22.3 C
İstanbul
Pazartesi, Haziran 16, 2025

Mom-my

Senaryosunun da kendisi tarafından kaleme alındığı; genç yönetmen Xavier Dolan tarafından çekilen Mommy, vizyona girdiği ilk andan itibaren bütün dikkatleri üzerine çekmeyi başardı diyebiliriz. Peki nedir bu Mommy, alanında neden bu kadar başarılı oldu? Gelin aldığı ödülleri bir yana bırakalım da, filmi daha yakından görmek için bize sunulan o ütopik dünyasına hep beraber dalalım..

Mommy, toplumdaki mevcut düzene ve o düzen tarafından belirlenen normlara karşı çıkarak belirli kalıplara sığdırılmaya çalışılan özgürlük kavramının manasını izleyiciye tekrar sorgulatan bir yapım. Film, Kanada’da mevcut olmayan hayali bir yasa tasarısının içeriği ile başlıyor ve bu yasa tasarısında fiziksel, psikolojik ve mali sorunlar yaşayan ailelerin, davranış problemi olan çocuklarını hiçbir süreç işlemeksizin kamu hastanelerinde bakıma sokmalarında hukuki ve ahlâkî boyutta hiçbir sorunun olmadığı belirtilmiştir. Üç ana karakterin toplumsal hayattaki rolüne ve bu rolleri kendi içlerinde ne derece özümseyebildiklerine eğilen film; aslında toplum tarafından oluşturulan kalıp yargıların kişiliklerimiz ve özgürlüklerimiz üzerinde nasıl sonuçlar doğurduğunu da gözler önüne seriyor. Filmde anne rolüne Diane olarak can veren Anne Dorval, kocasının ölümünden sonra borçlarla baş etmeye çalışan, mesleki alanda da yetkin olamayan bir rolle izleyici karşısına çıkıyor. Zaten çetrefilli bir hayat yaşayan Die için işler, oğlu Steve’nin ıslah evinin kantininde çıkardığı bir yangın sonucu ile daha da zorlaşmaya başlar. Bu olaydan sonra Steve ıslah evinden atılır ve ikili beraber yaşamaya başlar. Bu zorlu süreçte Diane’e, komşusu Kyla’nın eşlik ettiğini görüyoruz. Kyla, yönetmenin hep ikinci planda tuttuğuna inandığım bir karakter. Yaşadığı bir olay sonucu kekeme olan karakterimizin; film boyunca ne yaşadığı buhrâna tanık olacağız ne de davranışlarını etkileyen ana etmenin ne olduğunu bulacağız. Bana sorarsanız; Kyla üzerinde bayağı tartışılacak karaktere sahip bir birey.
Vakitlerinin çoğunu beraber geçiren üçlünün bir aradayken toplum tarafından kendilerine dayatılan sınırların dışına çıktıklarını ve toplum içerisinde nükseden problemlerinin yine bir aradayken aştıklarını fark ediyoruz. Bu üçlünün yolu Steve’in akıl hastanesine gitmesi ile ayrılır. Filmde baş karakterimiz Steve’in, anne figürüne olan duygusal bağlılığını görmemek mümkün değil. Zira kendi açısından annesi ile arasındaki ilişki bir anne-oğul ilişkisi değil de bir sevgili ilişkisi gibidir.

Karakterlerin içsel analizine biraz değinecek olursam Diane için şunları söylemek mümkün; hem kendi içinde hem de toplumun dayattığı otoritel baskılara karşı çıkmasına rağmen Steve üzerinde bir hakimiyet kurma çabasındadır. Toplumun bir parçası gibi görünse de yapı olarak toplumdan soyutlanmıştır. Ve toplumsal düzgülerin kendisine biçtiği anne rolüyle de özdeşleşmemesi onu tanımlayan başlıca özellikleri olarak tanımlanabilir. Steve annesine büyük bir tutkuyla bağlı olmasına rağmen, kendi isteklerinden, içinden gelen tavırlarından ve en önemlisi de özgürlüğünden bir türlü vazgeçemediği için annesi tarafından akıl hastanesine yatırılır. Çünkü Steve’in davranışları normların dışındadır ve eğer normların dışındaysan normal değilsindir. Filmdeki ana temalardan biri de bu bence.
Bir diğer karakterimiz Kyla’nın da kendi evinde konuşmakta güçlük çekmesi fakat Diane ve Steve ile beraberken bunu yenmesi, kendi evinden çok Diane’nın evinde vakit geçirmesi ve kendi çocuklarından daha çok Steve ile ilgilenmesi toplum tarafından pek de kabul görmeyen davranışlardır. Bu noktada bahsettiğimiz üçlünün özgürlüğünün kısıtlandığını görüyoruz. Çünkü kendi içlerinde kalıplara meydan okuyorlardır aslında. İşte bu yüzden bahsettiğimiz karakterler;  evleri dışındaki koca dünyaya sığamazken küçücük evde özgürlüklerini bulup koca dünyalarını oraya sığdırabilmektedirler.

