18.4 C
İstanbul
Salı, Haziran 17, 2025

Zam-An

Ayların, günlerin, saatlerin ve bizim saniyesine dahi hükmedemediğimiz, henüz yarışına girmeden kaybedeceğimizi bildiğimiz hızına yetişemediğimiz mücadelemiz, zaman….

Peki biz bu hüküm tanımaz zamanın neresindeyiz? Su misali akıp gitmiş zamanın mı yoksa yağmur olup yağacak zamanın mı peşindeyiz? Büsbütün içinde miyiz zamanın yoksa dışında mı? Sen söyle Şansım, neredeyiz? Yoksa Tanpınarca zamanın ne içinde ne de büsbütün dışında hissedemeyip yekpâre, geniş bir anın parçalanmaz akışında mıyız?
 
Kimimiz zamanını geçmişi özlemekle kaybediyor, kimimiz gelecek hayalleriyle boğuşup duruyor. Kimimiz bugünü yarın yapabilmek için kimimiz de yarınını dün gibi yaşayabilmek için yel değirmenine karşı savaşırcasına oraya buraya kılıç salıyor. Belki de en dramatik haliyle bu beyhude çaba sonuç bulacak mı, güzel günler de bizi görecek mi anneciğim diye çoğu zaman içimizdeki susmayan benle konuşuyoruz.

Çoğu zaman da fark etmeden zamanın hangi diliminde yaşar olduğumuzu unutuyoruz. Bugün, dünün hangi yarını? Yarına varan yol bugünden mi yoksa yarından mı geçiyor? Bugünün yaşanması için dünün hangi geçmişte kalması gerekir? Bugün olmadan yarın olabilir mi? Düşlediğimiz yarına ulaşmak için daha ne kadar bugünlerimizi düne feda edeceğiz? Yarınlarımız içinde hangi dün ve bugün saklı? Yarına varabilir miyiz? Bugünümüzü yarın yapmak ne kadar mümkün? Dünümüz düşlediğimiz yarın ise bugün günlerden ne?
 
Bugün günlerden benim. Dünüm de, bugünüm de, yarınım da benim.Akıp giden zamana karşı kürek çekecek olan da, geçmişin tozlu raflarında arayıp bulunmayanı, gelecekte önüme çıkacak yolların bilinmezliğinden korkmadan bulacak ve bir bir deneyecek olan da benim.”Keşke”lerle, ”iyi ki”ler arasına sıkışıp kalmış hayatın ötesine geçmek, her şeye rağmen hatta şu an bile geçip gitmekte olan zamana rağmen; keşkelere takılmayı bırakıp, ”iyi ki”lerle yaşamayı artık öğrenmek zorundayız.

Hiçbirimizin son perdeye kadar sahnede kalamayacağı bu oyunda, yitip giden zamanın yitik zaman oluşunu seyre dalmayı bırakın dostlar. Belki kalemimden dökülenlerle aradığınız kaynağı bulamayacaksınız ama bilmem kaçıncı deneyiminizde sizi aydınlığa götürecek o yolun peşine düşeceksiniz. Belki o karanlığı yeneceksiniz aradığınızı bulacaksınızdır. Kim bilir…

Gökhan Türkmen’in Farkındalık Yaratan Klibi: Yüzüme Vurma

Gökhan Türkmen’in yeni klibi olan “Yüzüme Vurma” insanların doğaya verdiği zararları ele alıyor.

Bu klibin prodüktörlüğünü Bora Çifterler ve Gökhan Türkmen üstleniyor. Klibi izlediğinizde küresel ısınma, çevre kirliliği, hayvan hakları ve şu an gündemde olan coronavirüs salgınının etkilerini ele aldığını göreceksiniz. Klipte yer alan Avustralya yangını, çarpık kentleşme ve doğaya atılan plastiklerin hayvanları nasıl etkilediği görüntüleri bir nebze de olsa belki içimizi sızlatır, artık bir şeylerin farkına varmamızı sağlar.

Gökhan Türkmen şarkının içerisinde “Uyаnsanа, geç değil değişmeye” diyor. Aslında çok haklı. Eğer bizler şu saniyede başlarsak değişmeye belki gelecek birkaç nesil kurtulabilir bizim sayemizde. Onları kurtarmak da bizim elimizde, bu dünyayı onlara dar etmek de… Bu klibin üzerine aklıma çok sevdiğim bir söz geldi: “Herkes kendi evinin önünü süpürürse dünya tertemiz olur.” Bazı şeylere geç kalmadan harekete geçmemiz gerek. Pişman olmadan bir şeyler yapmak gerek. Bu klip bizler için bir milat niteliğinde olsun isterim. Siz ne dersiniz? Başlıyor muyuz evlerimizin önünü süpürmeye?

Çocuk İle İletişimde “BAĞIRMAK”

Bir çocuk anne ve babasından ilk olarak iki şeyi öğrenir “sevginin nasıl gösterileceği ve sorunların nasıl çözüleceği”. Eğer anne ve baba birbirine saygı gösteriyor ve sorunları bağırmadan çözebiliyorsa , çocukta aynı iletişim yöntemini kullanacaktır. İletişim için ayarlanması gereken en önemli özellik “ses tonu” dur. Ses tonunuzun yüksek olması ve bağırışmaların sürekli olması çocuklarda zamanla duyarsızlığa yol açar. Eğer odasını dağıttığında, oyuncağını kırdığında, ödev yapmadığında, kitap okumadığında çocuğunuza bağırıp ; aynı zamanda bir canlıya şiddet uyguladığında ya da küfür ettiğinde de ona bağırıyorsanız çocuk sizin sınırlarınızı / hassas noktalarınızı bilemez. Sesini yüksek kullanmanız sizin “hassas noktanız” olduğunuzu karşı tarafa iletir. Ancak sürekli olarak bağıran , sesini yükselterek iletişim kuran ebeveynlerin yıpranma payı oldukça yüksektir çünkü çocuklar ebeveynleri sürekli bağırdığı için neye az neye çok tepki vereceğini , en çok neye üzüleceğini bilemez. Sürekli olarak bağrışma içinde olan çocukların sağlıklı olduğunu söylemek oldukça güçtür.

