26.7 C
İstanbul
Pazartesi, Ağustos 18, 2025

Hep Aşıyı Konuşuyoruz, Peki Ya Aşılanan Kişilerin Özellikleri…

Hep aşıyı konuşuyoruz, peki ya aşılanan kişilerin özellikleri…

Son yıllarda psikolojik faktörlerin, bağışıklık sisteminin aşı tepkisine etkisine dair birçok çalışma yapılmıştır. Yapılan çalışmalar bağışıklık sisteminin aşı üzerindeki etkisini belgeler niteliktedir.

Yapılan araştırmalar birçok aşı türü için stres, depresyon, yalnızlık ve sağlığa zararlı davranışlar gibi faktörlerin bağışıklık sisteminin aşılara verdiği tepkiyi değiştirdiğini ve bu etkinin en fazla yaşlılar gibi savunmasız gruplarda olabileceğini göstermektedir.

Ohio State Üniversitesi tarafından yapılan benzer bir çalışmada, Covid – 19 aşılarının koruyuculuk oranları belirlenirken psikolojik faktörlerin de dikkate alınması gerektiği, birçok aşı türünde genelleştirilen bu bulguların Covid – 19 aşısı ile de ilgili olabileceği; dolayısıyla yan etkileri azaltmak ve aşı etkinliğini artırmak için psikolojik ve davranışsal müdahalelerin de gerekli olduğu tartışılmaktadır.

Yapılan araştırma, psikolojik ve davranışsal risk faktörlerinin Covid – 19 salgını bağlamında da oldukça yaygın olduğunu; psikolojik ve davranışsal müdahalelerin aşı etkinliğini artırabileceğini göstermektedir.

Bu durum, aşının koruyuculuk oranının ülkeden ülkeye farklılık gösteriyor oluşunu da açıklar niteliktedir. Aşının koruyuculuk oranının yalnızca aşıya değil, aşılanan kişilerin özelliklerine de bağlı olduğuna dikkat çekmek gerekmekte; aşı etkinliğini artırmak ve yan etkileri azaltmak için psikolojik ve davranışsal müdahalelerin de olması gerekmektedir.

Konu bağlamında detaylı bilgiye ve makaleye ulaşmak için ; https://journals.sagepub.com/doi/full/10.1177/1745691621989243

Doğru Mu Gerçekten?

doğrumudr

            Yanlış bildiklerimizin kölesi olmuşuz. Bizim doğrularımız başkalarına yanlış, onların doğruları bize yanlış olmuş. Karşı tarafı anlamaya çalışmak yerine suçlamak, ayrıştırmak bir numaralı işimiz olmuş. Kinle doldurulmuş, daima art niyet arar olmuşuz. Dışarıya karşı, onlar yaptıysa yanlıştır. İçeriye ise, yaptıysak bir bildiğimiz vardır. Belki yanlış yapan bizizdir. Bizim yanlış yapmayacağımız garantisi nedir ki? Buraya kendimizi yanlışlıkla atmış olamaz mıyız? Yaptığımız şeylerin kararını yapmadan önce mi süzgeçten geçirip veriyoruz yoksa yaptıktan sonra mı gerekçelendiriyoruz?

            Her konuda yanlış olamayacağımız gibi her konuda doğru da olamayabiliriz. Bunu kabul edelim. İnsanlarız biz, hata eden, akıllı varlıklar. Allah da kullarına, biz insanlara hata etmeyin demiyor. Hata ederseniz tövbe edin ve bir daha o hataya düşmeyin diyor. Ama yine düşersek diye tövbe kapısını açık bırakıyor.

            Doğru yalnızca bir yolda değildir, her yolda doğru olabilir ve her gerçek farklı açılardan farklı doğrularla görülebilir. Bazen birbirine zıt gibi görünen iki şey de doğru olabilir. Hem doğru hem yanlış da olabilir. Doğru ve eksik de olabilir. Tek olan yol değil hedeftir. Kimi bu hedefe atla gider kimi ise yatla. Biz bu hedefe yürürken karşılaşacağımız engeller, çoğunlukla insanlar tarafından olabilir. İnsanlar da içimizden olur ki bize kolayca etki edebilsinler. Bilgi kimden gelirse gelsin bunu teyit etmekle mükellefiz. Bunu teyit etmeden başkalarına aktarmak büyük vebaldir.

           “Koğuculuk yapan cennete giremez.” (Buhârî, Edeb 49, 50; Müslim, Îmân 168, 169, 170. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 33; Tirmizî, Birr 79). “Kusur peşinde koşan, durmadan laf getirip götüren kimseye boyun eğme!.” (Kalem sûresi, 11). Koğuculuktan Allah’a sığınırız. Bilmeden dahi yanlış, çarpıtılmış bilgiyi yaymak, iftiraya yardımcı olmak ve ara bozmaya yardım etmektir, vebali ortadan kaldırmaz. Bilmemek mazeretimiz değil, öğrenmek sorumluluğundayız. Evet, gerçekleri ve niyetleri yalnız Allah bilir ancak elimizden geldiğince nesnel verilerle, kanıtlayabileceğimiz şeylerle, bunları çarpıtmadan cımbızlamadan konuşmalıyız.