Filmde gözler önüne serilen bir diğer şey de hayatın mutluluktan çok hüzün barındırdığıdır. Mutluluklarımız, âni şeyler sonucunda ortaya çıkar ve ortaya çıktıktan belli bir müddet sonra da yerini yine normal durağanlığına ve hayatın içsel hüznüne bırakır. Ve bizler o hüznün içerisinde, içsel karmaşalarımız ve sıkışmışlıklarımızla kalırız. Yönetmen, bu noktada bu olayı alışılmışın dışında bir şekilde seyirciye yansıtmıştır. Bu olay, film boyunca kadrajın 1:1 görüntü formatında kullanılmasıyla yansıtılmıştır bizlere. Yalnızca iki yerde 16:9 görüntü formatına geçiş yapan filmde bu kısacık ama güzel anların hayattaki mutluluklar gibi gelip geçici olduğu hissi yaratılmıştır izleyiciye. Bu anların birine örnek verecek olursam; Diane’nın hayal kurduğu sahne örnek verilebilir bu konuda. Hayalinde Steve büyür, üniversiteye başlar, mezun olur ve daha sonrasında ise evlenir… Fakat sahne bittiğinde, 16:9 görüntü formatı yerini hemen 1:1 görüntü formatına bırakır çünkü mutluluklar gelip geçicidir.

Ayrıca filmde yönetmenin bizlere göstermek istediği kavramlardan biri de ideal olanı belirleme çabasıdır. İdeal anne, ideal evlat, ideal komşu. Peki bunları kim belirliyor, toplum mu? Karakterlerimiz bu alışılagelmiş ideal birey kavramının çokça dışında kaldıkları için kontrol mekanizmaları tarafından özgürlükleri giderek kısıtlanır. Filmin sonlarına doğru bu mekanizmanın karakterlerimizi istediği gibi işlediği görülür. Güçlü olan dengenin zayıf olanı saf dışı bırakması gibi. Die, toplum ve devletin baskısına yenik düşüp oğlunu akıl hastanesine gönderir, Kyla ailesinin baskısına yenik düşerek onlarla yeni bir şehre taşınır fakat Steve kendisine dayatılan tüm baskıcı çabalara rağmen akıl hastanesinde özgürlüğün bir yolunu bulur ve kendisine bir kalıbın temsili olarak giydirilen deli gömleğini sıyırıp pencereye, özgürlüğün kollarına doğru koşar…

Bizlere dayatılan kurallara ne derece boyun eğmekteyiz, benliklerimizi olduğu kadar başka kişileri de belirli kalıplara dökme çabasından ne zaman kurtulacağız? Çünkü bana soracak olursanız bunlardan kurtulduğumuz miktarda insanızdır, mutluyuzdur ve özgürüzdür. Öteki türlü despotlaşmış bir toplumun eleğinde sallanıp gideriz. Yazıma filmden çok beğendiğim şu alıntı ile son vermek istiyorum:

Bu dünyada tonlarca umut yok. Ama umut dolu insanların umut etmelerini düşünmeyi seviyorum. Böylece umutlu insanlar bir şeyleri değiştirebilir…

Umuttur Güneş’in Doğuşu

Zaman rayların üzerinden usulca geçip giden bir tren misali akıp giderken, sonbaharın gelişiyle birlikte, koca gövdeli söğüt ağacının yapraklarını dökmesi artık kaçınılmaz olmuştur. Ufak bir rüzgarda kuşların ötüşüne melodi olan yaprakları, dere boyunca dağılmış ve dalından koparılmanın hüznünü yaşamaktadırlar. Söğüt ağacı, kendisinden gün gün eksilen dostlarının matemini tutacaktır kış boyunca. Geçen vaktin neşesi toprağa, vedası yapraklara, kederi de insanlara kalmıştır.
Gökyüzünün karanlığında kaybolmuş umudunu arayan küçük bir çocuğun çaresizliği vardır    bulutlarda.
Yağmur damlaları, bacası tüten evlerin kiremitlerine çiselerken, bulutların haykırışları sel olur. Pencere kenarında unutulmuş, öksüz kalan tomurcuk çiçeklerinin gözyaşları yağmurdan mıdır?
Dağların ardından doğan güneşle birlikte gökyüzü aydınlığa kavuşur, tomurcuklar çiçek
açar.
Küçük çocuğun umudu, söğüt ağacının dallarında ötüşen kuşların kurduğu yuvalardadır artık…

Sen, Ben ve Küçük Kız

Ilık bir sonbahar akşamı… Hafif hafif esiyor rüzgar. Sapsarı yapraklar yavaşça süzülüyor ağaçlardan. Ve seni görüyorum. Hayal meyal hatırlıyorum seni bir yerden. Ama çıkaramıyorum. Kim olduğunu anlayamıyorum. Tek başına yapayalnız oturuyorsun oracıkta. Yaşlıcasın sanki: şöyle bir 70-80 yaşlarında. Bembeyaz ipek gibi saçların salınıyor arkanda.