Bağırmak çocuklar üzerinde kısa süreli olarak olumlu yanıt verse de uzun süreli olarak oldukça olumsuz etkiler yaratır.

Başlıca olumsuz etkiler :

  • Davranış problemlerini daha kötü hale getirir.
  • Beyin gelişimi esnasında oluşan dentrit oluşumunu olumsuz etkiler .
  • Beyin nöronlarını stres durumuna sokarak kalitesini düşürür.
  • Çocuğu depresyona sürükler. (5-6 yıl sonra görülebilecek bir etkidir.)
  • Stres yaratarak stres anında algılanan hormonlar dolayısı ile fiziksel sağlığı riske atabilir.
  • Kronik ağrılara sebep olur . ( kronik baş ve karın ağrısı bağırma/yüksek ses ile doğru orantılıdır.)

Bu kadar çok olumsuz etkisi varken Türk toplumunda bağırmak çok yaygın bir iletişim türüdür. Ancak bağırmak ileteceğiniz mesajdan daha çok yalnızca sesinizi karşıya iletir. Karşınızdaki kişi sizin söylediklerinizi değil sesinizin tonunu algılar. Pek çok kere sizde yaşamışsınızdır : Karşınızdaki kişi size bağırarak bir şeyler anlatıyordur. Uzun uzun bağırır çağırır ve konuşması esnasında sizin ona ilk dediğiniz “ Bana Bağırma!!” Olur. Çünkü beyin o an hiçbir mesaj almamış yalnızca tehlike durumu sezmiştir. Tehlike sezen beyin ise kendini iletişime kapatır. Dolayısı ile bağırarak karşınızdakine bir şeyler kabul ettirme olanağınız oldukça düşük bir ihtimaldir. Peki ne yapmalıyız ? Uygun iletişim kanalını seçerek doğru sözcükler ile ses tonumuzun dengelenmesi bizim işimizi görecektir.
Çocuğunuz ile iletişime geçerken aynı zamanda onun boy hizasında olmaya ve gözlerine bakmaya özen gösterin. Siz ayakta iken boyunuzun uzun olması karşıdaki çocuğun bilinç altı için bir tehdittir. Verimli iletişim için çocuğunuzun göz hizasına eğilmeniz oldukça önemli.

Özetle ; tartışma esnasında sesiniz değil kelimeleriniz duyulsun. Bu sizin için çok daha rahatlatıcı olacaktır.

“Eda Baba – Gelmiyorsun” Yayında!

Eda Baba Video Klip Görseli
Eda Baba - Bekliyorum Gelmiyorsun

Yönetmenliğini Harutyun Arto Davulciyan ‘ın yaptığı “Eda Baba – Gelmiyorsun (Ezginin Günlüğü 40 Yıllık Şarkılar) (Official Video)” Bugün saat 18.00’da video klibiyle beraber YouTube ‘da Dokuz Sekiz Müzik ‘te sevenleri ile buluştu. Başarılı müzik grubu Ezginin Günlüğü’nün 40 Yıllık Şarkılar albümüne ait olan şarkıyı, sevilen şarkıcı Eda Baba’dan dinlemek de ayrı bir zevk olsa gerek.
Şarkının klibi ve sözleri yazımızda yer alıyor. Şimdiden keyifli izlemeler ve dinlemeler diliyoruz.

EZGİNİN GÜNLÜĞÜ 40 YILLIK ŞARKILAR (2020 / DOKUZ SEKİZ MÜZİK) Tüm dijital platformlarda.

Yönetmen: Harutyun Arto Davulciyan
Söz: Gündüz Göktürk
Müzik:Nadir Göktürk
Akustik Gitar: Emir Can Başar
Bas Gitar: Şansal Aktaş
Trompet: Dilan Balkay
Davul: Cihan Kahvecioğlu
Perküsyon: Türker Çolak
Kayıt ve Mix: Sinan Sakızlı / Hayyam Stüdyoları
Kayıt Asistanı: Ceylan Akçar
Mastering: Tarık Ceran / Digilog By TC

Reji: Ekrem Çanak, Enes Aktel
Kurgu: Bora Selimoğlu
24Creative / www.24c.tv
Saç: Sercan Gülsoy
Makyaj: Uğurkan Avcı (KLAN)

Teşekkürler
Bahar Güler Şaşoğlu
Larissa Uyar
Nil Gürtunca

Yetişmiyor sana sesim
Bekliyorum gelmiyorsun
Yıllar geçti mevsim mevsim
Bekliyorum gelmiyorsun

Dağlar yüce beller uzun
Günler aylar yıllar uzun
Bu kadar mı yollar uzun
Bekliyorum gelmiyorsun

https://youtu.be/QtsTO4lFGIc
https://www.instagram.com/edababa
https://twitter.com/eda_baba
https://www.facebook.com/edababamusic
#EdaBaba #ArtoHD #24Muzik

Cenneti Yeryüzüne Taşıyan Aşk

Ölmeden önce mutlaka gidilmesi gereken ülkelerden biri olan Hindistan’ın, dünyanın en büyük aşkına ev sahipliği yaptığını bilmeyeniniz yoktur. Yedi harikalardan biri olan Tac Mahal; inşa edildiği günden bu yana aşkın mutlak kudretiyle ihtişamını koruyor ve yüzyıllardır giden her ziyaretçiyi büyülemeye devam ediyor…

Her epik aşk masalında olduğu gibi Tac Mahal’in inşa edilme hikâyesi de mutlu sonla bitmiyor ne yazık ki. Sonu acı bir ayrılıkla başlayan ve 21 yıl süren devasa bir tarihten bahsetmekteyim.

Tac Mahal, Babür İmparatoru Şah Cihan’ın en büyük tutkusu, yekta prensesi: Mümtaz Mahal’e olan aşkının bir nişanesi olarak dünyaya armağan edilmiştir. Asıl adı: Arjumand Banu Begüm olan prensese ‘Mümtaz Mahal’ sıfatı Cihan Şah tarafından konmuştur. Manası; sarayın mücevheri, seçilmiş kişi anlamlarını barındıran ‘Mümtaz Mahal’ ismi aşkın haşmeti karşısında tüm dünyayı hayrete düşürüyor…

Mümtaz Mahal, Şah Cihan’ın 14. Çocuğunu doğururken hayatını kaybeder. Şah Cihan, yüce aşkını daima yanı başında isterken ellerinin arasından kayıp gidişini izlemeye dayanamaz. Onun varlığını ölene dek hatırlatacak ve öldükten sonra da yaşatacak bir anıt yapmaya karar verir.

