25.1 C
İstanbul
Pazar, Ağustos 3, 2025

Hayır Delirmedim, Kalem Konuştu

Nesnelerle yaptığımız röportajın bugünkü konuğu bir kalem..

Ben: Merhabalar, kendinizi tanıtır mısınız?
Kalem: Beni tanımak için işaret parmağınıza bakmanızı istiyorum…

Ben (uzun bir sessizliğin ardından): Neden böyle dediğinizi anlayamadım…
Kalem: Bir şeyleri göstermek, ifade etmek için parmağınızı kullanıyorsunuz. Bu insanlığın ilk zamanlarından beri böyleydi. Toprağa, havaya parmaklarınız ile şekiller çiziyordunuz. Fakat bir gün geldi ki insan iz bırakmak, kalıcı olmak istedi. Anlatmak ve ifade etmek istedi. Bu şekilde meydana geldim. Duygularınızı dışa vurmaya yardımcı oldum. İz bıraktım. Hatırlattım ve gösterdim.

Ben: Varlığınızdan memnun musunuz, bir pişmanlığınız var mı?
Kalem: Hayatın iniş çıkışları olduğu gerçeği maalesef ki benim için de geçerli. Varlığımdan elbette memnunum, Kur’an’da adımla sure var, şikayet etmek haddimi aşmak olur. Fakat bir zamanlar hakimlerin ‘kalem kırması’ beni derinden üzüyor, buna aracı olduğum için. Birilerinin idam kararını bildirmeyi istemezdim. Bazı hakimler ‘kalemim kırılsın da bir daha idam kararı vermek kısmet olmasın’ amacıyla kırıyordu. Bazıları ise ‘sanık için yazabilecek hiçbir şey kalmadı’ amacını güdüyordu. Velhasıl böyle bir şeye aracı olmak en büyük pişmanlığımdır.

Ben:  En sevdiğiniz şarkıyı merak ediyorum.
Kalem: Grup Abdal – Kul olam kalem tutan ellere

Ben: Hayallerinizden bahseder misiniz bize?
Kalem: Mektup yazmayı çok severdim, artık eskide kaldı o içten gelen cümleler, o sabırsız bekleyişler. Anlamını yitirdi bazı hisler. Bunun geri gelmesini çok isterim. Bir başıma kaldığımda o güzel hitap cümleleriyle başlayarak kağıdı süslediğim günlerin geri geldiğini hayal ederim hep.

Ben: Teknolojinin gelişmesi size gösterilen ilgiyi nasıl etkiledi?
Kalem: Güzel bir noktaya değindiniz. Teknoloji geliştikçe insanlar kağıt kalemi değil telefonlarını ceplerinde, çantalarında taşımaya başladılar. Daha az zahmetle daha hızlı hallettiler işlerini. Bundan şikayetçi değilim çünkü ben asla eskimeyeceğim benim asla modam geçmeyecek. Bir şeyler çizmek istendiğinde, içlerini dökmek istediklerinde yine bana yönelecekler çünkü.

Ben:  Tükenmez kalemler tükenmezler mi gerçekten?
Kalem: İnsan tükeniyor bu devirde, sabır tükeniyor. Tükenmez kalem mi tükenmeyecek. Tükenir efendim tükenir. Gün gelir bitmez dediğimiz her şey gibi tükenmez kalemin de gücü tükenir.

Ben: Peki adı neden “Tükenmez Kalem”?
Kalem: Kapitalizmin oyunları bunlar, aldanmayınız..

Ben: Medeni haliniz ne?
Kalem: Yaradılıştan beri kağıda sevdalı..

Ben: Neden kalem kılıçtan keskindir?
Kalem: Dilin kemiği yoktur ama en büyük acılara da sevinçlere de o sebep olur. Ben sözcüklerin hayat bulmasını sağlarım. Bu yüzdendir. Bir de zeka her zaman şiddetten üstündür. Bir şeyleri bilmekle başladı her şey.

Ben: Cevapladığınız her soru için ayrı ayrı teşekkürler. Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Kalem: “Ah kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya.” Kimse durmuyor artık, kimse düşünmüyor. İz bırakma telaşı var hep bir yerlerde. Durun ve düşünün. Durun ve anlayın. Durun ve içinizi kağıda dökün, insana değil.

Bir Gün Batımı

Bu akşam ne garip. Sanki ilk duydum, yadırgıyorum: Başkadır çünkü bu akşam bütün akşamlardan;

Gecenin soğuk yüzü, iner akşam dünüşü, Batınca kızıl güneş ; Yakamozlar dans eder Kapıldım onun ahengine…

Bak yine gün batıyor. Batan günün her batışını, Yeni doğan gün doğuşunu, Seyretmek ne güzel…

Bir gün bir yarım akşam, Akşam güneşi kırılmış bir mızrak boyu. Ruhumdaki hasleti gizledim gün batarken, Benimde öyle gün batımılarım var.

Bak yine batımı!

Ne Zaman Gül’üyüm?

Gelinlik ve kefenin neden aynı renk olduğunu yuva kurunca anlıyormuş insan.’

‘Bunca zamandır seni arıyordum…’ diyerek kapıdan hemen içeri girdi. Dağılmış saçlarımdaki bukleleri okşadı. O tanıdık kokusu hemen etrafımı sardı, sahte ve kahpe… ‘Sen neredeydin?’

Cevap vermedi. Gülümserken gözlerinin kenarları kısıldı. İçimde varlığını unuttuğum bir sıcaklık belirdi. Uzanıp yumuşacık elleriyle yanaklarımı okşadı. Kaç yaşıma gelmiştim ama o yüzümü tutarken kendimi kalabalıkta annesini bulmuş bir çocuk gibi hissettim.

‘Ben hep burdayım. Yanında.’ Ne kadar güzel konuşuyordu. Ona inandım. Gözümden bir damla düşerken okşadığı saçlarım birer gül yaprağı gibi rüzgara karıştı.

Bir anda kendimi tekrardan Karaboğaz’ın manzarasına bakarken buldum. Çeltik tarlalarının etrafındaki evimizden, mısır püskülü misali sevgimizden, Karaboğaz’ın kenarında yaşanan hikâyemizden, ne bir gül ne bir kül kalmıştı. Ne vardı? Mevsim kış olmasa da benim içimi buz kesmişti…

Yıllarımı insanların gölgesinde yaşayarak geçirdim otuz sekiz sene. Etrafımda ne kadar insan olursa olsun, ben yalnızdım. Bir anlığına Mustafa’nın beni gerçekten gördüğünü zannettim. Saçmalama dedim kendime. Bir saat önceki güzel konuşmaların çık etkisinden. Kimse beni göremez bu ailenin içinde. Ama ne kadar gözlerimi kırparsam kırpayım, o hala bana bakıyordu…

‘Şşşşş Güllü! Kime diyorummm..?

İlk eşim vefat ettikten birkaç ay sonra Mustafa ile evlenmiştik. Evlendik dediğim imam nikâhıyla işte. Murat, Ayşe ve Musa’yı da kabul etmişti benimle birlikte hayatına. Sonra üç çocuğumuz daha oldu Muhammed, Ali ve en küçükleri Fatma isminde. Dört bir yanı tarım arazisiyle çevrili bir ırmağın kenarında yaşayıp gidiyorduk sevile üzüle. Koyun sürümüz, ineklerimiz, tavuklarımız, bağımız bahçemiz de vardı az bir yer kaplayan. Çok şükür Allah rızık veriyordu. Asıl sıkıntı geçim darlığı değildi, gönül dargınlığıydı maalesef.

Çocuklarım ne zaman aklıma gelse hayattan sıyrılıyorum. Ancak onlar da zamanla babalarının huyunu alır diye korkmuyor değilim. Çünkü Mustafa zamanla çocukların aralarına özlük-üveylik ayrımını katıyordu itinayla. Ses çıkaramıyordum.