İçimden bir his sana yaklaştırıyor beni. Adım adım, yavaş yavaş yaklaşıyorum. Sonra vazgeçiyorum, anlamsız geliyor. Birden arkanı dönüyorsun. Güzeller güzeli bir kadınsın. Gözlerinin içi gülüyor. Bana doğru yürümeye başlıyorsun. Bir korku kaplıyor içimi. Bana ulaşmak, yanıma gelmek için son bir adım attığında korkup kaçıyorum. Büyük bir ormana dalıyorum. Belki beş dakika, belki de beş saat koşuyorum. Arkama döndüğümde yoksun. Hayal kırıklığına uğruyorum. Nedenini ne sen ne ben anlarız.

Umudumu kaybetmiş yürüyorum. Koca bir çam ağacının altında ağlamaklı küçük bir kıza rastlıyorum. O sen misin? Bilmiyorum. İçimde o his yok şimdi. Hiçbir şey söylemeden oturuyorum yanına. 11-12 yaşlarında. Biri üzmüş bu küçük kızı.

İyi misin?

Evet der gibi başını sallıyor. Kafasını kaldırdığında gözlerindeki korkuyu görüyorum. “Sen bir peri misin?” diyor bana, hayatımda duyduğum en rahatlatıcı ses bu. Tam aklıma gelen ilk cevabı verecekken duruyorum. Küçük kızın hayallerini kırmak istemiyorum. “Belki.” diyorum. Gözlerindeki o korkunun yerini heyecan alıyor.

“Peki sen kimsin?”

Sormamam gereken bir şey sormuşum gibi hayal kırıklığıyla bakıyor bana. Yine başaramadım değil mi? Ayağa kalkıp koşmaya başlıyor. Yetişemiyorum.

Ayaklarımın altındaki toprak kayıyor. Şimdi bir denizdeyim. Yok yok, bir göl bu. Küçük kızın boğuk çığlıklarını duyuyorum. Nereden geldiklerini anlamıyorum. Korkuyorum. Gölün her karışına baktım, yok. Son bir kez dalıyorum serin suya. Biri kolumdan çekiyor beni. Bekle, bu sensin. Bu sefer senden korkmuyorum. “O güvende.” diyorsun bana. Rahatlıyorum.

Peki ben güvende miyim? Ya sen?

Bilmiyorum. Sormanın da bir anlamı yok. Nasıl olsa cevap veremeyeceksin.

İnsanın hiç görmediği birini özlemesi mümkün mü? Ben seni özlüyorum. O küçük kızı özlediğimden bile çok.

Kendinin Farkında Ol

İnsanlar size her zaman ne yapmanız ve nasıl olmanız gerektiği konusunda öğüt verir durur. Sanki en doğrusunu onlar bilirlermiş gibi… Oku, okumazsan büyük adam olamazsın! Oku, okumazsan hep birilerine muhtaç kalırsın! Oku, okumazsan kimse sana saygı duymaz ve oku, okumazsan kimse yüzüne bakmaz…
Peki saygın insanların hepsi gerçekten de okumuş mudur? Yani okuyan herkes özgür müdür, kimseye ihtiyacı yok mudur? Hayır dediğinizi duyar gibiyim. Çünkü gerçekten bu sorunun cevabı hayır.. Herkes güzel bir bölümde güzel bir okulda eğitim alma imkanına sahip değil, ama bu imkansızlık hayatta iyi yerlere gelmeye bir engel değil.
Sizin gibi ben de farkındayım ki hayatımızı rahat bir şekilde idame ettirebilmek için analitik düşünmek, okuduğunu hızlı bir şekilde anlamak ve diğerlerinden farklı bir şekilde düşünmemiz gerektiği aşılandı bizlere. Ama bu özelliklere sahip olmak gelecek hayatında rahat etmek için bir kesinlik sunmadı. Yani hiç kimsenin değeri bir kaç soruya doğru cevap verebilme ile ölçülemez. Sizin sahip olduğunuz zeka ve yetenek bambaşka şeylerde başarı elde etmenizi sağlayabilir. Sizler üstü örtülmeye çalışmış bir cevher olabilirsiniz. Başarısız olduğunuz anda sorguladığınız şey zekanız olmasın. Ben nerede iyiyim, ne konuda iyiyim olsun. Elbet cevabı bulacaksınız. Siz kendiniz farkında olun ki insanlar da sizi fark edebilsinler.
Hayat başkalarının kararlarına göre hareket etmek için çok kısa. Siz elinizde olan süreyi kendinizi fark etmek için harcayın, başkalarını mutlu etmek için değil. Çünkü tek bir hayatınız var ve sahibi sadece sizsiniz.