‘Cennet’ tasvirini yeryüzüne inşa etmek için yola çıkan Şah’a, Tac Mahal’in yapısı için 2000 farklı model sunulur. Şimdiki halinde karar kılınınca, 1632 yılında inşasına başlanır. 21 yıl süren yolculukta 22.000 işçi çalıştırılır.

Birçok farklı bölgeden özel yapım taşların getirilmesi için 1000 fil kullanılır. Rivayet edildiği üzere Şah Cihan, devasa anıt için çalışan mimarların parmaklarını kestirir. Hâl budur ki, bir daha Tac Mahal gibi eşi benzeri olan bir mimari yapılmasın…

Tac Mahal’in bir diğer özelliği; gün içerisinde farklı renklere bürünmesidir. Gün doğumunda en güzel rengi olan pembemsi tonunu gösteren Tac Mahal bir müddet sonra beyaz görünümüne geri döner. Ay ışığıyla birlikte en romantik haline, yani altınımsı bir renge bürünür. Rivayetlere göre: hiçbir yerde görülmemiş bu eşsiz özelliğin Mümtaz Mahal’in ruh değişikliklerini yansıttığı söylenir.

Sarayların tacı anlamını taşıyan ‘Tac Mahal’ ismi: aşkın bir insanı getireceği son noktayı ve uğruna yapabileceği çılgınlıkları kanıtlar nitelikte. Kim aşkı için böylesi büyük bir fedakarlığa ömrünü adayabilir? Şah Cihan, yalnızca dünyanın yedi harikasından biri olan Tac Mahal’i değil, aşkın da üstünlüğünü tarihin en unutulmaz sayfasına kazımayı başardı. Aşk yine yüce kudretinin nezdinde insanoğlunu çılgına çevirdi…

Uçurtma

İpinden tutulmuş uçurtma gibiyim,

Sanırsınız gök benim evim,

Tutsalar köleyim,

Bıraksalar düşerim.

Ya göğümü bana verin,

Ya da bırakın düşeyim.

Haberin Yok Hiçbir Şeyden

 

İstanbul, daha önce hiç geçmediğim o sokaklarında tatlı bir esinti eşliğinde yürüsem. Birbirleriyle hararetli hararetli konuşan, bilinç dışı ara ara soğumuş çayını yudumlayan insanların önünden, hiç orada yokmuşum gibi geçip gitsem. Turist oluşumu, her güzel gördüğüm kareyi fotoğraflayarak, belli ederek yürüsem. Biraz hızlı yürüsem yollar bitecekmiş gibi korka korka, her adımın tadını çıkararak geçip gitsem sokaklarından. Arkamda hiçbir iz bırakmadan, sanki o asfalta hiç basmamışım da yerden hafif yüksekte dolaşmışım gibi. Dolaşırken de hiç iz bırakmadığım o asfalta, kendimi bırakmışım gibi hafiflesem. Yanlışlıkla göz göze geldiğim insanlar görseler içimde senin sevdan dışında hiçbir şey kalmadığını. Birbirlerini dürterek beni gösterseler, hem de parmakla göstermenin ne kadar ayıp olduğunu bilerek.

Ve İstanbul bana bakan bu gözlere hiçbir şey anlatmasam, çünkü anlatmaya değer her şeyimi sana anlatmışken. Utanarak, bana bakmasınlar isteyerek, kaçsam o sokaktan. Ve sen yakama yapışsan asfalta hiç iz bırakmayan ama benim asfalta bıraktığım benliğimi elime tutuşturarak. Ben yeni yürümeyi öğrenmiş çocuk heyecanıyla yere düşsem, kanasa dizlerim ve ağlayarak sana sarılmak istesem..

İstanbul’sun sen. Kimine ana, kimine eş, kimine kara sevda olmuşsun, kimine mezar. Ben sarılacak yer bulamam. Tazelensem seninle, havanı içime çeksem. Havanda insanlığa ait her şey var, havan insanoğlu kokuyor. Çocukluğum kokuyor, taze ekmek, karısını döven o kişiliksizin öfkesi kokuyor ve emekçinin teri kokuyor. Havan kin, nefret, aşk, savaş kokuyor. Ürkek gözlerle seni arasam etrafta, her gördüğüm eski binayı sen sansam. Tarihi ağaçlar sen, yeni yapılmış gökdelenlerde ruhunun sıkıştığını görsem ve denizine bakıp seni düşlesem.

Akşam olup da gökyüzünün yansıması düşünce denize, işte sen oradasın. Bir balığın kalbinde bulsam seni, sıra sıra oltalardan kaçan bir balıksın sen.

Ve hiç haberin yok hiçbir şeyden.

Aşık Olduğumuzda Vücudumuzda Neler Oluyor?

Aşk…

Bu hayatta başımıza gelen hem en güzel hem en kötü şey. Bu hayatta hepimiz gerçekten bir kez aşık oluruz. Belki platonik, belki de karşılıklı duygular besleriz. Platonik olması bize hayli fazla acı verir. Ama karşılıklı olduğunda dünyada artık sizden daha mutlusu yoktur. Aşk geçmişten günümüze, yani her zaman vardı.

Aşk yıllarca edebiyatın konusu da olmuştur. Leyla ile Mecnun, Tahir ile Zühre, Ferhat ile Şirin… Liste böyle uzar gider. Sevdikleri uğruna nice şiirler yazmış şairleri de unutmamak gerekir tabii ki: Sezai Karakoç’ un Mona’ sı, Özdemir Asaf’ ın Lavinya’ sı…

Bizler aşkın üzerimizde yarattığı duygusal etkileri az çok biliyoruz. Aşık olduğumuzda etrafımıza mutluluk saçarız. Her şeye, herkese gülümseriz. Hayaller kurulmaya başlanır. Yani artık tam bir Polyanna oluruz. Dünyanın sadece bizim etrafımızda döndüğünü düşünürüz. Hatta Eflâtun bir eserinde aşkı bir çeşit ruh hastalığı, delilik olarak nitelendirmiştir. Aşk, akıl işi değil diye boşuna demiyorlar demek ki.

