26.7 C
İstanbul
Pazar, Ağustos 3, 2025

Çocukluktan

Olur olmadık yerlerde ağlamaya başlıyorsak, yerli yersiz güler, kahkahalara boğuluyorsak sebepsiz,

gülmelerimizin ardından gelen hüznü, kısa gülüşlerimizi, ağlamalarımızın arkasındaki gülmelerimize bir göz atmalı…

Ben bunları hep sebepsiz zannederdim.

Fakat şu yaşımda anladığım en manidar şeylerden biri olan; hiçbir şeyin sebepsiz olmadığıdır.

Komik olan bir dizi/film veya kitapta neden insan duygulanır. Kafanda buna sebep olacak hiçbir şey bulamazsın hatta bazen hayatında her şeyin mükemmel olduğu bir dönemde olur ve bu anlarını daha çok sorgularsın. Kafanda sebebini bulamadığın bu olayda neden kalpten gelen hüzüntü kırıntılarıyla irkilirsin!?

Bir din âlimi bütün bunlara ruhun açlığı demiş. Sanırım haklı olabilir fakat ya yarımsa söyledikleri..!?

Ruhun açlığı; bütün dünyevî armağanların yerine gelmiş ve yaşam standartların üst düzeyde olmasına rağmen bütün bu şeylerin efdalini istemek ve bunlara doyamamandır. Sürekli film izlemek, kitap okumak, geziler yapmak, hunharca eğlenmek, kahkahalara boğulmak ve her nevi taamları tatmış olmana rağmen bunlara kat’a doyamamandır. İşte tam olarak burası ruhun açlığı kavramını açıklamaktadır. Her şeyi defalarca yapmış ve yemiş olmana rağmen ruhun açlığından bedeninin ve nefsinin doyamamasıdır. Neden mi doyamayız çünkü ruhumuz açtır. Evet, belki de ruhumuz aç olduğu için aklımızda sebeplerine rastlamadığımız anlar yaşarız. Fakat hepsini ruhun açlığına yorabileceğimizi de zannetmiyorum.

Birçok şey  gibi bu yaşadığımız anlar da “çocukluktan”.

Eksikliğini hissettiğin bir sevgi, sana itimadi güveni olmayan bir aile, herkesin kendi sorunuyla ilgilenip çıkamadığı ve tartışmaların yaşandığı bir evin köşesinde unutulman…

Bütün bunlarla nereye gidersen git ne kadar büyürsen büyü asla hatıralarından sıyrılamayacak lanetin izi gibi peşinden sürüklenir.

Belki eksikliğini hissettiğin o sevgiyi hiç kimse sende tamamlayamacak, belki ebeveynlere duyuramadığın sesini kimseler duyamayacak ve belki de sana gösterilmeyen itimadı sen bile kendine göstermeyeceksin ve bütün bunlar yara olarak kalacak sende.

 Ve galiba gerçekten her şey çocukluktan.

Sabahattin Ali bir kitabında yetişkin bir insanın olur olmadık hareketlerini hatta kötü fiilerini insanın içinde gizli bir şeytanın varlığına maal ederken kitabın sonlarına doğru ise bu şeytanın tamamen insanın iradesizlik ve tembellikten kaynaklanan şeyler olduğuna kanaat getiriyor. Eğer din âlimi ve Sabahattin Ali yaşıyor olsaydı onlara bütün bunların yalnızca çocuklukta saklı yüzeye çıkamamış sırlar ve sırların etkisi olduğunu söylerdim.

İnsan, mitolojide anlatılan Pandora kutusu değildir, içinde milyarlarca kötülük barındıramaz.

Ve eğer istemediğin bir şeyi yapıyorsan ya hipnoz altındasındır ya da çocukluğun tesiri altında.