Ben Beni

Sabahın ilk saatlerinde düştüm yine yollarına, uçan kuşa sora sora
Toprağı koklaya koklaya…
Neredeyim hiç bilmiyorum, yol nereye ben oraya. Dar sokaklara girdim, hemen hemen her evin ışıkları yanıyordu. Sabah namazına uyanan insandan ne zarar gelir, devam et yoluna, bul aradığını dedim kendi kendime.

Evlerin kapıları ahşap ve çok eskiydi, yollar hala taşlı ve samimiyet kokulu… Gökyüzünde, saat dördün mavisi vardı, hiçbir kuş uçmuyordu. Kafamı çevirip önüme baktım, bir topluluk vardı. Tek değilim diye sevinip hızlı adımlarla yetişmeye çalıştım onlara. Dört tane orta yaşlı adam, yavaş yavaş yürüyorlardı, arkalarına geldiğimde hala muhabbetleri devam ediyordu. Kulak misafiri oldum biraz, camiye gittiklerini duyabilidim. Biraz daha yaklaşıp selam verdim, bana çok sinirli bakışlar atıp muhabbetlerine devam ettiler. Sonu gözükmeyen yolda yürümeye devam ediyorduk. Bir adam, kızına söylediği yalanı anlatıyordu, öbür adam karısını nasıl dövdüğünü, gülerek… Onların topluluğunda ama biraz daha önde yürüyen adam muhabbete hiç karışmıyordu, gözünden yaşlar dökülerek yürüyordu. Ortalarında olan adam, akşam iş çıkışı gördüğü bir kadını, ağzı sulana sulana anlatıyordu. Dehşetle dinlemeye devam ettim. Aynı yolda devam ederken, ayakta durmakta zorluk çeken, sarhoş bir hayat kadını karşıdan geliyordu. Bunu gören adamlar, kafalarını öne aldılar ve yürümeye devam ettiler. Önde tek başına yürüyen adam, kadına selam verip “iyi günler” diye seslendi. Kadın eliyle selam verip bir tebessüm bırakıp yoluna devam etti. Kadın biraz ilerledikten sonra, kafalarını yere indirenler hemen adama yönelip, kızmaya başladılar.
– Sen nasıl onunla konuşursun, görmüyor musun kapalı bir yeri bile yok, neredeyse çıplaktı! Göz zinası abdest bozmaz mı müslüman?
– Ameller niyetlere göre değil midir? Ben selam verirken ne giydiğini bile görmedim!

Sinirli bir şekilde yanlarından ayrıldım ve yoluma devam ettim. Gitgide hızlandı adımlarım. Ne yolun sonu gözüküyordu ne de sinirimin…

Bilmez mi gafil; yalan daha çok zarardır dine
Bilmez mi gafil; birinin canını yakmak, hıyanettir emanete
Bilmez mi gafil; kadının ayakları gider cennete?
Hangi kitapta yazar, fenalık edip cennette gideceğin? Üstadın sözleri ilişti kulağıma;

Gezdim şu alemi ıslah edeyim
Özümü meydanda gördüm sonradan
Zaman mahlukana hü dost gönlümü verdim
Sermayemden zarar gördüm sonradan
………………………….

O sonu gözükmeyen yol, zaman ve yaşammış.
Aradığım şey, benliğimin ta kendisiymiş.
Yolda karşıma çıkan insanlar, kötülüklermiş.
Namaza uyanan insanlar, içimdeki masum ve güzel duygularmış.
O hayat kadını, her ne olursa olsun, saygıyı hak eden insan kalbiymiş.
Önde kendi başına, ağlayarak yürüyen adam, geride bıraktığım ve önüme bakmam gerektiğini bildiğim düşüncelermiş.
Çalar bir Mahzuni türküsü, der ki;

İşte geldim gidiyorum buradan
Ne yazık ki çözemedim ben beni
Haksızlık dünyada sürüp giderken
Şekil verip çizemedim ben beni

Dostlar beni bir kazana koydular
Kırk yıl yandım daha çiğsin dediler
Ölçeğimi gram gram yediler
Bir kantarda tartamadım ben beni

Akarsuyum halden hale büründüm
Cahilin gözüne kara göründüm
Derya idim damlalara bölündüm
Çok bulandım süzemedim ben beni
………………………………….