‘Yeter ya bir huzur bulamaz mı insan evinde? Siz aile misiniz be! İnsan kocasına şöyle… Bu kızın da bir işe yaramaz sana çekmiş suratsız! Oğlanlar da aman bir babamıza yardım edelim işe girip der aman..! Sanki okuyup adam olacaklar! Hepsi benim gibi çoban olacak, sen kadar köle! Senin yüzünden hepsi Güllü! Adamı dinden imandan çıkartırsınız sen ve çocukların! Bıktımmmm!’

‘…’

İçimden yalvarıyordum ‘Allah’ım çaresizliğime çare olacak duâlar düşür dilime’ diyerek. Her sabah, her akşam, her uyanışımda, her yanışımda… Evden ve bizden uzak kalalı neredeyse bir yıl olacaktı. Neredeyse bir yıldır sürüyü otlatmak için gittiği yaylanın da havası suyu değmemiş, değiştirmemiş benim herifi.

‘Güllü!’

‘Ne, ne, ne? Mustafa he!’

Koyunlara, kuzulara, ineklere, tavuklara, köpeklere, bahçeye, evdekilere, eşime yetişemiyordum ki… Ses çıkaramıyordum. Oğlanlar okula gidip de Ayşe’min okula gidememesine üzülüyor bir şey yapamıyordum şimdi de. Mustafa yayladan geldiğinden beri Ayşe’de bu evde benim gibi ezilmeye ve üzülmeye başlıyordu. Kendimden çok ona yanarım ve yok yararım bir anne olarak.

Faturalar ödenince, çocukların ihtiyaçlarını karşılayınca, iş ve ev sorumluluklarını yerine getirince mutlu bir evliliğe sahip olunmuyordu ki. Herkesin kendini huzurlu, mutlu ve güvende hissettiği an etrafı mutlu yüzler basıyordu bir çatının altında. Gelinlik ve kefenin neden aynı renk olduğunu yuva kurunca anlıyormuş insan. Bir de anne olunca…

Kalk gel diyemediğim, kalkıp giremediğim, beklemek üzerine kurulu dünyamızda yaşıyoruz. Beklersek gelecek gibi, geçecek gibi geliyor. Beklemenin başını bekliyoruz farkında olmadan. Sorsan herkesten sabırsız ama hepimiz sabırla bekliyoruz. Ben ve çocuklarım, Mustafa’nın iyi bir insan olacağı günü bekliyoruz. Sadece sabır ve zaman…

☆☆☆

‘Bu benim imtihanım ve ben bunu kaldıramıyorum artık!

Bilmem ki ‘Kaç inşirah kurtarır ziyanda kalan halimi?’ Bazen yol üzerinde uğramadığınız felaket kalmaz. Her yolun sonu düze çıkmaz ve geriye sadece üstünüzden öyle kolayca atamayacağınız yol yorgunluğu kalır ya hani…

-Kabul edilmiş bir mağlubiyetin iç burkan sessizliği- Velhasıl “Gönül ister ki’lerin” yorgunuyuz Mustafa ile yürüdüğümüz yolda…

Yaratılış gayesi olmasa her sabahına gözlerimi açmaya değmezsin dünya. Sabahın ilk ışıkları kainatı aydınlatırken yalnız benim içime doğaya inat gece dökülmüyordu sanırım. Çocukları teker teker uyandırdım ve kahvaltıya çağırdım. Mustafa ne zaman uyanmış da evden çıkmış? Fatma’ya ‘Hadi kuzucum babana bir bak seslen hele. Tahminimce koyunların yanında olabilir.’ inatçı yerden bitme dilini çıkarıp kaçarak evden çıktı. ‘Ya bu kız niye benim istediğimi yapmıyor?’ diyen hırçın Ali’yi de işaret parmağımı yüzünün hizasında kaldırıp ‘Bana bak bana! Önce sen anne ile babanın isteğini yap. Hadi bakayım bak ekmekçi gelmiş kornaya basıyor duymuyor musun? Koş beş ekmek al hadi!’ dedim.

Kahvaltısını bitiren servisine binip okuluna gitti. Evde Fatma ve Mustafa kalmıştık. Mustafa kahvaltıya gelmemişti ve benim de kursağımdan lokma geçmemişti. Pencereye yanaşıp perdeyi araladım Fatma kuzucum eteğimi çekiştirirken. Mustafa, Karaboğaz’ın kenarında Ahmet Abiyle konuşuyordu. Bende tv’yi açıp bir çizgi film açarak Fatma’nın gönlünü yaptım. ‘Kuzucum, ben babanın yanına gidiyorum sonra ahıra gidip kara kızdan süt alacağım. Veee akşama sütlaç yaparım da yeriz.’ dediğimde kolları bedenimi tam saramayan Fatma’nın başını bağrıma öyle bir bastım ki! Ayrılıyormuşcasına kavuşmak için…

Bu benim imtihanım ve ben bunu kaldıramıyorum artık‘ diyeceğim anda çektiğim her derin ah içimden bir parça koparıp götürüyor. Nereye götürecek? Kalbimin meylettiği yere, bedenimin olduğu yere değil. Keşke…

Mustafa yalnız başına ırmağın kenarına oturmuş sigarasını tüttürerken, içini kemiren, onu tedirgin eden bir şey olduğunu seziyordum yanına yaklaştıkça. Gündelik hayatın dertleri mi onu korkutan? Hayır. Onu korkutan içindeki boşluk. O boşluğu neyle dolduracağını bilememenin korkusu boğuyor…

‘Ne var Güllü ne bakıyorsun?’ diyerek elindeki izmariti bana doğru attı. ‘Hiç’ dedim bu karşımdaki hiçliğe. ‘Neden bana yaklaşmıyorsun? Yoksa dünkü dayaktan sonra korkuyor musun kocandan? Sevmiyor musun sen beni?’

Mustafa’dan korktukça ondan nefret ediyorum ama boyunca da düşünüp duruyorum onu. Kendi kendimi aldatıyorum; ‘Aslında kötü değildir.’ diyerek. Ama onu görünce tıpkı nefes darlığına tutulmuş gibi oluyorum, soluk alamıyorum.

☆☆☆

‘İstiyorum ki, gözünde de gönlünde de gördüğün bir ben olayım.’

Yedi kat eller Mustafa’nın yakını oldu, ben yanından geçemedim. Beni karısı olarak kabul etmeyip bir köleymişim gibi gördü anca. Evde herkese terör eserek sövüp dövüyor; sonra tükürük saçan alkol kokulu ağzıyla iltifatlar edip bana dokunmak isteyen bir ruhsuzun sevgisini hissetmemi bekliyordu. Küçük büyük herkese karşı ayrımcılığı ve zorbalığına ‘Allah seni ıslah etsin!’ diyerek susuyordum.

Sustuğum sözcükler kadar onu sevdiğimi bilse, şu kahrolası gururunu bırakır mıydı acaba? Gülünce gamzelerime çiçekler açtıran gözlerimdeki hayatı benden esirgediği günden beri ömrünün gülü değil sevdasının külü oluyorum oysaki…

Ucundan bucağından herkes biliyor. Mustafa’nın kendini ve beni aldattığını herkesle birlikte bilenlerdenim. “Ben ne zaman Gül’üyüm?” dedim üstüme üstüme yaklaşan buz kütlesi vücuda. ‘Sen neyden bahsediyorsun Güllü? Ne istiyorsun açık konuş.’

