Dostum,

Zamanın hızlı telaşına kapılıp giderken birbirimize fazla vakit ayıramadık. Ne yazık ki bu defa aramıza zamanın ötesinde; tüm insanlığı etkisi altına alan bir engel girdi. Senle daima gitmek istediğimiz Çin’den, ta memleketimize kadar gelen bir hastalık binlerce canı alıp götürdü. Bu süreçte herkes işini gücünü bıraktı; eğitim ve öğretime ara verildi, esnaflar dükkanlarını kapadı, çocukların sokakları dolduran şen gülüşleri kesildi, kuşlar bile gökyüzünü terk etti sanki… Arabaların kirli egzoz dumanları kesilince, dışarda fütursuzca sigara tüttüren insanlar evlerine dağıldıkça gökyüzü daha bir maviye büründü.

Bu süreçte herkes kendisine bolca vakit ayırdı. Hal böyleyken sevgili dostum, ben de kendimle baş başa kaldım. Bolca kitap okudum. Yaşar Kemal’in ‘Kuşlar da Gitti’ eseri başucumda yer alırken yazıyorum bu satırları. Birazdan kaldığım yerden devam edeceğim. Yani o güzelim İstanbul’un yıllandıkça değişen, içerisinde hayat mücadelesi veren, güzel olduğu kadar kendine sığınan insanlara çektirdiği cefaların öyküsünü okuyacağım. Her güzelin cefası olurmuş… İstanbul da  öyle bir diyar. Hazır İstanbul’un bahsi geçmişken oradaki vaziyetten de haberdar edeyim seni. İstanbul’da durumlar daha fena. Sokaklar bomboş, insanlar endişeli, vaka sayıları almış başını gidiyor. Kalabalık memleketin hali de bir başka zor oluyormuş. Çok şükür bizim burada durumlar iyiye gidiyor…

Sen nasılsın? Bu durum seni de bir hayli etkilemiştir eminim. Gökyüzünün maviliğini, kuşların eşsiz raksını özlemişsindir. Belki beni de özlemişsindir… Özledin mi sahi? Biliyorum, vaktimden bir lahza feda edemedim sana. Kızgınsın, belki dargınsın. İnsan birçok şeyin değerini kaybettiğinde anlıyormuş. Bunlardan birisi de özgürlük ve sağlık. Özgürlüğüm, sağlığım için kısıtlandı ve ben ziyaretine gelemiyorum. Şimdi anlıyorum hürriyetin yeryüzündeki en büyük hazine olduğunu… En çok da seni özledim. Dışarda korkusuzca dolaştığım zamanlarda yapmadığım için  pişmanlık duyduğum tek şey, şüphesiz ki seni daha sık ziyaret edememek oldu. Şu an halini daha iyi anlıyor, içinde bulunduğun kuyunun derinliklerinde çırpınıyorum sanki. Ne güzel şeymiş özgürlük, ne güzelmiş gökyüzü, ah ne eşsiz bir nimetmiş sağlık! 

Sana Nazım’ın dizleriyle veda ediyorum sevgili dostum. Sağlıcakla kal… 

Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak

Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Müslüm Gürses Akbaş

Gerçek adı Müslüm Akbaş olan Müslüm Gürses, 7 Mayıs 1953’te Şanlıurfa’nın Halfeti ilçesinin Fıstıközü köyünde, tarım işçileri Mehmet ve Emine Akbaş çiftinin ilk çocuğu olarak dünyaya geldi. Bir erkek ve bir kız kardeşi daha olan Müslüm Gürses’in ailesi, bir süre sonra Adana’ya göç etti.

Arabesk müziğin güçlü seslerinden olan ve daha çok ‘Müslüm Baba’ olarak anılan Müslüm Gürses, şarkıcılığa 1965 yılında, küçük yaşta Adana’da bir çay bahçesinde şarkılar söyleyerek başladı.

Terzi çıraklığı ve kunduracılık yaptı, o yıllarda bir gazinoda sahneye çıktı. Ayrıca ilkokuldan mezun olduktan sonra 14 yaşındayken, 1967 yılında Adana Aile Çay Bahçesi’nde düzenlenen yarışmaya katıldı ve birinci oldu. Soyadını “Gürses“ olarak değiştirdi.

