30 C
İstanbul
Cuma, Ağustos 8, 2025

Tecrübe

Gel gitlerin olmadığı bir hayat düşünebilir misin? Hüzün olgunlaştırır. Kaybetmek sabrı öğretir.

Hz. Mevlânâ

Korkma çocuk benimsemekten,
korkma hayallerinden
Senin ufkun, özgürlüğün var
Korkma yaşamın getirdiği sürprizlerden
Elbet bir gün herkes de sen gibi çok küçüktü.
Sen gibi çaresizdi, ulaşamıyordu her şeye
Ama büyüdüler ve ulaştılar
Ne oldu ulaşınca söylesene?
Yandılar, yaktılar, yıktılar
Büyüdüler işte, büyük sorunlar yarattılar
Korkmadılar sevdiğini incitmekten,
Gam yemediler kötülüklerden
Vicdanları sızlamadı hiç
Oysaki dünyaya zarar veren tek varlık insanoğluydu, yine güzelleştirebilecek olan da..
Var git istediğin yerlere ama acele etme!
Senin önünde nice çıkılacak güzellikler var
Ömrün, bahtın güzel ola çocuk
Yürüdüğün yol, imkan temiz ola
Kalbin güzel göre, gözlerin güzel söyleye
Her bir kelimeni iyi seç çocuk
Bugünün işini bugün yap, yarına uğraşma
Şairin dediği gibi: “Yarın çok geç olmakla meşhurdur.” Seviyorsan şimdi söyle. Yazacaksan şimdi yaz. Açıklaman gerekeni şimdi açıkla. Tüm doğrularını tüm yanlışlarını söyle gizli tutma ve pişman olma.
Ders al, tecrübe kazan,
Üstün başın toz toprak olsun.
Sırrını söyleme, halledebileceğin işleri kendin halletmeye çalış.
Önünde nasip olduğu kadar kocaman bir yol var, bu yolu iyi değerlendir.
Ömrünü, vaktini; aziz, kıymetli işlere ada.


Sen masumsun çocuk, masum kal…

Dünyaların Öğretmenisin

Zil çalıyor dünyamın merkezinde,
Işık tutuyor biri hayaller alemime.
Dünyalar kadar bir kelime,
“Öğretmenim”

Dünyama getiriyorsun baharı,
Öğretiyorsun sevmesini bile hazanı.
Yuvarlak dünyanın dikdörtgen hayatları,
Şefkatin gibi yayılır şiirime…

Hoş geldin dünyama,
Hayal kırıklığına ve ümitsizliğe yer vermediğin hayatıma.
Dünyama girdiğinden bu yana,
Son nefesime kadar öğretmenimsin.

Farklı mevsimlerde her dünyada yaşarsın,
Öğrencilerine aynı iklimde kucak açarsın.
Mesleğini her şeyden öte bizler için yaparsın,
Sen herkesin, dünyaların öğretmenisin.

Ben ve Kendim

Anlatabilirim
Nasıl söndüğünü düşlerimin
Nasıl kaybettim bütün dövüşlerimi
Nerede bıraktım gülüşlerimi

Gösterebilirim
Hangi sokakların denize çıktığını
Hangi sokaklardan kaçtığımı
Hayatımı sokaklarda harcadığımı

Okuyabilirim
Ayrılık şiirlerini ezbere
Ayrıldığım gözlere

Hatırlarım
Bakma unuttuğuma
Güçlüdür hatıralarım
Çünkü aynı hatayı defalarca tekrarlarım.

Bilirim
Değişmez ismim
Yolunda gitmiyor hiç bir işim
Ama bu durumu değiştirebilirim

Anlayamazsınız
Yürünmez dersiniz yoluma
Yürürüm, kan revan olsa da ayaklarım
Düşer yine ayaklanırım.

Göremezsiniz
Her gün görseniz bile
Görünmem size
Yalnız yaşanmayacağını bile bile

Okuyamazsınız
Okumayı bilmek yetmez
O kumlarda dolaşmak gerek
Ve o kumlar sizi kabul etmez

Görün
Değişmeyecek ismim
Ama değişecek işim.

Vicdan

Beşer, yerle gök arasında vicdanıyla seferde,
Bîdar her daim, göz kapaklarında perde.
Bırakmaz tenhada yahut izdiham ortasında,
Bitmez mi bu muhasebe bir lahza da olsa?
Gönlü diyar-ı gurbet olanı tutar mı hiç uyku?
Bu ne çetin tefrika, ihrak eder ruhu.
Göz pınarları çağlayan; sebatkâr, dinmez gam,
Vicdan deyince “Ey İnsan!” mefkud olur endam.
Çiçek açar erguvan, cemre düşer âfere,
Ölüm olsa yeğlerdi bu umarsız sefere.
Zira dili lâl, bakışları âmâ; gönlü kor ateşlerde…

Yok mudur kurtuluş, uzanmaz mı tutulacak el?
Bir nefha getirmez mi ötelerden yel?
Bulunmaz mı sırat-ı müstakim, dinmez mi elem?
Katre-i fikir yüreğimde bin dirhem.
Ye’s çukurunda yaşamak değildir gayret
Umutsuzluk zehir, umutsa baldan şerbet..
Sabret ey insan! Sabır çölde vaha,
Gafletle yaşamaya razı olur mu Hüda?

Immanuel Kant’tan Ödev Ahlakı Düşüncesinin Yaratıcılığına

Aklımda merak, şüphe ve saygı uyandıran iki şey var: Üzerimdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası.

Kant felsefesinde özgür davranışların oluşturduğu varlık alanına aittir ve akla dayalı bir yasa olarak kesin buyruğa dayanır. Bu buyruğun özü ise iyi istençtir ve yalnız insana özgü bir ödevdir. Ödev, sevgi ve acıma gibi duygusal eğilimlerden temellenmez; aksine ahlak yasası tümel geçerliliğini duygusal eğilimlerden arınmışlığından, akla dayanmasından alır. Ödevi belirleyen, duygudan arınmış salt pratik usun temel yasası ise “Öyle davran ki, senin istencinin maksimi her zaman genel bir yasa koymanın ilkesi olarak geçerlik kazanabilsindir.”