Peki Ya Vücudumuza Etkileri Nedir?

Öncelikle aşkın nasıl başladığına kısaca değinelim. Bir kişiye aşık olmamızda en önemli etken görselliktir. Bunun ardından zekası, kültürü, ses tonu ve davranışları gelir.

Aşık olduğumuz kişiye bağlanmamızı sağlayan başka bir faktörde feromon denilen koku sinyalleridir. Feromon, ter bezinden salgılanan kokusuz, koku molekülleridir.

Bazı uzmanlar da aşkın kimyasal bir yapısının olduğunu ve hastalık olarak kabul edilebileceğini söylüyorlar. Bunun nedeni ise beynimizde salgılanan feniletilamin kimyasalı. Bu kimyasal salgılanmaya başladığında birine aşık oluyoruz.

Aşık olduğumuz zaman mutluluk hormonu salgılamaya başlıyoruz. Dopamin, serotonin ve noradrenalin… Polyanna gibi gezmemizin nedeni de bu olsa gerek.

Aşık olduğunuz kişiyle birbirinize sevgi sözcükleri söylemeye başladığınızda kalp atış hızı yavaşlıyor. Bu sayede de uzun bir süre kalp rahatsızlığına yakalanma riskini azaltmış olunuyor.

Peki aşk olunca salgılanan hormonlar hiç kötü davranışlar sergilememize neden olmuyor mu?

Elbette oluyor. Vazopressin hormonu aşık bir kişide saldırganlık davranışıyla ilgilidir. Aşkı için her şeyi yapmayı göze alan, sevgilime sen misin bakan diye hemen saldırgan davrananlarda suçlu vazopressindir. Kıskançlık duymamızın da nedeni bu hormondur.

 

Hayatınızın Amacı Ne?

“Hayalinizdeki hayatı yaşamanıza ne engel oldu? Başarmanıza ne engel oldu? Hangi inanç? Hangi davranış? Hangi duygusal alışkanlık? Size engel olan neydi? Yolunuza çıkan şey ne? Hak ettiğiniz hayatı yaşamanıza ne engel oldu?”(T.Robbins)

Yaşadığınız şu anda kendinizde değiştirmek istediğiniz şüphesiz bir şeyler vardır. Oysaki, genelde kendimizi değiştirmek yerine sürekli başkalarını değiştirmeye odaklanırız. Sürekli olarak başkalarının hata yaptığını, rahatsız olduğumuz davranışları çoğu zaman sadece ve sadece karşımızdaki kişinin sergilediğini düşünürüz. Bu durum bazen bilinçli, bazen bilinçsiz bir şekilde gerçekleşebilir. Bu hayatı yaşayıp fazlasıyla acı çekmiş ve yorulmuş biri olarak ben, size şunu öneriyorum;

‘’Herkesi değiştirmeye çalışma. Kendini ve bakış açını değiştir, böylece herkes değişsin.’’

Sevdikleriniz değişsin, dostlarınız, iş arkadaşlarınız, komşularınız ve sokakta gördüğünüz tanıdığınız, tanımadığınız herkes değişsin. Çünkü siz değiştiniz, artık aynı insan değilsiniz ve onlara artık aynı bakış açısıyla bakmıyorsunuz. Artık onlar sizi öfkelendirmiyor, eskisi kadar üzmüyor, hayata karşı enerjinizi düşüremiyor. Çünkü siz değiştiniz. Değişim, uzun zamanlarda gerçekleşmez bir anda oluverir. Şimdi, şu an karar verirsiniz ve yaparsınız.

   Karar demişken, asıl aşamadığımız bir sorun da bu değil mi? Kendimiz gerçekten tek başımıza karar veremiyoruz. Basit bir alışverişte bile saatlerce düşünüp, bir ürün bile almadan çıkıyoruz. Peki ya hayatımızla ilgili ciddi kararlar alırken nasılız? Tam bir facia öyle değil mi? Hangi üniversiteyi okuyacağımız, kiminle evleneceğimiz… Hangi işte çalışacağımıza kaçımız istişare yaptıktan sonra özgür hür irademizle bir karar verebiliyoruz?

   Bu, hayatında değişimden önce atman gereken en büyük adım olacak. Bu duruma öncelikle ufak ufak kararlar alarak başla. Canım bir şeyler içmek istedi; çay mı içsem, kahve mi? Bugün işe giderken otobüsle mi gitsem, arabayla mı? Bu tişörtü çok beğendim siyahını mı alsam beyazını mı? Tam da bu şekilde basit ufak şeylerden başla. Çünkü bu hayatı siz yaşıyorsunuz ve yapmak isteyip yapamadığınız bütün her şey ileride bir çığ gibi büyüyüp karşınıza çıkacak. Seçimlerinizin sonuçlarından bir gün memnun olmazsanız sizin yerinize karar veren insanları suçlamaya başlayacaksınız. Çünkü o sizin adınıza bir karar verdi ve o karar sonucu istemediğiniz bir durumla karşılaştınız, dolayısıyla o da sizin canınızı acıttı. Eyvah! Hemen onu suçlamalı ya da ona karşı öfkelenip ‘’Bak sen karar verdin böyle oldu!’’ demelisiniz öyle değil mi? Zaman içerisinde o insanlar bundan yorulup sizin sevginizi kaybetmemek için cevap verebilir ama her karar ve hüsran aranızı git gide açacak, aranızdaki iletişim sağlıksız ve acı verici bir hale dönüşecektir. Kendi kararlarınızdan kendiniz sorumlusunuz. Sonuçları ile baş etmeyi de bununla birlikte öğreneceksiniz. Unutmayın ki ‘’En kötü karar, kararsızlıktan iyidir.’’ Şimdi, değişim için ilk adım olarak ne yapacağınızı biliyorsunuz. Cesur bir şekilde karar alacaksınız ve küçük bir adım dahi olsa uygulayacaksınız. Siz şüphesiz ki bunu yapacak güçtesiniz!