Ölü Resim

Yine bir Müzeyyen Senar dinletisiyle uyanmıştım sabaha…
Yan komşuda bağırıyordu Müzeyyen abla;

– Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin?

Kafamı kaldırıp odama baktım, bir rakı bardağı
yarısı dolu.
Bardağın yanında bir küllük
sigaralar kırık.
Tam karşıma baktım, arkası dönük bir kadın
saçları kızıl, hırkası yırtık.
Baktım öyle uzun uzun, dalgalı saçlarına. Yandı bir sigara daha onun muhteşem havasına…

Geceye sormak lazım; ister mi sabahı? Hangi silgi sever, kalemden çıkan sanatı?
Büyüklük sever mi sab-i sübyanı?
Kötülük, temsili midir şeytanın?
Ve insanoğlu, esiridir duygunun!

Sahi sen benim hangi duygumsun?

Mutlu Olmak Adına

KENDİNE SIRA VER.

Mutlu olmak istersen;
Ver kendine değeri.
Ararsan çok bulursun
Niçin, niye, meğeri

Mutlu olmak istersen;
Düşünme hiçbir şeyi
Yaşa bugünü sonra,
Bil hatanı sevmeyi.

Mutlu olmak istersen;
Değiştir düşünceni,
Güzel güzel seçerek
Kur kelime hazneni.

Mutlu olmak istersen;
Yeni insanlar tanı,
Öğrenmeyi unutma,
Dinle anlatılanı.

Mutlu olmak istersen;
Kendin olmayı öğren.
Uçamayan atmaca,
Kendinden büyük gölgen.

Uçamayan ATMACA

Kız Gibi Hissetmek

Bak geçen annem pijama takımı almış, yıkayıp hemen giyindim. Açtım romantik bir film, yanımda dondurma, kaşık kaşık yedim sabaha doğru. Doyduğumda da kadın olmanın yuvayı kurup düzenlenmekle ilgili kısmı, erimiş dondurmanın orta da durmasına izin vermedi. Götürdüm koydum dolaba. Tezgahta bir iki bulaşık kalmış, sudan geçirmeden dizdim makineye. O kadar kız gibi hissetmiyorum, hissetsem makineye koymadan köpüklerdim bile belki. Sonra döndüm odama. Halı yamukmuş, düzelttim oturdum tekrardan filmin başına. Çektim bacaklarımı kendime, sırıtarak izliyorum romantik filmimi. Tatlı bir kız var ekranda, saçlarını toplamış ev haliyle bile çok güzel görünen. Döndüm baktım kendime. Üzerine dondurma dökülmüş yeni pijama takımıma. Ekranda ki kız kadar değil, ama kız gibi hissettim. Naz yapan, sevilen, mutlu olsun diye küçük sürprizler hazırlanan, belki tribiyle can sıkan, babasının kızı.

Filmlerde olur bunlar.. Babalarının prensesleri yok mu gerçek hayatta? Var ya, türlü türlüsü var. Aklıma bana nispet olsun diye babasının koluna girip, aynı yere öylece önümden giden arkadaşım geldi. O babasının prensesiydi işte. Bir tık şımarıktı mesela. O bulaşıkları makineye köpükleyip de mi koyuyor acaba diye düşündüm. Ya da ben hiç sevmem yer silmeyi, o belki yerleri silmeden rahat etmiyordu. Ne alakası olduğunu da düşündüm. Kız gibi hissetmenin neyle alakasını olduğunu bilmiyorum. Yuvayı dişi kuş kurar derler, ama erkekler de güzel yemek yapar mesela. Mutfakta erkek kız gibi mi hisseder? Kızların bakımından bahsedilip durulur, süsünden, püsünden. Kendim dahil kaç tane kızın kuaföre gitmeyişi, makyaj malzemesi olmayışı geldi aklıma. İnsan cinsiyetinin konulmuş kuralları var mıydı acaba? Kadınları erkeklerden ayıran en ayırt edici özelliği doğurganlığıydı, ama doğurmayan da kadındı. Yaptıklarım, yaşamım, seçimlerim, her şeyimle sıradan bir insandım. Belki de kız gibi hissetmek diye bir şey yoktu. Düşünmeyi bıraktım, beni ağlatan sonuyla film bitmişti. Filmim bittiğinde dağınıklığı yok sayıp attım kendimi yatağa. Gerçek bir kız toplamadan yatmaz mıydı ?