Damga

Oysa bir tek
Yalnızlığım ve yanlışlarım
Onlara göre bana ait olan
Sahi ne çok şey var
Benden ırak kalan.
Damgalanmak ne de kolay!
Öncesi, sonrası
Ya bi açıklaması var mı(?)
Bunlar hep sözde sorular
Aslında kimse
Merak etmez ahvalini
Sonuç vardır bozmayan kaideyi.
Fikirler bölünerek türeyen
Ve bir örümcek
Ağlarını itina ile ören
En garip olanı da bu ya
İnsandır, yine insanı ötekileştiren

Ünlem Bükülürken

Elinde copla bir gardiyan
sindirdiği mahkûmun önünden geçiyor
bir nefret kibirle geçiyor
korku siniyor, inildiyor;
korku başını kaldırabildiği kadar öfkeli.

Mahkemeden gelen
-hangi yönden? neden?
silik bir kararnâme suçlamış beni
-ama neden? ben ne yaptım!

Suçluluk büyüyor gardiyanın sesiyle
her adımında bilinmeyen bir suç vurgulanıyor
-ben bir şey mi yaptım!
demirden demire suçluluk büyüyor
-ben bir şey mi yaptım?

Suçluluk büyüyor ve hücre küçülüyor,
                                            çöküyor,
                                          çürüyor…

Suçluluk büyüyor gardiyanın gözüyle
bakışları her geçişte daha da yüksekten iniyor
-ne için?
duvardan duvara voltalar ağırlaşıyor
-nasıl?

Suçluluk büyüyor ve -içim eziliyor,
                            -sesim kısılıyor,
                              -nefesim ke-
                                         sil-
                                         i-
                                   yor.

Filistin Şiirleri |4| Selamet

Neye şaşırıyorsun Ey ümmeti Muhammed
Zalime yakışık alan gaflet, dalalet
Sarmış bedenini baştan aşağı belahet
Beddua etme; dile rahmet, dile hidayet
İlla hidayet, illa hidayet

Kuşatsınlar Kudüs’ü kalmadı pek mühlet
Safın Allah safıdır; sabret, dua et, seyret
Şükürdür bu harpte en kıymetli ganimet
İsyan etme; dile iman, dile mukavemet
İlla mukavemet, illa mukavemet

Yetişir umudu kestiğin an inayet
Savaş diyorlar bunun adı bariz cinayet
Şehadettir bu cihanda en şerefli meziyet
İflas etme’; dile cennet, dile ubudiyet
İlla ubudiyet, illa ubudiyet

Dışarıda değil, içimizde adâvet
Filizlenmiş nifak tohumu denen illet
Ümmet parçalanmış, budur büyük hezimet
Firak etme; dile vahdet, dile uhuvvet
İlla uhuvvet, illa uhuvvet

Cihat nefste başlar eyle riyazet
Bırak haseti kibri göster acziyet
Filistin’in ateşini söndürmez atalet
İnkar etme; dile dirayet, dile nedamet
İlla nedamet, illa nedamet

Yeryüzüne doğdu güneş gibi nübuvvet
Bir gece Kudüs’ü etti ziyaret
O’nun bastığı yerde yeşerir mi hıyanet
Acele etme; dile umut, dile hürriyet
İlla hürriyet, illa hürriyet

Ey ümmeti Muhammed; ne bu heva, sefahet
Kalk ayağa artık, doğrul; kıyam et!
Gazze Şeridi’nde kopar her gün kıyamet
Beyhude yaşama; dile gayret, dile selamet
İlla selamet, illa selamet

•İflas ifadesi Peygamberimizin müflis kimdir sorusuna verilen cevap esas alınarak kullanılmıştır.

