“Haklı olanı güçlü kılamadığımız için güçlü olanı haklı kılıyoruz…”
Serenad, Zülfü Livaneli’nin şüphesiz en iyi kitaplarından biri diyerek söze başlamak istiyorum.
Zülfü Livaneli, kusursuz romancılığının en temel niteliklerinden birini yine başrolde tutarak, toplumsal tarihlerin karmaşıklığını bir araya getirip belli bir dengede kavuşturmayı başarmış ve muhteşem bir roman ortaya çıkarmış.
Sürükleyici serüven, İstanbul üniversitesinde halkla ilişkiler yürüten Maya Duran’ın, Amerika’dan gelen Alman asıllı Profesör Maximilian Wagner’i karşılamasıyla başlar.
Profesörün gelişiyle Maya kendini hiç beklemediği serüvenlerin içerisinde bulur. Katları tek tek açılan aile geçmişi, tarihin tozlu sayfalarında bekleyen ulu bir aşk hikayesi Maya Duran’ı ısrarla kendine doğru çeker…
Okuyucuyu bir çırpıda kendine bağlayan roman, birçok konuya da aydınlık getiriyor. Pek az kişinin bildiği ‘Mavi Alay’ ve bunun içerisinde yer alan tutkulu bir aşkın maviliklere gömülmesi… Livaneli, tek bir konuya değinmiyor, her ne olursa olsun sebepsizce can verenin ‘insan’ olduğunu bizlere her satırda hatırlatıyor. Ne Yahudi, ne Müslüman, ne de Katolik… Savaşların kurban aldığı canların kimliğini değil, hepsinin birer insan olduğunu çarpıyor yüzümüze.
“-Sen insanlara baktığın zaman üniformalar, bayraklar ve din görüyorsun..! -Peki, sen ne görüyorsun bakalım? -İnsan, sadece insan. Seven acı çeken, acıkan, üşüyen, korkan bir insan..”
Gaslighting, bir psikolojik manipülasyon ve taciz yönetimidir. Kişinin kendi hafızasını, algısını ve akıl sağlığını sorgulatan bir çeşit yönlendirmedir. Kişilerde veya seçilen gruplarda şüphe uyandırma, kalıcı inkâr, çelişkiler ve yalan yoluyla gitgide dikte edilir ve fark edilmesi kimi zaman çok güç olmaktadır.Narsist kişilere özgü bir davranış bozukluğu olan Gaslighting, kişilerin kurbanlarına onların kendilerine dair algılarını yeniden biçimleyecek şekilde belleklerine olumsuz bilgi ve yargıları sokmalarıyla tezahür eder. Bir manipülasyon yöntemi olarak da kullanılan durum, sorgu teknikleri içinde de yer almaktadır.
Bu terim ismini Gas Light (Gaz Lambası) adlı 1938 yapımı bir tiyatro oyunundan almıştır. Daha sonra filmi de çekilen ve “Angel Street” olarak da bilinen bu oyundan almaktadır. Filmdeki erkek karakter eşini akli dengesi bozuk olduğuna inandırmaya ve ikna etmeye çalışmaktadır.Filmde Boyer, Bergman’ı büyük bir romantizm ile evliliğe ikna eder. Evlendikten sonra eşi Bergman’a akıl oyunları oynamaya başlar. Her gece ışıkları biraz daha kısar. Bergman “Gaz lambası giderek daha mı az ışık veriyor?” dediğinde Boyer’den sert tepkiler alır. Boyer’in amacı, Bergman’ı aklını kaybettiğine inandırarak mücevherlerine sahip olmaktır. Ve Bergman’ı aklını kaybetmeye başladığına ikna eder. Sağlıklı bir kadın zamanla gerçeklik duygusunu kaybeder.
Gaslihting yaşanan ikili ilişkilerde, baskın olan birey idealleştirme, değersizleştirme ve gözden çıkarma şeklinde üç ayrı aşamayı izlemektedir. Baskın ve maniple etme amacında olan kişi ilk olarak beraberliklerinin mükemmel olduğu algısını yaratıp hayran olma safhasına getirmekte ve ikinci aşama olan en zor evrelerden biri, yani değersizleştirme evresinde ise hayranlık duyulan kişi sorunlu, ideal olmayan ve hiçbir şeyi beceremeyen bir kişiye dönüştürülmektedir. Son aşamada yani gözden çıkarma safhasında ise bu psikolojik şiddete maruz kalan kişi terk edilir. Bu olaya maruz kalan kişiler ise olanlardan habersiz sık sık kendilerini affettirmeye ve özür dilemeye başlamaktadır.
Manipülasyon ve Gaslighting
Manipülasyon genellikle, bir başkasının davranışlarını ve hayat görüşlerini etkileme amacı ile doğrudan ve dolaylı bir şekilde yapılan tehdit çevresi etrafında dönmektedir. İnsanların kendi bilgilerini veya istemedikleri halde sırf karşısında ki insanı etkilemek için sabit bilgileri değiştirerek ya da ekleyip çıkartarak karşı tarafa aktarmasıdır.
Gaslighting ise tehditleri kullanır ve kişinin davranışını değiştirme odaklıdır. Kişinin fikirlerini en önemlisi de kendisini değiştirmek maksadı ile psikolojik şiddet uygulamaktır.
Manipülasyon ve Gaslighting’in ortak özellikleri ise ikisi de özgüveninizi ve özsaygınızı aşağı çekmektedir. Ancak Gaslighting etkili olduğunda daha çok zarar verici olmaktadır. Bireyin kendine ve gerçeklik duygusuna olan güvenini altüst etmektedir.
Gaslighting’e maruz kalan kişiler genellikle delirdiğini düşünürler ve kendilerini sorgulamaktan ağır depresyona kadar gidebilirler. Bu psikolojik şiddet en yakınlarınız tarafından yapıldığında bunu anlamak oldukça güç olmaktadır. Birçok örneği olan bu şiddetin mağdurları, bu olayı ancak o kişilerden uzaklaştığında veya gizli bir kamera ile gerçeği anlamaktadır.