1967 yılından itibaren TRT-Adana-Çukurova Radyosunda da her hafta cumartesi günü canlı olarak türküler söyledi. 1968 yılından itibaren piyasaya ilk 45’likleri çıkarmaya başladı. İlk plağı 1968 tarihli “Emmioğlu/Ovada Taşa Basma” plağıdır ve Ömür Plak , Adana basımıdır. Ömür Plak ile toplam 4 adet 45’lik yaptı.

İstanbul’a gelen Gürses, Selahattin Sarıkaya’nın sahibi olduğu Sarıkaya Plak ile 2 adet 45’lik Plak yaptı: “Giyin Kuşan Selvi Boylum/Hayatımı Sen Mahvettin” ile “Gitme Gel Gel/Haram Aşk”.

Daha sonra 1969 yılında yine İstanbul’da Palandöken firması ile çıkış parçası olan “Sevda Yüklü Kervanlar’ı içeren “Sevda Yüklü Kervanlar/Vurma Güzel Vurma” isimli 45’lik Plağı çıktı. Bu plak tam 300.000 adet satarak rekor kırdı.

Gürses, bu plaktan sonra askerliğini yaptı, tekrar İstanbul’a gelerek aynı firmada plaklarını çıkarmaya devam etti. Palandöken firması ile tam 13, sonra Bestefon firmasi ile tam 4, daha sonra Hülya Plak ile tam 15 ve nihayet Çın Çın Plak ile tam 2 adet 45’lik plak yaptı.

ŞARKILARINDAKİ GİBİ BİR HAYAT YAŞADI

Müslüm Gürses, yoksul bir ailenin çocuğu olarak başladığı hayat serüvenin sonunda, kendisine “Müslüm Baba” diye seslenen çok sayıda sevenini gözü yaşlı bıraktı.

Tedavi gördüğü hastanede bugün vefat eden Müslüm Gürses, şarkılarındaki gibi “hüzünlü”, “acı”, “ızdırap”, “kader” denilebilecek olaylarla dolu bir yaşam geçirdi.

Kariyerinin büyük bölümünde “kenar mahalle”, “varoş” müziği yaptığı yönünde eleştirilere maruz kalan Gürses, hemen her türden müzisyenin ve müzikseverin saygısını kazanmış güçlü bir yorumcu, bir “fenomen” olarak hayata veda etti.

-Müslüm Akbaş olarak doğdu-

Gerçek adı Müslüm Akbaş olan Müslüm Gürses, 7 Mayıs 1953’te Şanlıurfa’nın Halfeti ilçesinin Fıstıközü köyünde, tarım işçileri Mehmet ve Emine Akbaş çiftinin ilk çocuğu olarak dünyaya geldi. Bir erkek ve bir kız kardeşi daha olan Müslüm Gürses’in ailesi, bir süre sonra Adana’ya göç etti.

İlkokuldan sonra eğitime devam edemeyen Gürses, terzilik öğrenmesini isteyen babasının karşı çıkmasına rağmen 15 yaşındayken Adana’da bir aile çay bahçesinde düzenlenen ses yarışmasına katılarak, birinci oldu. Müslüm Gürses, Halk Eğitim Merkezi’nde müzik derslerine katıldı.

Kendi deyimiyle “İşler iyi gitmediği için” çay bahçesinde türkü söylemeyi bırakan Gürses, terzi ve ayakkabı tamir atölyesinde çalışmayı sürdürdü. Bir arkadaşının referansıyla Adana’daki bir gazinoda yeniden türkü söylemeye başlayan sanatçı, mikrofonu bu kez bir daha bırakmadı. Müslüm Gürses, aile çay bahçelerinin yanı sıra Adana’da pavyonlarda sahne aldı.

-İki trajedi-

Şöhret basamaklarını tırmanmak için hazırlanan Müslüm Gürses, o günlerde annesi Emine Akbaş ile kardeşi Ahmet Akbaş’ı toprağa verdi. Öldürülen annesinin katili babası Mehmet Akbaş’tı. Müslüm Gürses, cezaevine giren babasıyla bir daha görüşmedi. Sanatçı, hayatının bu noktasıyla ilgili röportaj vermemeyi tercih ederken, cezaevinden çıkan babası Şanlıurfa’da yeni bir hayat kurdu. Müslüm Gürses, 2010 yılında 75 yaşında vefat eden babasının cenazesinde taziyeleri kabul etti.