Efendim

Yollara düştüm derviş kim efendim
Duvarda asılı fotoğraf benim efendim
Dün bir düştüm, şimdi düştüm
Arzuhalimi sormayan yâr kim efendim

Seni bende arayan dost kim efendim
Duvara çakılı çivi benim efendim
Kap karanlık bu zindanda
Çıkmaz dedikleri yer neresi efendim

Derde düştüm dermanı kim efendim
Askıda duran ceket benim efendim
Türabınla bastığın yerde
Tomurcuk açmayan gül kim efendim

Kuşlara özgürlüğü öğreten kim efendim
Ayağında duran pranga benim efendim
Aşkı güle anlatan
Sevdayı bilmeyen bülbül kim efendim

İyilik Muştusu

Yağan yağmur, kararan gökyüzü, kaçışan insanlar
Hüzün çöktü yeryüzüne
Ortaya çıktı yitirdiklerimiz
             kaybettiklerimiz
Bir çocuk gördüm
Umuttan bir balonla yağmurdan kaçan
Hey çocuk!
Yüzündeki yıldızlar ne kadar da parlak
Ruhum aydınlandı seninle
Sen ki geleceğe koşan
Kirli dünyanın girdabından geçerek
İyi bak yüreğine iyi bak ruhuna
                 iyi bak insanlığına
Yağ yağmur yağ
Kanayan insanlığımızın üzerine yağ
Alıp götür tüm kötülüklerimizi
Getir gökten iyilik muştusunu*
İnsanlığımıza güneş gibi doğacak olan

*muştu: müjde

Esnafın Derdi

…”Kader mevzunu iki taraflı incelemek gerekir. Bir insan yönünden birde ilahi yönden. İnsan açısından bakacak olursan tam bir muamma, bilinmezlik çukurudur. Zira bir an sonra dahi ne olacağını bilemez insan. Başına kah kendi yaptığı kah başkasının yaptığı kah isa direkt çözümleyemediği (ilahi bir iradeyle) ani, beklenmedik şeyler gelir. Ve bu sadece kendi açısından değil, her bir mahlukat; insan, hayvan nebatat, uzay, zaman ne varsa hepsi için geçerlidir. Bir an sonra trilyonlarca olasılıktan oluşan zaman ve mekan olaylarından birini idrak eder. Bunun bilinebileceğini iddia edenler varsa da (vahiy ve ilham kabilinden olan) çok azı hariç tamamen tahmine dayalı varsayımlar olabilir, en iyi ihtimalle. Bir de kaderin ilahi yönü vardır ki mutlak bir düzeni, oluşum ve yapıyı ifade eder. Allah kaderi, insanların muhayyer oldukları seçimler sonucu oluşan (cüz-i irade), gerekli gördüğü noktalara kendisi de müdahale ederek (külli irade) yazmıştır. Şu da var ki, Allah insanların kaderini yazdı diye insanlar o kaderi yaşamaz. Bilakis Allah kaderi, insanların yapacaklarını ezeli ilmiyle bilmesi sonucu önceden yazmıştır. Bu tıpkı bir kimsenin güneşin doğacağını bildiği için güneşin doğmadığı, bilakis güneş doğacağı için o kişinin onu bildiği, kuramı gibidir. Yani sebep ve müsebbebi karıştırmamak gerek.

Bütün bunları anlatmamın sebebi yapacağım kıyaslamanın anlaşılmasını sağlamak. İşte tıpkı kader gibi SBK de iki taraflıdır; olağanüstü bir düzen ve mutlak bilinmezlik. Nehirkent’e yolunuz düşse ve araştırsanız, sorsanız soruştursanız, hatta asıl üyelerinden birine denk gelip tarif etseniz, böyle bir yapının olmadığına kanaat getirme yanılgısına düşersiniz. Ancak biraz oturup bu anlattıklarım  rehberliğiyle etrafı iyi gözleyecek olursanız, biraz kulak kesilip yapıyı anlamlandırmaya çalışırsanız, bir süre sonra farkına varacaksınız ki işlemekte olan harikulade bir yapı var. Sokağı bozguna uğratmakta hüner sahibi birtakım kişiler bir araya gelmiş işlerini titizlikle yapmakta. İşte benimde amacım bu komiteyi size tüm ayrıntılarıyla anlatmak. Bu sokak el kitabını oluşturmak nasıl gider ve ne kadar sürer, işte onu Allah bilir, biz onun ismi ve yardımıyla başlıyoruz”…