Gaslighting uygulayan kişiler, karşı tarafı sürekli manipüle etmektedirler. Yaşanan bir olayı hiç yaşanmamış gibi iddialarda bulunurlar, söylenmemiş bir şeyi söylemiş gibi ciddi inandırma çabası içine girerler, eşyaların yerlerini değiştirerek algıda yanılma yapıp o eşyaları her zamanki yerlerinden alırlar ve siz fark etmeden geri eski yerine koyarlar, karşıda ki kişiye ise gözünün önündekini görmüyorsun gibi hitaplarda bulunurlar. Daha sonra bireyin delirdiğini, aklını sorgulaması gerektiğini dile getirirler. Peki neden böyle bir şey yapıyorlar? Genellikle partnerini kendine bağlı bırakmak, sosyal ilişkilerinden soyutlamak ve kendine bağımlı hale getirmek için yapmaktadırlar.
Örneğin:Gaslighting’e kasıtlı bir şekilde maruz kalan bir kişi olayını şöyle anlatmadır.
“Eve geldiğimde anahtarımı her zaman aynı yere koyarım, sabah ise alır çıkarım. Fakat ara ara anahtarımı bıraktığım yerde bulamayıp eşime sorduğumda aynı yerdedir cevabını alıyordum. Daha sonra evi ararken işte burada deyip anahtarımı her zaman bıraktığım yerde olduğunu ve benim onu görmediğimi söylüyordu. Veya her zaman başucumda duran bir kitabı başka yerde buluyordum ve eşimden sen sabah oraya bıraktın cevabını alıyordum. Kafayı mı yiyorum yoksa? Neden nereye ne koyduğumu unutuyorum? Neden unutuyorum ya da bulamıyorum? Eşimden ise hep aynı sözleri duyuyorum ‘sen iyice kafayı yedin, ne yaptığını bile bilmiyorsun…’ Ne yapacağımı bilmediğimden arkadaşlarıma durumu anlattım ve sana Gaslighting uygulanıyor olabilir cevabını aldım, şok oldum. Bu nedenle eve gizli kamera yerleştirdim. Dedikleri gibi tam da bu olay uygulanıyormuş bana. Eşim evdeki eşyaların yerlerini değiştirip bana deli muamelesi yapıyormuş…”
Peki ya size de uygulanıyor ve siz bunun farkında değilseniz? Delirdiğinizi düşünmeden önce mutlaka kendinize şu soruları sormalısınız.
Kendinizi hep özür dileyen taraf olarak mı buluyorsunuz?
Kavga çıkmasın diye susuyor musunuz, doğrularınızı savunamıyor musunuz, savaşacak gücü ve tartışacak enerjiyi kendinizde bulamıyor musunuz?
Karşınızda ki kişi sizi sürekli azarlıyor ve aşağılıyorsa, sürekli yüksek ses tonuyla kavga ediyor ve siz onu uyardığınızda inkar ediyor sizin abarttığınızı, çok hassas ve duygusal olduğunuzu mu dile getiriyor?
Size kötü davranıyor ve bunun sebebinin siz olduğunu söyleyerek sizi mi suçluyor?
Sürekli size abarttığınızı, paranoyak olduğunuzu ve senaryolar yazdığınızı mı söylüyor?
Evdeki eşyaların yeri değiştiğinde ve bunu sizin yapmadığınız halde siz yapmış gibi mi davranıyor ya da kolay bulunacak eşyaları bulamadığınız da size getirip gözünün önündekini göremedin mi diyor, bu durum sürekli mi yaşanıyor?
Her suç sizde gibi mi davranılıyor veya siz öyle mi hissediyorsunuz?
Öz güveniniz gayet yerindeyken bir anda gerileme mi yaşadı?
Onsuz bir şey yapmayacak hale mi geldiniz?
Her zaman şüphe içinde ve huzursuz mu yaşıyorsunuz?
Bunlar ne yazık ki Gaslighting’e maruz kaldığınızın belirtileridir. Fark edilmediği sürece ağır bir psikolojik sorun haline gelmektedir ve sonucu ağır depresyonla devam etmektedir. Şüpheci ve huzursuzluk içinde bir yaşama yol açmaktadır. Size iyi gelmeyen ve sizi olduğunuzun dışında bir insan yapmaya çalışan insanların karşısında tutumunuzu korumalısınız.
Her ne olursa olsun her zaman size faydalı olan insanları hayatınızda tutmalı ve sizin kendinize olan güveninizi ve saygınızı kaybettirmeyecek insanlarla bir arada olmalısınız. Unutmayın ki psikolojik şiddetler fark edilmez ve ciddiye alınmaz. Bu yüzden en çok kendinize güvenin ve hiçbir zaman size iyi gelmeyen insanların yanında kalmayın.