            Çarpıtılmış bilgiye sorgusuz itaat ve yayılmasına hizmet etmek, hakikatle insan arasındaki bağı koparıp küfre hizmet etmektir. Hakikatle bir kere bağı kopartılan insanın, bunu kendi eliyle tekrar inşa etmesi oldukça güçtür. Konfor alanını terk etmeyi göze almadan imkânsızdır. Derdimiz gerçeği görmek ise, tek taraflı söylemler bizi aydınlatamaz. Diğer tarafları da incelemeli, düşüncelerini ve neden öyle düşündüklerini anlamaya çalışmalıyız. Birini/bir kesimi sevmiyorsak onun doğruları yok demek değildir. Brokoliyi de sevmeyiz ama sağlıklıdır. Hangimiz tamamen ak? Zıt kanalları (bilgi ileten her şey) da sevmesek bile onlardan beslenmemiz gerekir. Görüşlerine önem verip anlamaya çalışmalıyız. Vazgeçmeyi bilmeli, körü körüne bağlılıktan uzak durmalıyız. Daima eleştiri içerisinde olmalıyız. Bu eleştiriyi yaparken de canımızı acıtsa dahi konfor alanını terk etmemiz gerekebilir.

            Ve unutmamak gerekir ki, biz ne isek karşımızdaki de öyle. Bize kendi düşüncemiz, bildiklerimiz, görüşlerimiz doğru gibi geliyor; karşı tarafa da onlarınki doğru geliyor. Belki ikisi de doğrudur, bilemeyiz. Biz de halis niyetle söylüyoruz, onlar da. Başkalarını karalamadan önce kendimize soralım: Biz kimiz?

Dizi Tadında Bir Belgesel: Wild Wild Country

Bir arkadaşımın önerisi ile izlediğim ve bir solukta bitirdiğim altı bölümlük bir Netflix belgeseli olan Wild Wild Country ‘i uzun süredir sizlerle de paylaşmak istiyordum. Ünlü Yogi ve düşünür Osho ‘nun hayatını konu alan yaklaşık altı saatlik belgeselde Osho hakkında neredeyse merak ettiğiniz her şeyi ve daha fazlasını bulacağınıza emin olabilirsiniz.

Asıl adı Bhagwan Shree Rajneesh olan Osho, hem kitleleri harekete geçirme gücü hem de ikna kabiliyeti bakımından elinde fazlasıyla büyük bir gücü barındırıyordu. Hindistan’dan Birleşmiş Devletler’e yaptığı seyahat sonrası Amerika’nın Oregon şehrinde kurduğu komün ile adından sıkça bahsedilmeye başlanmıştır. Müritlerinin genellikle saygın ve zengin çevrelerden olması ve gün geçtikçe bu tarikata olan sempatinin artması belki de Bhagwan’ı en merak edilen insanlar arasında kılmayı başardı diyebiliriz. Dini ritüellerinden tutun da kendi içlerinde yaptıkları ve insanlar tarafından fazlası ile eleştiriye maruz kalan bazı eylemleri komünün bir seks tarikatı olarak anılmasına neden olmuştur. Belgesel boyunca en çok dikkatimi çeken kişi istisnasız, Osho ‘nun sekreteri ve en yakını olarak nitelendirebileceğimiz Ma Anand Sheela oldu. İlk başlarda biraz önyargılı yaklaşmış olsam da sonradan hem özgüvenine hem de medya karşısında takındığı tavırlarına kendi nazarımda hayran kalmamak elde değildi gerçekten. Bilhassa Sheela ‘nın Osho ‘ya olan bağlılığı, onun Osho ‘nun etrafında kendinden daha yakın kimseleri görmek istememesine ve bunun için bazı akıl almaz eylemleri gerçekleştirmesine kadar götürüyor işleri. Ayrıca şunu belirtmek isterim; belgesel boyunca yaşanmış gerçek görüntüleri ve bir zamanlar komünde etken isimlerin kendilerini konuşmacı olarak göreceksiniz.

