24.5 C
İstanbul
Pazartesi, Ağustos 18, 2025

Yüreği Güzeller

Senin gibi konuşan,

Senin gibi düşünen,

Senin gibi yaşayan,

Velhasıl kelam bizler yazarız içimizdeki mısraları…

 

Şimdi sokak aralarında gezerken

Huzur benim deseydim vallahi

Yaymakta benden olurdu.

 

Masum yüreklilerim,

Ayşe ve yahut Merve;

İkinci cümlede gizli bir sevinç hissediyorum

İnsan bir bakışla ne görebilir?

Herkesin seviyormuş gibi yaptığı;

Ve lakin sevginin ne olduğunu,

Kimsenin bilmediği bir zamanda yaşıyoruz.

 

Ya uzaktadır ya da yanındadır aslında..

İnsanlar sever,

İnsanlar seyreder,

İnsanlar gelir,

Ve insanlar gider.

 

İnsan deyince aklıma,

Kur’an’ın kalbi “Yasin” geliyor.”

Yasin” yani “Ey İnsan!”

 

Benden selam olsun

Güzel yüreklerin güzel

Merve’sine,

Ayşe’sine…

 

Türkiye’nin İlk Profesyonel Milli Boksörü Olan Garbis Zakaryan’ın Hayatı Belgesel Oluyor!

Garbis Zakaryan Belgeseli Görkemli Bir Gala İle Görücüye Çıkıyor
Garbis Zakaryan Belgeseli Görkemli Bir Gala İle Görücüye Çıkıyor

Türkiye’nin ilk profesyonel milli boksörü olan Garbis Zakaryan, aramızdan ayrılışının birinci yılında, 25 Ocak 2021 Pazartesi günü saat 15.00’da mezarı başında (Şişli Ermeni Mezarlığı’nda) anılacak. Bu anma töreni Covid-19 tedbirleri çerçevesinde gerçekleşecek.

Garbis Zakaryan Kimdir?

Garbis Zakaryan, Türkiye’nin ilk profesyonel milli boksörüdür. 2 Haziran 1930 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Taksim’de amatör olarak boksa başlayan Zakaryan, 14 yaşında ringe çıkmıştır. Daha sonrasında 1948, 1949 ve 1950 yıllarında İstanbul ve Türkiye amatör şampiyonu olmuştur.

24 yaşında Türkiye’nin ilk profesyonel boksörü ünvanını kazanan Zakaryan, İstanbul ve Türkiye şampiyonluklarının ardından, 1964 yılında Ortadoğu Boks Şampiyonu olmuştur. 1966 yılında boks kariyerine veda eden Zakaryan, 22 yıl süren kariyerinde 200’ü aşkın amatör, 43 uluslararası olmak üzere 100’e yakın profesyonel müsabakada yer almış, ay yıldızlı formasıyla pek çok başarıya da imza atmıştır.

Garbis Zakaryan’ın Hayatı Belgesel Oluyor!

Türk boksunun efsane ismi olan Garbis Zakaryan‘ın hayatını anlatan ve kendisiyle aynı ismi taşıyan belgesel filminin hazırlıklarına başlanılmıştır. Bu belgesel daha çok Zakaryan‘ın İkinci Dünya Savaşı’nın o çetin şartları içerisinde boksla tanışmasına ve ardından da Ortadoğu şampiyonluğuna giden sürece odaklanmaktadır.

Belgeselin yapımcılığını Türkiye’nin ilk ve tek Ermeni televizyonunu da bünyesinde barındıran Luys Medya Yatırımları A.Ş. üstlenmekte ve yönetmenliğini ise Harutyun Arto Davulciyan‘ın yapacağı bilinmektedir.

Rejide Aren Arda Kaya gibi önemli bir isim de yer almaktadır. Bunun yanında belgeselin yürütücü yapımcılığını ise Harutyun Kuran üstlenmektedir.

Efsane boksörün hayatını anlatan bu belgesel ile ilgili pek çok gelişmeyi sitemizden takip edebilir, 25 Ocak tarihinde https://www.garbiszakaryan.com/ sayfasından ilk teaserı izleyebilirsiniz.

Dilerseniz gelin hep beraber belgeselin rejisine de bir göz atalım…

Yönetmen

Harutyun Arto Davulciyan

Yardımcı Yönetmen

Aren Arda Kaya

Belgeselin Yürütücü Yapımcısı

Harutyun Kuran

Namütenahi

Yürüyordum…
Mecburiyet caddesinin dar, endamlı sokağında,
Kafamda susmayan bir çıngıraklı yılan.
İçerime yerleşmiş, kıvranıp duruyor,
Çığlıklarından anlaşılıyor, derdinin gölgesi.
Keskin bakışlarından anlaşılıyor, vatan özlemi,
Medeniyetimin sağdık elçisi,
Gözlerini süzer oldu artık semaya.
Hayır, gönül koymuyorum!…
Çalıyor, sözlerin artık ulemalara,
Yürüyordum…
Mecburiyet caddesinin dar, endamlı sokağında.

Kimsesiz Çığlıklar

adın mı? Su Perisi
aşkın hazin sonu
adın mı? Kelebek

    1. sesiz ve kimsesiz çığlıklar.!?
    canımı sıkan şeyler, anlamsız duygular, ben yorgun, yolum uzun, sevdiklerim yanımda diyip direnmeye devam eden bir ruhum… Oysa’ki o kız bu gece ölümün kıyısından dönmüştü.?!!

Söz Uçar İzi Kalır

Dünyanın en tatlı şeyi de en acı şeyi de dildir. Kelimelerin insan üzerinde önemli bir etkisi vardır. Öyle ki kimi zaman umudunu yitirmiş bir insanı hayata döndürürken, bazen de silahsız bir kurşun gibi paramparça eder muhatabımızı. El yarası geçer, dil yarası geçmez diye bir söz vardır. Düşünmeden söylediğimiz bir sözle karşımızdaki kişiye elimizle verebileceğimizden çok daha büyük zarar verebilir, çok daha derin yaralar açabiliriz.