Fizik, doğanın yasalarına ilişkinse etik, özgürlüğün yasalarına ilişkindir. Ahlak yasası geçerliliğini mutlak zorunluluğundan alır yani insanlar gibi akıl sahibi ve özgür varlıkların ve diğerlerinin kabul etmesinden bağımsızdır. Ahlaki iyi, ahlaksal yasaya rastlantısal olarak uygun olabilme ihtimalini taşıdığından iyi olamaz. Onu iyi yapan, ahlak yasası uğruna yapılması, yani insanın bilinçli tercihinin bir sonucu olmasıdır. Bir insanın bilinçli tercihinin yani iradesinin sonucunda ortaya çıkan ahlaki motivasyonu düşünülür bir özgürlük ilişkisi olsa da nihai olarak ampirik açıdan kesin sonuçla ölçülemez. Ahlaklılık için örnek fenomenlere bakılarak bir yargı oluşturulabilir ancak bireysel açıdan bir kişinin kesin değerlerle ahlaki ölçümünü yapmak mümkün değildir. Kant’ta ahlak yasası için pratik özgürlük olmazsa olmazdır. Pratik özgürlük rasyonel bir varlık olan insanın arzularına rağmen tercihte bulunabilmesi anlamına gelir. Pratik özgürlük insanı fail yapar, hem de insanın kendi hakkında teorik yargılar oluşturabilmesine imkân verir. Bu nedenle Kant’ın ahlak teorisinin birincil değerlerinden başlıcası özgürlüktür. Kant’ın özgürlük temelli ahlak felsefesi rasyonel bir etik, görev etiği, bir ilke etiği, maksim etiği ya da bireysel etik olarak tartışılabilse de ortak zemin onun eyleyen öznenin iradesinden doğan bir özerklik etiği oluşudur. Kant ahlakının bu bakımdan formel belirlenimsizlik taşıması, yani tek tek ödevin neler olduğunu belirlemeyen yapısı Kantçı ahlak anlayışını güçlü yapar. Kantçı ödev ahlakı ödeve uygun davranmayı teorik olarak temellendirirken ödevlerin neler olduğunu kurallar halinde sabitlemez. Ödeve uymanın dolayımında, her bir özgül durum için ödevin konusu doğar. Sıradan aklın prensipleri hukuk prensiplerine uygunsa iyidir. Deneysel bilginin ahlaki çalışmada önceliği olamaz; evrensel, tüm idealizm için önsel ve akılsal referanslı zorunlu geçerliliğe sahiptir. Bu durum ahlaki kuralların eleştirilmeden kabul edilmesi anlamına gelmez. Kant dış itici güç olarak baskıdan olan hukuksal eylem ile içsel itici güçten doğan eylem olarak ödevi etiksel olması itibariyle birbirinden ayırarak, kişinin hukuksal yükümlülüğün itici gücüyle borcunu ödemesi ile borcunu ödemesinin uygun ve yerinde olmasından kaynaklanması durumunu birbirinden ayırır. Birinci durum itici gücü baskıdan doğan eylem olduğundan hukuksalken ikinci hal ödevden ileri geldiği için ahlakidir. Ödev olmaya muktedir fiilleri tek tek sıralamaktan kaçınan Kant için ahlaklılığı örneklemek ve model olarak bir pratiğe işaret etmek, ahlaklılığa kötülük etmek olur. Ahlak kavramları apriori olarak akılda bulunduğundan deneysel ve rastlantısal bilgiden çıkarsanamaz, değerlilikleri kaynaklarının saflığından ileri geldiğinden deneysellikle temellendirilmeleri eylemi değersizleştirir. Bu nedenle ahlaki kavram ve yasaların kaynağı salt pratik aklın alanındadır. Eylemin ahlaklılık buyruğu oluşu önce iyi olan niyetle ilişkilidir, ortaya çıkan sonuç kötü olsa da eylem ahlaka aykırı bir eylem olamaz.

Kant’a göre akıl sahibi insan kendisi bir amaç olarak varlık kazanır, kendine ve diğer varlıklara yönelik eylemlerinde bu insan araç olarak değil kendisi amaç olarak varlık kazanır. Pratik buyruk şu olacaktır: “Her defasında insanlığa kendi kişinde olduğu kadar başka herkesin kişisinde de, sırf araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak davranacak biçimde eylemde bulun.” Kant’ın intihar, sarhoşluk ve oburluk gibi doyumsuzluklarla ilişkili aşırılıklara getirdiği yasakların nedeni kişiyi mükemmelleştirmeye yönelik ödevleri belirleme arayışı değil, özgürlük yetisinin kullanımına engel olacak özgürlüğün fiziksel kötüye kullanımları ve kendisine zarar verecek eylemleri engellemek için konmuş ödevlerdir. Söz konusu ödevler kişinin kendisine karşı eksiksiz ödevleriyken kişinin başkalarına karşı küstahlık, iftira ya da alay etmemek türünden ödevleri başkalarına karşı saygıdan doğmuş ödevlerdir. Ahlak ve hukuk ayrımından dolayı her ödev ihlali yasa ihlali anlamına gelmeyebilir. Kant’a göre intihar gibi ödevlerin ihlali tanrı iradesi yasakladığından değil insan özgürlüğünün ancak yaşamını sürdürmek için verilmesi yasasına aykırılıktan doğan bir manevi kötülük olarak anlaşılmalıdır. Kant’a göre manevi değerlere sahip biri sahip olmayana göre kendi hayatına daha az değer vererek ahlak dışı davranışlarda bulunmaktansa yaşamından vazgeçerek kişiliğinin değerini yaşamının devamından üstün tutabilir. Ancak bu bakış intiharı olumlamak için değildir. İnsan doğasının zayıflıkları ve zaafları ahlak yasasının içeriğini ve temelini oluşturamaz; ahlak yasaları insan vasıflarından bağımsız kutsal, saf ve ahlak yönünden yetkin biçimde düzenlenmelidir. Eylemin zorunluluğu baskıdan kaynaklanıyorsa ve haklara dayanıyorsa hukuksal, manevi iyiliğin zorlamasından zihniyetten ileri geliyorsa etiktir. Etik kavramı ise hak kavramından farklı olarak insanın kişisel yaşamını aklın koyduğu yasalara göre düzenlemesiyle ilgili olup hak kavramı standartlaşmış zorlayıcı aklın koyduğu kurallardan, beşeri kurumlardan kaynaklanır. Wood’e göre, hak ödevleri ise faile, genellikle, kendi dışındaki güçler tarafından dayatılır. Kant’ın hak ve adalet ilkelerinin formülasyonunun gündelik ahlaki değerlerin içinde örtük olarak bulunduğu tezi hukuk ile ahlak alanını prosedürel olarak birbirine eklemlemektedir. Rousseau’da bu ilişki farklı formüle edilir. Rousseau’da adalet ve özgürlüğü mümkün kılan zemin yasa olmak zorundadır. Doğal eşitliği hakkaniyetle yeniden inşa edecek, ancak yasama iradesidir.

Kant ve Rousseau’nun ortak idesi hukuktur. Rousseau, hukuku temellendirirken sözleşme üzerinden önemsediği toplumun baskı ve adaletsizlikle ilişkisini fark ettiğinde düşüncelerine yön veren kırılmayı yaşar. Kant ahlak ile ahlaklılığın gerekliliklerini ayırmak noktasında Rousseau’nun net duruşunu önemsemiştir. Rousseau’nun geleneğin insanı ile doğanın insanını karşılaştırarak mükemmellikle sunulan geleneğin insanının sefaletin kaynağı olması, geleneksel değerlerden doğan değerlere eleştirel bakmak noktasında Kant’a ışık tutar. Kant’ın sahte ve sahici değerler ayrımı Rousseau’nun insanlık tarihinin ahlak dünyasına çözümleyici ve betimleyici bakışından beslenmiştir. Rousseau her türlü kültürel değerlerin örüntüsü altında kurgulanan insan siluetinin altında gerçek insanı görerek Kant’a onu olması gerekeni tartışmadan önce tarihsel olarak neyin olup bittiğine yöneltmesi açısından etki eder. Tarihsel olarak gerçek insanın davranışları Kant’ın ödev ahlakına uygunluk açısından değerlendirilebilse de ödev ahlakına aykırı davranışların hak ihlali olarak hukuka aykırılık taşımaması Kant’ın teorisinden açıkça çıkarsanabilmektedir. Etik davranış sergilemek kişinin kendi içsel dinamiklerinden kaynaklanır. Yasama organının zorlayıcı baskısının ve hukukun tercih özgürlüğü bırakmadığı alanlardaki davranış örüntüleri devlet ile yurttaş arasındaki iktidar ilişkilerinin dolayımına yerleştiği için, Kant’ın etik alanı dışsal zorlamanın dayatmadığı davranışlarla sınırlandırması hukuk ile etik arasındaki sınırı çizmek açısından literatüre katkı sağlar. Genel olarak ödev ahlakıyla uyumlu davranışlar hukuka uygunken, her ödev ahlakına aykırı durumun hukuksal açıdan hak ihlali olmaması ödeve aykırılık ile suçu ayırmamıza imkan verir.

Gözlem

Bazen gözümüzle gördüğümüz halde bazı şeylerin farkına varmayız. Bunun sebebi gözlem yapmamaktır. Görmekle gözlemlemenin en önemli farkı şudur: görmek yalnızca bakmakla, gözlemse hem bakmak hem de düşünmekle yapılır. Yani bakarken anlamaya çalışırsak gözlemlemiş oluruz. Olaylara bu şekilde baktığımızda ince ayrıntılarla ânımızı süsleyebilir, detaylara dikkat kesilerek “hayat kurtarır” vasıflı bazı şeyler öğrenebiliriz. Buna yolda yürümekten tutunda Instagram da gezinmek bile dahildir. O halde bir iş yaparken gözlem ile beraber daha fazla verim alabilmek bizim elimizdedir. Konuyu Dr. Watson’ın kaleminden gözlem ustası Sherlock’un tespitiyle bitiriyoruz.