Bir tarikat nasıl kurulur, nasıl yönetilir, başa kimler getirilir ve güç kimlerin eline geçince felaketler doğurur? Tüm bu sorulara fazlasıyla yanıt verdiğini düşündüğüm bu belgeselde yerel halkın komüne karşı şikayetleri, Hollywood’tan bazı ünlü isimlerin topluluğa katılması, Nike’ın kurucusunun ve FBI’ın olaylara karışması ile daha farklı bir hâl aldığına şahit olacaksınız. Hâlâ tüm dünyada kitaplarının satılıyor olması ve topluluğun sevenlerinin bulunması tarihte yaşanan bu benzersiz olaydan sonra beni bir bakıma düşündürmüyor da değil. Nitekim bu olaya benzer olaylar günümüzde farklı farklı yerlerde hâlâ cereyan edebilmektedir. Yazımın sonuna doğru yaklaşırken Sheela ‘dan çok sevdiğim bir sözü paylaşmak isterim;

Cennete mi cehenneme mi giderim bilmiyorum fakat önemli değil, cehenneme gidersem de orayı cennete çevireceğime eminim.

Belgeseli izlerken yerinize çakılı kalıp soluksuz izleyeceğinizin garantisini rahatlıkla verebilirim. İzlemek istersiniz diye de spoiler vermekten özellikle kaçındım. Şimdiden keyifli izlemeler diliyorum ve tekrardan belirtmek isterim; mutlaka izleyin!

Seni Sevmek

Karanlık bir gecede aydınlığa koşmak gibi seni sevmek.
Yalınayak, itimatla.
Sabahları taze ekmek kokusundan önce seni çekmek ciğerlerime.
Sana doymak ve tekrar sana acıkmak.
Henüz ayak basılmamış topraklara umut ekmek demek seni sevmek.
Canına can katmak çiçeklerin.
Suretinin tenha köşesinde bulmak huzuru.
Hele ki kıvrılıp uzanmak bakışlarının gölgesinde , paha biçilemez.
Kanadın olmak,
Özgürlüğün tadına kuşbakışı varmak seninle.
Yanıp yanıp sönmek; söndükçe yanmak istemek.
Tarifi olmayan daha nice kelimenin tarifidir seni sevmek.
Seni, sevgini, sessizliğini.

Bir Merkür Retro Meselesi

Herkese merhaba arkadaşlar !

Şu an ne yapıyor, ne düşünüyorsunuz acaba? Benimle havadan ve içten bir yazıda sohbete ne dersiniz…

Ne araştırdı bu Merve yine? Ne oluyor gökyüzünde? Eh yine çarşı pazar karışmaya başladı. O oradan buraya gidiyor. Bu buradan burnunun dikine dikine gidiyor derken hıhhhhh! Neyse bugünkü konumuz ‘Merkür’ sohbetin gündeminde. Merkür ne yaptı, ne etti derseniz…

“Merkür Retro is coming!”

Astroloji ile ilgilenmeseniz bundan da haberiniz olmayacak ama süreç içinde yaşarken başımıza gelen bir aksilik ya da bir problem size hayatın neden böyle aktığını sorgulatacak.

Biliyor musunuz ? Kişisel gezegenlerden en sık retro yapanı Merkür. Yılda üç kere hem de. Yılın ilk Merkür Gerilemesi, Kova burcunda 30 Ocak 2021, yani bugün, 18.52 itibari ile başlıyor ve 21 Şubat’a kadar seyrediyor.

Şimdi Merkür Kova burcuna geçtiğine göre biz ne olacağız bu dönemde? Şöyle bir şey olabilir: Sürekli kafanızda “İşte buldum!” böyle bir ışık, bir fikir parlar ve “Buldum galiba.” dersiniz. “Konuşuyorum ama anlatamıyorum.”. “Kimse beni neden anlamıyor?” gibi hislerin de aşinası olabiliriz.

Tüm yıl yaşanacak olan gerilemeler hava elementinde olduğunu benimle birlikte fark edenlerden biri de sensin arkadaş! En son gündem yazımda 2021 yılının hava burçlarına torpilli olacağını fısıldamıştım da. 

Bu Merkür Retrosundan en az etkilenecek 3 burç:

İkizler, Yengeç ve Balık… Ne mutlu size arkadaş mis.

Gel gelelim burcu ya da yükselen burcu Akrep, Boğa, Aslan ve Kova olanlar; Bu retrodan en fazla etkiyi biz alacağız. “Acılara yürüyor korkmuyorum.” diye diye cennetten çiçek toplayacağımıza inanıyorum bu arada.

Bu bir Merkür Retro Meselesi Arkadaş!

Aslında bir yandan da gülesim geliyor. Tamamen teknoloji ve iletişim düşmanı bu olay. Mesela fotoğraflarını kankana atarken yanlışlıkla kişi listendeki en atılmayacak kişiye atarsın.