Ne söylediğimiz kadar nasıl söylediğimiz de önemlidir. Zira yanlış üslûp doğru sözün celladıdır. Üslûpkelimelerimizi sunuş şeklimizdir. Hayatımızın birçok alanında olduğu gibi söz söylemenin de bir yolu-yordamı, bir usulü vardır. Üslûbumuz yumuşak, dilimiz tatlı olmalı ki sözümüz muhatabımızda yer etsin. Gönülden gönüle kurulan köprüdür sözcükler… Ağızdan çıkan söz kulaktan döner, kalpten çıkan söz ise kalbe gidermiş. Gökhan Özcan’ın da dediği gibi kim bir gönle gönlüyle dokunursa izi kalıyor. Mesele gönüllerde güzel izler bırakmak. Kimi söz dikendir saplanır öze, kimi söz gül gibi görünür göze diyor şair.

Ben gelmedim dâva için, benim işim sevi için
Dost’un evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim.

Söz ola kese savaşı
Söz ola kestirme başı
Söz ola ağulu aşı
Bal ile yağ ede bir söz

Buğulu Camların Ötesi

Evden apar topar çıkıp kendini bir otobüsün içine atmışsın. Otobüsün içerisinde şoför, yaşlı kadın, bir de sen varsın. Cam kenarına oturmuşsun her zamanki gibi. Yağmur taneleri seni hemen fark etmiş olacak ki bulunduğun koltuğun camına ulaşmaya başlamışlar çabucak. Buğulu camın ötesindeki bulanık arabalara gözün erişiyor; pek net değiller, sadece geçip gittiklerini görüyorsun, her birisinin altında kalıyorsun o esnada. Şoför ise yoluna yavaş yavaş devam ediyor, onun da amacı günü çabucak bitirip hemen evine dönebilmek, senin bu ömrü bitirme sevdan gibi tıpkı. Yaşlı teyze ise karşı koltukta, öksürüyor durmadan, gençken güzel bir kadındır eminsin ama şimdilerde hastane ile ev arası onun hayatı, kimseleri de yok, o kadar yaşlanmak istemiyorsun bu yüzden, buğulu camların ötesindeki arabaların bir tanesinin altında kalmak istiyorsun 30’undan hemen önce. Birkaç dakika sonra iniyorsun otobüsten, yaşlı teyzeyi yalnız bırakıyorsun, şoför zaten yılların yalnızı, o yüzden onu pek de umursamıyorsun. Yağmur olabildiğince hızlanıyor, sen ise şemsiyeni bilerek evde bırakmışsın, tüm yağmur tanelerini acılara bölmüş, vücudunu onlara açmışsın. Bunun karşılığında adımların yavaşlamış, acılar sarmış çoktan seni, ağırlaşmışsın. İnsanlar “bu deli ne yapıyor?” der gibi bakmış o sıra sana, sen aldırış etmemişsin. Şimşekler sabahın eşsiz karanlığını aydınlatırken sen neden senden bu kadar uzakta olduklarını düşünmüşsün, bir sonuca varamamışsın, tıpkı iş yerine vaktinde varamadığın gibi. Geç kalmışsın işe, buğulu camların ötesini gözlerken, tanımadığın yaşlı kadının gençliğini özlerken. Sokaklarda kaybolmuşsun yağmur taneleri eşliğinde, şemsiye sana ağlamış evin bir köşesinde fakat sen onu bilerek bırakmışsın evde , acıya alışsın diye. bir gün kimseler ellerinden tutmaz iken, bir köşede yitip gitmesin diye.

Birkaç Mesele Üzerine

The Midnight Gospel

Sağlık, gerçeği gerçeğin koşullarına göre kabul etmek ve ele almakla ilgilidir. Dolayısıyla kişinin sağlıklı olup olmadığını (burada akıl ve ruh sağlığından bahsediyorum) bilmesi için gerçek sağlık nedir onu bilmesi gerekir. Sahi nedir gerçek sağlık, diğer bir tabirle iyi hissetmek? Kimine göre derdinin olmaması, kimine göre derdin olsa da yokmuş gibi yaşamak, kimine göreyse gerçek tınıyı duymak ve başta kendini olmak üzere herkesi anlamaktır sağlıklı olmak. Bunun birinci aşaması ise duyguları kontrol edebilme ve kendini kontrol altında tutmaktır. Başka bir ifadeyle nefsine hakim olmaktır. Sonra farklı olmak değil de herkes gibi olmaktır. Ancak ‘herkesin’ yanlışının ayırtına varıp onları (en azından kendi içinde) düzeltebilmektir sağlık. Kısacası sağlık, farkındalıkla ve gerçeklikle hayatı yaşayabilmektir.

Yaşamın bir parçası olan sağlık, insanı kendi ve toplum içinde tutar. Peki toplum içinde nasıl yaşarız? Bir kere insan sosyal bir varlıktır, bunu herkes kabul ediyor değil mi? Sosyal hayatımızı yaşamak içinse bazı altın kurallar vardır. Mesela bir tanesi çevre ile uyumlu yaşama. Bunun uygulanabilir olması için sağlıklı olmak şart. Yani anlayacağınız mesele yine dönüp dolaşıp kendimize geliyor. Eğer bu sağlığı elde edersek toplum içinde onu, “Başka bir yerde olmayı istemektense olduğun yeri kabul etmek daha iyidir,” kuramı ile bağdaştırmak gerekir. İşte bu şekilde toplum sağlığını da bireysel olarak elde etmiş oluruz.

Mevlana, “İnsan bazı erdemleri tek başına elde edemez,” demiş. O bu sözüyle sosyalleşmenin insan için toplumsal bir zorunluluk olduğunu ifade etmiştir. Toplum içi altın kurallardan bir diğeri ise düşünce, yapı ve bunları yansıtma şekilleridir. “Bir şey ya da onun özü önemli değil, önemli olan onunla ne yaptığındır,” diye kısmen katıldığım bir söz var. Herkesin bir yapısı vardır. Ve bu yapıdan doğan (yani yaratılıştan gelen) düşüncelerimiz. Örneğin cimrilik. Bu, görünüş (özü) itibariyle yanlıştır. Ancak bunu tutumluluk olarak değiştirir ve kullanırsak işte o zaman yukarıdaki sözün dediği gibi özü itibariyle önemli olamayıp yaptıklarımızla değerlendirilebiliriz.