“Tahmin yaparak izlediği yolu ortaya serince gülmekten kendimi alamadım. ‘Sonuçlara nasıl vardığını anlattığında her şey o denli basitmiş gibi görünüyor ki bütün bunları ben de yapabilirmişim gibi geliyor. Oysa her denememde yanılıyorum. Ama benim gözlerim de, inanıyorum ki, en az seninkiler kadar iyi görüyor.’

‘Öyle de zaten,’ dedi Holmes. Bir sigara yakarak kendini koltuğa bıraktı. ‘Sen görüyorsun ama gözlem yapmıyorsun. Aradaki fark ortada. Örneğin bu kata çıkan merdivenleri sık sık görmüşsündür.’

‘Sık sık.’

‘Ne kadar sık?’

‘Eh, olmuştur bayağı.’

‘O zaman kaç tane basamak var?’

‘Kaç tane mi? Blmiyorum.’

‘İşte bu! Gördün ama gözlemlemedin. Ama kesinlikle gördün. Demek istediğim de bu. Ben on yedi basamak olduğunu biliyorum çünkü hem gördüm hem de gözlemledim. Bu arada, böyle küçük şeylerle ilgilendiğin için ve benim birkaç basit deneyimi kaleme alacak kadar iyi olduğun için bununla ilgilenebilirsin belki…'”

Suç Uyanıyor sayfa 12 ve 13

İnci Gülüşlerim Şiir(miy)di?

Dişlerim inci, gülüşlerim şiir(miy)di?
Güldürme beni gözünü seveyim…
Bulsa da Adenli Dürdane’yi(m),
Leb demenin sebebi(miy)di?

Hissedişlerim inci, gülüşlerim şiir(miy)di?
Ne sedefinim ne hedefinim…
Başımda perçem perçem denizini(m),
De ben de sır dehen(miy)di?

Seyredişlerim inci, gülüşlerim şiir(miy)di?
Mazmunun mahsumluğunu seveyim…
Boynuma takılan, inci gözyaşları, kulağıma küpe edeyim,
Şemi muhabbeti goncaya şen(miy)di?

Kaybedişlerim inci, gülüşlerim şiir(miy)di?
Cân’ın incisini eşsiz bileyim…
Yansın için gül’e, gül’e söneyim;
Anıp anılanı seven gönlün dili mim(miy)di?

Mi?

Nefretin kime yabancı?

Esen rüzgâra mı, estirene mi?

Fatihalar okuyan ardına mı;

Saltanatını kuracağın sandığın dünyana mı?

İnsiyakına kurban ettiğin itiyadına mı yabancı?

Neye bu kinin yabancı?

Ezeline mi ebedine mi?

Mi?

Belleğin Zaman ve Mekan Üzerinden Yolculuğu


Bilgiyi kaydetme, depolama ve geri getirme gibi bilişsel süreçleri içeren bellek; nöroloji, biyoloji, fizyoloji, genetik alanlarının ilgisini çektiği kadar psikiyatri, psikoloji ve sosyoloji biliminin ilgi alanına da girmektedir. Birey, kendisini ve kendisi dışındaki dünyayı bellek sayesinde algılamakta; duygu, düşünce ve davranışlarını da yine bellek sayesinde düzenlemektedir. Belleğin işlevlerinde yaşanacak bir problem; bireyin kimlik ve kendilik algısına, çevreyle uyumlu davranışlar geliştirmesine ve öğrenme yeteneğine zarar verecektir.

Günümüzde bellek üzerine yapılan çalışmaların daha çok bilişsel sinirbilim alanında yapıldığı görülmektedir. Bu alanda ilk çalışan araştırmacı M. Marsel Mesulam Davranışsal ve Kognitif Nörolojinin İlkeleri (2004) adlı eserinde bellek ve duygulardan sorumlu beyin bölgesinin limbik sistem olduğunu söyler. Yaşamı idame ettirme ve türün devamından da sorumlu olan limbik sistem, bireyin beyni ve iç dünyası arasındaki teması kurmaktadır. Bireyin tüm anılarını yeniden yapılandırma gibi bir özelliği de olan belleğin, dinamik bir yapısı vardır. Bilişsel çalışmalara bakıldığında birbirinden farklı pek çok bellek türü olduğu, bu bellek türlerinin temel olarak uzun süreli ve kısa süreli bellek çatısı altında gruplandırıldığı görülmektedir. Kapasitesi sınırlı olan kısa süreli hafızada tutulan bilgiler, işlenerek kapasitesi sınırı belirsiz olan uzun süreli belleğe aktarılmaktadır. Uzun süreli bellek, açık bellek ve örtük bellek olmak üzere iki alt başlıkta incelenmektedir. Açık bellek, olaylara ve durumlara dair bilinçli anılardan oluşmaktadır. Açık bellek (deklaratif bellek), deklare edilebilen veya tanımlanabilir bellektir. Açık bellek de kendi içinde, epizodik ve semantik bellek olmak üzere iki farklı bellek türüne ayrılır. Örtük bellek ise deklare edilemeyen ve edinimi bilinçli bir biçimde hatırlanamayan anılardan oluşur. Örtük bellek, geçmişte koşullu öğrenme veya tekrarlar sonucu yerleşmiş bir takım bilgi ve becerileri içerir. Örtük bellekte bulunan anılar bilinçli bir biçimde geri çağırılamaz veya fark edilemez. Örneğin; bisiklet sürme bir kere öğrenilir. İlk öğrenmeden sonra artık her seferinde bisikletin nasıl sürüleceği bilinçsizce, otomatik biçimde anımsanır ya da konuşulan dilin gramer bilgisini hatırlamak için her seferinde ayrı bir çabaya gerek yoktur. Özellikle çocukluk çağında edinilen ve artık otomatikleşen pek çok beceri veya bilgi örtük bellekle ilgilidir. Bunun dışında yetişkinlik yaşamında bile koşullanma ve tekrar yoluyla edinilen bilgi ve beceriler büyük oranda örtük öğrenmeye işaret etmektedir. Bir davranış örüntüsü bazen açık biçimde kontrollü öğrenme ile edinilirken, otomatikleştikçe örtük öğrenmeye dönüşmektedir. Anısal bellek olarak da tanımlanabilen epizodik belleğin ayırt edici temel karakteristiği, kişisel ve belirli geçmiş olaylara, durumlara dair deneyimlerden elde edilen verilerin uzgörülere dönüşmesini sağlamasıdır. Tulving’e göre eğer bir hatıra/anı zamanı ve mekanı ile canlandırılabiliyorsa bir çeşit zihinsel zaman yolculuğu yapar gibi anımsanıyorsa söz konusu bu anı epizodik bellekle ilişkilidir. Conway’e göre epizodik bellekteki anılar, duyusal-algısal özelliğe sahiptir; epizodik bilgiye istemli ulaşımın devamlı oluşu, epizodik bellek ile otobiyografik bellek verilerinin bütünleştirilmesini sağlamaktadır. Epizodik bellek aynı zamanda deneyimlerden gelen semantik bilgileri de düzenlemede işlevsel rol üstlenmektedir. Böylece yeni durumları geçmiş deneyimlere göre anlayabilme ve yeni duruma uygun hızlı tepkiler geliştirebilme yeteneği geliştirilir ki bu yeti, kişinin kendilik bilgisinin inşasında önemlidir. Epizodik bellek gelecek algısıyla da ilintilidir. Geçmişe dair ne denli detaylı ve zengin anı mevcutsa; o denli zengin gelecek hayalleri kurulabilir. Yaşlılık döneminde epizodik bellek ve otobiyografik bellek ne denli iyileştirilebilirse kendilik algısı o denli sağaltılabilir. Geçmişin anılarını yer, zaman ve duygularıyla anımsayıp birbirleriyle ilişkilendirebilmek sağlıklı, bütünlüklü kendilik algısıyla ilintilidir. Bellek ve gelecek ilişkisinde travmatik anıların da önemi büyüktür. Travma ve benzeri dramatik olaylar zaman zaman istemsiz biçimde keskin ve detaylı biçimde hatırlanır. Flashback denilen ani ve travmatik duygularla yüklü imge ve olay anımsayışları; kişinin içinde bulunduğu şimdiki zamanı değerlendirmesini, geleceğe dönük kurgu ve hayallerini ve benlik algısını olumsuz biçimde etkilemektedir. Conway ve Pleydell- Pearce, otobiyografik bellekle ilgili teorilerinde, “işleyen kendilik” tanımını kullanmışlardır. İşleyen kendilik, kişinin gelecekteki varlığını ve kendini gerçekleştirmek için kuracağı amaçları etkilemektedir; kişinin otobiyografik bellekteki anılarını etkileyip biçimlendirme gücüne sahiptir. Otobiyografik bellek, kişinin geçmiş deneyimlerine dair anıları içermektedir; ancak epizodik bellekten farklı olarak daha uzun bir süreyi (kişinin kimlik tanımı, hayatının tarifi ve yaşam amaçları gibi) kapsamaktadır. Otobiyografik bellekte hem epizodik (anısal), hem de semantik (anlamsal) geçmiş anılar söz konusudur. Bir otobiyografik anının içerisindeki anlamsal bileşenin oranı ne kadar fazlaysa o anı o kadar eskiye ait bir anıdır. Semantik bellek, dünyaya dair genelleşmiş anlamsal kodlamalarımızı içermektedir. Nesnelere, varlıklara, durumlara dair kategorik zihinsel temsillerle biçimlenmektedir. Semantik bellekle edinilen kavramsal, semantik bilgi soyut bilgi olarak da tanımlanabilir. Genel kültür, sosyal kurallar, kavramlar, genellemeler, olgular ve soyut muhakeme, semantik bellekle ilişkilidir. İnsanlar kendi geçmişlerine dair iyi anıları, olumlu anıları daha çok geri çağırma, hatırlama eğilimindedirler. Anı tümseği denilen, yaşamda kendilik imgesinin geliştiği ve kimliği tanımlamada kritik değişimleri içeren olayların olduğu dönemler daha iyi anımsanmaktadır. Bilişsel hipoteze göre, hızlı değişim dönemlerini istikrarın izlemesi anıların güçlü biçimde kodlanmasına neden olmaktadır.