Büyülü dizelerin mucidi, ardında Türk edebiyatına büyük bir miras bırakan: Ludwig Karl Friedrich Detroit, (Diğer adıyla Mehmet Ali Paşa) 19 Kasım 1827 yılında Almanya’nın Magdeburg şehrinde dünyaya gelir. Ailesi Huguenot, yani Fransa’daki katliamlardan kaçan Protestan bir ailedir. Küçük yaşta annesini kaybeden Karl, fakir bir müzisyen olan babası tarafından yetimhaneye verilir. Karl, 12 yaşına geldiğinde bir gece yarısı yetimhaneden kaçarak büyük bir liman kenti olan Hamburg’a gider ve bir gemide miço olarak işe başlar. Karl Detroit, işe alışmaya başladığı gemiyle bütün Akdeniz’i dolaşarak, İstanbul’a gider…
Marmara denizinden boğaza giren gemi demirlediğinde Boğaz’ın soğuk suyunu aldırmadan atlar ve Kızkulesi’ne doğru yüzmeye başlar. Onu kurtaran kule bekçisine bir daha gemiye dönmek istemediğini dile getirir. Kızkulesi’ne sığınan çocuğu Sadrazam Âli Paşa’nın huzuruna götürürler. Sadrazamın “Almanya’dan neden kaçtın” sorusuna; “Orada dayak vardı, ondan bıktım ve kaçtım” diye cevap verir Karl. “Peki ya neden Akdeniz’in onca yeri değil de İstanbul’da atladın denize evladım?” diye sorar sadrazam. Karl Detroit, Kızkulesi’ni gösterir ve “Ben o kuleyi çok sevdim” diye cevap verir… İşte böyle başlar; bir şairin kalbine akseden aşk fırtınaları…
Küçük çocuğun kaybolduğundan haberdar olan Almanlar, Karl’ı ülkesine geri isterler. Bu hadise; Almanya ve Osmanlı arasında ufak bir diplomatik soruna sebep olur. Meseleyi çözmekse Sadrazam Ali Paşa’ya düşer. Sadrazamın himayesine giren Karl Detroit, evvela İslam dinini kabul edip Mehmet Ali ismini alır. 1846’da Harbiye’de öğrenim görmeye başlar ve 1853’te teğmen olarak Osmanlı ordusundaki görevinin başına geçer. Kırım Savaşı’nda Ömer Paşa’nın yaverliğini yapar ve savaş sonunda yüzbaşı olur…
Berlin Antlaşması’nın Hıristiyan cemaatlere tanıdığı haklar yüzünden yobaz çevreler, halkı Mehmet Ali Paşa’ya karşı kışkırtır. Paşa, halkı yatıştırmak için Arnavutluk’a gönderilir, fakat gericilerin “Sizi gavura sattı” kışkırtması etkili olduğu için Kosova’nın Gjakova kasabasında canice linç edilerek hayatına son verilir…
Magdeburg’da Yayımlanan Şiire 40 Yıl Sonra Verilen Cevap
Mehmet Ali Paşa’nın şehit düşmesinin ardından, Yeni Zelanda’da bir gazetede Mehmet Ali Paşa’nın hayat hikayesini ve ölümünü anlatan bir makale yayımlanır. Berlin Kongresi sırasında durumunun ve karakterlerinin orijinalliğiyle delegeler arasında ilgi çektiği yazar. Makalede Mehmet Ali Paşa’nın kendi yazdığı “Eriha’nın Gülü” adlı şiirini kongre sırasında okuduğu ve sınır görüşmelerinin gecikmesine neden olduğu da anlatılır.
Eriha’nın Gülü
Sevgilim, bir gün kırılır da kalbim Çarpamazsa artık senin için, Sarmaşık örülü koyu serviler Yükselirse göğe mezarımdan.
Öylece uzanıp beklerim ben Koymalarını seni de toprağa, Çürümüş kemiklerime o zaman Ta derinlerde yine can gelir.
Ve getirdikçe esintisi rüzgârın Bir avuç toprağı bana mezarından, Kalbimin küllerinden yukarıya Usulca bir ağıt yükselir.
Alman heyetinden Prens Hohenlohe de anılarında Mehmet Ali Paşa’nın bir görüşme sırasında aile hayatıyla ilgili anekdotlar anlattığını, şiirlerini okuduğunu yazar; “Eriha’nın Gülü” adlı şiirinin de oldukça başarılı olduğunu belirtir.
Şiirin adı Almanca kaynakta “The Rose von Jerichow”, İngilizce kaynakta “The Rose of Jericho” olarak geçiyor. Türkçede bu bitkiye Eriha’nın veya Erika’nın gülü denildiği gibi Fatma Ana veya Meryem Ana eli de denmektedir. Bu çöl bitkisi susuz kaldığı zaman yapraklarını kapatıp yuvarlak, kuru bir ot görüntüsü alır. Aradan yıllar geçse de suyu bulduğunda yaprakları yeşerir ve hayata döner. Bu özelliğinden dolayı dolayı İsa Peygamber’in dirilişine atfen “yeniden diriliş” bitkisi de denir…
Aradan kırk yıl geçer… Rastlantı kelimesinin açıklamaktan aciz kalacağı bir durum gerçekleşir. Mehmet Ali Paşa’nın şiiri yeniden can bulur; kızının torunu “Nazım Hikmet” tarafından… Mısraların arasında dolaşırken tam da büyük dedenin kalemini eline almış gibi dökülür tüm sözcükler:
Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar Mı?
Bir inilti duydum serviliklerde, Dedim ki: “Burada da ağlayan var mı? Yoksa tek başına bu kuytu yerde Eski bir sevgiyi anan rüzgâr mı?”
Hayata inerken siyah örtüler, Umardım ki artık ölenler güler, Yoksa hayatında sevmiş ölüler Hâlâ servilerde ağlıyorlar mı?
Mehmet Ali Paşa’nın kırk yıl önce yazdığı “Eriha’nın Gülü” yeni bir sayfada can bulur ve Nazım Hikmet gibi mühim bir şahsiyetin henüz 16 yaşında iken eline kalem almasına vesile olur…
Oscar Wilde’nin tek romanı:Dorian Gray’in Portresi
Oscar Wilde sanat hakkındaki görüşünü Lord Henry’nin ağzından ”Sanatçı güzel şeyler yaratmalıdır ancak onlara kendi yaşantısından bir şeyler katmamalıdır.” şeklinde belirtmiş olmasına rağmen neredeyse oluşturduğu her karaktere kendinden bir şeyler katmış sanki.
Hatta karakterlerden ”Basil Hallward ben olduğumu sandığım kişidir.Lord Henry dünyanın ben olduğumu sandığı kişidir.Dorian ise benim olmak istediğim kişidir belki başka bir çağda…” diye bahsediyor.
Kitaptan birazcık bahsedecek olursak;
Dorian gençliği ve güzelliğiyle insanları büyüleyen bir genç adam.Ressam Basil’in gözünde tapılacak kadar güzel ve bağımsız sanatını zapt edebilecek kadar güçlü.Basil onun için ”Yalın ve güzel bir tabiatı var.” diyor.Basil’in hissettikleri ve düşünceleri beni Dorian’ı gözümde canlandırmaya çok kez sürükledi.Ama asla bir yerde duramadım.
