23.4 C
İstanbul
Cumartesi, Haziran 14, 2025

Oyunseverlerin Merakla Beklediği ‘Valorant’ Erişime Açıldı!

Çok oyunculu birinci şahıs nişancı video oyunu  Valorant, League of Legends’in(Lol) de sahibi olan Riot Games tarafından oluşturuldu. Oyun şirketinin bu tarzda geliştirdiği ilk oyun olan Valorant, ilk olarak Ekim 2019’da Project A ismiyle duyurulmuştu.

Ülkemizde sabah 08.00 itibariyle yayımlanan oyun, CS: Global Offensive oyununa hem benziyor hem de ondan bazı yönleriyle ayrılıyor.

Örneğin, oyun genel hatlarıyla GO’yu andırırken, doğrudan takım arkadaşlarına silah alabilme ya da aldığın silahı iade edebilme özellikleri itibariyle farklılık yaratıyor.

Şirketin hile karşısında tavrı ise oldukça sert. Hile engelleme sistemi sayesinde hile kullanan oyunculara IP banı atılıyor.

Tüm rekabetçi FPS oyunlarındaki iyi özellikleri toplayıp bir araya getirip ve üstüne yeni şeyler ekleyen Valorant’a yeni nesil bir FPS diyebiliriz. Oyuna adapte olabilmek için ilk başta silahların yanı sıra karakterlerin yeteneklerine de alışmanız gerekiyor.

Oyunun farklılık yarattığı diğer bir konu da yetenek satın alımı. Her raunt başında yetenek satın almak da hayati bir öneme sahip.

Yeteneklerinizin kullanımı ise çok kritik. Her bir karakterin yetenek seti birbirinden oldukça farklı.  Kurduğunuz takım kimyası rakibinize üstünlük sağlamanızda  rol oynayacak. Bunun dışında tabii  nişan almanıza güvenmeniz gerekiyor. Bombayı rakibinizin üslerinden birine kurmayı veya rakiplerinizin üssünüze bomba kurmasını engellemeyi deneyerek oynadığınız Valorant, sizlere eğlenceli bir deneyim katacak.

 

 

Şimdi karakterleri yakından tanıyalım:

  1. Jett [Düellocu]
  2. Raze[ Düellocu]
  3. Breach[ Öncü]
  4. Omen[ Kontrol Uzmanı]
  5. Brimstone[ Kontrol Uzmanı]
  6. Phoenix[Düellocu]
  7. Sage[Gözcü]
  8. Sova[Öncü]
  9. Viper[Kontrol Uzmanı]
  10. Cypher[Gözcü]
  11. Reyna[Düellocu]

Biri Bilim Kurgu Mu Dedi?

Daha Çok Bilim Kurgu Daha ÇOK MARVEL. MARVEL Dizileri;

Marvel filmlerinin birçok seveni var. Yaptığı her film dünya çapında viral olan Marvel Studio’nun bütün filmlerini izlediniz ama yeterli gelmedi mi? O halde bu yazı sizi çok mutlu edecek. Marvel Studio 5 dizi halinde bir seri hazırladı. Daredevil, Jessica Jones, Luke Cage, İron Fist ve The defenders. Serinin son dizisi olan The Defenders bütün dizi kahramanlarını bir araya getirerek aksiyonu ve macerayı doruklara çıkardı. İzleyiciye tam bir görsel şölen yaşattı. Çizgi roman kahramanlarına hayat veren bu dizi serisine bir göz atalım.

DAREDEVİL 2015-2018

Matt Murdock çocukluğunda geçirdiği bir kaza sonucu kör olur. Görme duyusunu kaybetmesi, diğer duyularının gelişmesini sağlar. Başarılı bir avukat olan Matt Murdock geceleri kendini adadığı Hell’s kitchen’ı korumak için “Daredevil”  kostümünü giyer. Etiğe oldukça sadık olan Matt kimseyi öldürmeden şehri korumaya ant içmiştir. 3 sezonluk bu dizi serinin başlangıcıdır.

 

JESSİCA JONES 2015 2019


Kimyasal bir sızıntı sonucu insanüstü bir dirence ve ışık hızına yakın uçma yeteneğine sahip olan Jessica Jones bu gücünü Hell’s kitchen’da suçlularla savaşmak için kullanır. Dizi 3 sezondan oluşmaktadır.

LUKE CAGE 2016-2018


Hapishanede geçirdiği dönemlerde üzerinde yapılan deneyler sonucu her türlü darbeye ve sıcaklığa karşı dayanma gücü bulunan bir deriye ve iyileşme yeteneğine sahip olan Luke Cage hapishaneden çıkınca bu gücünü kötülerle savaşmak için kullanır. 2 sezondan oluşan bu dizi serinin devamıdır.

 

İRON FİST 2017-2018

Danny Rand(iron fist) New York’ta yaşayan çok varlıklı bir ailenin çocuğudur. Ailesiyle geçirdiği bir uçak kazası sonrası kaybolan Dany keşişler tarafından yetiştirilir ve insanüstü yeteneklerle donatılır. 15 yılın ardından New York’a dönen Danny büyük bir karmaşanın içine düşerek The Hands adlı gizli bir örgütün özel güçlerinin peşinde olduğunu öğrenir. Özel güçlerini bu kötü örgütle savaşıp New York’u kurtarmak için kullanır.

THE PUNİSHER 2017-2019

Karısı ve çocuklarının ölümünden sorumlu olanlardan intikam almak isteyen Frank Castle olayın aslında New York’un yeraltı dünyasına kadar indiğini anlar. Acımasızca yüzlerce kişiyi öldüren Frank halk tarafından sevilmez ve Punisher olarak adlandırılır. Dizi 2 sezondan oluşmuştur.

THE DEFENDERS


Serinin son dizisi olan The Defenders bütün süper kahramanları bir tesadüf sonucunda bir araya getirir. Birbirlerinden habersiz aynı suçlarla ve aynı örgütle savaşan bu süper kahramanlar The Hands’i yok etmek ve New York’ u kurtarmak için güçlerini birleştirir. Serinin son ve şüphesiz en heyecanlı dizisi birbirinden farklı yeteneklere sahip olan süper kahramanları bir ekipte toplayarak bilim kurgu ve aksiyon beklentisini fazlasıyla karşılıyor.