Diye devam ediyor Ahmet Cevdet beyin sözleri. İlginç bir çalışma olmuş. Alıp okuduktan sonra bu fikrin nereden aklına geldiğini, tam olarak ne anlatacağını sorduğumda, “Onu okudukça görürsün, bırak şimdi onu nasıl olmuş ondan bahset,” cevabını verdi. Şaşırmadım tabi, zira Ahmet Cevdet bey konuşmasında dahi böyle yapar. Bir konu konuşuyor olsak ve arada geçen bir cümle hakkında malumat istesem, “Dur şimdi konuyu dağıtma, ona da sıra gelecek. He, gelmezse de en son sorarsın, aklında tut” der. Meselenin içinde açıklarsa ne ala, yok açıklamazsa ben genelde sormayı unuturum, en kötüsü de eve dönerken aklıma gelir, “Dur, iyisi mi bir daha unutmadan arayıp sorayım,” derim kendi kendime. Ararımda. Ama sonucunu tahin edebiliyorsunuz değil mi (buraya bir gözleri yaşarmış smayl bıraktım)? “Çakır bey evladım şimdi o mesele uzun, bir de telefonda anlatmayı sevmem bilirsin. Yarın uğra öyle tartışmaya açalım bu meseleyi. Hee, sen yine araştır da gel!”

Hani bir söz vardır Esnafın Derdi diye. Genelde bununla hangi alanda esnaflık yapıyorsa esnafın o konunun derdiyle dertlendiği anlaşılır. Ahmet Cevdet bey bu mefhumu biraz daha derinleştirerek şöyle der, “Esnafın derdi vardır. Evet, çünkü esnaf dediğin kendini, komşusunu, mahallesini düşünen, bu konuda bir şeyler yapmaya çabalayan kişidir de ondan. Yoksa kendi işinin derdiyle yanmak demek değildir bu mefhumun bize anlattığı. Bu tıpkı ahilik gibi (burayı açıklamadan, biliyormuşumcasına hemencecik geçti). Bende kendime bir takım dertler edindim tabi, nasibim olsun diye şu esnaflık mefhumundan. Bak mefhum diyorum dikkat et. Kelimelerin lafızları vardır, ifade ettiği manalar ve dahi onlara yüklenenler manalar vardır birde. Bir sınıftaki öğrencinin sadece bir dersi mi vardır? Hayır, bilakis ana dersinin yanında başka derslerde alır. Sadece ana dersini verse geçer mi? Hayır, diğerlerini de isterler (burayı da açmadı Ahmet Cevdet bey. Benim anladığım esnaf kelimesinin sözlük manası olan sınıflara ve bununla bağdaştırdığı manalara değindi). O halde her esnafta yaptığı ana işin yanında bazı ara işlerde üstlenmeli mahallesine katkı sağlayacak. Bizde okuyup anlatıyoruz işte Çakır bey evladım, şimdi sizinde vasıtanızla yazmaya başladık. Görelim rabbim neyler, neylerse güzel eyler”.

Vesselam.

Zamanın Yolcusu

Bulutlara bakıp hayal kurardık.
Bedenimiz büyüdü, ruhumuz büyümedi.
Erken büyütülmüş çocuklardan,
Zamanın acımasızlığına bırakıldık.
Geride ne kaldı bilinmek istenmez.
Her mazi gülümseyerek sevilmez.
Hayalleri ölen bir çocuktan,
Büyüyüp kaybeden yetişkinlerdeniz.
Ağlayamayacak kadar ümitsiz,
Saatlerde kahkaha atacak kadar unutkandık.
Yaşamayı öğrenemedi çoğumuz.
Sevmeyi, nefretin duvarlarına sakladık.
Acılar sırtımızdan vururken,
Dostlara bahane bulamadık.
Tüm heveslerimizin seyrini,
Kursaklarda kala kala
Yaşarken ölümü tada tada
Karanlık yalanlardan öğrendik.
Her şey biterken,
Nefes alıp ölüleri sürdürürken,
Karanlık duvarlara sığındık.
Ağlarken aynalar, gülerken insanlar gördü.
Yaşam son hızıyla ilerlerken,
Biz yaralı çocukları oynuyorduk.
Biz yaşamayı bilmezken, yaralı yaşıyorduk…