Kitapta Dorian güzelliğini Basil’in portresiyle fark etmiş gibi görünüyor.Ama kesin bir ifade olmadığı için ben zaten farkında olduğunu düşünüyorum.Çok genç ve her konuda çocuksu bir kibre sahip olan Dorian tabloyu gördüğünde büyüleniyor.Ve yaşlandığında bu güzelliğini kaybedeceği için tabloyu kıskanıyor.
Ve bir dilekte bulunuyor. ”Kendisi hep genç kalsın yaşlanan portresi olsun.Kendi güzelliği hiç lekelenmese tablodaki yüzü tüm tutku ve günahlarının yükünü üstlense…
Dorian’ın dileği gerçekleşecektir.Yıllar ilerledikçe Dorian her türlü hazza yelken açmış,kötülük ve günahlarla yüklü bir hayat sürdürmüş ama fiziksel açıdan hiç değişmemiştir.Buna karşılık portresi her geçen yıl yaşlanır ve her günahla biraz daha çirkinleşir.
Öyle bir an gelir ki tablo çirkin bir şeytanın portresine dönüşür.Lanetten kurtalmasının tek yolu onu etmektir..
Birçok duyguyu içinde barındıran fantastik olaylarla kurulu romanda altı çizilecek onlarca cümle var.
”Bir etki yarattınız mı düşman kazandınız demektir.Sevilmek için sıradan biri olmak gerek.
Her birimiz cenneti de cehennemi de içimizde taşıyoruz.
+Bu gece günceme yazacağım. -Neyi? +Ateşten eli yanan çocuğun ateşi sevdiğini.
-Sahiden kötü bir etkiniz mi var,Lord Henry? Basil’in söylediği kadar kötü bir etki mi? +İyi etki diye bir şey yoktur,Bay Gray.Her etki ahlaka aykırıdır;bilimsel bir bakış açısıyla ahlaka aykırıdır. -Neden? +Çünkü bir insanı etkilemek ona kendi ruhunu vermektir.O,artık kendi doğal düşünceleri ile düşünemez ya da kendi doğal tutkuları ile yanmaz. Erdemleri onun için gerçek değildir artık.Günahları,eğer günah diye bir şey varsa,ödünç alınmıştır.Başka birinin müziğinin yankısına ona yazılmamış bir rolün oyuncusuna dönüşürler.
Bir kişiliği mahvetmek istiyorsan tek yapacağın iş onu düzeltmeye çalışmaktır.
Bana sorarsan kadınların bizden istedikleri şey başlangıçta bize vermiş oldukları şeylerdir,diye yanıtladı.Onlar bizim benliğimizde sevgi yaratıyorlar.Bunu bizden istemeye hakları var.
Keşke aşık olabilseydim,dedi Dorian Gray sesinde derin bir acıyla.Ama tutkuyu yitirmiş,arzuyu unutmuş gibiyim.kendime fazla dönüğüm.Kendi kişiliğim benim için bir yük haline geldi.Kaçmak,uzaklara gitmek,unutmak istiyorum.
İnsanoğlu kendini fazla ciddiye alıyor.İnsanlık tarihinde işlenen ilk günah budur.Mağara insanı gülmeyi bilseydi,tarih çok farklı gelişirdi.”
Malum yılbaşı hazırlıklarına başladık. Yılın en hareketli, en umut dolu, en yeniliklere açık zamanındayız. Bir yılı bitirirken neleri geride bıraktık, hangi özel günlere şahitlik ettik, sağlık randevularımız ne zamandı?, bir sonraki kontrol tarihimiz ne? sevdiklerimizin unutulmaması gereken özel günleri ne zaman? gibi soruların fizibilitesini yapabilmemiz için ajandalar büyük kurtarıcılardır. ‘Söz uçar, yazı kalır’ atasözünün de dediği gibi, hem mevcut yılımızı, aylarımızı, haftalarımızı planlayabilmek adına, hem de hatıralarımızı unutmamak adına notlar almaya bayılıyorum. Bu zamana kadar tutmuş olduğum defterlerin sayısını unuttum. Ciltli, kapaklı hazır ajandalar senenin bu zamanlarında gerçekten pahalı oluyor. Haydı karıştır dolapları. Hiç kullanmadığın boş defterlerin mutlaka vardır. İşte sizlere maliyetsiz, kapağından sayfalarına kadar sizin tasarlayacağınız ajandanızı oluşturabilmeniz için ufak tavsiyeler.
Resmi Tatiller
Dinlenmek, tatile çıkmak, kendimize zaman ayırmak hepimizin hakkı. Önceden plan yapmak her zaman avantaj sağlar. Resmi tatilleri internet sitelerinden edinmek çok kolay. Sayfanızın birini resmi tatillere, sınav tarihlerinize, izinlerinize göre ayarlamak işinize yarayacaktır.
Hatırlatıcılar
Hatırlatıcılara hastane randevularını, sınav takvimini, kullandığın ilaçları, yenilemen gereken sigortlarını, son ödeme tarihine göre faturalarını yazabilirsin. Kafamız çok meşgul, unutmayalım değil mi?
Doğum Günleri Ve Özel Günler
Kim istemez ki özel günlerinde hatırlanmayı? Doğum günü unutan bir sevgili ya da arkadaş olmak istemiyorsanız, hatta yeğen, evlat, öğrenci… Yazın doğum günlerini ay sırasına göre. Ve sevdiklerinizi mutlu edin.
Ayları Ve Haftaları Kendine Göre Tasarla
Her ay sana ne anımsatıyorsa, her ayda hangi renkleri seviyorsan al boya kalemlerini eline tasarla boş sayfanı.
Takvimden faydalanıp, ayın 1.gününden itibaren gün cetveli oluşturabilirsin. Böylelikle her ay yapacaklarını planlaman çok keyifli olacak.