Belki de bir kadın, birinin kendini anlamasına rağbet ettiği kadar aşka rağbet göstermemiştir. İstiyordum ki, gözünde de gönlünde de gördüğün bir ben olayım. Yine şiddet gösterecek, pisleşecek, düşünmeden incitecek ve hazlarının peşine düşecek olması üzüntü girdabında boğulmak için yeter de artar bile.

Kim kocamı bana ve çocuklarıma karşı kışkırtıyor bilmiyorum. Gördüğüm muamelelere okuma yazmam ya da elimde mesleğim yok diye değil, her türlü badirenin ortasında dimdik kalabilmek ve ailem dışındaki olumsuz odaklara ‘Ben daha ölmedim.’ mesajını verebilmek için katlanıyordum. Güçlü olmaya çalışmaktan ve ailemi bir arada tutmaya çabalamaktan incinmiştim ve en sevdiğim tarafından incitilmiştim üstelik. Ah Mustafa ah!

İncinenlere ‘İnşirah’ bahşediliyor da, incitenlerin vay haline…

Camdan Dağlar

Şakaklarımda hasretin sızısı,
Burnumda simanın kokusu,
Ellerimde yokluğunla,
Güneşin gidişini izliyorum.
Ayaklarım dimdik yere basıyor derken
Dizlerimin üstünde sürünüyorum.
Sakallarımdan çaresizlik akarken
Aramızda camdan dağlar, gülümsüyorum.

Tutuşturmuşlar ellerime sesini,
Zorbalıktan başkasını duyamıyorum.
Kafamın içinde buluttan bedeninle,
Ufka koşturmanı durduramıyorum.
Hüznün yağmurları düşerken sere serpe,
Gök kubbenin eteklerinde, yürüyüşünü unutamıyorum.

Yönlendirmeyin, Yönelin

Bizlerin yaşadığı çoğu sorun 3 noktaya odaklanır : Her şeyi aynı anda yapmaya çalışıyoruz, geçmişle fazla meşgul oluyoruz, gelecek ile ilgili öngörülerde bulunuyoruz.

1- Her şeyi aynı anda yapmaya çalışıyoruz. Bulaşık yıkarken bir yandan birilerine laf anlatmak, çocuğumuzu dinlerken bir yandan yemek yapmak, evi toparla…

2- Geçmişle fazla meşgul oluyoruz.

3- Gelecek ile ilgili öngörülerde bulunuyoruz.


Ancak gelecek ne kadar gerçek değilse geçmişte aynı şekilde gerçekliğini yitirmiştir. Gerçek olan tek şey yaşadığımız içinde, bulunduğunuz şu değerli andır.

Çocuklarımızın ihtiyacı olan tek şey ise, bizim onları fark etmemiz ve onların anlık heyecanlarına dahil olmamızdır. Örneğin; çocuğumuz yaşadıklarını uzun uzadıya anlattığında dikkatimizi tamamen ona verebilmeyiz. O an sadece ona odaklanabilmeliyiz. Çocuklarınızın uzun uzadıya bir şeyi anlatması (bir olay, bir nesne, bir bilgisayar oyunu, okuduğu bir yazı, arkadaşıyla bir kavga…) gelişmekte olan zihnin büyüleyici bir manzarasıdır. Hayatta olmak veya yaşamak; var olan her şeye dikkatini vermek ve o şeyi onurlandırmak anlamına gelir.

Çocuklarımızı dinlerken deneyimlerimizden bahsetmeye , onları yargılamaya ya da analiz etmeye ihtiyacımız yok. Yalnızca onları kabullenmeyi denemeliyiz. Geçmişte, belki de şu an bile hepimizin zorlandığı “kabul görme” durumu bireyin benlik algısının gelişmesinde oldukça önemlidir. O nedenle öncelikle kendi çocuklarımızı kabullenerek, yargılamayarak hayatı anlamlandırmaya, yaşamaya başlayabiliriz. İçinde bulunduğunuz ana çocuğunuz ile birlikte odaklanın ve o anın mucizesini hissedin. Çünkü bu size ‘şimdi’nin bir hediyesidir…”


Yönlendirmeyin, yönelin.
O halde var mısınız “YÖNLENDİRME YÖNEL ETKİNLİĞİ” yapalım.

Etkinlik adı : Manzara Yürüyüşü

Çocuklarınızla birlikte farklı bir ortama girin ve ufak bir yürüyüş yapın. (bir park, bir bahçe, sahil, değişik bir ev, oda, müze, bir kitapçı, antikacı vs.) Biz buna “manzara yürüyüşü” diyelim. Bu yürüyüşte amaç bir manzara bulmak değil,  herkesin kendi manzarasını fark etmesini sağlamak. Çocuğunuzla birlikte etrafınıza odaklanın. Beraber olun ama farklı keşifler yapın. Bırakın o kendi dikkatini çekenlere yönelsin ve sizde kendinizi dinleyin keşfedin. Neler dikkatinizi çekiyor? Küçük bir keşif sonrası bir içecek molası verin ve çocuğunuza nelerin onun dikkatini çektiğini sorun. Yalnızca dinleyin. Onun o koca ortamda  neye dikkat ettiğini öğrenin. Onun gözüyle bakın. Yalnızca dinleyin ve hissedin. Kendi yargılarınızı ve yönlendirmelerinizi işin içine katmayın. Ardından “Benim en çok dikkatimi ne çekti bilmek ister misin?” sorusunu sorun ve onay alırsanız siz de kendi deneyiminizi paylaşın. Birbirinizi hissedin ve farklı olmanın ne kadar anlamlı olduğuna odaklanın.

NOT: Akşam eve gelince yaş grubuna göre hep beraber ayrı ayrı bu manzara yürüyüşünün bir resmini yapabilir, bu gün kendi manzaranızla ilgili çektiğiniz bir fotoğrafı çıkarttırabilir, günün anısını kaydedeceğiniz bir yazı yazabilir ve bunları birbirinize hediye edebilir bu konu hakkında uzun sohbetler edebilirsiniz.

Gölge – ⅠⅠ

Aradan on beş gün geçmişti. Bu geçen sürede taraflar anlaşmış, Selami ve Zeynep iki defa buluşup görüşmüş, hazırlıklar yapılmış ve geriye evlilik kalmıştı. Semiha Hanım’ın tek isteği bir an önce oğlunu evlendirmekti. Bu yüzden işleri bizzat kendi hızlıca hallediyordu.

Nişan yapıldı, nikah tarihi alındı ve o büyük gün geldi çattı. Bir yaz akşamı kendi köşklerinde harika bir organizasyon ile Selami ve Zeynep dünya evine giriyorlardı. Konuklar gelmiş, her şey özenle hazırlanmış ve nikah memurunu bekliyorlardı. Bu süreç herkes için hızlı olduğundan, bir yandan beklerken diğer yandan aileler görmedikleri diğer kişilerle tanışıyorlardı. Herkesin keyfi yerinde ve yüzler gülüyordu.

Selami her zaman olduğu gibi, Zeynep’in ailesini de efendiliği ile büyülemiş, şimdiden biricik damatları olma yolunda ilerliyordu. Memur geldi, nikah kıyıldı ve konuklar dağıldı. Geçen yorucu günün ardından herkes evine ve odasına çekildi.

Genç çift sabah ilk uçak ile balayına gideceklerdi ve bir an önce yatıp dinlenmek istiyorlardı. Köşkün en büyük odası onlar için ayrılmıştı. Yeni odalarına çekilen Selami ve Zeynep önce kıyafetlerini değiştirdi. Yatağa ilk önce Zeynep yattı. Selami pijamalarını giymişti ve artık eşi olduğu için yanına doğru oturdu ve ellerini tuttu. Gözlerine bakıp;

“Ne güzel bir gündü değil mi?” (hafif bir tebessüm ile)

“Güzel mi? Harikaydı! Çok mutluyum. Evlendiğimize hala inanamıyorum. Çok hızlı oldu ama iyi ki oldu.”(gülerek)

“Kesinlikle. Şey Zeynep senden bir şey rica edebilir miyim?”