Belleğin yeniden yapılandırılabiliyor olması; geleceği hayal edebilmeye, bellekteki boşlukların doldurabilmesine, kötü anıların unutulabilmesine, karar verme süreçlerine, amaca uygun hareket edebilmeye ve belleğin kapasitesinin başka işlemler için de kullanılabilmesine de hizmet etmektedir. Dolayısıyla belleğin seçici ve yapılandırmacı oluşu işlevseldir. Toplumsal hafıza da benzer biçimde çalışmaktadır. Toplumsal geçmişe dair anılar seçici biçimde yeniden yapılandırılarak geri çağrılmaktadır. Toplumsal bellek, ortak olaylara veya ortak geçmiş bilgisine şahitlik eden toplulukların söz konusu olay veya durumlara karşı toplu biçimde oluşturdukları anıları, tutumları içermektedir. Toplumsal bellek, geçmiş şimdi ve gelecek arasında bireyin bağ kurmasını ve varoluş amaçlarını belirlemesini, gelecek nesillere aktarmasını sağlar. Toplumsal belleğin oluşumunda çocukluk, aile bireyleriyle ilişkiler, komşuluklar, ortak yaşam alanları ve tarihsel-sosyal olaylar da önemlidir. Toplumsal belleğe iletişimsel bellek ve kültürel bellek olmak üzere iki farklı inceleme noktasından bakılabilir. İletişimsel bellek, belli bir kuşağa özgü bellektir ve taşıyıcıları öldüğünde etkileri de ortadan kalkmaktadır. Kültürel bellek ise izleri ve etkileri daha kalıcı olan ortak deneyimlere dayanır. Kültürel bellek, bir milletin veya topluluğun uzun vadede ürettiği kültürel öğelerle biçimlenir. Belleğin kültürel biçimde aktarımı dışında son dönemde yapılan bazı deneysel sinirbilim çalışmaları da travmatik anıların kuşaktan kuşağa aktarılabildiğini göstermektedir. Esasında aktarılan şeylerin anılar değil, anıların etkileri ve işleniş, kullanılış biçimleridir.

Albert Camus’de Yaşamın Anlamsızlığına Karşı Bir Başkaldırı

“Yaşamanın bir sebebi yok,” dedi Mürşit. “Sebebi biz uyduruyoruz. Yaşamak bu demek, hayat denen bu şeyi sürdürebilmek için sebep yaratmak.”

-Dünya Ağrısı, Ayfer Tunç

Dünya gelip geçici, insan ölüme yazgılıysa o halde yaşamanın bir anlamı var mıdır? İnsan yaşamının bir sınırı varsa ve her şey anlamsızlığa karışma tehlikesi içindeyse o halde insan neden bunun farkında olup bir şeyler için çabalamaya devam etmelidir? Ölümle birlikte yaşamın anlamsız gelme hissi, Camus’nün tabiriyle saçmayı doğurmaktadır. Fakat burada önemli bir nokta vardır. Camus’ye göre, dünya saçma değildir. Dünyanın kendi içinde bir uyumu ve düzeni vardır. Sorun insanın dünyada olmasıdır. “Ağaçlar arasında bir ağaç, hayvanlar arasında bir kedi olsaydım, bu yaşamın bir anlamı olurdu; çünkü dünyadan bir parça olurdum. Bu dünya olurdum, oysa şimdi tüm yakınlık gereksinimimle onun karşısındayım, öylesine önemsiz olan bu akıl, işte beni tüm evrenin karşıtı yapan bu.” Camus’ye göre dünya ve insan arasında belirlenmiş bir bağ yoktur. İnsanlar olmasa da dünya yine dönmeye, denizler dalgalanmaya, kuşlar uçmaya devam edecektir. Camus bu durumla ilgili şu sözlere değinir: “Gerçekten önemli olan bir tek felsefi sorun vardır o da yaşamın yaşamaya değip değmediği konusunda yargıya varmak felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.” Bu soruya yanıt vermek ise göründüğünden çok daha zordur. Çoğu insan için daha en başından ölüm fikri korkutucu ve hüzünlü görünür. Çünkü bir tarafta yaşamın olgusal ve tekdüze tarafı insanı sarmalar. Ona her gün yapmak zorunda olduğu eylemleri hatırlatır. Diğer bir tarafta ise ölüm hakikati vardır. İnsan yaşamının bir gün yokluğa karışacağının bilincindedir. Fakat genel olarak insanlar, kendilerini yokluğa karıştıracak bir olgunun peşine düşmektense, olgusal dünyanın izinden gitmeyi, diğer insanlarla birlikte uyum içinde yaşamayı daha kolay bulurlar. Böylece ne ölüm gibi bir olgunun ürperticiliği ne de yaşamın sorgulanması gereken taraflarının bir önemi kalır.