Bugün, Manisa’da yer alan “Ağlayan Kaya”nın o iç acıtan hikâyesini sizlere anlatmaya çalışacağım. Bu hikâye, bir annenin, gözlerinin önünde çocuklarının öldürülmesinin hikâyesidir.
Bu hikâyedeki anne Niobe’dir. Niobe, Yarı Tanrı olan Tantalos’un kızıdır. Onun çocukluğu hepimizin de ismine aşina olduğumuz Hera ile birlikte geçmiştir. Evlilik çağına geldiği zaman Thebai Kralı olan Amphion ile evlenir. Yedisi kız, yedisi de erkek olmak üzere on dört tane çocukları olur. Niobe, bu kadar çok çocuğunun olması ile gururlanır ve Hera’nın sadece iki çocuğu olduğu için onu küçümser. Kendisini ondan üstün görür.
Hera, Niobe’nin kendisini küçümsemesine çok sinirlenir ve çocuklarına Niobe’yi cezalandırmalarını ve onun çocuklarını öldürmelerini söyler. Artemis ve Apollon oklarıyla Niobe’nin gözleri önünde çocuklarını öldürür. Çocuklarının cesetleri başında günlerce ağlar. Onlardan hiç ayrılmaz. Zeus, Niobe’nin bu içler acısı haline acır ve onun acısını dindirmek için onu ağladığı yerde bir taş haline getirir. Bu da Manisa’da bulunan “Ağlayan Kaya”dır.
Almanya’da Leipzig Üniversitesi’nde fizyolog ve felsefeci olan Wilhelm Wundt tarafından ilk psikoloji laboratuvarı 1879′ da resmen kurulmuştur ve bu ekole göre psikoloji; insan zihninin yapısını ve öğelerini incelemelidir. İnsan düşüncesinin temel birimlerini anlamlandırıp saptayabilmek için, onu oluşturan temel elementleri saptamaya çalışılmıştır başka bir deyişle duyusal uyarıcılarımızdan anlamlı kalıplar yaratma sürecini incelemiştir. Örneğin bir muza baktığımızda hemen düşündüğümüz şey, “işte bir meyve, soyulup yenilecek bir şey” dir. Oysa Wundt’a göre gördüğümüz şey yalnızca uzun, sarı bir şeydir bize soyulup yenilecek bilgisini veren düşünce de yalnızca geçmiş deneyimlerimizden çıkardığımız sonuçlardır.
Wilhelm Wundt
Wundt’un çalışmaları yapısalcılık alanında önemli olsa da bu alanda asıl önemli kişi Edward Titchener’dır. Wundt ile çalıştıktan sonra Leipzig’den ayrılıp yeni bir bilim dalı olan psikolojinin adını tüm dünyaya duyurmuştur. ABD’de kendi laboratuvarını açan Titchener’e göre psikoloji bilincin bilimidir; yani örneğin fizik bilimine bu bilimi yapan gözlemcinin katılmış hâlidir. Fizikte bir kilometre veya bir saat kesin doğrulukta bir ölçümdür. Oysa bu durum o gözlemciye göre sanki bir kilometre bin kilometreymiş ve bir saat birkaç saniyeymiş gibi gelebilir. Titchener’e göre psikoloji bu tip deneyimlerimizin incelemesidir. Biz bir muza baktığımızda o an hissettiğimiz şey onu görüp sevmemiz ve zihnimizde daha önceden gördüğümüz diğer muz görüntüleri ile birleştirmemizdir.Titchener’e göre en karmaşık duygu ve düşünceler bile bu basit öğelere indirgenebilir ve psikologların görevi ise bu öğeleri belirleyip nasıl bir araya geldiklerini göstermektir. Deneyimlerin temel birimlerini ve nasıl birleşip bir araya geldiklerini öne çıkaran bu ekole yapısalcılık denir.
Ve kitap kağıdının tutuşup yandığı sıcaklıkla başladı her şey. İnsanoğlu düşünmemeyi seçti, kitaplara düşman oldular. Ve biraz düşünedursunlar korku ile vazgeçmeyi tercih ettiler. Konforlarını bozmamak adına tabii. Ray Bradbury’n distopya türündeki çarpıcı eseriydi Fahrenheit 451.
Hikayemizin kahramanı Guy Montag isminde sıradan bir itfaiyeci. Yazarın bu dünyasında itfaiyeciler yangınları söndürme görevinde değillerdi, tek görevleri kitapları yakmaktı. Evet kurtarıcılıktan ziyade infaz memurlarıydı itfaiyeciler. Kitap bir tehlikeydi, düşünmeydi ve yok edilmeliydi. Bay Montag’ın tam olarak yaptığı da buydu, kitapları yakmaktı ve bu işi on yıldır azimle yapmaktaydı. Bir gün Bay Montag komşularının 17 yaşındaki kızları Clarisse ile tanışır ve dünyası değişir. Adeta yıkıma uğrar. Sıradan, sorgulamadığı hayatını sorgulamayı öğrenir bu genç kızdan! Clarisse Montag’ın ufkunu açmayı başarır. Mutlu olmak ya da olmamak, temeldeki sorun budur. Herkes gibi Montag da bu sorudan bu vakte kadar kaçmıştır. Rahat bir şekilde yaşamak varken neden düşünmek isterdi ki insan? Yaşadığı dünyayı anlamlandırmak içindi elbette. Montag da bu soruyu kendine sorarken aynı zamanda çevresini tahlil etmeye başladı. Eşi Mildred Morgan, 10 yıldır yaptığı işini ve çavuşu Beatty ve diğer arkadaşlarını iç dünyasında sorgular ve duygularına yenik düşerek de açıkça sorgulamaya başlar. Yaşamın öyle de tozpembe olmadığını fark etmiştir, fark etmiştir ve artık geri dönülmez bir yola girmiştir. Rahatı çoktan kaçmıştır, mücadele ruhu ile kitaplara tutunmak ister, tabii kurgu bu ya ne mümkündür. Ve hayatı birkaç gün içerisinde karmaşık hale bürünür. Övgü ile anılırken hainlikle suçlanır, infazına karar verilir. Barınamayacağı bu dünyasından kaçmayı dener ve başarır da. Aslında yanlışları doğruları ile yer değiştirmiştir, ya da bu yozlaşan yaşam tarzının doğruları ile kabul edilen yanlışları.