-İlk plağı “Emmioğlu-Ovada Taşa Basma”-

TRT-Adana-Çukurova Radyosu’nda her hafta cumartesi günü canlı olarak türküler söylemeye başlayan Gürses, 1968 yılından itibaren piyasaya ilk 45’liklerini çıkarmaya başladı. İlk plağı 1968 tarihli “Emmioğlu-Ovada Taşa Basma” plağı oldu.

İstanbul’a giden Gürses’in, burada kaydettiği “Sevda Yüklü Kervanlar” adlı şarkısı geniş kitlelere ulaştı. Akbaş olan soyadı “Gürses” olarak değişirken, sanatçı, ikinci çıkışını, 1971 yılında “Ben İnsan Değil Miyim?” ile yaptı.

-Ağır trafik kazası geçirdi-

Gürses’in, 1978 yılında Tarsus’tan Adana’ya dönerken geçirdiği trafik kazasında, kendisinin içinde bulunduğu otomobili kullanan sürücü öldü. Öldüğü düşünülen Müslüm Gürses hastanede yaşama tutundu. Hayatı boyunca izlerini taşıyacağı kazada Gürses’in alnı ciddi biçimde zedelendi ve başına beynini koruyacak plaka takıldı. Bu kazadan dolayı koku alma duyusunu neredeyse tamamıyla yitirdi. İşitme duyusu da ciddi biçimde zarar gördü.

-Filmleri ağlattı-

İlk kez “İsyankar” 1979 yılında çekilen filmle kamera karşısına geçen Gürses, dönemin şarkılı filmlerine uygun bir çok uzun metrajlı filmde rol aldı.

“Adam öldürmeye hazırım ama cinayet işleyemem”, “Yumurtaya can veren Allah’ım yeşil biberi nasıl yarattın?” gibi repliklerin de olduğu bu filmlerde Müslüm Gürses, suça sürüklenen, alkolizmin batağına saplanmış gençleri, acı dolu hayat hikayelerini canlandırdı.

Kariyerinin son döneminde de bir çoğu komedi türündeki filmde, yardımcı oyuncu olarak göründü.

-Muhterem Nur’la evlendi-

Müslüm Gürses’in, sinema oyuncusu Muhterem Nur ile birlikteliği, kendisi için dönüm noktası oldu. 1982 yılında Adana turnesinde ilk tanışmalarında, “Sahneye ilk kim çıkacak” kavgası eden çiftin yolları, bir daha ayrılmadı.

Gürses, “Esrarlı Gözler” isimli şarkısını Muhterem Nur için beslediği söylendi. Muhterem Nur ise eşinin isteğiyle sanat yaşamını sonlandırırken, Müslüm Gürses’in en büyük destekçisi oldu.

-Müslümcüler-

Acıların olgunlaştırdığı Müslüm Gürses, “Müslüm Baba” lakabıyla anılırken, arabesk dünyasında, “Ferdiciler”, “Orhancılar” gibi, “Müslümcüler” ismiyle anılan, kendisine tutkuyla bağlı bir dinleyici kitlesi edindi.

Müslüm Gürses, şarkılarında, kendisini umutsuz, çaresiz hissedenlerin hislerine tercüman oldu. Bir röportajında Orhan Gencebay ile arasındaki farkı, “Orhan abi bizim pirimizdir. Orhan Gencebay, ‘Böyle gelmiş böyle gitmez’ diyor bizse ‘Böyle gelmiş böyle gider’ diyoruz” diyerek ifade etmişti.

Müslüm Gürses ve dinleyicileri, akademisyenler Caner Işık ve Nuran Erol’un, “Arabeskin anlam dünyası ve Müslüm Gürses örneği” isimli tez çalışmasına da konu oldu.

Gürses, 80’li yıllardan itibaren hemen her yıl birden fazla albüm çıkararak sevenlerini mutlu etti. “Benim meselem”, “Biz babadan böyle gördük”, “Esrarlı gözler”, “Usta”, “Şu dağlarda kar olsaydım”, “Tanrı istemezse” şarkılarının yer aldığı kasetler büyük beğeni topladı.

Konserlerine, zaman zaman kendilerini jiletle kesen marjinal grupların da görüntüleri yansıdı. Bursa’daki bir konserinde bıçaklanan Gürses, kendisini bıçaklayan hayranını affetti.