“Tabi ki canım benim ne istersen.”

“Bizim köşkte bazen sıkıldıkça kafamı dağıtmak için gittiğim ama sadece benim girdiğim müştemilatta bir yer var. Evliliğimiz boyunca lütfen oraya ben istemedikçe ve izin vermedikçe girme olur mu? Düzenim var hassasım o konuda. Gün gelir birlikte gireriz ama daha değil. Benim gizli sığınağım gibi düşünebilirsin orayı.” (hafif gülümseyerek)

“Tabi, tabi. Hiç sorun değil. Girmem merak etme. Hem pek rahat biri değilimdir. Evin mutfağına bile utanarak girerim.” (hafif gülümseyerek başını öne eğer)

“Senin mutfakta ne işin var zaten, yardımcılar var o kadar. Senden ara sıra hasta olursam çorba isterim, yapar içirirsin bana o yeter.” (gülerek)

“Yaparım tabi, sen iste yeter ki.” (sevinçli bir şekilde ellerini daha sıkı tutar)

“Teşekkür ederim anlayışın için. Hadi bakalım şimdi uyku vakti. Yarın erkenciyiz. Balayına gidiyoruz.” (mutlu bir şekilde gülerek)

“Tamam tamam yattım hemen, bak kapattım gözlerimi…”

Zeynep o gece harika başlamış bir filmin içinde gibiydi. Fakat açtığı filmin korku filmi olduğunu bilmiyordu.

Sabah oldu ve yola çıktılar. Barcelona’ya gittiler. Sonra Paris, sonra Roma, New York ve eve dönüş olarak bir rota oluşturmuşlardı kendilerine. Barcelona’ya vardılar, kalacakları balayı süitine gittiler ve eşyalarını yerleştirdiler. Aşağı inip yemeklerini yediler. İlk geceyi farklı planlamışlardı bu yüzden gezmek yerine odalarına çekildiler. İkisi de hazırlıklarını yaptı ve anlaştıkları gibi yatak odalarında buluştular.

Selami Zeynep’i görünce şaşırmıştı. Yaklaştı ve güzel birkaç söz söyleyerek sarılıp öpmeye başladı. Zeynep artık karşısındaki eşi olduğu için ne kadar çekinse bile kendini ona bırakmak istiyordu. Tam yatağa yattıkları sırada hafifçe kendisinden geçen Zeynep’in dikkatini o durumda bir şey çekmişti. Sormadan geçebileceği bir şey değildi. Selami’nin dirsek içinde bir morluk fark etti. Duraksayarak;

“Hayatım koluna ne oldu?”

“Ne? Ne olmuş ki?”

“Morarmış baksana.”

“Aa.. Evet ya, şey… Evlilik için kan aldılar ya, morardı orası. Hemşire biraz sert davrandı sanırım ondan.” (hafifçe gülümseyerek)

“Allah Allah. Tamam dışarı çıkınca krem falan alalım onun için.”

“Gerek yok geçer birkaç güne zaten.”

“Peki tamam, sen nasıl dersen.”

Zeynep aldığı cevaptan tatmin olmamış gibiydi. Yine de konuyu uzatmadı. Geceye kaldıkları yerden devam ettiler.

Sabah kalkıp tüm şehri gezdiler. Sonraki durakları olan aşıklar şehri Paris’e gideceklerdi. Ertesi gün oldu ve Paris için yola çıktılar. Aşıklar şehrinden sonra Roma ve New York’a giden çiçeği burnunda çiftin dönme vakti gelmişti. Köşklerine döndükleri zaman büyük bir mutlulukla karşılayan Semiha Hanım onları karşısına aldı ve Türk kahvesi eşliğinde sohbet etmeye başladı.

“Eee… Yediğiniz içtiğiniz sizin olsun bakalım. Neler yaptınız, nereleri gezdiniz, bana torun verecek misiniz torun?” (kahkaha atarak)

“Anne! Ne diyorsun lütfen düzgün konuşur musun? Utandırma bizi.” (sitem ve hafif kızgın bir şekilde)

“Ne var oğlum. Ben senelerce bu anı bekledim. Ne yapayım? Bir torunum olsun istiyorum artık. Ne kadar yaşayacağım belli değil. Bende böyle mutlu oluyorum.”

“Tamam annecim ama yine de öyle denmez bir anda lütfen.”

Lafın arasına naiflikle Zeynep girerek;

“Tamam Selami, annemin üstüne çok gitme. Hem oda haklı. Bizimkiler de torunları olsun çok istiyorlar.” (hafif tebessümle)

“Hey yaşa be kızım. Bir dakika sen bana anne mi dedin?”

“Şey… evet Semiha anne.” (utanarak)

“Tamam, ben artık ölsem de gam yemem.” (gülerek)

Böyle devam eden sohbetin ardından evlilik heyecanlarını biraz da olsun atmışlardı. Aradan geçen bir hafta sonunda aileler tekrar buluşup bir akşam yemeği yemişlerdi. Selami artık anne parası ile geçinmek istemiyordu. İş kurmaya karar vermişti. Pek fazla iş bilmediği için hangi alanda ne iş yapacağı hakkında hala kararsızdı.

Şimdilik boş vakti olan Selami, tek başınayken en büyük hobisi olan sinema salonlarında film seyretmeyi uzun bir süredir aksatmıştı. O gece en sevdiği filmlerden biri vizyona giriyordu. Biletini aldı, odasında üstünü giyindi ve tam dışarı çıkacakken odaya Zeynep girdi.

“Nereye hayatım?”

“Film seyretmeye.”

“Aaa… Selami, neden söylemiyorsun hazırlanırdım. Dur hemen üstüme bir şeyler giyip geleyim. Geç kalmayalım.”

“Sana gelmeyeceğin için sana haber vermedim.”

“Pardon, nasıl? Anlamadım.”

“Tek gidiyorum. Evlenmeden önce de tek giderdim. Bu benim en büyük zevkim.”

“Ama artık evlisin?”

“Tamam bir gün seninle de gideriz.”

“Hım. Anladım Selami peki git o zaman. Nasıl istiyorsan.”

“Tamam canım teşekkür ederim. Öptüm görüşürüz.”

Zeynep kendini ilk orada yalnız ve dışlanmış hissetmişti. İçinden takip etmek geliyordu ama o kadar cesareti yoktu. Aşırı öfkeden bir an önce uyumak istiyordu. Yatağına yattı ve sağa sola dönerek birkaç saat içinde uyuya kaldı. Ertesi gece hiçbir şey yokmuş gibi davranan ve yatağa yatan Selami kitap okumaya başladı. Zeynep sessiz bir kızdı ama aptal bir kız değildi. Geçen balayındaki morluk geldi aklına. Üstündeki pijamayı çıkartmanın tek yolu vardı. Önce biraz tahrik edici davranışlar sergiledi sonra elleriyle Selami’nin üstündeki pijamayı çıkarttı. Görmek istediği şeyi artık rahatlıkla görebilirdi. Kolundaki morluk hala vardı. Hatta daha mor bir haldeydi. Amacı ona bakmak değilmiş gibi yapan Zeynep sonradan fark etmiş gibi konuya girdi.

“Hayatım kolundaki morluk hala geçmemiş? İyi misin? Neden bu kadar uzun sürdü?”

“Aa.. Evet hala duruyor. Bilmem sanırım ağır kaldırıp, çok oynattıkça geç iyileşiyor. Geçer ya merak etme.”

“Ama kaç gün oldu çoktan geçmesi lazımdı. Daha çok morarmış.”