Kırık Radyomun Güzel Kadını 1

Her sabah kafamı onun göğsüne bırakıp, saçımı oynatmadan çıkamazdım evden. Yine aynı şekilde kafamı onun battaniye kadar yumuşak, ana yüreği kadar sıcak ve cennet gibi kokan sinesine bırakmıştım. O da başlamıştı saçımla oynamaya… Her sabah aynı şarkı çalardı, yine açtı aynı şarkıyı; Cem Karaca oradan seslenirdi:
”Saçını dök sineme
Derdini söyle”  diye, ben saçımı dökerdim sinesine, bir kelime söylemeden o anlardı derdimi, bakıp bakıp gözlerime.

Yine karanlık çökmüştü şehre, çocukların neşeli sesleri, bahar kokan gülüşleri kesilmişti. Necla, ” Yemek hazır ” diye bağırdı, kafamı kaldırıp ağır adımlarla yemek masasına geçtim. Çok güzel muhabbeti vardı Necla’nın. Öyle güzel, öyle içten, öyle samimi bir ses tonu vardı ki; kalbi konuşuyor sanırdım, içinin cennetinden çıkıyordu sanki kelimeler. Yemeği yeyip, simsiyah elbiselerimi gösterdim ona.

– Nasıl olmuş, yakışmış mı?
“Sezen Aksu’nun şarkıları kadar güzelsin” dedi ve yaklaşıp bir buse kondurdu dudağımın yanına. Beni işe gönderirken hep böyle mutlu ederdi, yollarda sağa sola çarpınca da dikkatsiz derdi… Çıkmıştım caddeye, gülümseyip kafamı gökyüzüne kaldırdım, yirmi adım sonra, koca bir kalabalık sesi duyacaktım. Bir, iki, üç, dört…

İşte bu ses, Muharrem abi, yine bir müşterisiyle kavga ediyordu. Biraz daha ilerledim, marketin çırağı İsmail, bir pazarcı edasıyla markete yeni gelmiş malları satmaya çalışıyordu. Görüp seslendi hemen bana;
– Fazıl abiiii…
– Ne var lan kerata!
– Abi, şu çikolatadan al be, yeni geldi…

Kaşlarımı çatıp, yoluma devam ettim. Piç kurusu, sanki bilmiyor çikolata sevmediğimi.

– Huysuzsun abiii!..

Arkamdan bağırıyordu ama hiç kulak asmadan devam ettim. Birkaç adım daha attım ve köşeyi döneceğim mahalle serserilerin önünde volta attığı o direğe geldim. Köşeyi dönüp, biraz daha yürüdüm, yoğun bir balık kokusu geliyordu. Kedilerin miyavlama sesleri kulağımı tırmalıyordu. Balıkçı Reşat… Gelmiştim dükkanının önüne, sanırım dükkanda müşteriyle muhabbet ediyordu, bırakıp geldi dükkan dışına seslendi hemen;
– Henüz vakit varken gülüm, gel bir çay içelim!
– Yol uzun, genç, ihtiyar…
– Kolay gelsin Fazıl’ım!

Ağır adımlarla yoluma devam ederken, sesler yükseldi yine. Açık hava sineması… ‘ Allah’ım samimiyet kokuyor burası ‘ diye haykırasım geliyordu. Çocuklar bacaklarıma çarpa çarpa koşuyorlar, anneleri salçalı ekmekle peşinden geziyor, babaları ise kahveye kaçmak için uğraşıyorlardı… Dııııt dıdı, dııııt dıdıı… Filmden önce müzik çalardı, ‘GülPembe’nin o meşhur introsu çalıyordu, değneğimle ritm tutarken, tatlı tatlı esen rüzgara bıraktım kendimi. Girdi şarkıya Barış abi;

Güz yağmurlarıyla, bir gün göçtün gittin
İnanamadık, Gülpembe
Bizim iller sessiz
Bizim iller sensiz
Olamadı, Gülpembe

Dudağımda son bir türkü, Gülpembe
Hala hep seni söyler, seni çağırır Gülpembe…

Değneğimle birlikte, iki elimi ve kafamı havaya kaldırıp, şarkıya eşlik ettim… Birkaç dakika daha yürüyüp, gelmiştim ekmek tekneme. Oturdum mikrofonun başına, bir kahve istedim Asuman kızdan. Giriş introsunu verip, kalın ve etkileyici olduğunu düşündüğüm bir ses tonuyla açtım programı.

– Merhaba, 125.17 dinleyicileri, ben sunucunuz Fazıl. Nasılsınız diye sormuyor, iyi olmanız için, güzel bir şiirle programı açıyorum.

Bilmezler yalnız yaşamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret,
Bilmezler…

Orhan Veli Kanık
( 1914 – 1950 )

Şimdi sorabilirim. Nasılsın, sayın dinleyen?
Bir telefon bağlantımız varmış, hemen bağlayalım.
– Alo, buyur sayın dinleyen!
– Merhaba, nasılsınız diye sormuyor, kahveniz ile size sevgiler sunuyorum.
– Teşekkür ederim, dinleyen…
– Benim bir kardeşim vardı, biliyor musun radyocu? Sanatçıydı o da senin gibi, her gün bir şeyler yazardı, anlatmaya çalışırdı. Hep korkmadan söylerdi, cahilliğe gelemezdi. Dünyayı sen mi kurtaracaksın derdim bende. Tokat gibi cevaplar verip, yüzünü asardı. Herkes sussun o zaman abi, bende susayım, kötü olan her şeyi sevsin bu millet… Kötü şeyler niye sevilsin ki derdim, ‘Kötü olan her şeyi sevdirmeye muhtaçtır devlet’ derdi. Bir sabah, bir polis baskınıyla götürdüler, tıpkı bir terörist gibi… Halkına doğru söyleyen herkesin sonu ölüm müdür, radyocu? Mapushane yollarına çıktı kardeşim, susmadı orada da yazdı. Üç ay sonra bir haber geldi, ‘Kardeşin öldü başın sağ olsun’ diye… Haberlerde, gazetede, senin kıçı kırık radyo kanalında bile yer almadı. Oradan bir arkadaşı anlatıyor. Kardeşimi, bir gece vakti; yatağında boğmuşlar. Korkusundan, abi diye bağırmış ilkin, çırpınmaya başladığında da, yatağının tepesinde asılı duran, annemin fotoğrafına bakıp gözünden o masum yaşları akıtmış. Ben ona söz verdiğim bisikleti bile alamamıştım. Mapushaneden gelince, yemeyi en özlediği mantıyı yiyecektik. Söylesene bana radyocu, hangi iyilik kalır cezasız?