İnsanın dünyaya geldiği andan itibaren yaşadığı her saniye, onu kendi yok oluşuna doğru götüren bir süreçtir. İnsanın belki de birkaç adım ötesinde duran ölüm, ona ara sıra göz kırpar ve kendini hatırlatır. Tam da ölümün kendini hatırlattığı bu anlardan birinde, insan bir an umutsuzluğa ve çaresizliğe kapılarak kendini bir çıkmazın içinde hisseder. Bu aniden ortaya çıkan çaresizlik durumu Camus’nün de değindiği gibi önemli eylemlerin başlangıcını oluşturan temel bir noktadır: “Tüm büyük eylemlerin ve düşüncelerin önemsiz bir başlangıç noktası vardır. Büyük yapıtlar çoğu kez bir sokağın dönemecinde ya da bir lokantanın kapısında doğar.” Her şey aynı monotonluk içinde ilerlerken “Bir gün neden sorusu yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır.” Tam bu noktadan sonra insanın nasıl bir yol çizeceği belli olur. Kişi ya kısır döngüye kaldığı yerden devam eder ve yaşamında ne bir bilinçlenmeye ne de bir değişime gitme farkındalığına ulaşır ya da tam aksine bütün bu anlamsızlığın farkına vararak bilinçli biri haline gelir. Camus’nün saçma (uyumsuz) kavramı da bu durumda kendini gösterir. Kişi yaşamın tüm bu anlamsızlığının içinde uyumsuzluğu görür. Gerçekleştirdiği eylemlerin değerini sorgulamaya başlar. Kaygı, çaresizlik, sıkışmışlık gibi duygular yaşar. Ama en önemlisi, tüm bu olumsuz duyguların içinde bir farkındalığa varılmış olunmasıdır. Artık bu farkındalığa varan uyumsuz hem diğerleriyle birlikte var olmaya hem de içinde yaşadığı kaygılarla baş etmeye çabalar. Zamanla yaşadığı çevreye, insanlara ve belki de kendisine karşı bir yabancılaşma yaşar. Daha önce benimsediği eylemleri veya değerleri şimdi sorgulamak zorundadır. İnsanlar ona bir yabancı gibi görünmeye başlar; çünkü onlar gibi düşünmüyordur, onlar gibi hissetmiyordur. O bambaşkadır ve bambaşka da olmak istemektedir. Bu durumda, saçmanın bilincine varmış biri ne yapmalıdır? Camus’ye göre uyumsuzun önünde iki seçenek vardır: “Ya intihar ya da iyileşme.” Camus, intiharı olumsuzlar. İntiharı yaşamın saçmalığını ortadan kaldıracak bir çıkış yolu olarak görmez; aksine intihar etmenin saçma olanı kabul etmek ve ona boyun eğmek olduğunu savunur: “İntiharın başkaldırıdan sonra geldiği sanılabilir. Ama yanlış olarak, çünkü intihar başkaldırının mantıksal sonucu değildir. İçerdiği boyun eğiş dolayısıyla onun tam tersidir.” İntihar, bu hiçliği, saçmalığı yadsıyarak “bunlarla başa çıkamıyorum” demektir: “Yalnızca çabalamaya değmez demektir, kendini öldürmek.” Oysa dünya, tüm saçmalığına rağmen yaşanmalıdır. Bu durum Camus için bir diğer önemli kavram olan başkaldırıyı ortaya koyar. Başkaldırı çok önemlidir çünkü bir bilinçlenmeyi de beraberinde getirir. İnsan başkaldırıyla, “Ben her şeyin farkındayım, hayatın anlamsızlığının, bana dayatılan kuralların, temeli olmayan eylemlerin bilincimdeyim” der. En önemlisi istemediği değerlere “hayır” demeyi öğrenir. Başkaldırıyla söylenen her hayır kelimesi, bir evetlemeyi de beraberinde getirir. Uyumsuz, istemediği değerlere hayır diyerek kendi içselleştirdiği, onu iyi hissettiren değerlere sahip çıkar. Başkaldırı aynı zamanda, yaşamın ve ölümün tümüyle farkında olmaktır. Bu da kişinin yaşadığı “an ve yerde” olması anlamına gelir. Geçmiş veya gelecek yoktur. İnsanın elinde sadece içinde bulunduğu zaman vardır. Eğer ki yaşamda bir anlam ve değer oluşturulacaksa, tam da bulunan yer ve zaman içinde gerçekleştirilmelidir. Uyumsuz bunu, yaşadığı dünyanın mantığa uymayan değerlerine, yasalarına, geleneklerine birer birer başkaldırarak; onları yok sayarak yapar. Kendi içsel dünyasına dönerek, kendi için neyin iyi ve anlamlı olduğunun farkına vararak, bu değerler üzerine bir yaşam kurar. Camus’nün Sisifos’tan esinlenmesinin nedeni belki de budur. Sisifos tanrılar tarafından verilen cezasını çekerken, hiçbir zaman kayayı yerine koyamayacağını bilir; ama o, bu kısır döngüye rağmen tanrılara başkaldırarak saçmayı olumlar. Onun yaşamı anlamlı kılışı, uyumsuzluğuyla gelen bir başkaldırıdır: “Sisifos’un uyumsuz kahraman olduğu şimdiden anlaşılmıştır: Tutkularıyla olduğu kadar sıkıntısıyla da uyumsuzdur. Tanrıları hor görmesi, ölüme kin duyması, yaşam tutkusu hiçbir şeyi bitirmemeye yönelttiği bu anlatılmaz işkenceye mal olur.” Sisifos’un hikâyesini ilginç kılan kısım bunu bilinçli olarak yapıyor olmasıdır. Taşı sürekli aynı yere taşımak zorunda olduğunu bilmektedir. Fakat yine de bundan üzüntü duymaz. Tanrılara başkaldırır. Bu hikâye aslında günümüze de iyi bir gönderme olarak kabul edilebilir. İnsanlar da benzer bir döngünün içindedir. Her gün yaşama tutunabilmek adına aynı eylemleri gerçekleştirmeye, belirli konular hakkında konuşmaya, önceden konulan kurallar etrafında, sorgulamadan yaşama çalışırlar. Fakat günümüz insanlarının Sisifos’tan farkı, bunları bilinçsizce ve adeta robotlaşmış bir şekilde yapıyor oluşlarıdır. İnsanların, bilinçsizce sürdürdüğü bu eylemler, Sisifos’ta olduğu gibi kahramanca veya yazgısal bir kabullenmenin parçası değildir. Aynı zamanda günümüzde gerçekleştirilen çoğu eylem, insanın ölüme yönelik bilincini köreltmeye ve onu unutturmaya yöneliktir. Ölümün varlığını yok saymaya başlayan insan için, bilinçten çok bilinçsizlik hali baş göstermektedir.

Camus’nün Caligula (2015) adlı kitabında da bu düşüncelerin izlerine rastlanır. Camus’nün Caligula adlı oyunu yazmasında, tarihsel bir kahraman olan Roma İmparatoru ilham kaynağı olmuştur. Caligula’nın hikâyesini trajik yapan ölümlü olduğunu bilmesine karşın, ölümsüzlük arayışı içinde olmasıdır. Sevgilisi Drusilla’nın ansızın ölmesi üzerine yaşam ve ölüm üzerinde düşünmeye başlayan kahraman, ölüme yazgılı olan insanın mutlu olmasının mümkün olup olamadığını sorgular. Dünyanın anlamsızlığı karşısında bir çıkış yolu arayan Caligula, içinde bulunduğu yaşamı dayanılmaz bulur. Caligula, “İnsanlar ölür ve onlar mutlu değildir” yargısına varır. Aslında Caligula’yı dehşete düşüren durum, sevgilisinin ölmesi değil kendisinin de bir gün bu şekilde öleceğinin bilincine varmasıdır. Bundan dolayı, dünyada olmayan bir şeyin peşine düşerek, yaşamını anlamlandırabileceğine inanır. Böylece yaşamını ölümsüzlüğün olduğu başka bir dünya bulmaya adar. Sonuç olarak, ölümsüzlüğü de bulamayacağını anlayan Caligula, kendisini öldürmeye gelen senatörlere karşı koymaz: “Hiçbir insanın kendini tek başına kurtaramayacağını ve hiçbir insanın insanlara karşı yürüyerek özgür olamayacağını öğrendiği zaman, Caligula ölüme boyun eğer.” Camus, insanlara ölümün yaşamı etkin kılan en önemli olgulardan biri olduğunu hatırlatır. Belki yaşam saçmadır ve yaşamdan bir anlam çıkarmak mümkün değildir fakat insan ancak bunun bilincine vararak, yaşamı olumlayabilir. Bunu başarmak isteyen insanlar, saçmadan kaçmadan onunla yaşamanın bir yolunu bulmalıdır.

Yanımdaki Vefa

İnsan fark edemiyormuş

Yanındakinin seni nasıl ayakta tuttuğunu.

Sahi insan ölünce mi anlar?