 

Marvel hayranlarının kesinlikle izlemesi gereken bu dizi serisi,filmleri kadar kaliteli. Bölümler halinde seyirciye sunulması da Marvel hazzına doymamızı sağlıyor. Bütün dizileri izlemeye vaktim yok ya da izlemek istemiyorum derseniz tek tek de izleyebileceğiniz bir kurguya sahip. Şimdiden iyi seyirler dilerim..

Korkunun Cesarete Dönüştüğü Çizgi: Waris

Bir kadın düşünün,
Çektiği onca zorluğa rağmen ayakta kalma çabası veren.
Bir kadın düşünün,
İçinde bulunduğu ataerkil hegemonyanın onca baskısına karşı baş kaldıran.
Ve bir kadın düşünün,
Öyle bir adı olsun ki bütün hayatıyla özdeşleşen.
Çöl Çiçeği: Waris

“Gencim! Gerçekten ben gencim. Bu kırışıklıklar doğuştan…”

Umut, 1965 yılının bilinmeyen bir tarihinde mekanların en çetrefillisini -Somali- mesken edindi. Hem de o günün şartlarında ruhunu bir kadın bedenine bahşederek.Metin

O sabah iki minicik gözden ürkekçe seyretti dünyayı ama büyüdükçe cesurlaştı bakışları…
Henüz üç yaşındaydı. Annesinin elinden tutup çadırdan, çölün sessiz çığlıklarını besleyip büyük, korkunç karanlığa dönüştürdüğü noktaya ayak bastığında. Bakışları, karşıda elinde bıçakla bekleyen başka bir kadına kenetlendi ama bilmiyordu ne olacağını, çünkü yalnızca bir çocuktu…
O, bıçağın keskin yüzündeki yansımasına bakarken bıçak hiç olmaması gereken bir yere gitti, kadınlığını aldı ondan. Hani üç evre vardır ya bebeklik, çocukluk ve genç kızlık evresi. Galiba çocukluk evresi minik Waris’in hayatını teğet geçmişti yahut hayatının kör bir sokağından kaçırılmıştı kapkaççılar tarafından. Sonra o ölüm gibi keskin surat, ömür boyu taşıyacağı bir yük bıraktı o minicik omuzlarına. Cesur bakışlardan ürkekçe minik minik gözyaşları gelmeye başladı… Karanlıktı o gün; ölüm gibi… O, artık bir üreme objesine dönüştürülmüştü çünkü.

Tanrının daha doğuştan beni mükemmel bir vücutla yarattığını hissediyorum. Sonra insanlar beni kestiler, gücümü aldılar ve beni sakat bıraktılar. Kadınlığım çalınmıştı. Tanrı bu organlarımı istememiş olsaydı neden yaratmıştı ki?

Aradan geçen on yıl, yaş 13… Zihinleri bulandıran karanlık günün üzerinden tam on yıl geçmişti. Ee durur mu kader, ikinci büyük darbesini indirmek için hazırlıklar yapıyordu elbette.
Bir gün babasıyla beraber oturuyorken yanlarına yaşlı bir adam gelir. Küçük Waris, çocukluğun verdiği merakla kim olduğunu sorar. Babasının yüzünde bir garipseme. Kızının bu soruyu sormasına şaşırmış olacak ki “Bilmiyor musun? O senin kocan, alışsan iyi edersin. Senin için çok da iyi bir fiyat biçti. Tam beş deve. Düşünebiliyor musun bunu? Tam beş deve” ve o anda o cesur bakışlar, ikinci büyük korkuyu yaşadı. Katran siyahı denizin en derin noktasına battı ve çıkamadı. Oksijen değil katran soluyordu, mavilik değil kan görüyordu. Korkunun krallığında satılmak mı yaşar yoksa yaşlı bir adamın çocuk gelini olmak mı? Belki ikisi de. Ama kesin bir şey varsa o da cesaretin, korkudan başka bir şey kalmadığında ortaya çıkan bir şey olmasıydı.

Metin

Ve kaçış…                                                          Bütün korkularını geride bırakıp yeni ufuklara yelken açmak, yaşanmışlıkları bir daha yaşanmasınlar diye dünyaya duyurmak…

“Bu grup çatışmaları, tıpkı sünnet gibi, erkeklerin egolarından, bencilliklerinden ve saldırganlıklarından ileri geliyordu. Bunu söylemekten nefret ediyorum ama gerçek bu!”

Yeni hayatının ilk safhasına İngiltere’de tanıklık ediyoruz. Orada çalışmaya başlar; ayakta durabilmek için. Akıcı bir Fransızca bilmesine karşın İngilizce’yi günlük dizilerden öğrenmeye çabalar. Bunun yanı sıra kaydolduğu bir kurs da vardır.
Umudun sesi olacağı güne adım adım…
İngiltere’de çalışma esnasında dünyaca ünlü fotoğrafçı Terence Donovan tarafından keşfedildi. Bu sayede çeşitli markalara reklam yüzü oldu ve hatta James Bond’un “The Living Daylights” adlı filminde kısa bir oyunculuk deneyimi bile yaşadı…
O, artık herkesin tanıdığı ünlü bir kadındı. Nüfuzunu kullanarak kendi gibi küçük yaşlarda sünnet edilen kız çocuklarının sesi oldu ve yaşanan bu vahşeti bütün dünyada duyurdu. Kadınların, kadınlığın umudu oldu. Bu toplu kıyım sayılabilecek ritüele dur demek için Çöl Çiçeği adında bir dernek kurdu. Amaç; minik bedenlerin kocaman hayallerini oltanın ucundan almaktı.
O, kadının isteyince her şey yapabileceğinin kanıtı ve kendisi gibi böyle şeylere maruz kalan çocuk ve kadınların yüzünde açılan bir busedir…
Adı gibi çölde açılan bir çiçektir.

Naziler ve Savaş Ekonomileri

Naziler iktidara geldiğinde Almanya ekonomik olarak büyük sıkıntılar içerisindeydi ve Versay Antlaşması’nın hükümleri birçok alanda kısıtlama getirirken, nasıl oldu da barış dönemindeki bir ülkenin gerçekleştirebileceği en büyük silahlanma programını yürütmeyi başardı? Bu makalemde size detaylıca açıklamaya çalışacağım.