Eski insanlar hortlar, en son milattan önce bilmem kaç yılında gördüğün insan pat diye gelir aklına ya da sen onların aklına gelirsin. Ben kendimi direk ölü moduna alıyorum böyle olunca. Çünkü retrodayız, biliyorum. Kalıcı olmayanlarla ne işimiz var yahu? Bir de kürkçü dükkanı severler var, geri geliciler… Retro bitecek herkes gidecek…

Yeni bir ilişki yaşayanlar ya da exten next yapanlar, retronun etkisiyle birbirlerine bir çekici görünenler ama retro biter bitmez “Tövbe estağfurullah ben hangi kafadaymışım bununla konuşurken!” diyenler, şehrine gelmesi gereken kargonun çok alakasız bir yere gitmesi, kaybolması… Durup dururken hata veren elektronik aletler, gerginlikler, hatalar, yanlış hesap kitaplar, neler neler…

Vallahi sinirden gülüyorum çünkü hiçbiri olmazsa bile enerjimiz yere yapışık geziyoruz. Ayy! Daha fazla detayı en güvendiğim astrolog olan Dinçer Güner’den alabilirsiniz, tarihleri-bilgileri en doğru verenlerden biri de o.

Canım sıkılınca hep bir Retro gözlüyorum artık. Ah bizim günah keçisi Merkür’ümüz kıyamam ya…
Bu zamanlarda evrenin yavaşlatıcı yardımı ile içimize döndüğümüz yazıp çizdiklerimizde bize ilham verirken dilerim bu Merkür Retrolar; bizleri şifalandırsın, huzuru yaşatsın ve bize mucizeleri yaratsın.

Şimdi bu yazıdan sonra içten bir gülümsemeyle gülüp Merkür’e dalış yapacağım.
Soranlar olursa: Bunlar hep Retro’dan (!)

“Yeryüzünde anlaşılmadığını düşününce gökyüzüne sığınıp sırlananlar kulübünün üyesi iseniz; sizi çok iyi anlıyorum.

Bazen ışığı görmemiz için gözümüzün kararması gerekir. Gözümü kararttım veeee ait olduklarımızla ışıldamayı diliyorum hepimize. Dileğiniz dileğimdir.

İnanç ve ümitle…

Bir Müziğin Hüzünlü Öyküsü: Fourth of July

Merhaba sevgili okurlar! Bu yazıda sizinle hüzünlü bir şarkıyı ve şarkının öyküsünü paylaşacağım: Sufjan Stevens- Fourth of July.

Bu şarkı Sujfan Stevens’ın 2015’te çıkarılan Carrie&Lowell albümünün bir parçası. Albümün ismindeki Carrie, Sufjan Stevens’ın annesi iken Lowell ise üvey babası. Bu albüm genel hatlarıyla Carrie’nin mide kanseri nedeniyle 2012 yılında hayata gözlerini yumması üzerine oluşturulmuş bir albüm.

Carrie şizofreni, bipolar bozukluk, depresyon, madde ve alkol bağımlılığı ile baş etmekte olan bir bireydir. Öte yandan Sufjan Stevens, annesi ruhsal olarak iyi olduğu zamanlarda onu “eğlenceli, yaratıcı, sevecen, şefkatli” sıfatlarıyla nitelendirir.

Şarkının sözlerini daha iyi anlayabilmek adına şu bilgiyi de vermeliyim: Sufjan Stevens yaklaşık bir yaşındayken annesi onu terk etmiştir ve onu babası Rasjid ile üvey annesi Pat büyütmüştür.

Fourth of July’ın sözleri Carrie ölüm döşeğindeyken Sufjan Stevens ile Carrie arasında geçen diyaloğu anlatır.

Siz bu dokunaklı müziği dinlemeden önce şarkının sözlerine hep birlikte bakalım:

The evil it spread like a fever ahead
 It was night when you died, my firefly
 What could I have said to raise you from the dead?
 Oh could I be the sky on the Fourth of July?
 Well you do enough talk
 My little hawk, why do you cry?
 Tell me what did you learn from the Tillamook burn?
 Or the Fourth of July?
 We're all gonna die
 Sitting at the bed with the halo at your head
 Was it all a disguise, like Junior High
 Where everything was fiction, future, and prediction
 Now, where am I?
 My fading supply
 Did you get enough love, my little dove
 Why do you cry?
 And I'm sorry I left, but it was for the best
 Though it never felt right
 My little Versailles
 The hospital asked should the body be cast
 Before I say goodbye, my star in the sky
 Such a funny thought to wrap you up in cloth
 Do you find it all right, my dragonfly?
 Shall we look at the moon, my little loon
 Why do you cry?
 Make the most of your life, while it is rife
 While it is light
 Well you do enough talk
 My little hawk, why do you cry?
 Tell me what did you learn from the Tillamook burn?
 Or the Fourth of July?
 We're all gonna die
https://youtu.be/vq5NvJvr55Q

 