Bu hayatta gerçekçi olmak lazım. Ne de olsa içinden sağ çıkmayacağız. Ölümde en gerçekçi olaydır herhalde. Onu kabul etmekte meselemizin bir parçasıdır. Sağlıklı düşündük, yaşadık, toplum içinde bir yer tuttuk son olarak sağlıklı ölmek kaldı. peki nasıl sağlıklı ölünür?…

Bu son konuyu burada cevaplayamayız. Yeni en azından ben öyle. Ne vakit, ne kelime ne bir hayat yeter. Ama sanırım bunun cevaplandığı bir yer biliyorum. Daha çok Adventure Time çizgi dizisinden tanıdığımız Pendleton Ward ve Duncan Trussell ikilisinin yeni çalışması olan The Midnight Gospel adlı çizgi dizi. Evet bu doğru, şaka falan değil. Ben burada (biraz da kendi perspektifimden) çizgi dizide işlenen yaklaşık on konudan bir kaçına değindim. Dizi, Baş kahraman olan Clancy’nin bir uzay radyo programı için (kurgusal) gezegenlere gidip oradakilerle röportaj yapması şeklinde işleniyor. İşte bu on kadar hayata dair olan meseleler Clancy’nin soruları üzerine ortaya çıkıyor. Dolayısıyla dizi yetişkinlere yönelik (demek istediğim fazla düşünmeyi gerektiren konularının olmasından dolayıydı. Bununla beraber dizide bir miktar erotizm ve birazda vahşet olduğunu söylemeliyim). Açıkçası ben diziyi ilk izlediğimde (birazda uyukladığımdan olsa gerek) pek bir şey anlamadım. İkinci kere izlediğimdeyse bazı konuşmaları kavramakta zorluk çektim. Sorunun dublajda olduğunu anladığımda -ki Clancy karakterini Harun Can seslendiriyor, buradan ona selam olsun- birde alttan Türkçe çeviri açtım (eğer izleyecek varsa böyle yapmasını tavsiye ederim. Dublajda açın zira çeviride de bazı meseleler anlaşılmayabiliyor).

Pendleton Ward ve Duncan Trussell yapımcılığını üstlendiği, adı geçen çizgi dizi Adventure Time

 

       The Midnight Gospel

Konuları not edip birazda beyin fırtınası yapınca bir kısmını naklettiğim şey ortaya çıktı. Bununla beraber yukarıda anlaşılmayan bazı yerler olabilir. Onlar doğrudan dizide işlenen konu ve düşüncelerdir. Gerçekten kaliteli bir çizgi dizi olduğunu söylemeliyim. İzleyecekler için şimdiden keyifli seyirler dilerim.

Yazdım

Oldu da ne oldu!

Sen ben olamadın ki

Yakamozun pırıltısı çekti beni sana

Kimler geldi, kimler gitti bilen yok

Tükendi bu can harcayacak zaman yok

Hani vardır ya insanlığın olmazsa olmazları…

İşte sen onlardansın.

İçimden o an geleni yazdım düzeltemeden,

Bende aceleyle karaladığım bir kaç dizeyle katılmak istedim.

Kafamın İnsanları

Ne zaman seni düşünmeye başlasam kafamın içindeki insanlar toplanır yola çıkar. Onları uyandırmadan parmak uçlarımda gidiyorum düşünmeye.

Ne kadar çok anlatacağım şeyler var? Saatlerce anlatsam hep yarım kalacak sanki. Bu yüzden tüm yarım kalmış ve kalacak olanlara bir şeyler yazmak istedim. Deniyorum ama olmuyor.

Sahi sen niye gitmiştin? Bunu hiç konuşmadık seninle. Al bir yarım kalmışlık daha. Sana mutlu bir şiir yazamamıştım. Yoksa bu yüzden mi gitmiştin? Oysa ben çok denemiştim, olmamıştı. Ben sen gitme diye hep karada kürek çekmiştim. Dönersin diye gittiğin yerde beklemiştim.

Bu yarım kalmışlıkla birkaç cümle sıralayabilirim belki sana.

Ama şimdi yarım kalmışlıkları anmak istiyorum.
Her ana birkaç cümleden fazlasını bırakmak…. Öyle ya bazı anlara bir sözcük bile bırakamazken…

Sadece ben böyle hissetmiyorum biliyorum. Ama yaşadığım tüm güzel anılar sadece bir rüyadan ibaretmiş gibi. Sanki sadece hayal etmişim.
Bu kadar sahiplenemediğim anılarım var. Elle tutulur yanı olmayan…

Geçen günleri ne değiştirebilirim ne de geri getirebilirim. Ama biliyorum yarına dokunabilirim, yarınımı değiştirebilirim.

Mesela bir gün hiç yürümediğim kadar yürümeliyim.
Hiç ıslanmadığım kadar ıslanarak
Hiç uyumadığım kadar uyuyup
Hiç gülmediğim kadar gülmeliyim.
Sonra ağlamalıyım biraz da yine hiç ağlamadığım kadar olmalı.
Her günümü böyle yaşamalıyım belki de dünle hiç mi hiç aynı olmamalı.
Ve kafamın insanları toparlanıp senden bana gelmemeli.

Ah Hayat!

Ah hayat, hep yorucusun, otur bir köşeye artık sen de. Oku
gazeteni kahvehanedeki yaşlı amcalar gibi, çaylarına da şeker
ol yumuşat zevklerini. Düğünlere uğra, hem pasta ye hem altın
tak insanlara, sokakta top oynayan çocukların oyunlarına
karış, fazla yorulmazsın zaten  fazlaca değildir sayıları. Bir
fabrikada işçi, bir sokakta mendil satan çocuk ol, ol ki anla ne
zorluklar yaşattığını. Bir sokak lambası ol günün birinde
tenha bir gecekondu mahallesine, asla aydınlatma mahalleyi
baştan aşağı, hep yanıp sön, asla onarılma. Birkaç fatura
parçası ol çekmeceden çıkamayan, ödenmekte hep güçlük
çekilen. Yarınlara umutlu bakan gençlerden birilerinin ruhuna
eriş ve yarına sağ çıkama, hayata hiçbir yararı olmayan bir
kimsenin kurşunu yüzünden. Cenazelere uğra hayat, ağlayan
annenin gözyaşı, hayatı çökmüş bir babanın tabuta bakışı ol.
Gel uğra hayatlarımıza ne olur! Şahit ol çaresizliklerimize, gözünü
bizimle birlikte kapa sabaha karşı, hisset sen de gece neden
bizleri uyku tutmadığını, yarının artık umutlu olmadığını,
günlerin kederden hiç geçilmediğini.

 

 

 

Hangi Jane Austen Karakterisin?