Naziler iktidara geldiğinde Almanya’nın ekonomik durumu iç açıcı değildir. 1920’lerin hiper enflasyon döneminin yaraları kısmen sarılabilmiştir. Ülkede işsizlik oranı %25, işsiz sayısı ise 6.5 milyonu geçmektedir. 10 yıla varan bu kronik işsizlik sorunu öyle bir hal almıştır ki toplumda beslenme yetersizlikleri ortaya çıkmıştır. Ülkenin stoklarında döviz kalmamıştır. Benzer şekilde hammadde stokları da sıfıra yakındır. 20’lere kıyasla tek olumlu gelişme para biriminden 12 sıfır atılarak elde edilen yeni Reichsmark’ın çapa olarak elde tutulabiliyor olmasıdır.

Naziler ilk önce geçmişten beri izlenen uzun vadeli ekonomik programı takip ettiler. Bu kapsamda sınırlı devlet bütçesi ile çeşitli projeler yürütülerek zamanla hem altyapıyı yükseltmek hem de halkın alım gücünü artırmak amaçlanıyordu. Fakat Nazi ideolojisi nihai bir savaşla Yahudileri ve Bolşevizmi yenilgiye uğratarak Almanya’nın hakkı olan “yaşam alanı”nı elde etmeyi amaçlıyordu. Bu nedenle çok hızlı bir şekilde silahlanmak gerekiyordu.

Bu noktada devreye Alman ekonomist ve bankacı, aynı zamanda Alman Demokrat Partisi’nin kurucusu olan Hjalmar Schacht girer. Schacht ekonomi alanında doktora yapmış, bir süre ABD’de bulunarak bankacılığı deneyimlemiş hatta J.P. Morgan ve Roosevelt ile bile tanışmıştır. 1926 yılında kurucularından olduğu partisinden ayrılan Schacht, 30’ların başında Nasyonal Sosyalistler ile yakınlaşmış ve Hitler ile yakın ilişki kurmuştur. Schacht, 1932 seçimlerinden sonra dönemin büyük Alman sermayedarları ile toplantı yaparak onlardan Hindenburg’a baskı yaparak Hitler’i iktidara getirmelerini, bunun onlar için faydalı olacağını belirtmiştir. 1934 yılında da resmen ekonomi bakanı olmuştur. Buna karşın hiçbir zaman Nasyonal Sosyalist Parti’ye üye olmamıştır hatta rejim karşıtlarıyla sık sık görüşme halinde olmuştur.

Schacht, Naziler’in ekonomik hedefi olan tamamen kendi kendine yetebilen bir ekonomi oluşturma hedefinin teknik olarak mümkün olmadığının farkındaydı. Ülkenin mutlaka ham madde ithalatı yapması gerekiyordu. Fakat Almanya’nın dövizi yoktu. Schacht bu sorunu aşmak için Güney Amerika, Balkanlar (Türkiye de bu listeye dahil) ve Sovyetler ile ticaret yapmaya karar verdi. Burada anahtar nokta ticareti yapılan ürünün karşılığının ya Reichsmark ile ya da ağır sanayi ürünleri ile ödenmesinin kararlaştırılmış olmasıdır. Bu sayede Almanya’nın ithalat için döviz ihtiyacı kalmadı. İthalat kalemlerinin dikkat çekmemesi için Alman limanları yerine başta Amsterdam olmak üzere özgür limanlar kullanıldı.

Alman devletine ait birçok liman, trenyolu, sivil fabrika özelleştirildi ve devletin üzerindeki yük azaltılarak halka uygulanan vergi oranları düşürüldü. Bu özelleştirmelerde şirketlere belli bir kâr payı üzerine çıkıldığında bunun devlete ödenmesi şartı koyuldu. Kâr payları yüksek belirlendiği için bu kuruluşları satın alanlar Almanya’nın mevcut yapısı itibariyle asla devlete ödeme yapacak kadar kâr elde edebileceklerini düşünmemişti. Özellikle sentetik tesis yatırımları bu sayede gerçekleştirilmiştir.

Schacht’ın en şaşırtıcı fikri ve Alman silahlanmasındaki en can alıcı nokta ise; firmalara ödeme yapmak için kullanılan bir sistem geliştirmesidir. Bu sistem kapsamında Schacht kendi adına fakat devlet garantisi olan bir şirketi 1 milyon Reichsmark karşılığında kurar. Bu şirketin adı “Metallurgische Forschungsgesellschaft”dir. Bu firmaya kısaca MEFO denmektedir. MEFO aslında sahte bir şirkettir ve herhangi bir üretim yapmamaktadır, fakat statü olarak resmen tüzel bir kişiliktir. Schacht, bu şirket vasıtasıyla her biri 1 milyon Reichsmark değerinde olan çekler yazmaya başlar. Firma devlet garantili olduğu için bu çekler de piyasada değer görür zira teoride Reichsbank’a gidip bu çeki verdiğinizde devlet anında size karşılığını para olarak verecektir. Schacht firmaların yaptığı her 1 milyon Reichsmark’lık üretim için 1 MEFO çeki yazar ve firmalara verir. Fakat firmalar çoğu zaman devlete gidip bu çekin karşılığı olan parayı istememektedir çünkü Schacht Alman devletinin kasasında bu çeklerin bedelini ödeyecek para olmadığını bildiği için bu çeklere yıllık %4.5 oranında faiz uygulamıştır. Dolayısıyla şirketler bu MEFO çeklerini otomatik faiz binen birer para gibi kabul ederek kendi arasında ticaret yapmak için kullanmıştır. Öte yandan şirketlerin ihtiyaç duyduğu ithalat kalemleri de zaten devlet tarafından karşılandığı için MEFO çekleri tam anlamıyla piyasayı domine etmiştir. Bu çeklerin bir diğer önemli noktası ise bütçeye yansıtılmıyor oluşlarıdır. Dolayısıyla MEFO çeklerinin varlığından ve büyüklüğünden sözde Versay’ı denetleyen ülkelerin haberi olmamıştır.