Akıl Dışı

Seni sevmek
Dokunmaya alışamadığım bir kar topunun,
tam avuçlarımın içine aldığımda erimesi gibiydi.
Seni sevmek
Verilen sözlerin, söz demelerin,
ne kadar kolay olup, ne kadar zor olduğunu
duymak gibi bir hissiyata kaptırmasıydı.
Seni sevmek
Bir terzinin kendi söküğünü dikememesi gibi,
iki kelimeyi bir araya getirememekti.
Seni sevmek
Elveda demişken bir çift yaşlı göze
yine de o gözden vazgeçememekti.
Seni sevmek
Hangi kelimelerin anlam bozukluğunu yitirdiğini
öğreten amaçsız bir kompozisyondu.
Seni sevmek
hani derler ya, seni sevmek
eksik ömrün sona ermesiydi.
Seni sevmek
Kıyamet kopsun isterse
son bir defa göreydim seni demek gibiydi

Zahmet Olmadan Rahmet Yağmaz

 

ZAHMET OLMADAN RAHMET YAĞMAZ

Ömer 17 yaşında Ağrı’nın Hamur ilçesinin kaçmaz Köyünde yaşıyor. Ömer Sekiz kardeşin en büyüğü 10. Sınıfa gidiyor, hayat koşularından dolayı babası batıda çalışmak zorunda kalıyor bu yüzden kardeşleri küçük olduğu için evin bütün zor işleri için annesine destek olmak zorunda. Hayat müşterek değildir. Ömer’in hayata bakış açısının bir prensibi vardır her zaman şöyle söyler Zahmet olmadan hiçbir zaman rahmet yağmaz onun yaşıtları şu anda sıcacık odalarında bilgisayarları başında ödevlerini yaparken o doğunun ücra bir köyünde hayatla olan mücadelesine devam ediyor.  

 Kış mevsimi kimileri için bir kayak merkezine gidip tatil geçirmektir kimileri için de dışarda    kardan adam yapmaktır. Bu mevsim Ömer için ise hayvanlarını sağlam bir şekilde bahara kadar beslemektir. Sabahın ilk ışıklarında kalkar ilk işi sabah namazını kılmaktır ardından kahvaltısını yapar ardından akşamdan yağmış 1,5 metre karı temizlemek için küreğini alır eline ilk işi kapının önünde birikmiş karı temizlemektir, Ardında evin üstünde birikmiş karı temizler. Ömer için alışılmış bir şey çünkü 6 ay boyunca bu işi her gün yapıyor. 

   

 Karı Temizledikten sonra eve 1 kilometre uzaklıkta bulunun samanlığa gitmek için 15 tane çuvallını alır ve yola koyulur. 15 tane çuval hem inekleri hem de koyunları için en fazla 4 gün yetiyor çuvallarını samanla doldurur ardından evinin aşağısında bulunan hayvanlarına özel yaptığı kurmlara doldurur ardından koyunlarını getirip doldurduğu samanı veriyor, küçük kardeşi de koyunlara bakıyor samanlarını yemek için. 

Saat dokuz oldu mu Ömer’in canlı dersi başlar fakat köyde telefonu ve bilgisayarı olmadı için dayısının telefonunu alıp evin üzerine dama çıkıp şebekeye bağlanmaya çalışıp canlı dersine girmeye çalışıyor. Şebekenin gidip gelmesi, ellerinin üşümesi sonucunda dersinde verim alamıyor. Bazı günlerde karlı fırtına olması sonucunda elektrik kesintisi üç beş gün devam ediyor bunun sonucunda derslerine giremiyor.  

Ömer’in en zor işlerinden bir tanesi Öğlen vakti başlıyor bu vakitte koyunlarına saman yerine yazın çayırda biçtikleri otları vermek zorunda. Bu iş çok zor yazın biçtikleri yerde biriktirdikleri otları orada hayvanlarına veriyorlar. Bunun için de Ömer’in ilk işi koyunlarının gitmesi için ve orada samanları vermek için kardan yol açmaktır. Ardında koyunların rahatça otlarını  yemesi için oradaki karı ayağıyla basıp yeri düz bir hale getirmektir. Bu iş epey zahmetlidir, çünkü hem köyden uzak hem de orada kurtların koyunlara saldırma tehlikesi var. Bu yüzden erken temizlerse o kadar çok erken koyunlarına erken ot verir ve akşam koyunlarını kurt saldırısına karşı korumuş olur. 

 En büyük hayali inşaat mühendisi olup kendi yaşadığı köyünde büyük bir Çiftlik inşa etmek ve bu sayede kışın koyunlarına saman vermek için evinin aşağısına kadar gitmesine ihtiyaç duymayacak ve bu hayalini ulaşmak için her gün daha çok çalışacağına dahi annesine söz veriyor ona daha güzel bir hayat sunmak için. 