“Öyle mi hiç farkında değilim. Sen neden buna bu kadar takıldın onu anlamadım? Sen buna bakmak için mi beni soydun?”

“Ne! Ne alakası var canım. Olur mu hiç öyle şey.” (panikle)

“Zeynep! Ben aptal gibi görünüyorum ama değilim. En nefret ettiğim şey sorgulanmak. Bana bir şey ima etme, direk sor ne soracaksan.”

“Öyle mi? Peki o zaman. Sen uyuşturucu mu kullanıyorsun?”

Selami bir anlık öfke ile Zeynep’e tokat attı! Sonra durup ne yaptığının farkına vardı. Yaşadığı hızlı pişmanlıkla birlikte,

“Özür dilerim. Çok özür dilerim. Öyle duyunca bir an kendimi kaybettim. Çok özür dilerim.”

Zeynep geçirdiği şok karşısında, acısını bastıracak bir şaşkınlığa sahipti. Nasıl olur o tanıdığı naif kibar adam bunu yapabilirdi. Hem de evliliklerinin ilk günlerinde.

Oysa bilmediği bir şey vardı. Tek şok geçireceği şey bu değildi…

Krizi Fırsata Çevirmek

benim bütün dertlerim
elime kalemi alayım diye varlar
bana hep sorarlar
nereden bulduğumu bu cümleleri
annem bile sorar
ne yazıyorsun bu kadar
bir şeyler işte, derim ona
aslında ne yazdığımı
ben de bilmem ki
tek bildiğim
benim bütün dertlerim 
elime kalemi alayım diye varlar
hüznüm olmasa yazacak neyim var 
mutluluk, umut deme
antika şeyler onlar
bizde ne gezer
gerek de yok onlara
bizim derdimiz bize yeter
hem sonuçta
benim bütün dertlerim
elime kalemi alayım diye varlar
işte buna krizi fırsata çevirmek denir
bu da son mısra olsun.

Ağaçların Sıhhatine İmrenmek

   Bu yazıda Dokuzuncu Hariciye Koğuşu kitabının bir tanıtımı, incelemesi yapılacaktır. Fakat öncelikle Peyami Safa’nın hayatından bazı kesitlere değinilecektir. Çünkü Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu okurken Peyami Safa’nın hayatını bilirsek çok daha anlamlı bir okuma yapmış oluruz. DHK otobiyografik bir roman. Dolayısıyla yazarın hayatı romanı okurken bize önemli bilgiler verecektir.

PEYAMİ SAFA 1899-1961

    Peyami Safa, Servetifünun Dönemi şairlerinden İsmail Safa’nın oğludur. 1899’da İstanbul’da doğan yazarın babası ve kardeşi çok az aralıkla Sivas’ta vefat etmiştir. İsmail Safa, İngilizler ve Afrika’nın önemli bir topluluğu olan Boerler arasında gerçekleşen savaş vesilesiyle yazdığı bir yazıda İngilizleri destekleyen bir tavır takınınca dönemin sultanı 2. Abdülhamid Han tarafından Sivas’a sürülmüştür. Burada Peyami Safa henüz iki yaşındayken babası vefat etmiştir. İki yaşında babasız kalan Peyami Safa 9 yaşına gelince kronik bir rahatsızlığa yakalanır. Sol dizindeki bu hastalığın sıkıntılarını hayatı boyunca yaşar. Bebekken yetim kalam Peyami Safa, geçim sıkıntısıyla da karşı karşıya kalır. Henüz 15 yaşındayken çalışmaya başlar. 19 yaşına kadar öğretmenlik yapar. Bundan sonra ise hayatını kalemiyle kazanmaya devam eder. Bahsettiğimiz zorluklar ona mücadeleci bir karakter kazandırır. Hayatı boyunca polemiklerden uzak kalmaz. Özellikle Nazım Hikmet’le yaşadığı polemikler meşhurdur. Metafizik yönü oldukça kuvvetli olan yazar, psikolojiye özel bir ilgi duymuştur. Parapsikoloji, hipnotizma, ispirtizma vs. her zaman onun ilgisini çekmiştir. Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, Yalnızız, Biz İnsanlar vd. romanlarında metafizik unsurları mükemmel şekilde işlemiştir. Bu bilgilerden sonra yazarın hayatında bahsettiğimiz noktaların inceleyeceğimiz otobiyografik romandaki yansımalarına bakalım şimdi.

    DHK üstteki kısımda da bahsettiğimiz gibi otobiyografik bir roman. Romanın başkahramanı yazarın kendisi. Başkahramanın bir ismi yok. Romanın sonuna kadar kahraman için bir isim kullanılmıyor. Bu yönüyle de Türk edebiyatında bir ilk olma niteliğine sahiptir. Kahramanın yaşadıklarına baktığımız zaman, yazarın hayatını da biliyorsak, başkahramanın yazarın kendisi olduğunu rahatlıkla anlayabiliyoruz. Romanda kahramanımız 8 yaşında sol dizindeki iltihaplanmadan dolayı birçok kez ameliyat geçirmiştir fakat bir türlü sağlığına kavuşamamıştır. Bu hastalık çocuğa o kadar ağır ızdıraplar yaşatmaktadır ki hastaneye giderken çocuğun ağzından şu sözler dökülmektedir: “Ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürdüm.” Olaylar cereyan ederken 15 yaşında olan çocuk, bir de aşk ızdırabına düşer. Annesiyle kenar bir mahallede yaşayan kahramanımızın Erenköy’de ikamet eden, uzaktan akrabası olan Paşa onu çok sever ve arada yanlarına gitmesini ister. Paşa’nın 19 yaşında Nüzhet adında bir kızı vardır. Kahramanımız bu kıza aşıktır. Her ne kadar kızın da ona karşı bazı hisleri varsa da bu ilişki ciddi bir noktaya varamaz. Kız kendisinden oldukça büyük olan Doktor Ragıp’la sözlenir. Bu durum kahramanımıza hastalığının yanı sıra bir başka ızdırap kaynağı olur. Bu sırada birçok kez hastaneye giden çocuk, hastalığına çare aramaktadır ve kendini farklı cerrahlara gösterir. Neticede ameliyat olan kahramanımız iyileşirse de ayağı artık kısalmıştır.

Bu noktada şundan kesinlikle bahsetmeliyiz. Romanı okurken kendinizi bir hastane atmosferine girmiş  hissedebilirsiniz. Çünkü yazar, kahramanın ağzından bir hastane havasını okuyucuya mükemmel şekilde tasvir ediyor. Bunu yaparken kullandığı terimlere bakınca tıp alanındaki bilgisine de şahit olup etkilenmemek elde değil. Zaten Peyami Safa; kendini yetiştiren dil, psikoloji, sosyoloji, tıp, tarih vs. birçok alanda alanının uzmanı olan insanları kıskandıracak seviyede bilgi sahibi olan bir yazar. 

    Romanı etkileyici kılan en önemli unsur, yazarın bize hasta psikolojisini tamamıyla aksettirebilmesidir. Bir hastanın zihninden geçen nedir, bir hastanın en büyük arzusu nedir? Bunları çocuğun ağzından bize çarpıcı bir üslupla aktarmıştır. Kitabın tamamını gözden geçirince sağlığın önemini ve kronik hastalıkların insan üzerindeki etkisini görünce Muhibbi’nin (Kanuni Sultan Süleyman) şu mısraları hatırımıza geliyor: “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi/ Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”

NOT 1: DHK (Dokuzuncu Hariciye Koğuşu)

NOT 2 : Kitap sinemaya uyarlanmıştır. YouTube’dan ulaşabilirsiniz.