DIPG Savaşçısı Nisan

DIPG diye bir kanser türü duydunuz mu daha önce?
Ben hiç duymamıştım.
Ta ki, dün geceye kadar.
Sosyal medyada bir arkadaşım, başka bir arkadaşımızın çocuğunun fotoğrafıyla #dipgsurvivornisan hashtagini paylaşana kadar.
Hemen Lösev’in internet sitesine girdim ve aynen şöyle yazıyordu.

Tedavi Edilemeyen Beyin Kanserli Çocuklar İçin Yeni Bir Umut

DIPG, tedavisi en zor tümör olarak bilinir, çünkü cerrahi olarak kesilemeyen beynin bir bölümünde kanser hücreleri ile normal beyin hücreleri bir arada yer almaktadır. Bu türde en çok 5-9 yaş arası çocuklarda tanı konulmaktadır.
Bu tip hastalarda cerrahi durum bir seçenek değil, mevcut kemoterapi etkisiz ve lokal radyasyon da geçici rahatlama sağlamaktadır. Araştırmacılar, DIPG (Diffuse Intrinsic Pontine Glioma)’yi 3 alt gruba ayırmışlardır ve her biri farklı molekül özellik taşımaktadır. Geçmiş yıllarda, DIPG bir hastalık olarak kabul edilmişti ve yetişkin beyin tümörlerine benzer olduğu varsayılmıştır. Bu yüzden yetişkinlere verilen tedavi çocuklarda da uygulanmıştır ve sonucu etkisiz olmuştur.

Araştırmacılar, H3-K27M, Silent and MYCN olmak üzere DIPG’nin üç ayrı alt grubunu bulmuşlardır ve bu alt gruplara yönelik tedavi yöntemlerini araştırmaktadırlar.

Kaynak: Medical News Today

Yani, bu tanı beynin dokunulamayan bir yerindeki kanserli hücrelere konuyor. Ve bu tanı konan çocuklar, 40 yıl önceki tedavi yöntemlerinden başka tedavi yöntemlerine sahip değil. Ve bu tanı koyan çocukların sadece %10 tanı konulduktan sonra takiben 2 yıl, ve bir çoğunluğu ise tanı konulduğundan 9 ay kadar hayatta kalabiliyorlar.


Bizim güzeller güzeli Nisan’ımız ise şu anda bu hastalıkla savaşıyor.
Savaşan diğer tüm canımız çocuklarımız gibi.
Bilime ve tıbba çok ihtiyacımız var arkadaşlar.
Ve bu hizmetlere kolay erişmeye de.
DIPG hastalığı konusunda farkındalığı arttırmak için sizleride #dipgsurvivornisan hashtagiyle paylaşım yapmaya davet ediyorum.
Tanrının tüm şifası Nisan’ın ve tüm diğer meleklerimizin üzerinde olsun.

 

Çizik

Tesadüf şarkıyla beş sene öncesine gidebilirim.
Kendimi dolmuş beklerken bulabilirim.
Gidip gelen arabaları sayabilirim.
Ama öremem zihnimi o zamanki gibi.

Üstümde sonbahar bulutu bugünlerde…
Yapraklarım dökülüyor, belli.
Sevinmeli mi?

Siz size el ele tutuşup gittiniz.
Sen sene ekledin güne.
Ben bende kaldım, bugün de.

Aşkımı harcadım ya da yolda düşürdüm,
Bilmiyorum.
Arada bir aklıma geliyor, yitik.
Ne çare!

Nur Işığı

Her şair özgünlüğünü yansıtmaya çalışır şiirlerine lakin etkilendiği ve beğendiği şairlerden de etkilenir.
Ben de bu yazımda üstad şairden etkilendim.
Hem de Sezai Karakoç’un “Mona Roza” eserinden.

 

Nur Işığı’m gecenin Ay’ı ve gündüzün Güneş’i
Muş’un lalesi ve kerpiç konak
Mecnun ise âdem Leyla’yı ister
Aşk şarabı devirdim şişe şişe doymadım
Nur Işığı’m gecenin Ay’ı ve gündüzün Güneş’i

Uslanmaz kalbim seni her gördüğümde
Bakar aşık aşık gözlerim Ay’a
Güneş batıdan mı doğuyor, ne bu solda ki ışık?
Uzun uzun bakma koca dağlara yıkılır.
Uslanmaz kalbim seni her gördüğümde.

Ruhum firar etmiş kimin yanında
Gözlerim gözünü gözler
Her çınlamada kulaklarım hazır
Gece, hazırlıyor kendini sabaha
Ruhum firar etmiş kimin yanında

Sır verdim, kumaştan örtü örttün üstüme,
Gözükme, tüller örttüm üstüne
Minareler uzar Ay’a kavuşmak pahasına,
Yıldızlar kayar sana kavuşmak pahasına,
Sır verdim, kumaştan örtü örttün üstüme.

Ellerin suda geziyormuş gibi,
Bir pamuğu eziyormuş gibi,
Güvercinler konuyor pencerene,
Günleri güzel geçsin diye
Ellerin suda geziyormuş gibi.

Nur Işığı, aşkım söndürdü güneşi parlattı Ay’ı,
Saat on biri geçti bir sen bir ben ayakta
Ve sen gözlerinle semada
Ve balıklar ellerine kavuşmaya çalışır,
Nur Işığı, aşkım söndürdü güneşi parlattı Ay’ı

Aşkımız, bir serçenin gözyaşında
Yunusların gemilerle yarışında
Bir menekşe kokusunda
Ve nefes sayısında
Aşkımız, bir serçenin gözyaşında.