Birçok okuyucu ve eleştirmen Bradbury’n dönemin baskıcı rejimini eleştirdiğini ifade etse de aslında romanının yanlış yorumlandığına, televizyonun hayatımıza girmesi ile, kitaplara ve edebiyata olan ilginin azalmasını eleştirmek amacıyla yazdığını bir söyleşide dile getirmiştir. Eserde suçluların devlet olmayıp, halkın olduğunu savunmaktadır. Aslına bakılırsa eseri okuduğumda benim de düşüncem rejimi eleştirdiği yönündeydi. Eserin son sözünde böyle bir aydınlanma yaşadım. Çağımızda da büyük bir sorun olan TV izleme oranının yüksekliği, yanında da sosyal medya-internet bağımlılığı ve kitap okuma oranımızın git gide düşmesi Ray Bradbury’n isyanını aklar nitelikte. Aslında beynimiz dile gelebilseydi, bize ne demek isterdi diye sorsak fena olmazdı sanırım. Hem okurken, hem de okuduktan sonra düşündüren ve eskimeyen bir eser. Okumanız dileğiyle.
Terk ettiklerimin aksine kahkahalar armağan ediyorsun bana.
Yağmur sonrası gökyüzü gibi apaçık yüreğim. Isıtamadıklarımı başka parmaklar arasına bıraktım, belki de parmaklıklar arkasına…
Gözlerimin arasında incecik sızlıyor özlemim, Bir “Akşam Şairi” dökülüyor dudaklarımdan.
Sahi ya penceremde saksılar biriktiriyorum, gelirsin de bana açacak çiçeklerimin tohumlarını getirirsin diye. Ama ancak acının fideleri alışıyor toprağıma.
Alışmak zor değil de kabulleniş üşütüyor parmak uçlarımı.
Bu uzakta kalışların deliyor sessiz gecemin çığlıklarını, Bir değil, iki değil bu uzakta bırakışların. “Gelme” desen yakmazdı bu kadar ruhumu, Sen “Görmüyorsun” Göremiyorsun… Ben ise “Gelemiyorum”
Bugün ne yazık ki hepimiz kötü bir haberle gözlerimizi açtık. Ceren Özdemir… Daha 20 yaşında gencecik bir kız çocuğu. Belki de tüm kalbiyle severek yaptığı tek şey baleydi. O, gelip kalbini ortadan ikiye ayırıncaya dek…
20 yaşındaki o gencecik kız çocuğu evinin önünde kalbini ortadan ikiye ayıran bir bıçak darbesiyle ne yazık ki bu hayata gözlerini yumdu. Tüm hayalleri, belki de bu dünyanın hâlâ iyi bir yer olabileceğine dair umutları o bıçak darbesiyle öldü. Onun katili sadece bedenen onu öldürmedi. Onun hayallerini, umutlarını, sevinçlerini ve beklentilerini de öldürdü.
Kaç kişi daha eksileceğiz bu dünyadan? Kaç kişi daha canımıza kıyacak? Daha kaç gece daha korkuyla koşarak bir an önce eve gitmek için acele edeceğiz? Gerçekten bir gün rahat bir nefes alabilecek miyiz? Her an ölümün o nefesini ensemizde hissetmekten kurtulabilecek miyiz? Bu soruları sormadığımız gün artık bu insanlığa dair bir umudum olacak.
Ortaya çıkan veriler ne yazık ki hiç iç açıcı değil. Sadece bu yıl kasım ayında 39 kadın öldürüldü. 39 Kadın. Buna inanabiliyor musunuz? 39 can, 39 umut, 39 hayal öldürüldü. Bu kadınların canlarını alan kişilerin %28’i evli olduğu erkek, %10 oranında baba ve birlikte olduğu erkekler, %8 oranında akraba veya tanıdıkları, %5’i boşandığı erkek ve oğlu, %3’ü ayrıldığı erkek ve kardeşi. Hepsi canım, kanım, en yakınım dediği kişiler. Sevgi öldürür mü hiç? Sevgi, yeniden doğurur, öldürmez. Bir çiçek solmak üzereyken ona sevgi gösterdiğinizde, biraz su verdiğinizde hemen yeniden canlanmaya başlar. Bir hayvana azıcık sevgi gösterip, onun yaralarını iyileştirdiğinizde o size verdiğiniz sevginin bin katını verir. Hep suçu kadınlarda arıyorsunuz ya, peki siz onlara sevgi gösteriyor musunuz? Onların yaralarını sarıp, düştükleri yerden kaldırıyor musunuz?
Öldürülme sebeplerine baktığımızda artık pes diyecek duruma geliyoruz. Niye bu 39 melek öldürüldü biliyor musunuz? Boşanmak istedikleri için, barışmak istemedikleri için, arkadaşlık isteklerini reddettikleri için, tabii bir de daha şüpheli ölüm ve ölüm sebepleri tespit edilememiş olanlarda var. Bu güzel melekler sadece “hayır” dedikleri için öldürüldüler. Sadece “hayır” dedikleri için.
Sosin Küçükgüven
Sosin Küçükgüven, Yalova’dan, Bursa’da Jandarma Uzman Çavuş olarak görev yapan erkek arkadaşını ziyarete gitmişti. O ziyarete gittiği erkek arkadaşı kıskançlık yüzünden onu silahla öldürdü.
Seda Kurt
Seda Kurt, dini nikahlı eşi tarafından 2 çocuğunun gözleri önünde acımasızca öldürüldü.
Zehra Özkan
Kuzeni, Zehra Özkan’ı 14 yerinden bıçaklayarak öldürdü. Ardından da Zehra’nın ağzından şöyle bir mektup yazdı: “Ben iyiyim. Beni merak etmeyin. Köyde adım çıktığı için ve herkes beni konuştuğu için oradan uzaklaştım. Birini buldum, onunla evleneceğim.”