-Kariyerinin son dönemi-

Geçmişte arabesk şarkıların dışında, “Ötme Bülbül”, “Şu Diyarı Gurbet Elde”, “Haydar Haydar” gibi türkü ve deyişleri, “Seni Ben Ellerin Olsun Diye Mi Sevdim?”, “Söyleyemem Derdimi” gibi şarkıları kendi tarzında yorumlayan Müslüm Gürses, kariyerinin son döneminde, müzikal altyapılarına sadık kalarak seslendirdiği, pop ve rock şarkılarıyla geniş kitlelere ulaştı.

Güçlü yorumuyla, Bülent Ortaçgil’in “Sensiz Olmaz”, Nilüfer’in “Olmadı Yar”, Teoman’ın “Paramparça”, Yeni Türkü’nün “Olmasa Mektubun”, Tarkan’ın “İkimizin Yerine”, Kenan Doğulu’nun “Tutamadım Zamanı”, Sezen Aksu’nun “Vazgeçtim”, “Belalım”, Fikret Kızılok’un “Gönül”, Hümeyra’nın “Sessiz Gemi”, Şebnem Ferah’ın “Sigara” isimli şarkıları seslendirdi.

Müslüm Gürses, kendisine saygı ve sevgiyle yaklaşan yeni dinleyici kitlesiyle, “Rock İstanbul 2004” festivalinin de aralarında bulunduğu açık hava konserleriyle bir araya geldi.

Yazar Murathan Mungan’la “Aşk Tesadüfleri Sever” isimli albüme imza atan Müslüm Gürses, bu albümde, Mungan’ın Türkçe sözler yazdığı, David Bowie’den Garbage grubuna, Leonard Cohen’den Björk’e birçok yabancı müzisyenin bestesini başarıyla seslendirdi.

-Polemikler ve Müslüm Gürses-

Kendisine yönelik “Şarkıları insanları umutsuzluğa sevk ediyor” eleştirilerine, “Ne demişiz biz, bugün batarsa güneş yarın yeniden doğar”, “İnsanın hayatında neşenin yeri olduğu kadar hüznünde yeri olacaktır” diyerek bu görüşe karşı çıktı.

“Sınıf atladı” eleştirileri karşısında, sadık dinleyicilerine “Değişmedik. Özümüzde aynıyız. Müsterih olsunlar” şeklinde mesaj verdi.

Sanatçı Fazıl Say’ın arabesk kültürü hedef alan sözleri karşısında uzatılan mikrofona, Müslüm Gürses, “Sanatçı sevgili, saygılı olur. Asil azmaz, bal kokmaz, kokarsa yağ kokar, onun da aslı ayrandır” dedi.

Sanatçı Fazıl Say ise Müslüm Gürses’in hastalığı duyulduğunda, “En sert tartışmalarda en ağır sözleri karşılıklı söylemiş olsak bile, bu hayatta bambaşka müzik kulaklarımız, bambaşka gelecek hayallerimiz olsa bile, sonuçta bütün kavgalar da insanidir, bir insanın yaşama dönmesini istemek de insanidir, sonuçta insanız, ölümden değil, yaşamaktan yanayız, hayata dön Müslüm Baba” şeklinde mesaj yayımlayarak üzüntüsünü dile getirmişti.

Dinleyici kitlesi

Müslüm Gürses`in dinleyici kitlesi birçok araştırmaya konu olmuştur. Doktora tezleri dahi yazılmıştır (Mesela 2002/ Bağlam Yayıncılık : Caner Işık / Nuran Erol , ” Arabeskin Anlam Dünyası ve Müslüm Gürses Örneği “).

1999 yılında Müslüm Gürses’ in o dönemde 15 yıl boyunca albümlerini çıkardığı Elenor plak firmasıyla yolları ayrıldı.

Ocak 2006`da Gönül Teknem adlı albümü Seyhan Müzik etiketiyle raflardaki yerini aldı. Gürses’in, 2006’da yazar Murathan Mungan’la ortak projesi “Aşk Tesadüfleri Sever” Pasaj Müzik etiketiyle müzik marketlerdeki yerini aldı. Mungan’ın sözlerini yazdığı, David Bowie’den Garbage’a, Leonard Cohen’den Jane Birkin’e birçok yabancı müzisyenin bestesini yaptığı şarkıları seslendirdi. Sonra 2009 yılında yine aynı firmadan çarpıcı bir albüm “Sandık” ile Müslüm Gürses sahnelere geri döndü.