Yada yanımızdan birileri gidince mi?

Ne çok şey paylaştığım sen

Hep yanımda olanım.

Hem ahımı hem de dırdırımı sineye alanım.

Bugün fark ettim de ne çok şey paylaşmıştım senle..

Yanımdaki vefalım ;

Herşeyi nnasıl da içinde biriktirmiş

Beni kırmamak için söyleyemedikleri dahi,

Ah vefa sen ne güzelmişsin.

Geriye bıraktığın her sayfa vefa kokuyor şimdi.

Kuş Monotonluğu

O gün yine değişmeyen ve kaçınılmaz bir gündü onun için. Sabah erkenden uyanmaya çalışan ancak bunu çoğunlukla beceremeyen, kalktıktan sonra ise uykusunu açmak için kahve içen birisiydi o. Her ne kadar içeceği o acı, katkısız kahvenin midesini rahatsız edeceğini bilse bile içiyordu işte aç karnına.

Aralık ayının getirdiği soğukluğu teninde hissetmek adına odasının camını açar ve öylece bakardı. Sabah rutini haline dönüşmeye başlayan yirmi dakikalık kitap okumaları ve yirmi dakikalık sabah yürüyüşleri uzayıp giderdi. Yaptığı bu yürüyüşlerde her sabah, mevsim geçişlerini dikkatle gözlemler, bir gün bisiklet alıp bu mevsimleri öyle gözleyeceği sözünü hep hatırlatırdı kendine. Sonbahar mevsiminde yaprakları eze eze; kış mevsiminde kar tanelerinin üzerinden geçerek lastiğinin izini gözlemleyen çocuklara bakacağını hayal ederdi. Yaz aylarında da bağrını açıp terli terli dolaşabileceğini… Hâlbuki hiç de inancı yoktu. En başında kendisi inanmıyordu bisikleti alabileceğine. Monotonluğunu bozmaktan korkardı.

Sabahki uzayan yürüyüşünden sonra ciğerlerini oksijene boğduğuna inanarak sıcak suyun altına bırakırdı kendini. Duştan çıkar çıkmaz kendini kaptırdığı soğukluğa, cama koşardı. Açık unuturdu her sabah. Unutacağını bile bile o camı kapatmazdı.

Saçlarını ne kadar kurutursa kurutsun hep bir tarafının ıslak kalacağını bildiğinden çok da çabalamazdı. Öylesine bir kafa sıcaklığı oluştururdu kurutma makinesi onun için. Maksat alışkanlığı devam ettirmek, hayatın akışına karşı koymamaktı. Kim bilir, belki de kış ayında soğuktan katılaşmış saç seviyordu bu adam.

Henüz bir arabası yoktu, işine gelip giderken tramvay kullanır, bazen de arkadaşları onun asık suratına zar zor dayanarak evine bırakırdı. Tramvayda insanların yüzlerine çok dikkatli bakar hatta farkına varmadan yüzlerini incelediği insanların bulutlu düşüncelerinde kaybolup giderdi.

Kendisine dikkatli bir şekilde bakıldığının farkına varan tramvay yolcusu da genç adama o gözle bakardı, ne diye bakıyorsun dercesine. Bizim genç de birden kızarıp, morarıp gözlerini başka yere çevirirdi.

Bu yolculuklarında kulağında hep kulaklık olurdu. Sanki o olmadan hayat şarkısı yok olacakmış gibi gelirdi ona. Birkaç kere kaybettiği olmuştu. Hatta ne yapacağını şaşırmış; alışkanlığını, rutinini gerçekleştiremediği düşüncesiyle daha bir huysuz olup çıkmıştı o günlerde.

Tramvaydan inerken, bekçinin ısınmaya çalışan kızarmış yüzünü görür, selam vermek isterdi ancak bunu bir türlü becerememişti şimdiye kadar. Hayatı boyunca da yapamayacağını düşünürdü.

On dakikalık iş yerine yürüme yolunda bir gözlemeciye girer, sabahın bu saatinden beri yufka açmakla uğraşan teyzelerin şimdiden yağın, unun içinde kalmış olmalarına bakar, iki tane gözleme alır, çıkardı.

Kısa bir kaldırımdan geçerken ilk önce kuş yemi satan bir teyzeyle az ilerisinde dilenmekte olan bir teyzeyle karşılaşırdı. Yem satan teyze daha yaşlı ve yorgun dururdu her zaman. Diğeri ise daha genç görünürdü gözüne. Ancak açlıktan kıvranıp üşüdüğü her halinden belliydi. Bir tek yağmurlu havalarda denk gelmezdi ikisine de. Bazen de biri olur diğeri olmazdı. Sanki bir bütün gibi birbirlerini tamamlıyorlardı. Biri yorulmuş çalışma azmini tasvir ederken diğeri ise genç kalmış hayatın azmini…

Kuş yemi satan teyzeden hep bir bardak yem alıp güvercinlere atmayı istemişti. Ancak bu da rutinleri arasında değildi. Değişmeyi göze alamazdı.

İşe giderken tüm yapmak istediklerini ve rutinlerini gözden geçirir, rutinlerini bozmadığı için kendini tebrik ederdi. Çalışma binasına girdiğinde iş arkadaşlarına buz gibi bir selam çaktıktan sonra odasına geçerdi. Arkadaşları da onun normal günden farksız olduğunu anlar ve bir problem olmadığının farkına varırlardı. Neyse ki onlar da alışmışlardı bu somurtkan dostlarına.

O, genç bir iş adamıydı. Kendi denizinde kaybolan… Yelkenlisinde bir esinti çıksa heyecandan duramayan… Hayatının kaptanı olmasına karşın bilmiyordu, rotasına ulaşırken en büyük gücün rüzgar olacağını… Değişikliklere karşı koymaya çalışırken hayatının disiplininde kaybolmuş bir adamdı o. Hüzüne neden olan. Beyhudeliğin içinde kaybolmuş, kaybolduğunun da farkına varmaya çalışan bir adamdı. Kendini böylesine sorgularken akşam olduğunun ve eve nasıl geldiğinin farkına varmamış uykuya dalmıştı.

Sonraki gün genç adam iş arkadaşlarına buruk bir gülümsemeyle selam vermiş odasına geçince ise gözyaşlarını tutamamıştı. Gözleri şişip kıpkırmızı oluncaya kadar…

Arkadaşları ise ne camiden gelen sela sesini ne de somurtkan dostlarının hüzün gözyaşlarını duymuşlardı. Onlar sabahki yarım gülümsemeyle dolup taşmış bunun nasıl olabildiğini kendi aralarında soruşturmaya başlamışlardı.

Gün hafif yağmurla başlamıştı oysaki. Genç adam bu sefer kahvaltısını kahveden önce yapmış, camı da bilerek açık unutma huyundan vazgeçmişti. Tramvayda insanlara bakan gözlerini onlardan esirgememiş, bizim gence, niye bakıyorsun, diyen kişilere: ‘’Gözleriniz çok güzel.’’ ‘’Bıyıklarınız, Amcacığım nasıl böyle uzun?’’ gibi söyleyişlerde bulunmaya başlamıştı. Sanki üzerinden yük kalkıyordu gün devam ederken. Tramvayda kulaklığını çıkarmış hayat şarkısının içimizde bir yerlerde çaldığını anlamaya başlamıştı.

Tramvay sonrasını da planlamıştı. İner inmez güvenlik görevlisinin o soğuktan kızarmış yüzüyle karşılaşacak, el sallar gibi bir hareket yapıp selam verecekti. Görevli belki onu tanımayacak ancak nasıl olsa genç adam selam vermiş olacaktı. Küçük kaldırımdan geçerken iki yaşlı teyzeyle karşılaşacak. Kuş yemi satan teyzeden bir bardak yem alırken kendisine arkadaş olmasını isteyecek, yaşlı teyzeyi yerinden kaldıracaktı. Güvercinleri beslerken teyzeye yaşamı ile ilgili sorular soracak. Tüm merak ettikleri, bir bardak yem ile cevabını bulacaktı. O günkü gözlemelerini dilenen teyze ile paylaşacak, ona da ‘’Merhaba!’’ deyip çalışmalarına geçecekti.