Sessizlik ve karanlık duygularıma tanık,
Kirpiklerinin arasında bir kahverengi dünya
Dudaklarından yaratıldı kiraz
Hayânın kırmızılığı elmacıktan
Sessizlik ve karanlık duygularıma tanık.

Eskilerden bir plak dönüyor,
Ve bir tütsü kokusu seni andırıyor,
Önümde bir küllük, elimde fotoğraf,
Unutma Nur’um her şeyde sen,
Eskilerden bir plak dönüyor.

Raflara dizili kitaplar,
Hepsi seni anlatmaya çalışır,
Ellerde kalemler seni yazmaya çalışır,
Denizler mürekkep olmuş, kâfi değil,
Raflara dizili kitaplar.

Ey Nur Işığı sakla kendini,
Seni alırlar benden,
Sonra görürse o gözler başka gözü,
Bulamazlar kafeste can veren cesedimi,
Ey Nur Işığı sakla kendini.

Nur Işığı, sorma nasılım diye,
Gözlerim var benim konuşan,
Rüyalarım var benim sensiz olmayan,
Aklım ve kalbim var seni düşünen,
Nur Işığı, sorma nasılım diye.

Kardelenler açtı, parladı güneş,
Gökten beyaz beyaz güller düşer,
Nurlar yağar ışıklar saçar
Açma pencereni içeriye beyazlar düşer,
Kardelenler açtı, parladı güneş.

İlkler güzel, olmasın sonu,
Bülbülü güzel yapan güldü,
Yıldızlar güzeldir tek bir Ay ile,
Bir de ben var Nur Işığı’yla
İlkler güzel, olmasın sonu.

Laleler ve manolyalar,
Manolya desem koklamaya kıyamam,
Lale desem izlemeye doyamam,
Güzelliğin ve kokun,
Laleler ve manolyalar.

İhtilal kelimesi gözlerinde
Kalbimde bir monarşi hükûmet,
Tek bir hükümdar ve tek hüküm,
Solu ve sağı yok, yol tek,
İhtilal kelimesi gözlerinde

‘M gecenin Ay’ı ve gündüzün Güneş’i
Muş’un lalesi ve kerpiç konak,
Mecnun ise âdem Leyla’yı bekler,
Aşk şarabı devirdim şişe şişe doymadım,
‘M gecenin Ay’ı ve gündüzün Güneş’i

 

 

Tanrılar da Düşer!

Defne ağacının Hatay ile ne ilgisi var biliyor musunuz? Buyurun hep birlikte öğrenelim.

Bu hikâye, çok çok çok eski zamanların baba tanrısı Zeus’un oğlu, Güneş’in, ışığın, şiirin, müziğin, okun ve kehanetin tanrısı Apollon ile nehir tanrısı Peneus’un kızı, su perisi Daphne’nin hikayesidir.

Nehir tanrısı Peneus’un kızı, su perisi Daphne ismiyle müsemma bir güzelliğe sahiptir. Peri kelimesinin tam karşılığı olan güzelliği ile onu gören her erkeği kendine âşık eder Daphne. Geçtiği her yerde güzelliği ile anılır ve onu görenler hayran bakışlarını gizleyemezler.

Güzelliği dillere destan olan Daphne’nin babası bu konuşulanlara dayanamaz ve bir gün kızına “Artık evlenme vaktin gelmedi mi? Bu güzelliğin çocuklarınla sürüp gitmeli.” der. Daphne ise güzelliğinin farkında olsa da kendine gösterilen bu ilgiden bunalmış ve evlilikten nefret etmeye başlamıştır. Babasının bu teklifine de bu yüzden olumsuz yanıt veren Daphne, kendini yalnızlığa adar.

Zeus’un oğlu Apollon, Güneş’in, ışığın, müziğin, okun ve kehanetin tanrısıdır. Her gün tanrısal dört atın çektiği arabasıyla Güneş’i peşine takıp gökyüzünü gezer Apollon. Gücünü tanrısal yeteneklerinden alan Apollon aynı zamanda çok iyi bir okçudur. Hiçbir hedefi kaçırdığı duyulmamış, görülmemiştir.

Apollon tanrı kibriyle diğer tüm yaratılanları küçük görmekte, yaptıklarını daima küçümsemektedir. Bir gün ejderha avından dönen Apollon, kibrini kabartarak her zaman ki gibi ortalıkta caka satmaktadır. Tanrısal kibrinden rahatsız olan herkes yoluna çıkmamak için çaba gösterirken, Apollon kendisi gibi okçu olan Eros ile karşılaşır. Eros ise o esnada insanlığa aşkı yayan oklarıyla meşguldür.

Oku kendinden başkasına yakıştırmayan Apollon, Eros’un elindeki ok ile dalga geçip;

“Ey aşkın tanrısı Eros! Ok eline yakışmayacak kadar naziksin. Böyle savaş aletleri senin eline hiç yakışmıyor. Onlar savaş meydanlarında kullanılmayı hak ediyor. O oku bana ver ve hak ettiği şekilde kullanayım. Bilirsin ki bugüne kadar bu ellerden çıkan hiçbir ok hedefini şaşırmamıştır.” der.

Apollon’un kibrinden hiç hoşlanmayan Eros bu küçümsemesi karşısında da çok sinirlenir ve Apollon’un bu aşağılayıcı tavrına karşı;

“Ey ışığın, müziğin, şiirin ve Güneş’in tanrısı akıllı ve güçlü Apollon! Evet, haklısın, senin elinden çıkan okun hedefinden başka bir yere gittiğine kimse şahit olmamıştır. Şüphesiz ki senin attığın ok istediğin her şeyi vurur. Fakat benim oklarımı da küçümsememeni tavsiye ederim. Çünkü benim oklarım seni dahi vurabilir.” diye karşılık verir.

Kulvarları farklı olsa da oka gönül vermiş iki tanrı karşılıklı restleşmelerden sonra birbirinden ayrılır. O gün intikam yemini eden Eros, Apollon’a vereceği dersi düşünmeye başlar.