2010 yılında Kasım ayında yeniden Pasaj Müzik ile “Yalan Dünya” isimli bir albüme imza atmıştır.

4 aydır yoğun bakım ünitesinde kontrol altında tutulan arabesk müziğin ünlü ismi Müslüm Gürses, vefat etti. Vefat haberi ajanslardan önce televizyon kanallarından son dakika haber olarak verildi.

Müslüm Gürses’in durumunun ağırlaşması üzerine 1 Mart 2013 cuma günü vefat haberi yayılmış, bu bilgi doktorlar tarafından yalanlanmıştı.

Doktorları 1 Mart 2013 cuma günü yaptığı açıklamada, “Müslüm Gürses’in durumu ağır, bir iyileşme gözleyemiyoruz. Her an kaybedebiliriz ancak beyin ölümü henüz gerçekleşmedi” demişti.

DOKTORUNDAN İLK AÇIKLAMA

Yoğun bakımda tedavisini yürüten Kardiyolog Deniz Şener, gazetecilere 3 Mart 2013 günü yaptığı açıklamaya “Müslüm Baba’yı malesef kaybettik” diyerek başladı. Şener, Çok uzun ve yorucu bir tedavi süreci geçirdik. Bu sabah da kalbi durdu. yapılan müdahalelere rağmen hayata döndüremedik. Muhterem hanımefendiye burumu aktardıktan sonra da sizlerle paylaştık. Hepimizin başı sağ olsun dedi.

Şener, kalbinin sekiz sularında durduğunu, müdahalelere cevap vermeyen Gürses’in 3 Mart 2013 günü saat 10:30’da vefat ettiğini açıkladı.

Sanatçının manejeri Nevzat Takmaz da 4 Mart günü Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda tören düzenleneceğini, ardından Teşvikiye Camii’nde kılınacak cenaze namazındın sonra sanatçının Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verileceğini söyledi.

Gürses için ilk tören 4 Mart 2013 günü Cemal Reşit Rey konser salonunda yapıldı.

Törenin yapıldığı salona, ayakta durmakta güçlük çektiği için iki kişinin yardımıyla giren Gürses’in eşi Muhterem Nur’un göz yaşlarını tutamadığı görüldü.

Oturduğu yerde mikron verilen Muhterem Nur, sanatçının tüm sevenlerine teşekkür ederek, “Dünyanın en iyi insanını kaybettiğim için çok üzgünüm. Onun gibi bir insan bir daha gelmeyecek” diye konuştu.

“Sesi hep kulağımızda olacak”

Törene katılan Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, Müslüm Gürses’e Allah’tan rahmet, sevenlerine başsağlığı diledi.

Orhan Gencebay, Müslüm Gürses ile çok eski bir dostluklarının olduğunu belirterek, Gürses ile ilgili anılarını paylaştı.

Gürses’in saygılı ve kadirşinas biri olduğunu hatırlatan Gencebay, sanatçının değerlere özen gösterdiğini kaydetti. Hastanenin ve doktorların elinden geleni yaptığını vurgulayan Gencebay, “Allah’ın emri buydu. Allah rahmet etsin, her zaman kalbimizde yaşayacak” diye konuştu.

Selami Şahin, Gürses ile 40 yıla yakın bir dostluklarının bulunduğunu ifade ederek, şunları söyledi.

“Müslüm Gürses’in yeri dolmayacak. Çok hümanist, kimseye karşı kötülük düşüncesi olmayan biriydi. Din, dil ırk ayrımı yapmazdı. Onu anlatmak için kelimeler yetersiz. Yüreğim yanıyor, Erken ayrıldı. Rahmet diliyorum.”

Nuri Sesigüzel, sahnede Gürses için Fatiha okuttu. Nuri Sesigüzel, Gürses’in değerli bir sanatçı olduğunu dile getirerek, “Kimseyi kırmazdı. Ha var ha yok, ama sanatta, sözde, yürekte var” dedi.

Konuşmaların ardından sahneye çıkan sanatçı dostları Gürses’in tabutu başında dua etti. Bu sırada salondaki bazı hayranları da “Müslüm Baba” şeklinde slogan attı.

Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi

Gürses’in cenazesi, Teşvikiye Camisi’nde öğle vakti kılınan namazın ardından İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait araçla Zincirlikuyu Mezarlığı’na getirildi. Yaşanan izdihamdan dolayı cenaze, ikindi vakti mezarlığı getirilebildi.