Kitaplarında uzun diyaloglarıyla, karakterleri yakınen tanıtan yazarımızın hangi karakterinin sana daha yakın olduğunu öğrenmek için burdasın. Lafı fazla uzatmayalım. Hadi başla!

[zombify_post]

Kelebeğin Umudu

Hayatın nasıl gidiyor?
Benliğine esir olmuş kuşların,
yolunu bulabiliyor mu?
Yoksa birkaç çırpınıştan mı ibaret?
Kurduğu düşlere yolculuk yaparcasına
Bir günlük ömre, binlerce hayal sığarcasına
Tırtılken muhteşem kelebekliğe soyunan varlık
Hüznünü düşünemeyecek kadar sevinçli
Ölümünü düşünemeyecek kadar hayattayken
Ufacık bir zaman dilimini hüznüne mi yâr etseydi?..
Uçmak varken ömrünün son dilimlerini yasa mı mâl etseydi?..
Özgürlüğü düşledi durdu da,
isyan etmeye kalkmadı bir güncük ömrüne…


Table of Contents

Tasavvur 

Yosun tutan yüreğin mi?
Susuz kalan toprağın mı?
Gidişin çaresizlikten mi,
çareyi aramayıp, koşmaya güç
yetiremeyişinden mi?


Zaman 

Hayal kur, elbet bir gün…
Gerçekleşmesine olanak yok ise de kur
Vakit seni kurmadan,
sen vaktini kur
Ömrün işlesin tık tık…
Hayallerin işlensin tıkır tıkır…


Niyet

Besmelesiz abdest, niyetsiz namaz olmaz!
Evvela Allah’ın adıyla başla işe
Evvela niyet et istediğine
Evvela samimiyet
Evvela samimi niyet!

Umut mu yok? 
Ömrünün azlığına yetinip,
uçmayı bırakmayan kelebeğe bak!
Kozanı kırıp, dışarı çıkma vaktin
gelmiştir belki de

Belki de değişmenin, güzelleşmenin
vakti gelmiştir.

Uzun bir bekleyişti bizimkisi
Tırtıllıktan kelebekliğe soyunuştu…
Sonra ne mi oldu?
Kelebek öldü
, masal bitti

Savaşın Perdeleri

Filistin…

-Ephriam! Esther! Noa! Kahvaltı hazır, hadi gelin!
Esther: Günaydın anne günaydın baba günaydın Noa
Noa: Günaydın herkese
-Ephriam! Hadi nerede kaldın ?

Diye her ne kadar seslense de annesi, Ephriam çoktan uzun zamandır planladığı, umutla çıktığı yolculuğunu yarılamıştı bile. Ephriam bürokrat bir baba ve asker bir annenin en büyük ve tek erkek çocuğuydu. On sekizine basalı birkaç ay olan Ephriam’ın kız kardeşleri Esther ve Noa ile arasında sırasıyla dört ve altı yaş fark vardı. Esther ve Noa’ya kıyasla Ephriam bambaşkaydı. Onlar gibi zenginliğin tadını çıkartamıyor, her gün duyduğu bomba seslerine alışamıyor, öldürülen çocukların ellerinden uçup giderken gökyüzünde süzülen balonlardan kafasını alamıyordu.

Annesinin ona oyun olsun diye havaya sıktırdığı tabancadan nefret ediyor, bir gün elindeki o tabancayı göz yummadan masumlara doğrultursa diye içi içini yiyor, perişan oluyordu. Artık uyku uyuyamaz, yemek yiyemez hale gelmişti. Savaş dışardaydı, zulüm onun içinde. Namluyu doğrultan annesiydi, ölen Ephriam. Bir film gibi izleyen babasıydı, rüzgarda çaresiz kalmış bir buğday başağı gibi savrulan Ephriam. Ölen her çocuğun kabri göğüs kafesine ilişiyordu.

Evdeki herkesin merhameti, vicdanı alınmış büsbütün ona verilmişti sanki. Sürekli bir şeyler yazıp zihnini meşgul etmeye çalışırken dışardan gelen sesleri duymamak için her türlü önlemini alıyordu. On sekizine kadar böyle sürüp gitti fakat 4 yıl once aldığı bu ülkeyi terk etme düşüncesi doğrultusunda sürekli para biriktirip planlar yaptı.

Filistin’e sığamaz oldu artık. Filistin kök saldı damarlarına, Filistin toprağına dökülen her damla kan uzuvlarına alev olarak düştü, toprağa düşen her cansız beden keskin bir çığlıkla sirayet etti yüreğine. Vücudunda bir nokta dahi yoktu ki bu çığlık irinlerini salmasın. Derken irkildi bir anda, ardında bırakıp huzura koştuğu bu şehrin her zerresini ilişmiş olan kokusunu, feryadını bedeninden uzaklaştırır mıydı ulaştığı ülkeler, tanıştığı insanlar. Acı öylesine bütünleşmişti ki Ephraim’le şimdi yolun son çeyreğinde umudu hafiften solmaya, belleğine kazınmış o görüntüler tekrar tekrar oynamaya başlamıştı. Vicdanının azabı mıydı bu duyduğu, ölmüş vicdanların azabı mı? Çok perdeli bir oyunun kan kokusuna denk gelmiş öbür perdelerde huzur kokusu aramaya çıkmıştı. Filistin perdesini şimdilik kapatırken defterini çıkarıp, nazikçe kaleminini.

                                                 Bombalarla hiç oynadın mı saklambaç?
                                                 Sakın sobelenme, füzeler ebe; kaç!
                                                 Evlerden uzak dur, tuğlalar üstüne örülür

                                                 Bir çocuk, sabahleyin sessizce gömülür
                                                 Bir çocuk öldüğünde, toprak göğe öykünür…

İran, Pakistan, Afganistan, Hindistan…

Ephraim şimdi suyun kenarında, ışıkların ihtişamıyla suyun huzurlu sessizliği arasında ilk defa aradığını bulur gibiydi. İlk defa içinde bir şey yiyip bitirmiyordu onu, ilk defa aldığı nefes her hücresine hiçbir yere takılmadan nüfuz ediyor, ilk defa gözlerini ve kulaklarını her şeyi duymak her şeyi görmek istercesine etrafa açıyor, ilk defa defterine güzel bir şeyler karalayacak olmanın umudunu yaşıyordu. Her şey öylesine güzel, öylesine huzurluydu ki sanki savaş terk etmişti dünyanın her köşesini, sanki zulüm sabah içinde kaybolduğu Nakş-I Cihan Meydanı’nda kalmış, sanki vicdanı derin bir sükûnete dalmıştı. Şaşkınlıkla minnet arasında, heyecanla kaygı arasında, huzurla acı arasında kalmış gibiydi biraz da. Her an gözlerine bir acı değecek, etraftaki en sessiz çığlık onu bulacak korkusu zihin labirentinde dolaşıp duruyor, bu çıkmazdan kurtulamıyordu bir türlü.