Apollon müzik tanrısı olacak kadar iyi lir çalar. Bir gün yine ülkenin en güzel yerlerinden birine kurulmuş lir çalmaktadır. Su perisi Daphne ise bu esnada kendi seçtiği yalnızlığı ile ormanda tek başına yürüyüşe çıkmıştır. Daphne’nin anlatılmaz güzelliği karşısında büyülenen Apollon, lirini elinden bırakarak Daphne’yi izlemeye başlamış ancak onu ürkütmemek için kendini göstermemiştir. O esnada ikisinden başka bir çift göz daha vardır ormanda, aşk tanrısı Eros.

Alacağı intikamın şeklini bulan Eros vakit kaybetmeden iki ok hazırlar. İlk okun ucu altındandır, kalbine saplandığı kişiyi sonsuz ve limitsiz bir aşka düşürür. Eros’un diğer oku ise kurşundandır. Bu kör uçlu, kurşundan ok kimin kalbine saplanırsa, o kişi kendisine âşık olan kişiden ölesiye nefret edecek duruma gelmektedir.

Eros’un hazırladığı bu iki özel ok çok vakit geçmeden sahiplerini bulur. Kalbine altın ok saplanan Apollon ölesiye âşık olurken, zaten yalnızlığı seçen Daphne ise kurşundan okla kendine âşık olan Apollon’a karşı tamamen nefretle kaplanır.

Eros’un altın okuyla vurulan Apollon artık eskisi gibi olamaz ve zevk alarak yaptığı her şeyden soğur. Artık tek arzusu her gün ormana gidip, kalbinden başlayıp tüm vücudunu ele geçiren güzelliği tekrar görmektir. Kurşun okla vurulan Daphne ise Apollon’u her gördüğü yerde ondan köşe bucak kaçmaktadır. Artık rutinleşen bu kovalamacalardan sıkılan Apollon;

“Ben Güneş’in ve ışığın tanrısı güçlü Apollon’um. Çekineceğim ne var? Artık aşkımın yankısını o güzellik de kalbinde hissetmeli.” diye düşünür ve konuşmak için Daphne’ye yaklaşmaya başlar.

Karşısında bir anda heybetli Apollon’u gören Daphne ise korkup kaçmaya başlar. Apollon da peşinden koşarak ona sevgisini haykırmaya başlar.

“Güzelliğinden vurulduğum peri kızı, dur, kaçma. Ben güçlü Apollon’um, benden sana zarar gelmez. Gel, güzel yüzünü bir göreyim de kalbimi sıkıştıran şu aşkımı bastırayım.”

Daphne, peşinden koşan Apollon’un ilan-ı aşkından daha çok korkmuş ve ayakları havalanıncaya kadar koşmaya devam etmiş, Apollon ise aşkının verdiği ızdırap ile Daphne’yi kovalamaya devam etmiş. Daphne koşmaktan bitap düşünce Apollon iyice su perisine yaklaşmış ve tanrısal nefesi Daphne’nin saçlarına karışacak kadar yaklaşmış.

Ensesinde Apollon’un nefesini hisseden Daphne ise korkudan ve çaresizlikten ne yapacağını bilememiş ve nehir tanrısı babasından yardım istemiş. Kızının çaresizliğine dayanamayan babası özel güçlerini kullanarak kızını orada defne ağacına dönüştürüvermiş.

Ayakları olduğu yere saplanan ve vücudu gittikçe ağırlaşan Daphne’nin vücudu kabuk bağlamaya başlamış. Dalgalarıyla gönülleri serinleten saçları yapraklara, incecik kolları da dallara dönüşmüş.

Her şeye kudretinin yeteceğini düşünen kibirli Apollon gördükleri karşısında şaşıp kalmış. Aşkını kaybetmenin acısıyla gözyaşlarına boğulan güçlü tanrı, defne ağacına sarılıp güzel kokusunu içine çekmiş. Defne ağacına sarıldığında hala sevdiğinin kalp atışlarını duyan Apollon;

“Ey duru güzelliği kalpleri büyüleyen sevdiğim! Şu yeryüzünde beni istemeyecek tek bir canlı yoktu. Ben seni bu kadar sevmeme rağmen sen beni istemedin ve benden canın pahasına kaçtın. Ben seni ömrüme nakşedecektim. Madem artık bir olamayacağız, senin kokun, dalların, yaprakların benimle olacak. Bundan böyle ben ve tüm kahramanlar senin dallarınla süsleyecekler kendilerini. Mis kokulu saçlarından olan bu yapraklar her mevsim yeşil kalacak ve ben hep onları başımın üstünde taşıyacağım.” diye haykırmış.

Aşkın en saf haliyle söylenen bu sözler karşısında etkilenen Daphne’nin ruhu Apollon’un karşısında saygıyla eğilmiş. O günden sonra Apollon verdiği sözü tutmuş ve her daim başının üstünde Defne yapraklarından yaptığı tacı taşımış.

Raviler bu aşkın Hatay’ın Harbiye’sinde yaşandığını söylüyorlar. Bugüne ne Apollon’un gücü kaldı ne de Daphne’nin güzelliği. Ancak biz hala onların izlerini, bulunan eski şehirlerde görüyoruz. Defne dalını hala üniformalarımızda ve rütbelerimizde kullanıyoruz.

Görülüyor ki ülkeler, kentler, anıtlar, binalar, kibirler, güçler, güzellikler kayboluyor ama aşkın kalıntıları hiçbir zaman yok olmuyor. Sizin de bundan böyle gördüğünüz her defne ağacında bu amansız aşkı anmanızı dilerim.

Söz Uçar Yazı Kalır

Kulağımda çınlayan ilk sesini,
Gönül kıyıma uğrayan gözlerini,
Sevgiyle yoğrulmuş kirpiklerini,
Unutmaya başladım

Eski bir defter, günlük aradım,
Sağımda solumda senden bir vecize aradım,
Bastığında yeşeren toprağı aradım,
Onları da bulamadım

İnsan da unuturmuş bulamazmış,
Seninle yüzleşmek için bir kağıt lazımmış,
Anladım artık söz uçar yazı kalırmış