Mazi

Onu sevdiği o saf ve temiz bir şekilde bir başkasını sevemeyeceğinin farkındaydı. Bu sebepten dolayı da onu her gördüğünde kalbi yerinden çıkacakmış gibi olmasını da ona yeniden aşık olduğuna yoruyordu. Fakat bu aşk değildi. Çünkü gördüğünde kalbinin yerinden çıkacakmış gibi çarpmasına neden olan şey onun ilk tanıdığı haliydi ama o ilk tanıdığı gibi miydi? Yüzü o çocuğun yüzü değildi, elleri ona ilk dokunan minik çocuk elleri değildi, yanakları önceden yok gibiyken aldığı kilolar yüzünden sanki içlerine pamuk doldurulmuş gibi belirgin duruyordu, dudakları da değişmişti. O, ilk adını söyleyen dudaklar yerine izini kimde bıraktığı belli olmayan dudaklara yerini bırakmıştı. Yüzündeki tek değişmeyen yerler gözleri ve kaşları idi. Kaşları o ince ve yüzüne en çok yakışan yerdeydiler yıllardır. Peki ya gözleri, o kahverengi kocaman gözler…

Hala bir yandan çocuksu bakan, diğer yandan her şeyin hesabını sormaya hazır o gözler hala insanın nevrini tek bakışıyla döndürmeye hazırdı. Fakat yine de öyle masum bakıyordu ki “hem katil, hem de kurban” derdi dışarıdan bakanlar. Gözleri yüzünden, ona her baktığında onun etkisine kapılıyor, kendini uçsuz bucaksız denizdeki ıssız bir adada tek başına kalmış gibi hissediyordu. Bu his anlık olsa fark edip kurtulabilirdi ama bu his, onu her seferinde ağlarken nefessiz bırakmadan, hıçkırıklara boğulmadan, kendinden bile nefret ettirecek kadar hayattan soğutmadan kendini fark ettirmiyordu, ne yazık ki. İçinde çırpınırken, bu hissin ne kadar büyük olduğunu anlamıyordu. Ancak zamanın geçmesi, gücünün tükenmesi, hatta ve hatta kendi çığlıklarından kendinin sağır olması gerekiyordu, bu hissi algılayabilmek için. Biliyordu onu sevdiği gibi çocuksu ve masum bir şekilde bir daha kimseyi sevemeyeceğini fakat bu sevginin onun şu anki haline ait olmadığını idrak edebilecek yaşa gelmişti bile.

Tüm bunların farkında olmasının ona ne katıp, ondan neleri alacağını kestiremiyordu. Tüm bu hislerin ondan bir an önce gitmesi için yalvarırken bir yandan da onda en azından bir süre daha kalması için çırpınıyordu sanki. Bu sebepten dolayı da gitgide güçsüzleşiyor ve mutluluğun ne olduğunu unutup eski hissiz haline yavaş yavaş dönüşmeye başlamıştı bile. Bu yüzden de kendini evine kapattı, tüm bunlara bir çare bulmak için. Ama çarenin henüz tam kendinde ve kendi benliğinde olduğunu idrak edememişti. Bunu fark ettiği anda ne yalnız kalmasına ne de kapalı kapılara ihtiyacı olacaktı. Bir akıl hocasına ihtiyacı olduğuna kanaat getirdi ve araştırmaya başladı…


Her Şeyin Sorumlusu

Çiçekler açmaz bahçelerde, bulutlar meşgul etmez gökyüzünü, güneş de göstermez küçük bir parçasını dahi, aydınlık kaybolur birden. Çocuklar ağlar eskiden oyun oynadıkları sokaklarda, kenar mahallelerde hüzünlü insanlar yaşar, morglar daha fazla dolar, müzisyenler son kez sahne alır ve ressamlar son kez karalarlar bir şeyleri. Bir adam umutsuzca bakar duvara, belki de akşamdan kalma, umutlu düşünceleri de umursamaz bu vakitten sonra, giden çoktan gitmiştir uzaklara, börtü böcek dahi meşgul etmez artık hiçbir bitkiyi, bitkiler de açmaz ya artık, vermezler şahane görüntüyü biz insanlara, çünkü bizizdir aslında her şeyin sorumlusu; bir kızın gözünden düşmemesi gereken gözyaşları, bir çocuğun kırılmış yaşama hevesi, bir kadının kalmamış güzelliği ve bir adamın hiçe sayılmış emekleri…