Güleda Cankel
Güleda Cankel, ayrılmak istediği erkek arkadaşı tarafından önce boğazı sıkılıp, kabloyla boğulduktan sonra kalbinden bıçaklanarak öldürüldü. Daha 19 yaşında gencecik bir kızdı. Bu da yetmezmiş gibi katili sosyal medyada: “Bitti, canınız istediği zaman ölmeyeceksiniz.” ifadeleri içeren bir yazı yazıp tarih ve saati ekledi.
Biz artık bir erkeğin arzusunun nesnesi olmak istemiyoruz. Neşet Ertaş’ın dediği gibi “Kadınlar insandır, erkekler insanoğlu.” Sizleri de bu dünyaya getiren, büyüten, kendisi yemeyip size yediren, kendisi giymeyip size giydiren bir kadın. Sizleri bu yaşa binbir emekle getiren annelerinizi nasıl öldürebiliyorsunuz? Peki birini seviyorum deyip nasıl öldürebiliyorsunuz? Sevgi bu mu? Hayır. Sevgi, emektir. Sevgi fedakârlıktır. O seni sevmese bile ona karşı duyduğun saygıdır sevgi.
Bir erkek çocuğunuz olduğunda ona kadınlara değer vermenin ne kadar güzel bir şey olduğunu ve kadınların sadece erkeklerin arzusunun nesnesi olmadığını öğretin.
Marvel Evreni’nde Scarlett Johansson tarafından canlandırılan Black Widow’un ilk kendine has filmi Mayıs 2020’de vizyona girecek. 3 Aralık sabahı ise filmin ilk fragmanı yayınlandı!
Marvel Evreni’ne Iron Man 2 filmi ile giriş yapan Natasha Romanoff bir casustur. Yenilmezler’e (Avengers) katıldıktan sonra ailesini bulduğuna inanan Black Widow’un (Karadul) bu filmde ailesini ve geçmişi göreceğiz. Film Rusya, Hırvatistan, Belarus ve Macaristan’da geçecek.
Seni gören inanır Tanrıya, Seni, Gören güzelliğini, İnanır meleklere. Bir Seni, Bir de bilen gökyüzünü. Anlatmak isterdim Sana o güzel yüzünü… Ne desem boş, Ne desem anlamsız. Nasıl anlatır ki imanı bir Allah’sız. Ölümden korktuğum kadar severim Seni Gerisi boş, Gerisi anlamsız.
Tam adı Grigori Yefimovich Rasputin. 1869’da Ural Dağlarının yakınındaki Pokrovskoye köyünde toprak zengini bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelir. Küçük yaşlarda kaybettiği iki kardeşinin ölümü onu derinden etkiler. Rasputin’in mistik havası küçük yaşlarda kendisini gösterir. Babasının çiftliğinde çalınan bir atın hırsızını görmemesine rağmen hırsızın adını babasına söyleyen Rasputin, hırsızın suçunu itiraf etmesi sonucu tüm gözleri üstüne çekmiştir. Çünkü hırsız Rasputin’in ismini verdiği kişidir.
Rasputin yaşadığı köyde pek sevilmezdi. Yaptığı hırsızlıklar ve kadınlara olan düşkünlüğü onun köyden kovulmasına yol açtı. En son yaptığı bir hırsızlık suçundan dolayı köy yargıcı tarafından köyden uzaklaşması için hacca yollandı. Bu ceza Rasputin’in yaşamında bir dönüm noktası oldu. Okuma yazması olmayan bu uzun boylu genç yol üzerinde gördüğü çoğu manastır ve kiliseye giderek çeşitli eğitimler almıştır. Değişik dini tarikatlara da giren Rasputin hiçbirinden etkilenmeyerek öğrendiklerini kendi benliğinde eritip kendine özgü dini bir yaklaşım belirlemiştir.
Uzun yolculuklar sonrası Rasputin’in yolu dönemin Rusya’sının merkezi olan St. Petersburg’a düşer. 1905 yılında düzenlenen bir dini toplantıda verdiği vaaz tüm dini çevreleri etkiler. Bu vaazdan sonra St. Petersburg’da hızla bir üne kavuşan Rasputin yüksek sosyete içerisinde ki yerini de alır. Gözlerindeki o etkileyici bakışlar baktığı kişiyi adeta hipnotize etmektedir. Rasputin’in en büyük düşkünlüğü kadınlardır. Tanındığı çevrelerde adeta bir seks makinesi olarak nitelendirilen Rasputin, St. Petersburg’da kadınlardan oluşan bir tarikat da kurmuştur. Rasputin’in cinsel organı ölümünden sonra incelenmek üzere kesilmiştir ve bir kavanozda saklanmaktadır.
Rasputin’in Kraliyet Sarayına girmesi de uzun sürmedi. Ünü hızla yayılan Rasputin Çar II.Nikolay’ın en küçük çocuğu ve tahtın veliahtı olan Aleksey’in hemofili hastalığına yakalanması sonucu sarayda bulur kendisini. Aleksey’in acılarını dindiren Rasputin, Çar Nikolay ve Çariçe Aleksandrova’nın sadık birer dostu oldu. Kraliyet Sarayında sözü dinlenir olan Rasputin Çar Nikolayı da etkisi altına almaya başlar. Bu dönemde devrim ayaklanması ve Japonya ile girilen savaşla uğraşan Çarlık son demlerini yaşamaktadır. Çariçe Aleksandrova’nın Rasputin’e yazdığı aşk mektuplarının dışarıya sızması sonucu Rasputin tüm okları üzerine çevirir. Fakar Çar Nikolay ve veliaht Aleksey Rasputin’e muhtaçtır.