Fikirlerinde menfi bir derinlik vardı her daim. Şimdi bu güzel ülkenin güzel şehrinde her şeyden uzak yüzüne bir gülümseme kondurabilmek bile rahatsız ediyordu vicdanını. Savaştan kaçmış olmak düşüncesi bir yel gibi esti geçti ruhunun her zerresinden. Titretti tüm bedenini umarsızca. Fakat savaş kaçtığı yere gidiyordu, filhakika savaş gölgesi olmuştu adeta. Bir türlü dokunamadığı fakat asla peşinden ayırmadığı…

Şimdi Tahran sokaklarında derin bir nefes alıp yola koyuldu. Saat 22’yi gösterse de gün yeni doğmuş gibiydi. Gömdü tüm huzursuzluklarını, ikirciklerini, acılarını göğsüne. Ki göğsü, mezarlığıydı filistinli bebeklerin. Gözlerini ağır ağır göğe dikerken, bir ebabilin süzülürken kanatlarını indirip kaldırması nahifliğiyle kaldırdı dudağını, gülümsedi, gülümsedi, gülümsedi. Önce kendi, sonra içindeki bebekler sonra da tanrıya minnet mahiyetiyle. İsfahan’dan Tahran’a gelene kadar da bunu düşündü hep kafasını dayadığı tren penceresinden etrafı izlerken. Tanrıya minnet. Onu böyle bir yolculuğa çıkaran tanrıya. Sonra da içindeki diğer tanrıya sonsuz bir nefret…

Doğrusu Ephraim’in bu hayattaki tek tutunduğu dalıydı içindeki tanrı, onu düşünmeye sevk eden, diğerlerinden ayıran, onu özel kılan şeydi. En iyi dostuydu belki de fakat yanlış bir beldede yanlış bir bedendeydi. Her şeyi hesaplamıştı yıllarca fakat unutmuştu bu yolculukta vicdanının sesini kısacak şeyi. Derken gözüktü Tahran, tüm ihtişamıyla Gülistan Müzesi gösterdi usul usul kendini. Mimari harikası, muhteşen bir yapıydı. Ephraim kayboldu bir an, gözlerinin kendine ettiği şükür seslerini duymaya başladı. Dünyanın en güzel  yeri Tahran olmalı diye düşünmeye başladı.

Günün sonundaysa yine ışıyan gözlerinin feri söndü sessiz sedasız. Tahran’da ölü çocuklar değil ölü gençler ölü bir yaşam görmeye başladı her yerde acı bulup kendine çeken gözleri. 1979’dan bu yana biraz olsun huzur bulsa da Tahran, hala Ephraim’in içi gibi kan ağlamakla umut bağlamak arasında kalmıştı. Yürümeye devam etti sokaklarda, çekinmeye başladı etrafa bakmaktan ama baktı, dinledi. Anlam veremediği manzaralar içindeki ateşi harlamaya başlamıştı çoktan. İran sokaklarında şimdi yine aynı manzara gözlerinde nüksetti. Bir balon usulca süzülen göğe. Nasıl oluyordu da bir çocuk anne olabiliyordu bir bebeğe. Ateş şimdi daha da harlanmıştı yüreğinde. Ephraim yalvardı tanrıya gördüklerinin bir tahayyülden ibaret olması için fakat nafile.

Vicdanı şimdi tekrar bayrak sallamaya başladı benliğini hatırlatmak için. Kafasını çevirmeye çalıştı ama tüm kasları kitlenmiş, iskelet sistemi kaskatı olmuştu adeta. Vücuduna söz dinletemiyor, adım atamıyor dudaklarını kıpırdatamıyordu şimdi. Bu hangi perdeydi? Kan değildi fakat bin beterdi kandan. Masumiyete bulaşmış kan. Henüz olgunlaşmamış göğüslere nasıl dokunabiliyordu nasırlaşmış eller. Ephraim yerle yeksan olmuştu. Bakışlarını biraz daha almazsa Ghoncheh’in üzerinden, başı derde girecekti hiç şüphesiz. Ama nasıl? Nasıl alırdı bakışlarını, nasıl söz geçirirdi kenetlenmiş kaslarına. “Taze bir gonca iken gül dalında solmaz mı ?’’ dizeleri fışkırdı belleğinden kulaklarına doğru fevri bir hareketle. Sanki bu anın fotoğrafını görmüş de söylemişti şair. Sanki Ghoncheh(Gonca)…

Fikirlerini kovuşturup, kahırla çökmüş omuzlarını kaldırdı; bakışlarını çevirdi önüne. Şimdi İran’ın hangi köşesinde ne kadar güzellik görürse görsün kalmamıştı ehemmiyeti. Ghoncheh’ın bakışları işlenmişti bir kere zihnine ve yüreğine. Kan bulaşmıştı bu perdeye de besbelli. Utanç bulaşmıştı, hasret bulaşmıştı büsbütün. Özgürlüğe, yaşamaya, umuda; hasret… Sonra kaçtı köşe bucak bu ülkeden de. Afganistan, Pakistan, Hindistan. Sınırdan sınıra hızla ilerledi bir nebze olsun yüreğini serinletmek için fakat değişmedi gördüğü manzara, değişmedi bir türlü. Aksine goncalar, tohum olmaya başlamıştı yer yer… Ephraim nefret etti aldığı her nefesten. Ve değiştirirken rotasını, vicdanının haykırışları arasında çıkardı defterini.