Vâveylâya, Çıkageldi Mektubun III

Çıkageldi işte

Çıkageldi bu hengamenin içinden

İnce ve keskin iplerin arasından

Sonra bir bakışı vardı, mektupların anısına

Ateşten kızılca, masmavi denizden bir parça

Bilirsiniz işte, gökten bir nâra

Anlamadan çıkagelir, bakınır durur yanında

O an hava, kuş sesleri, nehrin akıntısı

Sızısını kaybetmiş, eteklerin ucu ıslanmış

Eller tane tane ter, yüzlerde utangançlık

Gençlikti, yapamadım etmedim demedim

Gönlüme çizilen çıkmazlara bir kaçamak

Adını bilmiyordum, dilimin ucuna bir anda geldi işte

Vâveylâ… ne de güzeldi adın, ne de güzeldir adın

Gözlerimde bir damla yaşın, sözlerimde ıslaklığın

Halen gitmedi penceremdeki anın

Halen kalbimde o acınası hatıran, çeşmenin yanı

Son görüşlerim, cesaretsizliğim, al yazmalım

Diyemedim işte, senden bana kırların narin sesi

Toprağın o dolgun duruluğu, elime sıkıştırılan bir mektup daha

Bu kaçıncı vâveylâ, bunun adı nedir?

Başıboş, aylak bir yıldızın kayboluşu mu

Yoksa geceme misafir olan kedinin merhameti mi

Neydi bu, böylece öksüz, yetim, gurbete getirilen mektup

İçinde sözlerin olduğu iddia ediliyor

Vuruluyorum, yıkıntılarıma doğru sel gibi gelen bu sözlerine karşı

Ayaklarım doğunun yolunu tutmuş

Gözlerim kış vaktine münhasır

Dileklerimde yine onun duası, ‘maviye çalan gök yağ ve kapa bedenimi’

Yine uslanmayan hayaller o bacanın dumanına karışacak

Ekmek tanelerine haktır karıncanın gayreti

Benim ayaklarım, bendeki bu illet yine kafamda uçuşan sözlerin

Çıkmıyorlar, yer edinmiş hakkı olana tâbî

Uyuyamıyorum vâveylâ, uzaklara bakmaktan nasır tutan hislerim

Dillerin ucundaki o hakiki söze yaklaşamıyor

Kalpleri keşif yolculuğundaki o ıstırabı anlayamıyor

Vâveylâ, acaba duyuyor musundur beni?

Acaba toprak beni tekrar fırlatıyor mudur o sakıncalı güneşin alnına

Susuzluğumu bahane edip filizlenmemi göze alamıyor mudur?

Bu çağlayan derelerin sesine vuran yalnızlık

Nemli toprağına ayak basılmamış olmasındandır

Kaç sene oldu bilinmez midir

Kaç koca sene geçti görülmez mi bu bereketi sürükleyen yer

Bu köyde kaç kişi kör, bu köyde kaç kişi topal

Kaç kişi kaçtığı şeyin aslında onu

dere tepe arkasından koşuşturduğunun farkında değil

Şapkasının altında gizlediği o sarığı 5 vakitten başka hangi davet aşikar etsin

Başka hangi aşığı yolundan etsin ki bu sebep

Başkalarına varan bu mektup hangi sevgiliyi es geçsin söyleyin

Söyleyin bülbüllerin ötüşü birini vurup öldürürken

diğeri neden canlılık bulsun!?

Tramvay Durağı 8. Bölüm

Bol yıldızlı serin bir gece yüzü gördüm biraz önce balkondayken başımı göğe doğru kaldırdığımda. Şimdi düşündüm de, ayın hâli nasıldı hiç dikkat etmeden girmişim içeri. Yarım mı, hilal mi, dolu mu, boşlukta mı, dertli mi, hasta mı…? Hiç sormamışım.