Mezarlık önünde uzun süre bekleyen hayranları cenazenin gelmesiyle tekbir getirdi ve “Müslüm Baba” sloganları attı. Gürses’in cenazesi, omuzlanarak mezara kadar taşındı.

Cenazenin toprağa verilmesi sırasında da izdiham yaşandı. Mezara toprak atmak isteyenler arasında zaman zaman tartışmalar çıktı. Sanatçının cenazesi dualar eşliğinde toprağa verildi.

Müslüm Gürses 38 filmde oynamıştır. Bu filmler şunlardır:
Ağlattı Kader – 1984
Amerikalılar Karadeniz’de 2 – 2007
Anlatamadım – 1983
Balans ve Manevra – 2005
Bağrı Yanık – 1980
Beleşçiler – 1986
Bir Akıllı Bir Deli – 2002
Bir Yıldız Doğuyor – 1984
Çare Sende Allah’ım – 1984
Çığlık – 1986
Dertler İnsanı – 1990
Dünya Boştur – 1990
Esrarlı Gözler – 2008
Garibanlar – 1984
Güldür Yüzümü – 1985
Hasret – 1980
İkizler – 1985
İsyankar – 1979
İtirazım Var – 1980
Kader Rüzgarı – 1986
Kısmetin En Güzeli – 1986
Kul Kuldan Beter – 1985
Kul Sevdasi – 1980
Küskünüm – 1986
Muhabbet Kuşları – 2002
Mutlu Ol Yeter – 1981
Oğlum – 1987
Ömerçip – 2002
Seher Vakti – 1986
Sev Yeter – 1984
Sevmemeli – 1988
Şov Bizinıs – 2011
Talihsizler – 1987
Töre – 1986
Yalnızlık Korkusu – 1988
Yaranamadım- 1985
Yıkıla Yıkıla – 1986
Zeytin Gözlüm – 1980

Her Türk Asker Doğar

Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)

Türk Silahlı Kuvvetleri, Genelkurmay Başkanlığı Karargâh ve Karargâha bağlı birlikler ile Kara Kuvvetleri Komutanlığı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı ve Hava Kuvvetleri Komutanlığından meydana gelmektedir.

Tarihçe

MÖ 209’da kurulduğu kabul edilen ilk düzenli ve disiplinli Türk ordusunun Büyük Hun İmparatorluğu döneminde oluşturulduğu, bu yeni yapıda en büyük birliğin, 10.000 kişiden oluşan tümenler olduğu, tümenlerin binli, yüzlü ve onlu olmak üzere kademeli olarak küçülen birliklere ayrıldığı, söz konusu bu teşkilat yapısının küçük değişikliklerle tarih boyunca bütün Türk devletlerinde varlığını sürdürdüğü görülmektedir.

Değerli İnsanlardan Sözler

Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu! Memleketini en buhranlı ve müşkül anlarda zulümden, felaket ve musibetlerden ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmış isen Cumhuriyet’in bugünkü feyizli devrinde de askerlik tekniğinin bütün modern silah ve vasıtalarıyla mücehhez olduğun hâlde, vazifeni aynı bağlılıkla yapacağına hiç şüphem yoktur.

Mustafa Kemal ATATÜRK

Askerlik rütbe ve elbise değil, ruhtur.

Hüseyin Nihal ATSIZ

Kendileri için en büyük tehlikenin, bu ülkenin evlatlarında cihâd ve askerlik ruhunun uyanması olduğunu çok iyi bilirler.

Seyyid KUTUB

Emret komutanım, demek, emret öleyim, demektir. Çünkü askerlik, ölmenin emredilebileceği tek meslektir…

Hakan GÜNDAY

Askerlik barışda meslek, savaşda sanattır.

Özdemir ASAF

Askerliğin bana öğrettiği birkaç şey;

• Dik durmak.

• Hızlı hareket edebilmek.

• Sesli bir şekilde konuşabilmek.

• Binlerce kişiyle bir vücut olup aynı anda adım atabilmek.