Schacht’ın MEFO çekleri ile üretimini artıran Alman ekonomisinde işsiz sayısı tarihte görülmemiş bir hızda azalmış, 1938 yılında ise resmen işgücü açığı ortaya çıkmıştır. Bu sırada Almanya’da haftalık çalışma süreleri de 60 saati bulmuştur. 1936 yılında açıklanan dört yıllık plan kapsamında ülkenin gıda ithalatı dahi düşürülerek bütün kapasite kullanımı silah üretimine yoğunlaştırılmıştır.

Naziler yaklaşmakta olan büyük savaşı kazandıklarında elde ettikleri zenginlikle bu çek sistemini tamamen bitirmeyi planlamışlardı. Fakat bu beklendiği gibi olmadı. İşgal edilen ülkelerdeki kaynaklar Almanya’ya aktarıldığı için bölgelerdeki verimlilik hızla düştü. Örneğin Fransa’da 1940 yılında yapılan buğday hasadı geçen yıla kıyasla yarı yarıya azdı. Polonya madenlerinden çıkarılan maden miktarı işçilerin yeterli beslenememesi ve sabotajlar ile tahmin edilenin çok altında kaldı. SSCB ile savaşa girildikten sonra zaten savaş ekonomisine dönüldü.

Schacht tarafından geliştirilen MEFO çekleri ile ülkemizde geçtiğimiz dönemde yaşanan Çiftlik Bank vakası benzer özellikler taşımaktadır. Schacht’ın izlediği bu yöntem ekonomi literatürüne “helikopter para teorisi” olarak geçmiştir. Savaş başlamadan önce görevden alınan Hjalmar Schacht Nürnberg Mahkemesi’nde suçlu bulunmamıştır. İngiliz ve Sovyet hakimleri duruşma sırasında Schacht’ın izlediği politikaları anlamakta güçlük çekmişlerdir. Duruşma sırasında mahkemede bulunan Amerikan psikolog Gustave Gilbert, Hjalmar Schacht’a IQ testi uygulamış ve zeka seviyesini 143 olarak saptamıştır. Bu puan mahkemede yargılanan liderler arasındaki en yüksek değerdir.

İnsanlık Sırtımda Kambur

Bu insanlık nereye gidiyor?
Geride kaldım yetişemiyorum.
Düşüyorum ellerim kanıyor
Avazım çıktığı kadar bağırıyorum

Bu insanlık nereye gidiyor?
Sırtımda kamburum koşuyorum
Taşıyamıyorum, büyüdükçe büyüyor
Sesim çıkmıyor bekleyin diyemiyorum.

Bu insanlık nereye gidiyor?
Kini bırakıyorum, kıskançlığı bırakıyorum
Kamburum küçülüyor
İzini kaybediyorum.

Hasretinden Prangalar Eskittim: Ahmed Arif

Diyarbakır’ın hoyrat şairi, Dicle’nin bendi, Leyla’nın kalbi: Ahmed Arif. Hasretinden prangalar eskittiği aşkına yazdı; hüznün derinliklerinde kaybolurken...

13 Nisan 1955, Diyarbakır (Leyla Erbil’e…)

‘’Evleneceksin demek? Herhal çocuğu sevdin! İnşallah mesut olursun canım. Ama müstakbel kocan bana yazdığına kızmayacak cinstendir inşallah. Yoksa seni kaybetmek, sesini duymamaktansa gebereyim daha iyi olur.”

Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.

Ard-arda kaç zemheri,
kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarda gürül-gürül akan bir dünya…
Bir ben uyumadım,
kaç leylim bahar,
hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
bir o yana bir bu yana…

Seni bağırabilsem seni,
dipsiz kuyulara, akan yıldıza,
bir kibrit çöpüne varana,
okyanusun en ıssız dalgasına
düşmüş bir kibrit çöpüne.

Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
yitirmiş öpücükleri, payı yok,
apansız inen akşamdan,
bir kadeh, bir cigara, dalıp gidene,
seni anlatabilsem seni…
yokluğun, cehennemin öbür adıdır.
üşüyorum, kapama gözlerini…

Ahmed Arif’imizin aramızdan ayrılışının 29. Yılında saygıyla anıyoruz… 

Bir Katilin Kokusu

“Ah, ne kötüydü dürüst bir adamın böyle dolambaçlı işler yapmak zorunda kalması! Ne kötüydü insanın, sahip olduğu en değerli şeyi, onurunu böyle iki paralık şey için lekelemesi!”

Bir koku sizi 10 yıl öncesine sürükleyebilir mi? Hafızanızda maziye dair tüm anıları silmeyi başarsanız bile, o maziye ait kokuyu unutmanız mümkün değildir. Evet, bir koku sizi kimi zaman 10 yıl öncesine, kimi zaman ise çocukluğunuza götürebilir.

Her gün işe giderken geçtiğiniz sokaktan burnunuza hoş gelen yemek kokuları, iş yerinizde birbirine karışmış envaiçeşit parfüm kokuları, eviniz için aldığınız oda spreyinin lavanta kokusu… Bu koku silsilesi bu şekilde uzayıp gider, çünkü sizi yüzünüzden önce kokunuz temsil eder.

Patrick Süskind, alışılmışın dışında bir dünya yaratıp, kalemi eline almış. Öyle bir hikaye yazmış ki, yıllar geçse bile üzerinize bıraktığı etkiden kurtulmanız pek mümkün olmayacaktır.

1760 yıllarında doğan Grenouille, üstün koku alma yetisine sahiptir. Kilometrelerce uzaklıkta duran nesnelerin kokusunu duyabiliyor; bilhassa yağmurun yağmasını, insanlardan gelen kokuyla o an ne yaptıklarını, yalan ve doğru konuştuklarını ayırt edebiliyor. Fakat ne gariptir ki, bu büyük yeteneğe sahip olan Grenouille, bir kokuya sahip değildir. Kendisine ait bir kokusu yoktur.