Bu Benim Dünyam

Gözlerimin alabildiğine görüyorum ve büyüyor dünyam
Tüm düğümleri birer birer bozuyorum ve çözülüyor dünyam
Çoğu zaman kendimi bulamıyorum ve kayboluyor dünyam
İçimdeki nefreti siliyorum ve temizleniyor dünyam
Bazen istemeden kızıyorum, kırıyorum ve sallanıyor dünyam
Bir çocuğun gülümsemesini görüyorum ve ısınıyor dünyam
Onu gördüğümde nefesim kesiliyor ve tutuluyor dünyam
Zamanım su gibi akıp gidiyor ve yaşlanıyor dünyam
Ben nefes alıp veriyorum ya işte dönüyor dünyam…

Kendimizi Dolandırıyoruz !

 

Günlük rutin hayatımızda bazen başımıza gelen veya gelecek şeylerden korkarız. En çokta dolandırılmaktan korkarız. İnsanların bizi ya bir şeyler alırken maddi olarak dolandırmasından ya da tanıştığımız yeni insanların duygularımızla oynayıp kandırmasından korkarız. Aklımıza bunlardan bir dönem viral olan telefon dolandırıcılığı geliyor. Ne profesörler, “dikkat edin” uyarıları veren ne yetkililer bile dolandırıldığı düşünülüğünde durum daha trajik komedi bir hal alıyor. Peki ya en büyük dolandırıcı bizsek ? Ya korktuğumuz şeyler aslında basit şeyler olup, en büyük dolandırıcılığı veya kandırmayı kendimize yapıp ısrarla görmezden geliyorsak ? Peki bizler kendimizi nasıl dolandırırız ? İnsan kendini neden dolandırır ?

Birçoğumuz farkında olmadan genellikle sonuç veya gelecek odaklı yaşarız. Örneğin işe gidip çalışıp para kazanmamız gerekir. Bir günlük rutin olarak baz alırsak işe gitmek için evden çıkarız, hedefimiz ise iş yerine varmaktır. Yolda giderken genellikle hep hedefe odaklı oluruz. Geç kalmamak için trafikte bir dakika beklemeye bile tahammül edemeyiz. Aylık rutin olarak baz alırsak işe gider çalışır, geliriz. Önemli olan ay başı maaşı almak, yaşamak için gereken standartları karşılamak ve borçları ödemektir. Koca bir ay sabah-öğle-akşam yalnızca bunlara odaklanırız. Elimizde ki otuz gün boyunca, yalnızca üç veya dört gün gezip, eğlenip, mutlu olmak için çaba sarf ederiz. Eğlenip gezebilmek, kendimize vakit ayırabilmek için şu gün gelse de rahatlasam diye devamlı olarak tatil günlerinin yolunu gözleriz. Oysa ki anı kaçırmadan, sonuç odaklı değil de süreç odaklı olsak, yarını düşünüp durmak yerine bugüne de odaklansak, aslında ayın sadece üç-dört gününü değil otuz gününü birden yakalamış oluruz.

Gelecek korkusu ve kaygısı hayatımızın büyük bir kısmını yiyip bitiriyor. Yarını düşünüp bugünü kaçırırken, yarın olduğu zaman ise yine o günü kaçırıp bu sefer diğer yarınları düşünmeye başlıyoruz. Yani hiçbir zaman anı yaşamıyoruz. Sürekli olarak bize ait olmayan yarınların peşindeyiz. Ben, size geleceğinizi düşünmeyin demiyorum, sadece anı kaçırmayın diyorum.

Sizler de pek çok kez hayatınızı istediğiniz gibi kontrol edemediğinizin farkındasınızdır. Planlarınızın boşa çıktığı zamanlar olmuştur ya da işlerin istediğiniz gibi gitmediği pek çok zaman… Bunlar olacak, hepsi gayet normal şeyler. Biz gelmemiş yarını planlamaktan, olmamış sorunları çözmekten, kaybedilmemiş geleceği kazanmaktan kafamızı kaldıramadığımız için artık çok yorulduk. Hayat bize zevk vermemeye başladı, sadece belirli günler ve anlar için yaşıyor gibiyiz. Bir örnek ile size geleceği düşünmenin ve sürekli plan yapmanın, her şeyi kontrol etmeye çalışmanın ne kadar mantıksız olduğunu göstereceğim. Ben gelsem ve size desem ki “Planlamamı yaptım, her şeyi hesapladım, tam bir yıl sonra milyon dolar sahibi olacağım. Hatta bir kaç yıla da milyarder olmam kesin. Bana şimdi, şu an yüz bin lira borç verirsen benimle birlikte zengin olma olasılığın çok yüksek.” Önce şunu demez misiniz? Ya arkadaşım sen iyi misin nereden biliyorsun bu kadar zengin olacağını? Ne malum işlerin istediğin gibi gideceği? Parayı verip ya zengin olamazsak? Ya parayı verdikten sonra bir daha seni görmezsem? Bakın burada önemli iki şey var. Bunlardan birincisi, ne olursa olsun sorgulamak, diğeriyse gelecekte gerçekliği kesin olmayıp yalnızca varsayımdan ibaret olduğunu hissettiğimiz durumların gerçekleşme ihtimalinden emin olma duygusu. Peki siz geleceğinizdeki problemlerden veya yaşayacağınız sıkıntılardan ne kadar eminsiniz ? Neden sadece sıkıntı yaşayacakmış gibi yaşıyorsunuz ? Neden bizi biz yapan sorunlardan bu denli kaçıyoruz ?