Annesinin kucağında, bebeği kundağında
                                                      9’unda Hindistan, 10 yaşında İran’da
                                                      Oyun nedir hiç bilmez, pencerede düşünür
                                                      Bir çocuk, sabahleyin sessizce gömülür
                                                      Bir çocuk öldüğünde, toprak göğe öykünür

Nijerya, Sudan, Çad…

‘Umutsuzluk zehir, umutsa baldan şerbet.’ demişti başka bir şiirinde fakat şimdi nasıl oluyordu da umut etmeye korkuyordu. Her yeni umut yeni bir yıkımın rezervi olmaya başlamıştı. Yüreğinden atamadığı Filistin çocuklarına bir de Ghoncheh ve güzelim goncalar eklenmişti sayısız. Şimdi bambaşka bir kıtada huzur aramaya koyulurken Nakş-I Cihan meydanını düşündü, orda hudutları kısa dakikalarla çevrili olan zamanın içindeyken hissettiği huzurun, mutluluğun derinliğini hatırladı.

İşin aslı Afrika’da karşılaşacağı manzarayı, Afrika’nın hangi perde olduğunu tahmin ediyordu en başından beri ve bu bir bakıma nimettendi. Rengini bildiği bir perdenin tonunu aramaya çıkmıştı sadece, esmer suratlar içinden parlayan boncuk boncuk gözler de kafiydi mutlu olmasına; bakabilirse. Fakat yolculuk boyu da susmadı o derinlerinden gelen ses, onu susturmak uğruna çıktığı yolculukta ses katmerlenerek artmaya devam ediyordu üstelik Ephraim’in bedenini terk etmeden, yankı yapa yapa. Esther ve Noa’yı da özlemişti fazlasıyla fakat eve dönmek söz konusu bile değildi.

Güneş tüm zerafeti ile yükselirken bu kurak toprakların güzel insanlarının üzerine, Ephraim yeni planlar yapmaya başlamıştı çoktan. Avrupa’daki arayışına ayırdığı bütçesiyle buradaki çocuklara yemekler alacak, kıyafetler bulacak böylece de vicdanının sesini kısacaktı. Eğer izlediği filmler ve okuduğu kitaplar yalan söylemiyorsa böyle olmalıydı, yaptığı iyilikler susturabilirdi vicdanını. Peki ya durmadan benliğini hatırlatan şey vicdanı değil de başka bir şeyse?

Ephraim’in düşünceleri birbirine öylesine dolaşmıştı ki en umut dolu düşünce bir anda karamsar bir plana en kötü haber bir anda huzur dolu bir bilgiye dönüşebiliyordu. Zihni ona adeta düşünme emir veriyordu fakat o ses? Ephraim kavgasını sürdürürken yolculuğu sona ermiş karnından gurultular yükselmişti. İner inmez bir lokanta bulup karnını doyurmaya başladı ki lokantanın içine girdiği andan itibaren yemek kokusu doyurmuştu çoktan karnını. Dışarı kafasını çevirdiğinde ise buradan ayrılırken kaleme alacağı dizeler çoktan yazılmıştı zihninde.

Bugünü kendine ayırdı Ephraim, her zamanki gibi huzuru aradı köşe bucak. Gördüğü hayvanların kafalarını okşadı,tropikal meyveler denedi, insanlarla sohbetler etti onların kültürel yemeklerini yapmaya yardım etti ve yedi. Chari Nehri’nde güneşin usulca batışını izledi kemiklerin belirginleştiği, ruhların bu küçülen bedenlere dar geldiği şehirde. Gözlerini güneşin gidişiyle kapadı ve derin biri nefes aldı yarınların hayaliyle. 

Ertesi gün Sudan’da başladı bitiremeyeceğini daha sabah anladığı güne. Planladığı gibi hediyeler, yemekler aldı götürdü minicik bedenlere. Sayısız yemeği tek tek uzatırken ilk uzattığını aralarında nasıl hırssız paylaştıklarını gördü. Esther’le Noa geldi aklına, karınları şişken bile uzattığı çikolatayı aralarında paylaşamadıklarını hatırladı. Gülümserken bir yandan da devam etti yemeklerini nezaketle paylaştırmaya.

Ephraim hayatında ilk defa bu kadar hafif ilk defa bu kadar umut dolu ilk defa bu kadar sevinçli ve gururluydu. Vicdanı oturduğu yerden kaldırmadı başını gün boyu. Kan yoktu bu perdede ama üryandı acı. Gözleri içlerine gömülmüştü minicik bedenlerin, kemikleri çekilmişti içlerine içlerine derken haykırdı bir anda içindeki tanrı, Ephraim’e değil dünyaya haykırdı.

Çöpe dökülen yemeklere, bitmeyen tabaklara haykırdı; bu sefer Ephraim söylendiği yemeklere, yarısını çöpe attığı yiyeceklere ağladı sessizce ve uzaklaştı şehirden. Şehrin havasında bile kıtlık vardı, havası bile eksikti sanki; havası bile çökmüştü içine içine, yetmiyordu Ephraim’in göğüs kafesine. Aldığı her nefes içindeki mezarlıkları yerinden oynatıyordu, attığı her adım bedenini sarsıyordu büsbütün. Bir lahza olsun susan içindeki ses yeniden onu sağır etmeye başlamıştı anlaşılan.

Şimdi yeni umutlara koşma vaktiydi, artık sönen, inancı olmayan umutlara; gerçekleşeceğine inanmadığı güzel günlere. Açlık perdesini yüreğine acıya doyurarak kapatırken defterini çıkardı, bir soda lazımdı bu doygunluğu sindirebilmek için fakat biliyordu bin soda sindiremezdi doygunluğunu.


                                                     Düşer konteynıra bir elma şekeri

                                                     Uzanmaya utanır, indiriverir elini
                                                     Eli yüzü kül, zülüfleri yüzüne dökülür
                                                     Bir çocuk, sabahleyin sessizce gömülür
                                                     Bir çocuk öldüğünde, toprak göğe öykünür

Avustralya…

Şimdi yeni bir ülke değil yeni bir kıta lazımdı ona, yeni bir okyanus, yeni bir insanlık… Mavilikler içindeki yolculuğu bir nebze dindirdi içinin yorgunluğunu, Hint Okyanusu’nun ipeksi durgunluğu üzerinde süzülen bir pelikan gibiydi, bu uzun yolculuğun sonsuz maviliği içinde tekrar filizlendi içindeki umut tohumları. Broome, Uluru, Kakadu Ulusal Parkı onu bekleyen güzellikler arasında duyduğu birkaçıydı. Bilgisayardan görmüştü buraları sadece, namlarını duymuştu güzelliklerinin. Yolculuğunun sonuna gelirken diğer yolcuların sohbetini duydu, Kimberley diye bir yerden bahsediyorlardı ilgisini çekti, onu da ekledi göreceği yerlere.