Böylesi bir insan toplum tarafından nasıl karşılanır? Grenouille, annesi tarafından bile kabul edilmeyen, toplumun sürekli dışladığı, hiçbir yuvaya kabul görülmeyen biridir. Zavallı Grenouille, bir kokuya sahip olmadığını, diğer insanlardan farklı olduğunu anladığı an hayatı değişecektir…

Doğal insan kokusu elde edip kendini normal insan sınıfına getirmek için cinayetler işlemeye başlar. “Onun istediği, belirli insanların kokusuydu: o çok seyrek olan, aşk uyandıran insanların kokusu. Böyleleriydi onun kurbanları.” Hedefi genellikle; genç, cazibeli, güzel kokusuyla onu baştan çıkaran kadınlardı. Grenouille’nin işlediği cinayetlerden sonra elde ettiği kokuları biriktirme yeteneği de had safhadadır.

Ayrıca dönemin Paris’i hakkında çarpıcı bilgiler barındıran, kurgusuyla sizi doruklara çıkaran mükemmel bir kitap! Mutlaka okumanızı ve 2006 yılında Alman yönetmen Tom Tykwer tarafından sinemeya uyarlanmış filmini de izlemenizi tavsiye ederim. İyi kokular…

Her Renk

HER RENK

Vazgeçtim izlemekten denizin maviliğini,
Sonsuz yollar uzak bana artık,
Gökyüzünün sonsuzluğunda süzülmekten vazgeçtim.
Sonsuzluk yakın…

Vazgeçtim ağız dolusu gülmelerimden,
Isıtan güneşten, gecede aydan vazgeçtim.
Aydınlatan lambalar tuzak bana artık,
Yakmayın sakın…

Vazgeçtim sevdiğim, özgürlüğümden
Hüngür hüngür ağlamaktan, gözyaşımdan vazgeçtim.
Kelepçeler madalyadır bana artık,
Boynuma takın…


Vazgeçtim karanlığa sövmelerimden,
Sevdiğim, tüm renklerden vazgeçtim.
Gökyüzü, deniz, özgürlük, her renk kör bana artık,
Semâya bakın…

Tanrı ile Aşk Sohbeti

Çok aşk harcadım ben,

İlk aramanın heyecanı ile sesimin annesinden ayrılmak istemeyen bir çocuğun, annesinin eteklerine tutunması gibi ses tellerime sımsıkı tutunduğu, ilk görüşmede kendimi hiçbir kelimesini anlamadığı bir dilin konuşulduğu coğrafyaya ışınlanmış gibi hissedip, tek kelime konuşamayıp, tek kelime anlamadığım, bir tebessümü ile Tanrı’nın kendisine güldüğünü görüp sevinen bir evliya gibi kalbimi ısıttığım, beğendiğini söylediği her şeyi Tanrı’dan vahiy alan bir peygamber gibi ezberleyip herkese anlatıp yapmak için can attığım aşkları harcadım.

Bana en yakın olan kadınları milyonlarca ışık yılı ötedeki yıldızlar benzettim hep. O yıldızlara baktığımızda gördüğümüz görüntü onların seneler önceki görüntüsüydü.  En yakınımda olan kadınları anladığımda da tıpkı o yıldızlar gibi onların günler-aylar önceki görüntüleriydi benim anladığım. Oysa o kadınlar anlaşılmak isterdi ve ben bunu çok küçük yaşlarda öğrenmiştim.

Fakat o küçük yaşlarda öğrendiğim bu gerçekle ilgili anlam veremediğim şeyler de vardı; kendilerini anlayamayan kadınlar karşılaştıkları ve sevdikleri erkeklerden niye anlaşılmayı beklerler ve o erkekleri bu ağır imtihana neden atarlar bilmiyordum. Ama öğrendim ki kadınlar bu zor sorunun cevabını bulabilen erkeklere âşık oluyorlar galiba. Kendilerini anlayamayan kadınlar kendileri anlayabilen erkekler için gardlarını indiriyor ve o erkeklerde hapsoluyorlar.

Kadınlar sarılmayı, sevdikleri kişi tarafından dinlenip, kimi zamanda merak edilmeyi aşk olarak tanımlarken, erkekler cinselliği kutsallaştırıp fiziksel bir aktivitenin kadınlara aşkı sunabileceği yanlışını hayatlarında pek çok kez tecrübe etme hatasına düşüyorlar. Kadınlar için cinselliğin sevgiden çok sonra geldiğini anlayamayan erkekler anlayamadıkları kadınlar tarafından anlaşılmadıklarını düşünüyorlar. Yani ilişkiler tamamen bir anlaşmazlık üzerine kuruluyor ve henüz birbirini anlayamamış iki insan birbirlerini sevdiklerini söyleyerek evrendeki en büyük yalanlardan biri üzerinde ittifak ediyorlar.

Elimize tek bir defa geçmiş olan hayat kuponunun kendimizi anlatmaya çalışarak ve buna rağmen anlaşılmayarak geçiyor oluşu sizce de çok garip değil mi? Seviyoruz, seviliyoruz, anlaştığımızı zannediyoruz ama anlayamıyor ve anlaşılamıyoruz… Ve ergenlik çağında gelen ‘’anlaşılmama’’ düşüncesi tüm duygular olgunlaşırken içimizde bir yerde gençliği koruyor. Kimse kimseyi tam anlamıyla anlamıyor ve bunun için çaba da sarf etmiyor. Kadınlar âşık olacakları erkekte kimsenin başaramadığı anlaşılma duygusunu arıyor.

İnsanlığın birbirine eğiterek çözemeyeceği kadar büyük olan bu sorunda nihayet eller Yaratıcıya kaldırılıyor ve dudaklardan biraz sitem de içeren dualar dökülüyor:

‘’Tanrım cami minarelerinden imamlar bazen ezan okumak yerine ’Allah: Ey kullarım birbirinizi anlayın, buyurdu’ deseydi olmaz mıydı? Kilise çanlarının seslerinin yerine papazlar çıkıp ’Tanrı size birbirinizi anlamayı emretti’ deseydi, Sinagoglarda boru çalmasaydı da hahamlar en güçlü hoparlörlerden çıkıp ’Birbirini anlamayan iman etmiş olamaz’ emrini haykırsaydı olmaz mıydı?

Ben çok aşk harcadım Tanrım ve birbirimizi anlamadığımız için oldu hep bunlar. Bilerek yapmadım, anlayamadım ne yapayım Tanrım? Tüm kapılarda dolaştım. Şu an gidecek bir yer bilmiyorum, ben de kendimi affedemedim ama…

…Sen beni affet, olur mu Tanrım?’’