Sorunlar bizi büyütüp geliştiren en önemli olgulardır. Peki sorunlar bize köstek olmaktan çıkıp ne zaman destek olur ve bize yol gösterir ? Karşımıza karar vereceğimiz ne çıkarsa çıksın önce olumsuza odaklanmamamız gerekir. Çünkü maalesef bizlerin sürekli gelecek korkusu duyma ve olumsuza odaklanma gibi büyük bir alışkanlığı var. Herkesin dediği şey ”Ben en kötüsünü düşüneyim iyisi olursa sürpriz olur.” Hayır! Sen en kötüsünü düşünerek başladığın için beynine en kötüsünü yapmak için emir veriyorsun. En kötüsüne odaklandığın için en kötüsünü seni buluyor. Sen baştan en kötüsüne razı bir haldesin zaten nasıl olur da iyi olan seni bulabilir ki? Sen Allah’a diyorsun ki ”Ben iyisini isterim, isterim ama kötüsüne de razıyım. Çünkü, bana iyisini veremeyebilirsin, bende pek kendime inanmıyorum zaten. Bu yüzden en kötüsü de benim için yeterlidir.” Ağzımızdan çıkanlar ile kaderimizi belirlediğimiz bu evrende, olumsuzlukları kabul edip olumlu gelişmelerin bizi bulmasını beklemek çok büyük bir çelişki.

Bir de şöyle bakalım: Anneniz size git mutfaktan tuzu getir dese ve siz de kalkıp mutfağa giderken ”Tuzun nerede olduğunu bilmiyorum ki.” deseniz beyninize öyle emir vermiş olursunuz. Dolayısıyla tuzu ararsınız, ararsınız göremezsiniz ve anneniz gelip gözünüzün önündeki tuzu alır, sizde şaşkınlıkla bakakalırsınız “Nasıl göremedim?” diye. Buna psikolojide “Schotoma” denir.

Schotoma; psikolojik körlük anlamında kullanılır. Bizlerde gün içerisinde kendimizi olumsuz durumlara odaklayarak beynimizi körleştiriyor ve potansiyelimizi gün yüzüne çıkartamıyoruz. Bu yüzden kişiler şu an için çabalamak yerine gelecekleri için bir şey yaptıklarını, hayatlarını daha güzel ve standartları daha yüksek bir yere taşımaya çalıştıklarını bunun için bunca kaygı ve planı yaptıklarını savunurlar. Çünkü kendilerini dolandırmayı, kandırmayı severler. Şimdinin gücünü, anı yaşamayı es geçerler.

Kendinizi kandırmaktan vazgeçin! Gelmemiş sorunlarla yaşamayın, çünkü o planını yapıp kafanıza taktığınız yarın, aslında bugün, yaşadığınız tam şu andı. Peki siz ne yapıyorsunuz hala yarını mı düşünüyorsunuz? Şimdi şu an son kez kendinizi dolandırın ve yaşadığınız ana odaklanın. Sonuç kadar süreç de önemlidir. Bir gün o yarın hayatınızda olmayabilir…

Dış Yansıma

Güneş görmemiş pencereye asılı perdeyle  astım kendimi.
Ağlarla dolu, böceklerin yuva yaptığı
Sıkıştırılmış dört duvara
Salladım iskeletimi,
Bir sağa bir sola.
Ama ölmedim,
Dans ettim ölümün buruşmuş kollarında.
Zordu cehenneme yerleşmek,
Yalama olmuş hatıralarımı sallandırdım bende,
Hatıralarım diyorum,
Kamp kurmuş meğer cehenneme.
Yarıdan fazla bu vızıltılar,
Dizilmiş koca koca kahkahalar atlıyor Sırat’tan.
Günah mı bunlar seçemiyorum,
Baktığımda bir iskelet
Ama aslında değil.
Bu diziliş, bu vızıltı, bu koku insanlığın ta kendisi.
Pembe panjurlu kapının eşiğinde,
İrin dolu kahkahalardan bu kaçışım.