Nasıl bir gündü böyle? Tüm düşünceleri bir anda nasıl değişmiş de rutinlerinin dışına çıkabilmişti. Hayatı bir anda dinamikleşmişti? Oradaki kuşları gördüğü, yem satan teyze ile dilenci teyzeyi karşılaştırdığı zaman mı yoksa gece kafasını yastığa koyduğunda monotonluğunun farkına vardığı vakitte mi?

Yağmur biraz olsun hızlanmıştı. Ancak kuşlara yem atma fikrinden biraz olsun vazgeçmiyordu. Kısa kaldırıma büyük bir heyecanla geldiği vakit yem satan kadını görememişti. Aklına yağmurlu zamanlarda yem satmadığı gelmişti.

Şimdi iş yerinde verilen selayı dinlerken dilenci teyzenin ”O öldü. Selayı duymuyor musun?” deyişi kulaklarında çınlıyordu. Genç adamın önündeki tüm sayfalar ıslanmış, uykuya dalarken düşündüklerinden mi yoksa bir bardak yem alamadan yaşlı teyzenin kuşlarıyla baş başa kaldığından mı ağlıyordu, bilinmez. Kendini birden bisikletçinin yanında buluvermişti.

Memento: Akıl Defteri Filminin Fizyolojik Açıdan Analizi

 

Memento: Hafıza ve Kimlik Üzerine Derin Bir Sorgulama

2000 yılında gösterime giren Memento, yönetmen Christopher Nolan’ın muazzam kurgusuyla hafıza ve kimlik temalarına dair derin bir sorgulama sunan bir başyapıttır. Film, karmaşık yapısıyla izleyiciyi yalnızca görsel değil, aynı zamanda zihinsel bir yolculuğa da çıkarır. Leonard Shelby isimli ana karakterin, eşine tecavüz eden bir adamın başını duvara hızlı bir şekilde çarpması sonucunda geçirdiği kaza, film boyunca izlediğimiz olayların temelini oluşturur. Kazanın ardından Leonard, her birkaç dakikada bir yaşadığı her şeyi unutmaya başlar. Bu durum, onun geçmişine dair hiçbir anıyı saklayamaması, hatta kim olduğunu hatırlayamaması anlamına gelir.

Hafıza Kaybı ve Kimlik Krizi

Leonard’ın yaşadığı hafıza kaybı, Memento’yu yalnızca psikolojik bir gerilim filmi olmanın ötesine taşır. Bu kayıp, onun kimliğini ve kişisel tarihini sürekli sorgulamasına neden olur. Filmde, Leonard’ın vücuduna dövmeler yaptırması ve yaşadığı her olayı fotoğraflayıp altına notlar yazması, hafızasını korumak ve geçmişine dair bir bağ kurmak için geliştirdiği hayatta kalma stratejileridir. Ancak tüm çabalarına rağmen, hafıza kaybı Leonard’ın hayatını adeta bir labirente dönüştürür.

Bu durum, hafızanın kimlik ve varlıkla ne kadar iç içe geçtiğini gözler önüne serer. İnsanlar, yalnızca yaşadıkları anılarla değil, bu anıları nasıl depoladıkları ve hatırladıklarıyla da varlıklarını inşa ederler. Leonard’ın anıları silindikçe, onun kimliği de bu silinen parçalarla birlikte yok olur. Filmde, Leonard’ın bir olayın detaylarını unuttuğu her an, izleyiciye kimlik ve hafıza arasındaki o sıkı bağı derinden hissettirir.

Amnezi ve Beyin Fonksiyonları: Tıbbi Bir Bakış

Leonard’ın yaşadığı durum, tıbbi açıdan “anterograd amnezi” olarak adlandırılan bir hastalıktır. Anterograd amnezi, beynin iki tarafındaki temporal loblarda yer alan ve hafızayı depolamakta önemli rol oynayan hipokampüs bölgesinin hasar görmesi sonucunda meydana gelir. Hipokampus, kısa süreli hafızanın geçici olarak saklandığı ve frontal loblara kalıcı olarak iletilmeden önce geçiş yaptığı bir geçit görevi görür. Leonard’ın durumu, bu bölgenin işlevini kaybetmesinin etkilerini dramatik bir biçimde gösterir.

Beyin fonksiyonlarını araştırırken, sadece hipokampus değil, aynı zamanda bazal ön beyin ve diğer beyin yapılarının da hafıza süreçlerinde rol oynadığı görülmüştür. Özellikle bazal ön beyin, hafızanın oluşumunda önemli bir bileşen olan asetilkolin üretiminden sorumludur. Bu bölgedeki hasar, Leonard’ın sadece anıları kaybetmesine değil, aynı zamanda günlük yaşamındaki fonksiyonlarını sürdürebilmesine engel olabilecek diğer bilişsel zorluklara da yol açar.

İleriye Dönük Hafıza Kaybı: Bellek ve Beceri Arasındaki İnce Çizgi

Anterograd amnezi, kişilerin geçmişteki bilgilerini ve deneyimlerini kaybetmelerine neden olsa da, bazı türleri, işlemsel belleklerini korumalarına olanak tanır. Yani, insanların öğrenilmiş becerileri genellikle bozulmaz. Memento’da da olduğu gibi, Leonard araba sürmeyi hatırlamaktadır, ancak arabasını nereye park ettiğini veya aracının neye benzediğini hatırlamakta zorlanmaktadır. Bu durum, beynin hafıza merkezlerinin zarar görmesinin, yeni bilgilerin depolanmasını engellediğini, ancak önceden öğrenilmiş becerilerin bir şekilde varlıklarını koruduğunu gösterir.

Film, bu bellek ve beceri farkını ustalıkla işler. Leonard, araba sürmeyi unutmamakta, ancak her gün aynı soruları sorarak hayatını tekrar etmek zorunda kalmaktadır. Yeni bilgileri öğrenme kapasitesinin yok olması, onun dünyasını bir döngüye sokar; bir zamanlar hayatını anlamlı kılan anılar, şimdi onun için birer bulmaca haline gelmiştir. Bu yönüyle film, izleyiciyi hafıza kaybının yaratacağı kimlik krizinin derinliklerine çeker.

Hafıza Kaybı ve Anıların Önemi

Hafıza kaybı, sadece bir biyolojik sorun değil, aynı zamanda bir varlık sorunudur. Anılar, kimliğimizin ve duygusal bağlarımızın temelini oluşturur. Bir insan, geçmişine dair hatırladıklarıyla şekillenir; kaybedilen anılar ise sadece geçmişi değil, kişinin kendisini de kaybetmesine yol açar. Memento, hafızanın önemini ve kaybolduğunda yaşanan kimlik krizi üzerine yoğunlaşarak bu tema üzerinde derin bir iz bırakır.

Leonard’ın yaşadığı durum, hepimizi derinden etkileyebilir çünkü hepimiz bir şekilde geçmişimizle varız. Geçmiş, sadece hatırladığımız anılardan ibaret değil, aynı zamanda bu anıların birikimiyle oluşan kimlikleriz. Leonard’ın hatırlamaması, sadece o anıların kaybolması değil, aynı zamanda bir insanın kendi kimliğinin kaybolmasıdır. Bu kayıp, bir insanın yaşamının temeli olan anıların yok olmasıyla birlikte gelir.

Sonuç: Memento ve Hafızanın Gölgesinde Yaşamak

  • Memento* sadece bir film değil, hafızanın ve kimliğin ne kadar kırılgan olduğunu gösteren bir yapıt olarak kalır. Leonard’ın hafızasız yaşamı, izleyiciyi bir yandan gerilimle sararken, diğer yandan derin felsefi sorularla baş başa bırakır. Hafıza, sadece bilgi depolamanın ötesinde bir varlık sorunu oluşturur; kimlik ve anılar birbirine o kadar sıkı bağlıdır ki, birinin kaybolması, diğeriyle birlikte kaybolur.