Panait İstrati, İçten Bir Yol Arkadaşı

‘Bir insanı tanımak istiyorsan onunla yolculuğa çık’ derler. Bir yazarı tanımak içinse en büyük rehberimiz elbette yazdıklarıdır. Her yazar dolaylı ya da dolaysız olarak kendini anlatır. İşte dolaysız olanlardan biri, Panait Istrati.

Kitaplarında dostluk ve yolculuk teması belirgin olan yazar; sevgi, özgürlük, yoksulluk, yabancılık  gibi günümüz insanına da hitap edecek bir çok konuya değinir. Onun eserlerinde hayal ve gerçek birbirini hiçbir zaman yakalayamayan iki oyun arkadaşı gibidir. Hayallerinin peşinde olan ana karakterler, hayatın gerçeklerini de kabullenmiş vaziyettedirler. Bu durum okurda buruk bir his yaratır. Türk edebiyatında tarz olarak Sait Faik ile, bakış açısıyla da Sabahattin Ali ile benzerlik taşıdığını da eklemekte fayda var.

“Tanrım, hayal ne güzel şey! Yoksulların tek tesellisi.” -Akdeniz-

“İnsan peşinden koştuğu hedefe varsın ya da varmasın, uğradığı düşkırıklığının tadı hemen hemen aynıdır.” -Hayat Yollarında-

 

Istrati’nin eserlerindeki olaylar kendi yaşamının da büyük bir kısmını geçirdiği Balkan ve Akdeniz şehirlerinde geçer. Yazarın bir dönem İstanbul’da da bulunmuş olduğunu eklemek gerekir. Bundan dolayıdır ki, kitaplarında Türk karakterlere ve kültürümüzden yansımalara rastlamak mümkündür.  Anlattığı olayların, karakterlerin bizlere yakın ve candan gelmesinin sebebi de budur. Bir yolculuk bitmeden diğer bir yolculuğa çıkan karakterler yaşama arzusunu bizlere derinden hissettirir. Gittikleri şehirlerde muhakkak bir dost ya da yoldaş bulurlar kendilerine. Istrati’nin eserlerinde sevgiliye özlem nadiren bulunur; daha çok dost özlemi çeken, anlaşılmayı bekleyen, gözleri yollarda karakterler bekler okuru sayfalarda.

 

“Memleketinden dışarı ayak atmamış adam ne memleketini tanır, ne de başka yerleri, özgürlüğünü hiç kaybetmemiş olan nefsinin iyi yanları gibi kusurlarından da habersizdir. Ah, bu zalim dünyada her şey mükemmel değildir ama, hissetmek, dengeyi altüst edinceye kadar hissetmek iyi şeydir!” – Mihail (Arkadaş)-

“Kendi ülkemde, benim, ana ocağıma en az senin kadar yabancı olduğumu anlayacak tek sen varsın!” -Mihail (Arkadaş)-

 

 Istrati’nin romanlarını okumaya yeni başlayanları Adrian ya da Mihail karakterlerinden biri muhakkak karşılar. Adrian birçok okurunun da bildiği üzere Istrati’nin kendisidir. Kitaplarında geçen şehirlerin, karakterlerin ve olayların benzerliği ile birlikte bu durum, Istrati’nin romanlarını birbirinden ayrı kurgular yapmak yerine onları zaten birçoğu yaşanmış tek bir yaşamdan kesitler olarak kendini ele verir. Istrati yalnızca yazdıklarının yaratıcısı değil, o aynı zamanda dostluğa önem veren, insanı insan yapan değerlerin peşine düşmüş, insan ruhunda kıpırdanıp duran  belki sıradan ama içten duyguları bizlere fark ettiren, bir zamanlar yaşamış olan bir roman karakteridir. 

Hala okumadıysanız elinize bir Panait Istrati romanı alın ve yazarın yaşamına bir yerlerden başlayarak adım atın. Tek bir romanın ayrı ciltleri gibi okunabilecek o eserlerden bazı örnekler belki nereden başlayacağınıza dair bir sezgi oluşturabilir.  Bu örneklerden bazıları:

 

“Sadece güzel olanı seven insan, iyi yürekli olamaz!” -Mihail (Arkadaş)-

Kaçıncı Ayın 14’ü

{"subsource":"done_button","uid":"F203FE72-BCCB-4244-A08E-94CE8DEFB6FA_1589467046797","source":"other","origin":"gallery","source_sid":"F203FE72-BCCB-4244-A08E-94CE8DEFB6FA_1589467046821"}

Senden gelen son mektubu yırttım dün gece,

Gün geceye varmadan ayın 24’ü olmadan.

Geriye kalan sadece sen.

Son sözcüğün neydi?

Tek tek siliniyor hafızamdan,

tutamıyorum.

Oysa hep saklamak istediğim cümleler  

Kaç ayın 14’ü geldi, geçti.

En sevdiğim çiçeğe bir türlü karar veremedim. 

Yine de birini seçmek zorunda olsam papatya derim. 

En sevdiğim mevsim ilkbahar,

En sevdiğim şarkıyı bilmiyorum.

Neyi hep seveceğimi, biliyorum sadece.

Bazı satırlarını unutmadan önce en sevdiğim şiir sendin.

Yine de her gece bir kuşun kanadında başka bir şiir yolluyorum sana.

Soğuk olmayan gecelerde bekle kumruları.

Gelirlerse bil ki kanatlarında şiirlerin saklı.

Ezberimdeki şiirleri unutmadan,

Yağmurlar da başlamadan yolluyorum.

Zaman bazen çok hızlı,

Bazen de nefesimi tutuyormuşçasına yavaş

Yine de geçen zamana sözüm yok.

Aldıklarını versin yeter.

Ya da doldursun hayatımızdaki boşlukları 

Sonra istediği kadar hızlı dönsün akrep, yelkovan.

Kaç ayın 14’ü geçti sayamadım.