Tramvay Durağından kilometrelerce uzakta, belki duymuşsunuzdur adını, Maksutoluğu yaylasındayım. Yani biraz önce bahsettiğim manzarayı sırf betimleme olsun diye yazmadım. Kısacık tefekkürümle, yanağımda hissettiğim esintinin latif dokunuşlarıyla bu ânların bizzat şahidiyim. Yemyeşil göknarlar (mezla, pür), sedirler (kavak), ardıçlar, pıtıklar (andız), kirazlar, cevizler, elmalar, erikler… Bu ağaçların nefesini içime çekmeyi seviyorum. Her ne kadar geceleri kapkara bir surete bürünüp karbondioksit ürettikleri söylense de… Bazen nefes almaya ihtiyaç duyuyor insan. Kim ne yapsın şu tertemiz atmosferde “gündüzün merhametli oksijeni mi yoksa karanlığın karbondioksitli zehri mi bu” gibi saçma bir soruyu? Bilimsel olarak kanıtlanmıştır da şimdi bu, ilkokulda öğrenmemiz için koyu yeşil bir yazı tahtasına yazılmıştı sanırım. Öyle hatırlıyorum. Neyse ne işte, nefes almak güzel.

Şu Tramvay Durağını görebilmek için gözlerimi kapatmalı mıyım, hani hiç olmazsa hayal ederim beklenen tramvayın; o garip sesli kornası mı zili mi çanı mı düdüğü mü artık neyi ise onu öttüre öttüre gelişini, yolcuların onu nasıl bir tepkiyle karşılayışını, kimlerin tramvayın yolcu koltuklarına neden oturup kimlerin neden oturmayışını, tramvayın bu isimsiz duraktan sonra başka hangi duraklarda yolcu indirip bindirişini, son durağa kadar kimlerin gidip gitmeyişini, hatta herkes için son durağın aynı yer olup olmayışını vb. hayal eder, sorardım kendime bir bir. Fakat üşeniyorum.

Gözlerimi kapattığım anda kaygısızca uyuyabilseydim ne iyi olurdu. Dün ve bugün neler yaptığımı, aslında ne yapmam gerekiyordu da benim neden hata edip öyle yapmadığımı, yarın beni nelerin beklediğini, benim neden açgözlüymüşçesine yarını beklediğimi, bugün neden nankörcesine kendimden ve bana lutfen verilen yaşayışımdan razı olmadığımı, aslında şükretmek için nelere sahip olduğumun neden bir türlü farkına varmadığımı vb. sorma ihtiyacı hissetmeden, başımı yastığa koyar koymaz uyuyabilmek… Uyuyamayanlara hiç iyi bakmıyor bilimsel kanıtlar biliyor muydunuz? Acaba bunca sorgunun arasında yorgun düşüp uyuyakalanlar için de kanıtlanmış bir bilimsel gerçek var mıdır? Sınıflandırmayı, teşhisler koymayı çok severiz biz. Hatta ilaçlar bulmayı…

Hayır ya, istemiyorum bugün Tramvay Durağını düşünmek falan. Uyumak istiyorum bugün felekten bir gece çalıp uyumak, uyuyakalmak değil, usulca nefes alıp vererek uyumayı beklemek…

Beyaz Gelinciğim

Belli bir zamanın kıskacındayız sanki
Arkamızda bırakılan kuru vadiler
Önümüzde, ayağımıza ilişen yabani otlar
Yürüdüğümüz yol gidenden beri
Sonumuz bir sır, uzaktaki yabancı

Ah yüreğim…
Bir şiirin kıskacında takılı kaldı
Ne kıvılcım var, ne de ocak, yakacak tükendi
Kağıdı allayıp pullayıp yollamalı
Geriye sadece birkaç kelam ve bir kalem kaldı

Düşüncelerin arasında kaybolan benliğim
Soluk düşler, beyaz gelinciğim
Varış bir uğraş, dönüş başlı başına iğreti
Yolum savaş, adımlarımda bir bezmişlik
Söyle içim; ne bu kendinden vazgeçmişlik…