Çocuk

Kaçıran her bakışta,
Kahvenin koyusundan daha koyu
Kahverengi Gözlerini.
Uçurtmasını yitirmiş,
Yalnızlığa meftun bir çocuk.
Uğur böceklerine,
Dilek fısıldayan.
Aykırı bir umut, yırtık pabuçlarında.
Çocuk!
Masumlara göre değil
Bu çivisi çıkmış,
Virane.

İlk Kıvılcım

Ne söylenilir bilmiyorum, İlk kıvılcım anında, İnsanlar seyretti, Taşlar, topraklar, ağaçlar seyretti o gün ;

Bulutlu gökyüzünün altındaki bankta Bugün seninle ilk kıvılcımız günlerden, cumartesi… Yüreğim arı kanadı hızında çarpmakta, İki telaşlı yüreğinin kıvılcımı…

Söylenmeyen kelimeler vardı. Sen vardın. Ben vardım. Dayanamadım, doyamadım.

O yağan yağmurun altında; Kalbimi o anlık durduran ilkimle gelen, Masum ve anlam dolu o kıvılcım, Ellerinin sıcaklığı ellerimde kalmıştı oysa…

Ve artık kahreden ayrılık faslı idi.

Gök’Yüzün’de…

Gökyüzünde kızıl bir gülümseme
Güneş kırmızıya boyamış göğü
Göğüs kafesimde derin bir nefes
Ellerini istiyor, ellerimde çılgın bir heves…

Birazdan karanlık çökecek göğe
Ay belirecek siyahlığın göğsünde
Gülüşün şekillenecek en parlak yıldızda
Göğüs kafesimi genişletecek, sana çektiğim derin nefes…

Gökte Yüzün’ü arayacağım, bulacağım
Gök’Yüzün’de şekillenecek gülüşün
Uzanıp öpmek geçecek fikrimden
Uzanıp göğü gülüşünden öpeceğim.

Birazdan uyuyacak herkes
Gönül seni özleyecek serkeş
Duruşundan ödün vermeden bu yürek
Gülüşünle mıhlanacak göğüs kafesime.

Birazdan çok şey olacak
Olacaklardan gönlümdür sorumlu.
Yüreğimde saçıldığın yerlerden
Derin bir tutkuyla toplayıp
Bütün olarak sarılacağım sana
Ve yine doyasıya öpeceğim Gök’Yüzün’den.

Zatürre Aşısı Coronavirüsten Korur mu?

Koronavirüs sürerken grip mevsimi başladı, grip aşısı faydalı mı? Grip aşısı olalım mı? Zatürre aşısı olalım mı? Zatürre aşısı Coronadan korur mu? Diye akıllarda bir sürü sorular var.

Aşı yaptıralım mı?

Koronavirüs salgını dünya genelinde yeniden yükselişe geçti. Bu sebeple sonbaharla birlikte beklenen grip ve zatürre salgınlarına karşı nasıl korunacağımız çok daha önem kazandı. Uzmanlar koronavirüs enfeksiyonu ile birlikte maruz kalınacak grip ya da zatürre enfeksiyonunun güçsüz bir bedende hayati tehlike yaratabileceğine dikkat çekiyor. Bağışıklığın aşıyla güçlendirilmesi gerektiğini söylüyor.

Covid-19’la mücadele eden tıp dünyası, zorlu bir sürece hazırlanıyor. Her yıl sonbahar ve kış aylarında ortaya çıkan grip ve zatürre hastalıklarının, bu yıl Covid-19 salgınıyla birleşmesi durumunda sonuçlarının daha ağır olabileceğinden endişe ediliyor. Öksürük, yorgunluk, kas ağrıları ve yüksek ateş gibi benzer semptomlar gösteren bu hastalıklar fiziksel muayene ile ayırt edilemeyeceği için testler kullanılacak. Peki, grip ve zatürreden korunmak için ne yapmalı? Grip ve zatürre aşısını kimler, ne zaman olmalı? Faydası ne olacak? Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Dr. Öğretim Üyesi Şevin Demir merak edilen bu soruları yanıtladı.

Aşılanmadaki temel amacın “birey ve toplumun bağışıklığının sağlanarak salgınların önlenmesi, hastalıkların kişilerde bırakabileceği sekellerin ve ölümlerin azaltılması” olduğunu belirten Dr. Demir, pandemi sürecinde Covid-19 dışındaki virüslerin yayılmasını azaltmak ve birliktelik göstermeleri halinde oluşabilecek problemleri ortadan kaldırabilmek için bağışıklık kazanmaya ekstra önem verilmesi gerektiğini söyledi. Dr. Demir, bu kapsamda en çok grip ve zatürre aşısına dikkat çekti.

GRİP AŞISINI KİMLER OLMALI?

Grip hastalığının genellikle bir- iki hafta içinde tedavisiz iyileşmekle beraber, çok küçük yaştakiler, yaşlılar ve kronik hastalığı olan gruplarda hastane yatışlarına ve hatta ölüme neden olabildiğini anlatan Demir, şunları söyledi:

“65 yaş ve üzerindeki kişiler, gebe kadınlar, bakımevlerinde kalanlar, astım, KOAH, kalp hastalıkları, diyabet, kanser, obezite gibi kronik hastalığı olanlar, bağışıklık sistemini baskılayan ilaç kullanan hastalar grip oldukları taktirde hastalığı daha ağır geçirebilirler. Hastalığı ağır geçirme olasılığı olan tüm bu gruplara ve sağlık çalışanlarına grip aşısı olmalarını öneriyoruz. Ancak diğer bireylerin de vurulmalarında bir sakınca yoktur”

Demir, aşının koruyucu etkisi uygulamadan 1–2 hafta sonra başladığı için vurulmak için en uygun zamanın, gribin en sık görüldüğü ayların hemen öncesi, yani ekim ve kasım ayları olduğunu, coğrafi bölgeye göre önerilen aşılanma zamanının değişebildiğine dikkat çekti.

ZATÜRRE AŞISININ MEVSİMİ YOK

Akciğer enfeksiyonlarının en sık nedeninin “Streptococcus pneumoniae” adındaki bakteriler olduğunu belirten Dr. Demir, zatürrenin öksürük, balgam, nefes darlığı, ateş gibi semptomlarla kendini gösterirken yaşlılarda ve bağışıklık sistemi zayıf olanlarda genel durum bozukluğu, bilinç değişikliği hatta ölüme sebep olabildiğine dikkat çekti. Tıpkı gripte olduğu gibi zatürrede de hastalığın ağır geçebilme ihtimali olan tüm gruplarda zatürre aşısının yapılmasını önerdiklerini vurgulayan Demir, şöyle devam etti:

“Biri polisakkarit (Pneumovax 23), diğeri konjuge (Prevnar 13) olmak üzere iki tip zatürre aşısı var. Bağışıklık yanıtının daha geniş olmasını sağlamak amacı ile konjuge aşıyı takiben polisakkarit aşı kullanılması en etkin yöntemdir. İki aşı arasında olması gereken süre mevcut sağlık durumumuzdan etkilenebileceği için, aşılama öncesi hekime danışmakta fayda vardır. Grip aşısından farklı olarak özel bir vurulma mevsimi yoktur”

AŞININ FAYDASI NEDİR?

Covid-19, zatürre ya da gripten herhangi birini geçirirken vücut direncinin düşeceğini ve diğerlerine karşı daha duyarlı hale geleceğine dikkat çeken Demir, zatürre ya da grip aşısı olmanın bu hastalıkları daha rahat atlatılmasını sağlayarak Covid-19’la mücadele sırasında daha güçlü olmamıza olanak sağlayacağını söyledi. Demir, hava yoluyla bulaşan hastalıklar olan grip ve zatürreden korunmak için -tıpkı Covid-19 gibi- maske takmak, sosyal mesafeye dikkat etmek gibi önlemlerin hayati değerde olduğunu sözlerine ekledi.