Ordadır Bayram, Ordadır İstigmam

Kalemi her elime alışımda sarıyor etrafımı düşünceler. Ne yazacağımı bilmeden oturunca beyaz sayfaların önüne, binlerce şey gelirdi aklıma. Şunu yaz, bunu yaz…  Ama mazide kalmış o günler sanki. İçimde bir insiyak var gitmek bilmeyen. Sanki ona iltica ettim de tamamen ona aitim artık. Acıyı yazmaktan, acıyı anlatmaktan korkan yüreğim şimdi sanki acıya meftun olmuş. Başka bişey yazmayı ayıp sayıyor vicdanım. Bunca acının olduğu yerde kalemim isyanlar dehlizinde boğuluyor gibi. Ben artık acı bir kalemim. Serzenişim bir bayram sabahından yükselecek bu sefer. Tüm mazlumlar adına…

15 Haziran 2018

02:28

Karanlık bir geceden yükseliyor yine feryatlarım. Hiç kimsenin duymadığı, duymak istemediği haykırışlarım… Küçük pencerelerden geçmiyor hayallerim. Çarpıp dönüyor gerisin geriye. Mahir bir ressam değil artık düşüncelerim. Neydi ağaç mesela? Her zaman dallarında öten kuşlar artık neden yok? Neden farksız her lahza birbirinden? Müşfik bir el neden yok omuzlarımda, ağlarken? Yine daldım çıkmazlara ayın karanlığıyla. Mihnetler doldurdum sol cebime yine. İyisi mi varıp uzanayım yatağıma belki yarın güzel bir şeyler olur kim bilir. Ne de olsa bayram değil mi? Büyüklerim başımı okşar belki, cebime para sıkıştırırlar mendilin içinde. Hem belki lunaparka götürürüm çocukları. Götürürüm ama onlardan daha çok eğlenirim kesin. Evet evet uyumalıyım artık. Hem sabah erkenden bayram namazına uyandırır babam şimdi. İmam efendiyle birlikte açtırır bize camiyi yine her yıl olduğu gibi. Sonra dedemin mezarına gideriz. Özlemlerimizi bırakırız toprağına. Bütün herkesle bir kahvaltı sofrası etrafında toplanırız. Ekmekler el yakar gelince. Gülmekten boğazımızda kalır lokmalar. Mahalleyi dolaşırım sonra kapı kapı. Hasret teyze el açması baklavasından yapmıştır yine kesin. ‘’Bi tabak daha yen  mi yavrum?’’ diye sorar değil mi bu bayram da? Gözlerime perde iniyor, sabah olmak üzere.

05:24

Güneş yine bu hayallerle uyandırdı bizi. Uyandık uyanmasına ama bu yüreğimdeki kor da neyin nesi? Herkes en güzel kıyafetini giymiş. Hakkı olan 3 tanenin en güzelini, en yenisini, en temizini… Sevgilinin huzuruna çıkacaktık tabi. Onun huzuru bayramdı bize. Ama hayret babam uyandırmadı bu bayram namazına. Tanıdık değil bu bayram sabahı bana. Kimseye değil… Dördüncü kez aynısı ve belki de daha da sürecek olsa da… Ama olsun, ayrı bir tat veriyor bu sefer. Hiç bu kadar içten düşmemişti gözlerimizden yaşlar. Hiç bu kadar kurumamıştı dudağımız susarken. Hiç bu kadar sıkı sıkı sarılmamıştım kimseye ben bayramlaşırken. Aldığım hiçbir şeker bu kadar değerli değildi. ‘’Allah seni evlatlarına kavuştursun’’ derken kimsenin gözlerinin içine bakıp yakmamıştım yüreğimi daha önce. En güzel kıyafetlerin içinde bu kadar temiz değildi ruhum, bu kadar özgür değildi. Hiç bu kadar kişiyle birlikte gülmemiştim kahvaltı sofrasında. Hasret teyzenin ev baklavası yoktu belki ama içten ağlayan gözlerinizin gülüşü ondan daha tatlı geliyor. Hangi tatlı verebilir ki senin kahkahanın tadını Yaprak? Özlemin bile adı farklı bugün. Ama olsun. ‘’Kim bilir belki ilerdedir yaşanacak günlerin en güzelleri’’ deyip koymadık mı umudu bir kere sol cebimize. Hangi bedbaht alabilir bunu bizden. Ruhumuzu bayram yaşamaktan kim alıkoyabilir? Hiç kimse. Kahvaltı da bitti. Sessizliğin sesini sonuna kadar açma vakti şimdi. Açın sesi, ebedî kavuşmaya kadar… Ordadır bayram, ordadır istigmam. İyi bayramlar.