 

Hep Sen

Ben Yusuf Olsam Sen Kervan,
Ben Musa Olsam Sen Âsa,
Ben Süleyman Olsam Sen Dil,
Ben Nuh Olsam Sen Gemi,
Ben İbrahim Olsam Sen Ateş,
Ben Adem Olsam Sen Elma,
Ben Beden Olsam
Sen Kalp.

 

 

Rüya

Üzerimdeki ince örtü kadar hafifti ellerin. Rüzgarda saçların uçuşuyor, nefesin yüzümü okşuyordu. Tenime dokunan sıcaklığın, güneş olduğunu çok sonra anladım. Halbuki ne güzel rüyaydı gördüğüm. Neden uyandım?

Onun olmadığı sabahlara bir yenisi daha eklendi bugün,

Hiçbir şeyin anlam taşımadığı günler çoğaldı takvimimde,

Solumdaki acı hükmediyor bütün bedenime,

Özlüyorum.

Zülfü Livaneli gibiyim işte,

“Bir şeyler yapıyorum, yürüyorum, konuşuyorum, yemek yiyorum yani her zaman yaptığım işleri sürdürüyorum ama nasıl anlatsam, bir boşluk duygusu içinde. Sanki içimde derin bir hiçlik var.”

Sabah Oldu

Güneşin doğuşuyla kuşların cıvıltılarıyla,
Sahil ortası bir umutla,
Karanlığın yerini aydınlığa bırakmasıyla,
Yeni bir gün doğduğunu anlattı bana

Seni seherin bereketiyle gören gözlerim,
Sırma saçlarını anlatan sözlerim,
O güzel beninin altındaki veçhin,
Yeni bir gün doğduğunu anlattı bana

Havva kızlarının arasındaki o güzel yerin,
Açtığında görünen zümrüt gözlerin,
Beni halden hale çeviren la’l dudakların,
Yeni bir gün doğduğunu anlattı bana

İyi Ki Doğdun Anadolu Rock’ın Sürmeli Çocuğu: Barış Akarsu

Bu hayattan güzel bir insan daha gelip geçti. Zaten hep güzel ve iyi insanlar aramızdan erken ayrılmıyor mu? Bugün 29 Haziran 2020. Tam 41 yıl önce bugün o güzel insan yani Barış Akarsu dünyaya geldi.

O sımsıcak gülümsemesi ve seslendirdiği şarkılarıyla herkesin gönlüne taht kurmayı başardı. Müziğe olan bu ilgisi aslında çok küçük yaşlarda başlamıştır. Hatta ilkokuldayken eline blok bir flüt alıp sokaklarda dolaştığını kendisi de söylemiştir. Ama asıl tanışmasının Amasra’ya gelen müzisyenler sayesinde olduğunu söyleyebiliriz. Onlardan etkilenerek gitar, klavye ve mızıka çalmayı öğrenmiştir. Daha sonrasında ATV’de yayınlanan Akademi Türkiye isimli bir yarışmaya katılmış ve bu yarışmadan birincilikle ayrılmıştır.

31 Aralık 2004’te Serdar Öztop’un yapımcılığını üstlendiği Barış Akarsu’nun ilk albümü olan “Islak Islak” piyasaya çıkarılmıştır.  Dilerseniz Barış Akarsu’nun o güzel sesinden bu şarkıyı dinledikten sonra devam edelim. Kısa bir müzik molası.

Müziğin yanı sıra lisedeyken profesyonel olarak yelken sporu ile de ilgilenmiştir. Bunun yanında “Yalancı Yarim” isimli bir dizide de oyunculuk yaptığını biliyoruz. Bu dizinin ardından milyonlarca seveni tarafından “Alfonso Tarık” olarak anılmaya başlanmıştır.

28. doğum gününde yani 29 Haziran 2007 tarihinde bir trafik kazası geçirmiştir. Bu kazanın ardından sadece hayatı beş günü dayanabilmiştir. O güzel kalbi 4 Temmuz 2007’de bu hayata yenik düşmüştür. Barış Akarsu o kadar sevilen biriydi ki sevenleri günlerce kaldığı hastanenin önünde nöbet tutmuş ve iyileşmesi için umutlarını her daim diri tutmuşlardır.

Barış Akarsu’nun anısına yukarıda fotoğrafını görmüş olduğunuz Tankut Öktem tarafından yapılmış olan heykel dikilmiştir. Hatta kaza yaptığı kavşağın ismi değiştirilmiş, kavşağa “Barış Kavşağı” adı verilmiştir.

Barış Akarsu aramızdan ayrılmış olsa da o her daim bizim anılarımızda ve kalbimizde sonsuza kadar yaşayacak. İyi ki doğdun güzel adam. İyi ki doğdun Anadolu Rock’ın sürmeli çocuğu.