Avustralya’ya adımını attığında her hücresinin en ücra noktasına ulaşacak kadar derin bir nefes aldı. Avustralya’ya 5 gün yetecek nefesi içine doldurmuş gibiydi adeta. Güneş bugün Ephraim için doğmuş gibiydi. Yolculuğunun sonuna yaklaşırken manzaranın ihtişamına kapılan içindeki tanrı varlığını göstermeye başlamıştı yavaştan. Daha Goncheh’yi unutamamış, Afrika’yı sindirememişti içinde.

Artmaya başladı ruhunun derinliklerinden her molekülünü parçalaya parçalaya kulaklarına doğru gelen fakat tüm vücudunu titretmekten geri kalmayan o ses. Bir soru sordu Ephraim’in devamını duyamadığı, fakat Ephraim için en alışıldık soruydu bu yolculuğu boyu: “Ya…?” Umutsuzluğun neşe harmanlandığında umutsuzluk kalınca kalburüstünde hemen baş gösterirdi bu soru. Ya…? Ya gittiği yerde onu daha derin acılar bekliyorsa? Ki hasret gibiydi her ülkenin acılara ona, sanki tenhada saklanmış vuslatı gözler gibiydi. Göğüs kafesindeki mezarlıktan Goncheh çıktı tekrar, acıyla gülümsedi Ephraim Avustralya topraklarına adımını atarken.

Her zamanki gibi yaşayabildiği kadarıyla ilk gün onundu, özgürdü ilk gün tanrının müsadesi kadar. İner inmez birkaç saat evvel işittiği Kimberley Bölgesi’ne nasıl gidileceğini öğrendi. Belki bu eşsiz benzersiz yer ruhuna şifa olurdu, belki aradığı, aramaktan yorulduğu huzuru burada bulurdu. Yeni bir uzun yolculuk onu bekliyordu şimdi fakat hiç şüphesiz buna değerdi.

Yolculuğu boyu biraz istirahat eden Ephraim rüyasında uzun zamandır düşünmediği anne babasını gördü. Ve simasını bir yerlerden hatırladığı ama tam olarak kestiremediği, kendinden birkaç yaş küçük olan bir genci. Bir hastane odasında Ephraim’in başında ona bakıyordu hepsi, tam olarak işitemediği kesik kesik duyduğu bir şeyler söylüyorlardı biraz da endişeli bir tavırla. Derken kafasını çevirdi gence, gözlerini büyüttü, büyüttü, büyüttü ta ki onu tanıyana, nabzını hızlandırışının sebebini anlayana dek derken elindeki defterinin yere düşmesiyle uyandı günler boyu onu düşündürecek olan bu rüyadan.

Ve gözlerini şimdi de Kimberley’in güzelliklerini alabildiğine görebilmek için büyüttü. Bir rüya aleminden öbürüne uyanmış gibiydi adeta. Kıvrılan nehirler, benzersiz kayalıklar, huzur akan çağlayanlar. Ephraim burada kaybolmuştu şimdi. Dünyanın tüm acılarını unutmuş, her şeye yeni bir sayfa açmaya karar vermişti. Dünya böylesine güzelken, üzerinde kurulmuş olan bu hayat nasıl böylesine acımasız böylesine hüzünlü olabiliyordu. Güneş batana değin manzaranın tadını çıkardı. O kadar büyük o kadar ihtişamlıydı ki buradan ayrılmak da yüreğine bir miktar hüzün kattı.

Ertesi gün Avustralya sokaklarında dolaşırken hala yüreğine değmemişti bu şehrin hüznü, acısı. Yoksa aradığı yerde miydi, yoksa içindeki tanrı susmak için bu caddeleri mi bekledi? Günleri öylesine huzurlu geçiyordu ki Ephraim buraya yerleşmeye hatta Esther ve Noa’yı da savaştan çekip, kurtarıp buraya getirmeye kararlıydı. Haftalar birbirini kovalıyordu neredeyse 1 ay olacaktı Ephraim buraya geleli. Gezdiği sokaklar onu tanır olmuştu şimdi. Nefesini daha derin alıyordu ki göğsündeki kabirlere de sirayet etsin bu pirüpak hava. Daha derin alıyordu ki beraat etsin artık sıkışıp kalan ve onu da sıkıştıran tanrı. Caddelerde ilerken çoktan geç kalmış olan o acı ona yaklaşıyordu adım adım.

Kaldığı pansiyona doğru döndüğünde fark etti yağmurda çaresiz kalmış bir kedi gibi içine içine kıvrılmış, gözyaşları içindeki minik kız çocuğunu. Kafasını çevirip sesi sedası çıkmayan tanrıyı uyandırmadan burayı terk etmek istedi fakat Noa geldi aklına. Orada minicik bedeniyle kimseye sesini duyurmadan ağlayan gözlerini yere dikmiş kız çocuğuna yaklaşırken fark etti okul üniformasını. Belli ki okuldan kaçmıştı fakat neden ? Yoksa arkadaşlarına mı küsmüştü ya da annesi mi hastaydı? Ephraim hemen etrafına bakındı, birkaç yüz metre ileride bir pastane çarptı göz bebeklerine; hemen onu alıp oraya götürmeli onu hoşnut edecek bir şeyler ikram ederken de derdini dinlemeliydi.

Sessizce yaklaştı onu korkutmamak için ellerini usulca omzuna koymasıyla minik kızın irkilmesi bir oldu. Kan çanağına dönmüş gözlerinin alevi harlandı bir anda. Ephraim “Korkma sana yardımcı olmak istiyorum.” dese de minik kız korkudan titrerken tek kelime dahi etmiyordu. Ephraim anlamıştı çoktan şehrin hüznünü bulduğunu, fakat tam olarak neydi?

Minik kıza söz geçiremeyeceğini fark ettiğinde “Peki o zaman burada beraber saatlerce oturalım ben de konuşmuyorum.” diye hafif bir sitem etti. Çocuk kalbinin dayanamayacağını biliyordu bu küsme oyununa. Oysa küçük Audrey’in en az Kimberley Bölgesi kadar büyük ve dağlanmış yüreği bu oyuna da dayanırdı. Ephraim saatlerc bekledi. Adı gibi güçlü, belki Ephraim’den bile daha büyük olan Audrey de bozmadı sükunetini. Dakikalar birbirini kovalarken güneş dinlenmeye koyulmuştu yavaştan. Şehrin üzerini simsiyah bir çarşaf usulca örterken gece lambası tüm zerafetiyle belirdi.