Üç, dört belki de yedi…

Daha uzun

Bu arada en sevdiğim gün salı 

En sevdiğim kitap hala aynı

 

Fark Et Artık Kızım

Hey, sen! Evet evet sen… Bak buraya kızım… Sahi kimsin sen? Kim seni hangi kalıba sokmaya çalıştı? Kim aslında olduğun kişiyi hor görüp seni değiştirmek istedi? Kim seni sen olduğun için aciz hissettirdi?
En son ne zaman aynaya baktınız? Aynaya şöyle bir bakıp, kendinizi kendi gözünüzle değerlendirdiniz mi? Bakın burası çok önemli “kendi gözünüzle”.. Eminim ki her baktığınızda bir kusur buldunuz kendinizde, siz uygun değildiniz.. Siz ince bir bele, uzun bacaklara, sahip değilsiniz. Hatta belki de ipince beliniz ipince bacaklarınız var, ama bu da sizi uygun kılmaz, ne o zayıflık aç mı bıraktılar sizi? Dediler ki alımlı bir suratın, büyük dudakların, ince belin, dikkat çeken bir kalçan, uzun bir boyun varsa sen fıstık gibisin. Fıstık gibisin yani tam uygunsun. Peki bu kalıplandırmayı yapan kim? Onu dinleyip en uygununun bu olduğuna karar veren kim? Peki ya sen kızım, sen onu neden dinliyorsun? Karşında bulunduğun ayna neden seni her seferinde kötü hissettiriyor, neden kusurlarınla bir bütün olduğunun ve bunun seni sen yaptığının farkında değilsin hala? Evrende birçok kadın diğerleri tarafından beğenilmek ister.Bu doğaldır ancak sizi dış görünüşünüzle yargılayıp kalbinizi hiç tanımadan adınıza yorumda bulunacak basit düşünceli insanların, basit fikirlerine göre hareket etmek olabileceğiniz en aciz haldir. Aciz olan siz değilsiniz, aciz olan kendinizi görmemeniz. Aslında kim olduğunuzu bilmemeniz. Hiç kendinizi tanımak, tanıtmak istememeniz. Eminim ki şu anda bu yazıyı okurken dışımız ilgi çekmiyorsa düşüncelerimizin önemi yok diye geçirenler vardır içinden. Kendine gel artık kızım. Senin nasıl göründüğüne bakıp düşüncelerini ve kalbinin güzelliğini önemseyecek insan senin için gerçekten bir şeyler ifade ediyor mu? Bu insan seni hiçbir yere taşımaz sana hiçbir şey katmaz, seni devamlı eksiltir ve sen parçalarınla sensin. İyi veya kötü parçalarınla sensin ve olduğun kişi harika! Hadi sen de tart şimdi kafanda kendine bak kızım. Herkesten farklısın belki sivilcelisin, belki dişlerin yamuk, belki fazla kilolara, belki cılız bir vücuda, belki kısa bir boya sahipsin. Peki kalbini de görüyor musun? Onun nasıl olduğunu da tartıyor musun? Artık aynadaki vücudunu değil, içindeki kalbi güzelleştirme vaktin geldi. Sen kendine güzel şeyler kat ki insanlara da kata bil. Sen kendin olarak, kimseyi dinlemeyerek, bu basit düşünce tabularını yıka bil. Sen kendin olduğunda ne kadar harika olduğunu, beyaz bir ışık olduğunu ve neler yapabileceğini hissettir. Çünkü sen busun kızım. Sen kimsenin kuklası, modeli, fıstığı değilsin. Sen sadece kendinsin ve kendin için varsın. Her ne yapacaksan da kendin için yap. Seni elinde olmayan sebeplerden dolayı yargılayacak hiçbir insana kapılarını açma! Sana laf eden herkesin suratına vur kapılarını ve içeride kendini dinle, kendini bil, kendini sev. Çünkü sen buna değersin sen her şeklinde ve her halinle harikasın, ışıksın, o basit insanların hiçbiri şu anda aynaya bakan o bedeni yıkamaz. Çünkü sen sadece kendin için varsın.

Biri Misin, Birey Mi?

Biri Misin, Birey Mi?

“Bir okyanusun tam ortasındayım. Dibe batmıyorum ama çıkamıyorum da gün yüzüne. Dipteki karanlığı göremiyorum.
  Lâkin aydınlıkla da kavuşmuyor gözlerim. Sıkışıp kaldım ama okyanustayım. Kayboldum…”

Hayat bir değişim, devinim aslında. Sürekli değişen, gelişen, ilerleyen veya gerileyen olaylar, kişiler silsilesinden ibaret. Ben bunu kabul edemedim, farkına varamadım önceden. Üstteki satırları yazan bene sesleniyorum şimdi: Büyüdüm, yaşadım, öğrendim, ders çıkardım ve geri geldim, senin için:

Hayatı sürekli yerinde sayacak zannetme, aksine hayat sürekli akacak, asla durmayacak. Sürekli değişecek, aynı kalmayacak. Sen de aynı kalmayacaksın. Okudukça öğrenecek, yaşadıkça anlayacaksın. Sakın arkasında kaldım hayatın deme ya da çok şey yaşadığını zannedip hayattan öndeyim deme. Bu bir yarış değil. Hayat da rakibin değil.

Her şeyden önce kendini sev demeyeceğim sana hangi “kişisel gelişim” kitabını açsan söyler sana zaten. Ben kendini tanı diyorum sana. Hiç tanımadan sevebilir misin bir insanı? Araştır, düşün, yaz, izle istediğini yap ama sen yap, içinden gelerek yap. Kendi düşüncelerin olsun, fikirlerini tartış kendinle. Dost edin, ilk dostun da kendin ol. Bu bir iş değil, sanat değil. Kimseye bir şey beğendirmek zorunda değilsin, kimseden onay almak zorunda değilsin. Fikirlerin yalnızca senin ve yalnızca senin söz hakkın var. Fikirlerin kalkanın değil, yapı taşın olsun. Kendini kendin inşa et. Emek emek, ilmek ilmek işle kendini.

Zor durumdayken yardım istemekten çekinme ama önce kendinden iste yardımını. Altından kalkabileceğin güç her zaman senin içinde var. Sevdiklerinden yardım al ama kimsenin elini tutup götürdüğü yoldan gitme. Unutma o yol senin değil. İnsanlara minnet duymayı bil ama minneti pranga eyleme. Kimseyi kendine bağlı kılma kimseye de bağlı kalma.