Sessiz Sırdaş: Kalem

Yazıyorum.

Çünkü bazı hisler, yalnızca kaleme meyleder. Bazı sırlar ancak kaleme açılır. Ve kalem bilir halimizden çoğu zaman.

Dilden dökülemeyenler, kalemle işlenir satırlara birer birer.

Bu sessiz sırdaş, sustuklarımızı anlatıverir, bazen bir kelime, bazen de sayfalarca cümleyle.

Gönlün dilidir kalem. Bu sebepten belki de, yalnızca yüreğiyle işiten duyabilir onun kelamını. Gönül gözüyle bakan okuyabilir ancak yazdıklarını.

Gün gelir, bir sevdanın haberini getirir bize. Aşkla yanıp tutuşan yüreklerin ağzı olur, konuşur. Bazen Mecnun olur çıkar karşımıza, yâr için dağları delen Ferhat olur bazen.

Gün de gelir, bir ayrılık türküsü dilinde.

Kimi zaman iki damla gözyaşı, kimi zaman ufak bir tebessüm olup belirir yüzümüzde.

Dilsizdir kalem, fakat susmaz. Sessizdir fakat, insanı bir başına koymaz. Ne söylersen söyle, darılmaz.

O sebepten, önüne gelen alır eline kalemi, yazar da yazar, fakat boşuna. O, ancak gönülden gelen sesi işitir, gönlün gördüğünü anlatır bomboş satırlara. Yüreğe dokunmadan yazılan kelimeler, satırda kalır ancak.

Velhasıl, içini bir tek sayfalara döker garip kalem. Herkes gelir ona anlatır da, o bir tek kağıda anlatır kendini. Kolay mı hiç, bunca sırrı sırtında taşıyabilmek? Dostun neşesiyle şenlenip, derdiyle hüzünlenmek?

Kalem anlatmasa bilir mi hiç insan, insanın halinden?

Gözyaşının İçinden

Benlik Üzerine

Yaşamın kendisi nedir? Benliğimin üstünde bulunan ince çizgiler kime ait? Yaşantımda olan her bir insanı, kendime kazıyordum sanki. Burada, bu büyük yerde, bir başıma, kimsesiz… Ben, bendim işte. Tüm hatalarımla, tüm kırıklıklarımla. Şimdi soruyorum kendime, “Yaptığın hatalar yüzünden, bir kişilik oluşturup, kaçacak mısın kendinden?” Duruyorum. Kendime sorduğum bu soru karşısında afallıyorum adeta. O siyah kaldırımları, kalbim buruk bir şekilde geçiyorum, hayat adlı çizgide. Dönüp duruyorum o büyük çemberde ve devam ediyorum pes edemediğim kendimle.
Kendini bulmak, kendine kalmak. Bunlar neydi benim için? Kendime kaldığım süreler boyunca, öyle boyutlara ulaşmıştı ki bedenim… Sanki gördüğüm kişilik bambaşka bir insandı. Öyleydi ya, bir zaman bir beyaz önlük karşısında kalakalmıştım. Dedikleri kimlik bozukluğu karşısında infilak olmuş, midemdeki kelebeklerin biri tarafından ezildiğini hissetmiştim. Bir ben vardı içimde, ben diyemediğim. Aynaya baktığımda, kırıklıklarımı saklarken delicesine, o adeta bağırıyordu insanlığa, “Ben böyle değildim.” dercesine. Suç kimde bilinmezdi. Her akıl farklı bir dünyaydı, benim için. Yürüdüm yine de. Hayat çizgisinde unutmak için yapmadığım kalmadı. Alsın istedim benliğimi benden. Bir odada kendimle kalınca, simsiyah bir yerde, işte o an fark ettim ki yok olmanın vereceği korku, vücudumu titretiyordu. Gitmek istediğim yerler, gözümün önünden geçiyordu. Çok değil, şurada kısacık bir hayat vardı önümde. Üzerime çizilen acılar yüzünden, itildiğimi düşünmüştüm bazı şeylere. İnsan denilen varlığın ağırlığı altında, kalakalmıştım. Ruhumu sarıp, kurtarmak istedim siyah insanların mürekkebinden. Oysaki babamın siyah ellerinden kaçamamıştım. Gözümün önünde annemi öylece bırakırken, ruhuma damlattığı siyah mürekkebini hissetmiştim. Kendim ile bir savaşa sürüklenmiştim. Siyahlaşan ruhumu daha da karanlığa boğmak isterken, bir çemberde buldum kendimi. “Savaştığın kendini susturmak için.” dediler. Bedenimi bırakmıştım, tanımadığım bedenlere. Öylece bir, iki demeden devam ettim. Ölüme yürüten adımlardı bu, biliyordum. Kahkahalar arasından sıyrılıp evime giderken bir acı hissettim yanağımda. Ailemden kaçtıktan sonra, yaşadığım o hissi, tekrar tekrar hissediyordum. Zihin adlı kuyuda dönüp duruyordum. Bağımlı olduğum bir insan yoktu, bir hayvan yoktu, tatlı küçük şeyler de yoktu bu bedende. Kendini kötüleyen, bitmek bilmeyen hüznün kurbanıydı. Hüznün yolunu seçerek, istemediği yerlere koydu bedenini. Böylece başladı bu “bitmeyen” şey. Yaparken insan bilir. Sonu olacaktır bazı şeyler. Olmasa bile, pişmanlığın zinciri geçirilecektir o boyuna. Öyle de oldu. Devam ettim. Düşünmemek için, kaçmak için. O küçük şeylerle mutlu olan kesim bana uzaktı. Öyle ki bir gün kendimi soğuk bir hapiste buluvermiştim. Kendi ellerimden tutup kaldırmak istedim kendimi. Bu bağımlılığı, kimlikleri yok edip yaşamak istedim. Her insana gelir o his. Bakar bir gökyüzüne, yaşamak ister ne kadar acı olsa da. Kimlik bozukluğu yüzünden, yoktu elimden tutan. Çünkü ben, ben değildim. Yüzünü gördüklerim adeta kendi maskelerini yapıp, yüzlerine geçirmişlerdi. Yoktu artık bir kelam eden. Ben de çektim kendimi kendimden. Daha sonra her yeri dağıtan, kimseyi affetmeyen kendime bir baktım ve dedim ki:

“Yaşadığın her bir travma, senin yüzünden değildi.”

“Banaydı. Bana aitti ama. Öylece bırakılmıştım bir oda köşesine. Yüzünü sevdiklerim gitmişti. Şimdi söyle bana, olmasa bile benim sayemde bunlar, bu çizgileri kim siler vücudumdan?”

“İçtiğin şey kendine zarar verdiğin o tütün olsun, affedilmeyecek değil inan ki. Küçük bir çocuğun, küçük acı hikayesi bu. İnan artık şuna, böyle şeyler de olur bu çemberde. Olsun, sen dik onları. Bakma onlara ve acıdıysa kendin, kendin sar yaranı.”

“Öyle çocuğum, öyle çocuğum ki biri sarsın istiyorum yaralarımı. Daha sonra fark ediyorum ki tuttuğum her insanın elini kanatmışım. Bunun altından nasıl kalkarım?”

“Öylece geç şu hayat çizgini. İster yürü, ister koş. Ama geç.”

“Kendimden kaçmanın bir ödül olacağını sandım her zaman. Çoğu kabullenemediklerim bir iğne gibi batıyordu her yerime. Aynada gördüğüm kendime küskündüm.”

“Yanlıştı.”

“Çok.”

“Ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Sanki biri elimden tutsa yok edecektim tüm o ipleri. Sanki tek başıma koparamıyormuşum gibi…”

“Basit.”

“Bu ne demek?”

“Her şey çok basit. Sevmen gereken kişi sensin.”