Leonard’ın hikayesi, bir insanın hafızasıyla birlikte nasıl kaybolduğunu, kimliğinin nasıl çözüldüğünü gösterir. Memento, sinema dünyasına hafıza ve kimlik hakkında bir başyapıt sunarken, bizlere de kendi hafızalarımızı ve kimliğimizi sorgulama fırsatı verir.

Ölüm’m Ölümü

Gözlerim kahverengiye bürünüyor,
Tenim bembeyaz,
Cebimde avucumda bir şey yok,
Sadece bir insan boyu yüksekteyim.
Kıymıklar batıyor hissediyorum,
Keşke, en kötüsü bu olsa diyorum .

Dört omuz sekiz el ,
İki metre uzunluğunda bir çukur.
Bir dudak bir kitap,
Okunan da Yasin-i Şerifmiş.
Görünmüyorum artık,
Özüm Toprak imiş.

Hissediyorum ,
Toprağımda yaş başımda taş.
Özlemek toprağı koklamakmış bak .
Kahveler kırk yıl değil kırk dakikalıkmış vah.
İyi ki tabut dört kişilikmiş ,
En azından dört kişi var bak .

Yıllanmış bir hayat, yıllar sonra çürümüş bir beden.
En tatlı uykuymuş ölüm,
Yalan !.
En tatlı uyanıştır ölüm.

Cehennem Başkalarıdır

Demek cehennem bu. Hiç aklıma getirmezdim böyle olacağını… Acı, ateş, kızgın ızgara hepsi sizsiniz demek… Ne gülünç şey! Kızgın ızgaranın ne gereği var: Cehennem başkalarıdır.

-Sartre


Öteki kavramı, Sanayi Devrimi’nden önce klasik Batı felsefesi tarafından neredeyse hiç konu edilmemiştir. Kapitalizmin ortaya çıkması ve toplumsal hayatı dönüştürmesinden itibaren ise başta kapitalizmin doğduğu Avrupa olmak üzere tüm dünyada felsefenin ve sosyolojinin temel meselelerinden biri haline gelmiştir. Sorunsallaştırdığı temel öznesi “kapitalizmin yarattığı insan” olan varoluşçu felsefe, öteki kavramına eğilen felsefe dallarının başında gelir.

Sartre’ın “Gizli Oturum” (1944) adlı oyununda sarf edilen “Cehennem başkalarıdır.” sözü, onun “öteki” kavramına olan bakışını imler. Sartre için ötekinin varlığı, bireyin özgürlüğünün ve -dolayısıyla- varoluşunun önünde engel teşkil eder. Ben’in dışındaki ben’ler, özne olan ben’e dışarıdan bakarak onu nesne konumuna indirger ve bireyin kendisine yabancılaşmasına neden olur. Kendisine dışarıdan bakmak, insanı kendi öz değerlerine yabancılaştırır. Yaptığı eylemi kendi fikirlerine göre değerlendirmek yerine, kendisini başkalarının bakış açısıyla yargılamaya alıştırır. Ötekinin muhtemel olumsuz bakışının varlığı utanmanın kaynağıdır. Utanç, otantik ve öznel bireyin konformist toplum içinde erimesine neden olur. Yapılan eylemin eyleyen için utanç verici olması, eyleyenin kendisini nesneleştirmesi ile mümkündür. Sartre, durumu açıklamak için şu örneği verir:
“İmgeleyelim ki bir otel koridorunda eğilmiş bir anahtar deliğinden içerdeki olup bitenleri gözlemlemekteyim. Burada kişi bir düşünce öncesi bilinç konumundadır. Birden bir görevlinin beni izlediğini duyumsadığımda hemen utanmaktayım. Burada ben artık kendimi nesne olarak özne olan başka bir bilincin nesnesi olarak kavrıyorum. Başkalarının odasını içerideki insanların haberi olmadan izlemek, eyleyen kişinin kendi öz değerlerine aykırı olmayabilir. Belki bunu kötü bir amaçla da yapmamıştır fakat kimseye nedenini açıklayamayacağı, toplumsal görgü kurallarına uymayan bu eyleminden utanır. Utanmaya başlamasından itibaren kendisi olmaktan çıkar ve arkasında kendisine baktığını zannettiği görevliye dönüşür.” Toplum içinde yaşamını sürdüren birey, yaşamını kendi öz değerleri etrafında şekillendirmekte zorlanır. Bazen de içine doğduğu sosyal ortam ve şartlar, bireyin kendisini gerçekleştirmesinin önünde geçilmesi imkânsız duvarlar örer. Sartre’a göre bu duvarlar iki çeşittir. Yazgı olarak adlandırabileceğimiz bu engellerin başında insanın değiştirmek veya yok etmek için elinden hiçbir şey gelmediği ve doğuştan edindiği özellikleri gelmektedir. Sartre bu durumu verdiği bir röportajda şu sözlerle açıklıyor:
“İnsan doğuştan boyun eğmek zorunda bulunduğu koşulların içine atılır. Zengin birinin oğlu olarak da doğabilirsiniz, bir Cezayirlinin, bir Amerikalının ya da bir hekimin oğlu olarak da. Böylece geleceğiniz sizin için daha siz dünyaya gözünüzü açmadan yoğrulmuş olur. Bu, kolaylıkla anlaşılacağı gibi, size başkalarının eliyle hazırlanmış bir gelecektir. Onlar bunları doğrudan doğruya yaratmıyorlar ama kendileri sizi siz yapan bu toplum düzeninin birer parçasıdırlar. Eğer bir köylü çocuğu iseniz, toplum düzeni sizi kente yönelmek zorunda bırakır. Orada makinalar beklemektedir sizi. O makinaların çalışabilmeleri için sizin gibi insanlara ihtiyacı vardır. Demek ki sizin yazgınız bir işçi olmakmış. Siz bir çeşit kapitalist baskı sonucu köyden uzaklaştırılmış bir köylü çocuğusunuz. Bu durumda fabrika sizin varlığınızın bir nedenidir. Kesin olarak nedir sizin “varlığınız”? Yapmakta olduğunuz iş (sizi yıprattığı için tepeden tırnağa size hâkim olan iş) ve yaşama standardına göre sizi sınıflandıran ücrettir. Böylesine bir varoluşun en doğru tanımı da cehennem sözcüğü ile olur.”

İnsanın mutlak özgürlüğünün önündeki bir diğer aşılması zor engel, bir önceki başlıkta sözü edilen, “dayanılabilir yazgı”dır. İnsanlar yaşamlarının ortasında varoluşsal sorular sormaya neden olabilecek aşırı durumlarla karşılaşabilirler. Sevdiği bir yakınının ölümüne şahit olmak, uzun süre aç veya parasız kalmak veya karşılıksız bir aşka tutulmak gibi sınır olaylar daha önce varoluşunun farkında olmayan insanları varoluşsal iç sıkıntısına sürükleyebilir. Fakat insanların birçoğu hem içine doğduğu sosyal ve ekonomik koşullar itibariyle hem de karşılaştığı veya karşılaşmadığı durumlar itibariyle varoluşsal soruları aklına getirmezler. Bu insanların hayatı ve dünyayı kendi öz değerleri çerçevesinde algılaması, Sartre’ın deyimiyle, imkânsıza yakındır. Tüm bunlara rağmen Sartre, insanın bir topluluk içinde varlığını sürdürmesinin imkânsız olmadığını söyler. İnsanların kendisi sorun değildir. Sorun, bir araya gelen insanların zamanla kendilerinin de yabancılaştığı kurallara uyma zorunluluğudur. Kendisini var eden özgürlüğünün bilincinde olan, kendisinden ve beraberindeki diğerlerinden sorumlu olan insanlar bir arada yaşayabilirler. Yazımı Zeki Demirkubuz’dan bir sözle bitirmek istiyorum: Bir erkeğe nazik davrandığında korkak, bir kadına nazik davrandığında aşık olduğunu veya asıldığını düşünüyorlar. Sartre’nin dediği gibi, “Toplum, tedavisi olmayan bir hastalıktır.”