Sadece Bir Dakika

Umursamadan yaşayıp geçirirken her bir dakikamızı

Hayat her seferinde karşımıza çıkarır görmezden gelmek istediklerimizi

Artık çok geç midir bilinmez

Dönüp hafızamızda tekrar yer ettiğinde telafisi olur mu bilinmez

Sadece zihnimizdeki erteleyişlerimize bir kilit daha vurmuş oluruz

Bazen bir çırpıda siliverirken kendi yarınlarımızı garantilercesine

Hep zihnimize vurduğumuz yeni zincirlerin anahtarlarını kaybedercesine

Yaşar geçiştiririz sadece bir dakikalarımızı

Oysaki ne kadar da basit gelirdi kulaklarımıza zamanında

Ama yeri geldiğinde de belki bir o kadar daha yakar canımızı erteleyişlerimiz

Bugünlerimizdeki her bir dakikalarımızı

Garanti saniyelerimizde yaşasaydık affeder miydi yarınımız bugünümüzü

Hayat, değerini zamanında bilemediklerimizi yarın anlayamayacak kadar kısayken

Zincirlerimizin baskıcı tutumundan çıkamama inadını yenmek durumundayken

Belki de tüm bu zihnimizde oluşturduğumuz zincirlerin anahtarları

Noktamızı her bir cümlemizin bitişine o andaki bir dakikamızda koymakta saklıdır.

Bilmek ve Hissetmek

Evet biliyorum, Sen’i
Biliyorum gözlerindeki uykunun
Omuzlarındaki yükün ağırlığını
Üstüne üstlük…
Kalbinin yıpranmışlığını
Ruhunun ezilmişliğini biliyorum
Her şeye rağmen gözlerindeki parıltıyı
Gülümsemendeki duruşu
Ve auranın vazgeçilmezliğini biliyorum
Bilmekle kalmıyorum
Zor olanı; hissetmek!
Hissediyorum kıpırtısızlığını
Duygularının ekşimesini
Teninin acımsı bir tad alışını
Hissediyorum ve biliyorum..

En Sivri Kalemden

En derinliklerden bir ses
En karanlıklardan bir ağıt
Yükseliyor!.. ve ruh, fikir,
Duygular ; bulanıyor
Bulutlar mor mor morlaşıyor
Bir kalp bir ruha tutuluverirken
Bir şiir yazılıveriyor
Kaosların, karmaşaların içinde

En derinliklerden bir güç
En karanlıklardan bir hırs
Büyüyor, nesneler çıt kırıldım oluyor
Yeşile çalıyor mavilikler
Bir ağacın silüeti suya çiziliyor
Eşitsizliğin bir tarafına atılıyor,
Sıfırları yuvarlayanlar
Ovalarda veyahut virgülden sonrasında

En yükseklerden kuş sürüleri
En alçaklardan karınca kafileleri
Bir yerlere varıyor
Ne ekmek parası ne sermaye
Ne açlık ne de giyim kuşam
Göklerden bereket yağıyor
Köklerden çim, filiz
Küllerden keramet doğuyor

Gülümsedi Kadın

  • Ben doldurayım sen anlat
  • Dedi ;
  • Gülümsedi kadın.
  • Belki de birini bekliyorum,
  • Bir bardak çay ver azizim,
  • Buram buram hasret koksun,
  • Kadın,
  • Aldığı ilk yudumda duraksadı.
  • O günü hatırladı daha farklı olabilirdi.
  • Aslında çok şey oldu ama her şey yarım kaldı.
  • Dedi;
  • Gözleri doldu.
  • Sesi titredi…
  • Sen gülümsemelerin kadını
  • Son durak ilk şiirin gibi
  • Gözlerimin uzak yolcusu!
  • Bir çay bin niyaz
  • Her biri gecede bir kopuş!
  • Ah dedi ahh
  • Şiir Kadın
  • Bir masal olmalı bu’ dedi adam ‘
  • Güzel bir masal.’
  • Gülümsedi kadın.