Bir Zamanlar Endülüs’te Selamet

Bir yazı çalışması için bazen insana okuduğu bir sayfa önayak olur. O sayfayı okursun ve aklında bin bir türlü fikir uçuşur. Hepsini dile getiremezsin (ya da yazıya geçiremezsin) tabi. Ama haykırmak istersin tüm o gerçekleri ya, bana olan da bu. Endülüs’ün tarihini anlatan bir kitap okuyordum ve o can alıcı sayfaya geldim. İnsanın midesinde kelebekler uçuşması deyimi vardır ya, bir kısmı öyle, bir de mideye kramp girmesi deyimi vardır. Bir anda o oluyor işte bahsettiğim bu yazıda. Şöyle ki, Müslümanlar Endülüs’e gittiklerinde birkaç yüzyıl içinde toplum müthiş bir refaha ermiş. Her dine ya da mezhebe mensup insanın huzur içinde yaşadığı, sokak çeşmelerinden şarıl şarıl berrak suların aktığı (dokuz yüzlü yıllardan bahsediyorum), her caddede içindeki kitapların neredeyse dışarı taştığı kütüphanelerin olduğu, insanların huzur içinde yürüyüp birbiriyle muhabbet edebildiği sokaklarla dolu bir şehir. Bu okuyan herkesin hayali, hiç olmazsa olsa çok güzel olur diyeceği bir şehir değil mi?

Endülüs Kütüphaneleri

Endülüs bir zamanlar insanların ilim, kültür ve edebiyata çok önem verdiği bir şehirdi. Kitap yazma hususunda çok müthiş bir performansa sahipti. Öyle ki, yazarların ve müstensihlerin etrafında toplandığı kütüphanelere dönemin en zengin şehirlerinden olan Valensiya’nın başta olmak üzere birçok kağıt fabrikası, kitapları için istenilen kağıtları tedarik edemiyordu. Kütüphanelere baktığınızda kitaplar yüz binli ifadelerle anılıyordu (dönemin en büyük kütüphanesinde dört yüz bin küsur kitap olduğu tahmin ediliyor). Müthiş bir potansiyeli müthiş bir gayretle birleştirme sonuç ortaya çıkan tablo bu. Gel gör ki kısa bir sürede oluşan bu mucizevi toplum ve yapısı yine kısa bir sürede, birkaç yüzyıl sonrasında yık(tır)ılmıştır.

Endülüs’te Edebiyata, Müziğe ve Sanata Büyük Önem Verilirdi

Siyasi, dini, ideolojik her neyse işte, önce kendi içinde parçalanıp sonra bu parçalar birbirini yıkıp en sonunda da kalanlarını Haçlı ordusu yakıp yıkmıştır. Hangi sebeple olursa olsun, bir devlet mi yıkacaksınız? Yıkın sözümüz yok. Bir toplumu mu parçalayacaksınız? Parçalayın içinizde kalmasın katiller. Ama o (herkesin yüksek medeniyetini bilip kabul ettiği o) toplumun kendisini aşıp dünyaya altın harflerle yazdığı fikirleri silip yıkmanıza diyecek yok doğrusu. Barbarlığın daniskası desek bir nevisini vasıflamış oluruz sanırım.

Bahsettiğim buydu işte. O güzellikleri anınca içimizdeki kozalarından çıkan kelebekler uçuşmaya başlamıştı ki ardından gelen yıkıcı gerçekler onları oldukları yerde sıkıştırıp patlattı sanki, değil mi?

Müslüman zihniyet (her ne kadar mezhepsel olarak ufak tefek ayrıntıları farklı olsa da) özü itibariyle birdir. Allah’a iman, Peygambere ve onun getirdiklerine iman, ikisinin emir ve yasaklarına uymak, kimseye zulmetmemek, kendin için istediğini başkaları içinde istemek, kısaca Hz. Peygamberin de değimiyle, “Allah’a inandım de sonra dosdoğru ol” düsturudur. Bunlar her Müslümanın hatta her insanın kabul ettiği şeylerdir. Müslümana yöneltilen en önemli emirlerden bir de çalışkan olmasıdır. İşte tam bu söylediklerimiz bir zamanların Endülüs’ünde yaşanıyordu. Tüm insanlarca. Bir papazın hararetli ve bir o kadar tatlı tartışmaların olduğu fıkıh meclislerine oturup kulak verdiğini görürdünüz. Keza bir hahamın belagat ve meani ilimlerinin işlendiği bir ilim halkasında hızlı hızlı notlar aldığına şahit olurdunuz. Lakin şeytan(laşmış insan) ve nefis birleşince Müslüman falan tanımıyor. Gidişat ne olursa olsun sonucu hüsrana uğratmaya baş koyuyor. Gerisini biliyorsunuz işte. Keşke bizde onlar kadar şevkli bir şekilde, işimize, fikrimize ve davamıza baş koysak; inanın ikinci bir Endülüs’ü kurarız.