Audrey nahifçe kalktı çömeldiği yerden, üstünü başını düzeltti manasız bakışlar içinde. Ephraim’in omzuna dokunup ilerlideki pastaneye doğru yürümeye başladı Ephraim’in onu takip eden adımlarıyla birlikte. Ephraim’in bu gece işittikleriyse bu kıtayı terk etmek için sabahı bekleyene kadar onu yedi bitirdi. Şimdi daha iyi anlamıştı sessizliğin huzura değil, kısılan seslere ait olduğunu. Audrey’in göz bebeklerinden Ephraim’in hafızasına kazınmıştı avaz avaz susmak nedir? Daha kendi benliğini kavrayamamış olan Audrey nasıl olur da başka bedenlerin bedenine temasını anlayabilirdi. Oyun muydu gerçek mi, kabus muydu hayal mi? Herkes ona yaşananların bir oyundan ibaret olduğunu söylese de o biliyordu bir şeylerin yolunda gitmediğini, oyun bir çocuğu mutlu ederdi Audrey’in canı acıyordu.

Ruhu incinmişti ama daha kolay idrak edebildiği şey apaçık ortadaydı. Ağrılar, morluklar, acılar. Audrey -belki içindeki sönmüş balonları, üst üste mezarları gördüğünden bilinmez- kimseye anlatamadığı her şeyi dökmüştü içinden Ephraim’in içine ve derin bir nefes almıştı. Ephraim’se çoktan Audrey’i de yanında götüreceği yolculuğun biletlerini almak için yola koyulmuştu. Audrey’in içindeki savaş, Filistin’in savaşından besbeterdi. Audrey, Esther ve Noa ile de çok iyi anlaşırdı hem. Onu ailesiyle bırakmamaya söz verdi Ephraim.  Ve Audrey Ephraim’in göğsüne kafasını yaslamış güvenle uyurken, güneş mesaiye tekrar başlamıştı. Yol çok uzundu, Ephraim defterini çıkardı.

Uyanıverir yatağında istemediği eller yanağında
                                          Bu kan da neyin nesi bacağında
                                          Kalkar giyer önlüğünü, saçları örülür                                                                Bir çocuk, sabahleyin sessizce gömülür
                                          Bir çocuk öldüğünde, toprak göğe öykünür

Uzun yolculuğu arasında artık açık tutmakta zorlandığı gözlerine direnmemeye karar verdi. Audrey’in üzerini örtüp, yanağını okşadı ve bir daha uyanamayacağı rüyasında buldu kendini…Avustralya yolculuğunda gözlerini tanımak için büyüttüğü Khaled karşısındaydı capcanlı. Audrey, Audrey !! diye Audrey’i ararken etrafında, sağında bitap düşmüş anne babasını buldu. Khaled yaralıydı, kendine baktı Ephraim. Hafızası gördüğü her şeyi doğru sıraya koymakta, rüya mı gerçek mi kavramakta çok zorlanıyordu. Biraz zaman geçtiğinde hatırlamaya başladı olan biteni.

Birkaç ay önce bir sabah vaktiydi, evinin yakınlarına düşen bombalarla ailesini, evini kaybeden Khaled diğer her Filistin’li çocuk gibi yakmıştı Ephraim’in yüreğini. Apar topar üzerini giyinip Khaled’e yardım etmeye gitmiş tam ona sarılıp yüreğini yüreğine katacakken ne olduğunu anlayamadıkları bir ses işitmişlerdi. Ephraim şimdi anlamıştı baktığı her göz bebeğinde ruhunu delip geçen bakışların Khaled’in son bakışları olduğunu; şimdi anlamıştı onu bırakmayan sesin duyduğu son ses olan Khaled’in sesi olduğunu…

“Ephraim!” demişti Khaled, “Savaş dışarıda değil, savaş büsbütün içlerinde…”

Gönül Gözü

Demek ki hep gönülmüş, güzelliği yaratan

Gözden değil!

Gönül, gözüyle güzel görelim.

Gönül gözüyle bakmıyan,

Ne kadar baksa da boştur efendim…

Dilber der gelin gönül alalım

şu gözlerin baharı olalım!

Bir güzel gününde sen,

Bir şiir göndermişsin,

Gönül ve gözü anlatan,

Kendi güzelliklerini kabullenircesine,

Gözlerimi kapattım bekliyorum.

Gönül gözüyle bakıp,

Yürekten gelenle konuşuyorum

Duyarsın diyerekten.

Neyin Aşkına

Hangi âleme kaçayım mahbubum?
Bir gece misal, dideme mahcubum.
Mehel-siz dedir, meğer hep mahşubum;
Neyin aşkına ney ile neylendim…

Hâlim handanmış, hande rîz giryânım!
İnanmazlarmış, sen de “gir yan” cânım.
Kim der uzakmış, ya(n)kına şiryanım;
Neyin aşkına ney ile neylendim…

Ey sefir! Ben ki, bir O’na ram oldum.
Et seyir! Sen ki, neylen ikram oldum.
Nefes nefese özünen ham oldum.
Neyin aşkına ney ile neylendim…

Erişilir mi manaya çabucak?
Sırra varmadan gezerse kaç bucak?
Epey düşündüm, sevgi dolu kucak;
Neyin aşkına ney ile neylendim…

Vaktinse seher, tecessüm ederim.
Hâl-siz-de gelse, tebessüm ederim.
El açan güle, tefehhüm ederim;
Neyin aşkına ney ile neylendim…

Bir gönül kaben, vardır ki mihrabım.
Bir dest-i kader, tutsun ki mızrabım.
Bir saz-ı kaza, neyime serabım;
Neyin aşkına ney ile neylendim…

Neye nefes tüketsem bir bağlama,
Vasıl nasıldır, sormayın sağlama.
Kalbi taşıyan gözleri çağlama;
Neyin aşkına ney ile neylendim…

Ben seve seve, (k)öze sarılmışım.
Üflenmiş ruha, kalpte arınmışım.
Kimsem bergüzar olup anılmışım;
Neyin aşkına… Ney ile neylendim…