Hata yap, pişman ol, üzül, bunlardan korkma! Çünkü yaşam sadece iyi anlardan, sevinçlerden, başarılardan ibaret değil. Ne olursa olsun dibine kadar yaşa ama o dipten çıkmasını da bil. Tırnaklarınla tırmalayarak çık oradan. Hataların tırnaklarındaki kir, sil at onları ve devam et yoluna. Pişmanlıkların kazançlara dönüşecek zamanla. Yaşamadan bilemezsin, hiçbir şeyi yaşamaktan korkma.

Başarabilirsin ama her şeyi değil. Neyi istersen, neye inanırsan onu başarırsın. Bu yüzden önce kendine inan. Kimsenin başarı kalıplarına uyma. Sığma onlara parçala at onları. Mum da sensin ışık da kimsenin ışığını yakmasına izin verme! Kendin yak ve aydınlansın ortalık senle… Kimse söndüremesin ışığını sen de söndürme mum bitene kadar aydınlık olsun her yer.

Kaybolduğunu hissedersen eğer; sen kaybolmadın, bu yolun mimarı da sensin işçisi de. Birilerinin yolunda gidersen, birilerinin düşündüğünü düşünürsen, kendinden önce birilerini sevip saygı duyarsan biri olursun. Biri olma birey ol. Sen ol. İkisi de senin elinde.

Deniz Ve Mehtap Sordular Seni, Neredesin?

‘Tutkunum sana Yarim Haziran’ sözleriyle uyandım sabaha. Geceden başladı bugüne olan heyecanım. Çünkü dört mevsim içinden en sevdiğimdir Yaz. Tomurcuklanan çiçeklerin meyve vermesi gibi içimde boy gösteren umutlarım vardır. Haziran ayı ise 12 ay içinden en sevdiğimdir. Farklı bir dokusu, farklı bir ruhu olduğuna inanırım. Öyle ki, çağlayan bir çınarın kaynağıdır benim için ve etkisi uzun süre silinmez üzerimden. Uzamaya başlayan günler gibi uzar gider deniz kenarı sohbetlerimiz ve dalgalara vurur kahkahaları muhabbetimiz.

Tenimizde ılık esintisini hissetmeye başlayacağımız yaz akşamlarında sizlere eşlik etmesi için duayen müzisyen Tanju Okan’dan harika bir şarkı hediye ediyorum sizlere.

Deniz Ve Mehtap Sordular Seni, Neredesin?

 

 

Yârim Haziran

Kim bilir kaç baharı birlikte uğurladık seninle
Kim bilir kaç yazı karşıladık kan ter içinde
İlhamısın ergenlik şiirlerimin, o ilk Haziran’dan beri
Yaş günlerimin fener alayı, ilkyaz günahlarımın tanığısın
Tanığısın yüzüme düşen gözlerin, tenime değen ellerin
Senle başlayıp, sende bitirdim bunca yılı
Sendin hararetli yıl sonu muhasebelerimin değişmez takvim yaprağı
Tutkunum sana…
Sadık, itaatkâr ve hayran
Yârim Haziran…!

Hasretle bekleyip iple çektim gelişlerini çoğu zaman
Sen hep iki bahar arasında, hazlar zamanı çıka geldin; eteklerinde ilkyaz coşkuları ve isyanlarla
Haziranlarda âşık, haziranlarda pişman, haziranlarda ergen oldum
İşte burada yıllar yılı getirip, iadesiz taahhütsüz önüme atıverdiğin eski yaşlar
Kimi hakkınca yaşanmış, kimi belki hiç yaşanmamış
Kimi çocuk, kim genç, kimi olgun
Her serin baharın ardından yaz kokulu yıldız müjdeler taşıdın bana
Hararetli ve çıplak temmuz akşamları vaat ettin
Peşi sıra hazan geldiğini hissettirmeksizin bir süre
Gün oldu tomurcuk olup çiçek çiçek boy verdin; gün oldu şiddet yüklü bir öfke bulutuna tutunup seller yağdırdın gecikmiş bahar dallarının üzerine
Hazırlıksız, insafsız…

Öncesiz ve sonrasız aşklarda oyaladın beni
Kimi gerçek, çoğu yalan…
Zamanla ibadet eder gibi sevmeyi öğrettin; üzerine kırağı düşmüş beyaz bir gül kadar taze
Bir o kadar kusursuz
Anladım ki, Haziran’da sevmek yaman
Yarim Haziran..!

Ocaklar kurdum sıcacık
Aşım, eşim, işim oldu katıksız, riyasız
Oğullar ve gecikmiş heyecanlar verdin bana
Gidemediğimiz uzak denizleri çocuklarımıza isim yaptık
Onlar yüzsün diye yüzemediklerimizi
Geride kırık dökük onlarca Haziran bırakarak karşıladık yarınları
Ve sen bağışladın hatalarımı yıl sonu bilançolarımda
Sorguda ele vermedin beni
Tanıyamadılar kimlik tespitinde bedenimi, kalbimi…
Kim bilir kaç sırrı sakladın
Kaçını ele verdin o gecikmiş hesaplaşmalarda
Sen ilkyazdan alıp güze açarken kapılarını ben yazın sarhoşluğundan sonbahar serinliğinde aydım
Seni beklerken kendime vardım
Yadsıyamam: Sevildim ve sevdim çoğu zaman
Müsebbibi sensin…
Yârim Haziran…!

Yaşım büyüse de büyümedi içimdeki çocuk
Ama zamanla olgunlaştı Haziranlarım
Yeni gelenler sonbahara daha yakın şimdi
Eski mektuplar ve sepya renkli fotoğraflarla dolu bir albümde hayatım
Haziran doğumlu…
Kulağımda bir şiir Hasan Hüseyin’den artakalan :

“Sokaktayım
gece leylak ve tomurcuk kokuyor
yaralı bir şahin olmuş yüreğim
uy anam anam…
Haziran’da ölmek zor..”

Lakin doğmak da zor haziranda
Yaz kapıyı çalsa da
Biliyoruz hazan…
Yine de seviyorum seni…
Yârim Haziran!..

Can DÜNDAR