Düşünsenize, her sokağında kitapların dolu olduğu kütüphaneler, kan ve nefret yerine berrak suların aktığı çeşmeler, kelimesinin tam anlamıyla her caddede insanların yollara taştığı kıraathaneler, birbirimize bağırıp çağırmadığımız ve bir şeyler fırlatmak yerine dostça sohbet ve toplantı yaptığımız meclisleri olan bir şehir…

Ve size şunu söyleyeyim ki bunu ancak İslam toplumu gerçekleştirebilir. Fertlerinin her birinin Müslüman olması şart değil elbette. İslam’ın ön gördüğü gibi özgür olmalı toplum. İnsan olsunlar yeter. Aslına bakarsanız, “Müslüman” kelimesi selamette olan demektir. İnsanı selamette olan bir toplumun ise yapamayacağı şey yoktur.

Ne diyeyim ki başka? Haydi, SELAMETLE kalın…

Aşk Fani Değil

Durmuş bir saat
Ama zaman akmakta
Fani denilen her şey
Fani dünyadan binaen
Bitse alemin faniliği
Seni ebediyette bekleyeceğim

Beni cehennem sanırlar
Aşkımın ateşinden
Seni melek sanırlar
Mabude güzelliğinden
Nazarına sakil konuşsam
Hepsi maval birer kelam
Tek bir gün nisyan olsan
Bulur beni mavihastalık

Şu çağ çok alengirli
Sen ise güzelliğinle en aleni
Alelıtlak alelade görme kendini
Ben bir algın, mecnun gibi
Nice güfteler münhal
Letafetin karşısında
Ben sana müntesip bir mecnun
Sen ise müntehap bir ferişte.

Kördüğüm

Kördüğüm oluyor her seferinde hayat. Bütün sokakların sana çıkacağını bildiğim yolda, yolun aslında hiç olmayışı. Kapıların açık olduğuna inanıp, durmak. Durmak ve geçip giden zamanı izlemek. İç haykırışlarım. Dümdüz sandığım o sarmaşıklı yol. Yürümek için atılıp, durmaya atılan adımlar. Söyleyemediğim her kelimenin arkasına sığınışlarım. Sırtımda taşıdığım bütün izler, yorgunluklar. Bir daha karşıma çıkmaz sandığım, o kimsenin kurtulamadığı, atamadığı, peşini bırakmayan zaman dilimi: Geçmiş. İşte ip uzuyor. Uzadıkça durdurmanın anlamsız olduğunu fark ettiğin o an. Tutamadığın ama elinden bırakamadığın o ip. Tutmak için ne yaptıysan kendi kördüğümünü yaratıyorsun. Bazen sıyrılıyorsun. Bazen hiç çözmek istemiyorsun. Kördüğüm senin bir parçan ve bu düğümü ancak düğüm olduğunda açabilirsin. Kördüğüm nedir biliyor musun? Kesilmedikçe çözülemeyen ilmiksiz düğüm. İpi kesmeyi göze aldıysan, hayat senin için yeni ilmikler yaratıyor demektir. Ne zaman ki ipi çözemezsin; “Bırak!”. Hayatın senin için hazırladığı yeni ilmiklerle çözülsün kördüğümlerin.

24Okur Takipçilerinin EN’lerini Seçiyoruz!

Bu ankete katılırsanız çok keyifli vakit geçireceğinize eminim.

[zombify_post]

Sarp Kalıntılar

Çocuklar ilkin anne babalarını severler;
büyüdükçe onları yargılamaya başlar,
nadiren de affederler.
-Oscar Wilde

Fabrika ayarlarına dönmek ister misin?

evet ama bilmiyorum,
eksikler, geçler, erkenler,
erdemler, olsunlar, deneyimler,
bilmiyorum aslında hayır.

Pekâlâ, eksilerini gezmek ister misin?

of ama bir anda… çok var gelmiyor aklıma
anne! beni bırak artık ayaklarım büyüyemedi,
duramıyorum üzerinde.
duymasın kadıncağız üzülür
baba! oturduğun koltuğun kol dayamacı değilim ben anladın mı,
eğer antlaşma istiyorsan önce ellerimi görmelisin,
zamanında çok salladım kör müsün nesin!
tamam baba tamam baba söz valla söz.

Biraz da artılarına bakalım mı?

ne artısı!
kalmadı hiç artı, çarpıldı hepsi!
sadece iki raf kitap kaldı,
kitapların üzerinde fosforlu renkli buğday başakları
içlerinde tümevarımlar, yergiler, övgüler,
ah evetler, çok doğrular, yok artıklar,
kocaman bir dünya oldular.
dünyanın merkezi de bendim tabi başka biri mi vardı sanki!
olsaydı onu koyardım her şeyin ortasına,
ayaklarım küçük benim.

Tamam, toparlayabilir misin?

saplandığım çukuru,
çukurda bulduklarımla nasıl yüzleşeceğimi bilmeden kazdım
ve nasıl yüzleşeceğimi bilmediğimden
üzerini kapadım, ben içinde kaldım.