“Kendimden bu kadar nefret ederken nasıl sevebilirim ki?”

“Bu zamana kadar sevmeyi denedin mi hiç? İpleri koparmana gerek yok, çözmeyi dene.”

“Yapamayacak kadar korkağım.”

“Çoğu şeyi hiç denemeden karar veriyorsun. Korkman gereken tek şey, bir şeyi hiç denememek olsun.”

Haklıydı. Başımı eğdim hüznümle. Neler olacaktı bu iğrenç hayatıma bilmiyordum. Fakat bu cümlelerin bana dokunduğu kesindi. Kalbim atmak istiyordu.

“Sen, sensin işte. Tüm kırıkların ve tüm hatalarınla. Mükemmel bir imaj oluşturman imkansız. Mükemmel olmayacak hiçbir şey. Bazı şeyleri kabullenmen gerek. Hayatında hatasız biri olamazsın. Çünkü bilemeyeceksin çoğu şeyi. Yaşayarak öğrenip kendine katacaksın sadece. Ne bekliyordun ki hayattan?”

“Ben… Yargılanma korkusuyla büyütüldüğüm için böyle biri olmuşum. Seninle fark ettim bunu. Hatasız olmaya çalıştım sürekli bu hayatta. Ondandır tüm bu halim.”

“Artık değiştirme zamanı. Hatalarını eline alıp saracaksın hepsini. Artık kabulleneceksin. Çünkü her şey geçti. Kabullen ve devam et.”

“Artık… Deneyeceğim.”

“Olmasa bile en azından denedim diyebilmek için.”

“Etrafındaki herkes bir gün ölecek. Bunu kabul etmek zorundasın. Her gün biri ölecek korkusuyla yaşayamazsın. Kalk ve kendine bir bak. Gerçekten sen, bu musun? Sen bu kişi misin? Sürekli korkuyla yaşamak küçük yüreğini ezip geçecektir. Sonra üstüne toprak atılan sen olacaksın. Kalk ve kendine bir bak. Sen gerçekten bu musun?”

“Böyle olmayı ben de istemiyorum. Bu hayatın ipleri sanki bende değil. Sanki bir kuklayım.”

“Bileklerindeki gücü hisset ve o kukla ipini kopar. Bir gün bunların hepsi bitip uzun bir uykuya daldığında, geride kalan pişmanlıkların için üzülmeyeceğin duruma getir kendini. “Ben her şeyi yaptım.” de mesela. Ben her şeyi yaptım. Bunu demek tüm dünyaya bedeldir.”

“Çok fazla çabalıyorum. Bu çöp beden için. Çok fazla… Yine de ne yaparsam yapayım hep değersiz bir çöp olacakmışım gibi.”

“Çünkü sen kendini bilmiyorsun. Kendini bilerek acının kölesi yapıyorsun. Dön bak bir dünyaya. Her şey gelip geçiyor. Üzülmek için zamanını harcamaya değer mi?”

“Elimde olsa bunların hepsini koparırdım, inan ki. Çöp olan bedenimi çiçekler içine sarar, düşüncelerimi çiçek ormanlarında koştururdum. Lakin benim yollarım karanlık ve çivili. Bir de kimsesiz… Kendime kaldığım bu süre boyunca kendimde kalmayı istemez oldum. Kendim, başlı başına bir dert benim için. Kaçmak ister kaçamaz. Gelmek ister gelemez. Ve ağlamak ister ağlayamaz. Ne dersin buna? Hayatı fazla kaçırmadım mı?”

“Kopamadığın tek şey kendin. Zamanı gelince onu da senden çekecekler. Peki o zaman diyecek misin kendine? “Gitme” diyecek misin? İnsan elindekinin değerini bilmeyen bir varlık. Kendi bedeninin başında ağlayacaksın. Peki, neden elindeyken değerini bilmiyorsun? Dön bir bak dünyaya. Sanki herkes bir iplik. Çoğu kendini, kendi doluyor. Sen de öylesin. Dön bir bak dünyaya. Nefeslerinin sana tek tek verildiği şu dünyana. Gerçekten değerini biliyor musun kendinin? Kendi bedeninin…”

“Ben kimim? Ve bu dünya için niyeyim? Ruhum sadece hüzün kusar. Bedenim desen bir köle. Şimdi sen diyorsun ki ölünce kendi bedeninin değerini anlayacaksın. Sen şimdi dön bir de bana bak.”

“Eğer tekrardan kendine dirilmezsen, ruhunun en ücra köşelerinde kalan hayallerini ne yapacaksın?”

“Onları yok ettim.”

“Hayır, sadece öyle sanıyorsun. Ellerini gökyüzüne uzat, içinde hissedeceğin bir tanecik umut bile seni çiçek yollarına götürecektir. Sadece savaşmayı bırak ve yaşa. Sadece yaşa… Her şey o kadar basit ki aslında.”

“Öyleyse bu gücü bana sen ver. Nasıl yaşayacağım? Öyle çocuğum ki bir el tutsun istiyorum şu bedeni.”

“İnsan denen varlığın hissedemediğini bir düşün. Öyleyse ortada bir insan kalmaz, farklı bir canlıya dönüşür. Şimdi sen diyorsun ki, acıdan kaçmak istiyorum. Acıyı hissetmemek istiyorum. Ben de sana diyorum, acıyı hissetmek elbette kötü ama mutluluğa ve umuda bir bak. Gözlerinde kaybolduğun biri çıkacak karşına. Sevmek, ümit etmek… Bunlar olmadan yapabilir mi insan? Ruhu kimsesiz kalır. İnsan istemese de hissetmeye açtır. Kalbini hüzünde boğduran sensin.”

“Sadece gitmek istiyorum.”

“Gittiğinde ne olacak peki? Gerçekten mutlu olacak mısın?”

“Bilmiyorum.”

“Sürekli belirsizlikler içinde koşup durma artık. Gökyüzüne dokun, bir insana gülümse… Dudaklarında çiçekler açtır ve hayat yapbozunu bu güzel hislerle tamamla. Zaman su gibi akıp geçtiğinde, bedenin burkulduğunda şunu de kendine: ”Ben güzel bir hayat yaşadım ve huzurla gözlerimi yumuyorum artık.”

Kendini bırakıp kötü şeyler yapsan da asla kendinden vazgeçme. Oturup üzülmektense ayağa kalk ve kendin için bir şeyler yap. Çözüm bul, çözüm üret. Her şeyin çaresi olacağını unutma. Kendi tanı, kendini mutlu etmeyi öğren. Ve bir yol aç kendine, gözyaşının içinden.
Şüphesiz kalbin bu yolda doğru. “

Ben ki, sessiz bir yaprak,
Ben ki rüzgarsız bir hayat,
Ben işte bu ben,
Öyle korkunç bir fırtınada kalmış.
Aciz bir beden.

Yok olan ağaçtan ümit bekleyen bir tohum,
Çölde yağmak isteyen bir yağmur,
Parklarda çocukluğunu arayan bir insan.

Bir var,
Bir yok.

Bir umut,
Bir ölüm.

Ve ben, bağladım bileğimi ölüme. Gidiyorum bu yolda nicedir,
Biçare bir şair.

Her zaman dedikleri gibi,
“Şairler mutsuz insanlardır.”

Kalemim hayata dargın.Yine de bir güzellik var.

Bilirsin, şiir güzelleştirir dünyayı.

Yusuf’a

Üzülme!
Gençsin, güzelsin.
Zaman güzel şeylere gebe
Bir düş, bir hece.
Belki de ansızın hüzün basacak
Her yerini.
Çıkabilir misin?
O buhrandan.
Ama korkma ben yokum artık.

Düşün!

Düşün ki ben yokum artık

Kendine iyi davran.