Siyasi kararlara iyice karışmaya başlayan Rasputin Alman yanlısı olmasının yanı sıra Rusya’nın Dünya Savaşı’ndan bir an önce çekilmesi gerektiğini ve devrimin her an gerçekleşebileceğini ön görmesi İngilizleri rahatsız etti. Yüzyıllardır İngilizlerin kullandığı ajan ile suikast yöntemi Rasputin için de devreye girer. İngiltere, Çar’ın yeğeniyle evli olan Prens Yusupov ile işbirliği yapar. Prens, 30 Aralık 1916 tarihinde St. Petersburg’daki sarayında verdiği bir davete Rasputin’i de çağırır. Davetten önce Rasputin’i özel bir oda da ağırlayan Prens, Rasputin’e birbirinden farklı ikramlarda bulunur. Bu ikramlar siyanürlü ikramlardır. Rasputin’e bir şey olmadığını fark eden prens telaşla yan odada bulunan İngiliz ajandan yardım ister. Ajandan silah alan Prens odaya girer girmez Rasputin’e iki al ateş eder. Rasputin’in öldüğünden emin olan Prens yukarı çıkar ve diğer işbirlikçileri çağırır. Odaya tekrar döndüklerinde Rasputin’i karşılarında ayakta gören işbirlikçiler şaşkınlıktan oldukları yerde dona kalır. Bu boşluğu iyi değerlendiren Rasputin bahçeye doğru kaçar. Üzerlerinde ki şaşkınlığı atan ajanlar Rasputin’in ardı sıra bahçeye doğru koşar. Rasputin tam bahçe duvarından atlarken sırtından vurulur ve yere yıkılır. Rasputin’in cesedini Neva Nehri’ne atarlar. Ceset birkaç gün sonra nehirden çıkarılır; otopsi yapılır. Otopsi raporuna göre Rasputin, kurşunlardan değil ciğerine dolan sudan dolayı boğularak ölmüştür. Rasputin nehirde boğularak ölen kardeşlerinin kaderini yaşar.
“Ben anlatmanın bir yolunu buldum. Yazarak anlatıyorum. İnsanlara pek çok şey anlatılabilirdi. Ben yazarak anlatmayı tercih ettim. “
Fatih Duman; 1987 yılında Sivas’ın Şarkışla ilçesinde doğdu. 2010 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Bir dönem Ürdün Devlet Üniversitesi’nde de öğrencilik yapan Fatih Duman Dokuz Eylül Üniversitesinde Türk- İslam Edebiyatı alanında yüksek lisans yapmaktadır. Birçok gazete ve dergide yazıları yayımlanan Fatih Duman aynı zamanda Moral FM’de radyo programcılığı yapmaktadır.
Ben: Yazmaya ne zaman başladınız? Fatih Duman: 22 yaşındaydım. Yazdım bir dosya, rastgele bütün yayın evlerine ve yayın yönetmenlerine gönderdim. Sadece nesil yayınlarının genel yayın yönetmeni dönüş yaptı. Ben de kitabımı basar mısınız yani dedim. Önümüzdeki ay basacağız dediler. Sonra bastılar, sonra o kitap çok sattı. Ben de niye sattığını anlamadım 🙂 cidden anlamadım ama yani. Ben basılır mı diye hayal ederken bir ay sonra 2.baskısı olur mu dedim 3 ayda 7.baskıyı yaptık. Aslında ben başlamak için tercih etmedim. Sadece ben anlatmanın bir yolunu buldum. Yazarak anlatıyorum. İnsanlara pek çok şey anlatılabilirdi. Ben yazarak anlatmayı tercih ettim. Belki konuşsam bu kadar dinleyenim olmazdı yazıyorum diye dinliyorlar.
Ben: Hayatımda dönüm noktam dediğiniz bir an, bir olay var mı? Fatih Duman: Kitap olarak düşünüyorsam dönüm noktamı ‘Ene’. Ene kitabı benim için bir dönüm noktası. Ama başka bir dönüm noktası nedir diye sorarsan galiba nesil yayınlarına gitttiğimde 25 yaşındaydım işte 3- 4 senelik yazardım yani kitap yazıyordum. O zaman çok sıkıştırmıştım ben genç bir yazarım beni insanlarla tanıştırın gibi şeyler söylerken Nesil yayınlarında Yavuz Bahadıroğlu’nun odası var. Kapısını çalıp içeriye girdim. Bana baktı, sen kimsin dedi. Fatih Duman’ım. Ne istiyorsun dedi, uzun şeyler isteyeceğim içeriye girsem olur mu? dedim. Gir dedi, o günden beri o kapıdan içerdeyim. Galiba bu da bir dönüm noktası benim için. Çünkü çok şey öğrendim.
Ben: Amacınız ne, neden yazıyorsunuz? Fatih Duman: Aslında net bir amacım yok ben derdimi anlatmaya çalışıyorum. Kendimi anlatmaya çalışıyorum. İnsanlar kendilerini anlatmak için türlü türlü yollar seçiyor benim yolum da yazmak.
Ben: Peki sizce anlaşılıyor musunuz? Fatih Duman: Şöyle bir şey duymuştum; bir kerede anlaşılan kitap kolay kitaptır. Kolay yazılan kitap kolay anlaşılır. Demişti birisi bana. Ben de öyle düşünüyorum, anlaşılıyor muyum kısmen evet en azından hissediliyorum. Hissettiğim şeyi anlıyorlar en azından. Yazdığım her şeyi anlamasalar da bu da güzel bir şey benim açımdan. Çünkü ben kimseye bir şey öğretmek istemiyorum. İnsanlara bir şey hissettirmek istiyorum, hissediyorlar da.. Ve bence etkili.
Anlayan birini bulamadığın zaman susmak çok daha manalı ve çok daha faydalı,öyle olmalı.Bir de şu var ki içimizde olan her cümleyi söylemek konuşmak demek değildir… Biraz sükut lazım yani.
Fatih Duman-İkra
Ben: Gençlere bir tavsiyeniz var mı? Fatih Duman: Gençlere net bir şey tavsiye edemem ama ben hayatımda yaptığım bir şeyi söyleyebilirim. Bana şimdiye kadar şunu yapar mısın dedikleri hiçbir şeye yapamam demedim. Deneyip yapamadıklarım oldu o doğru ama yapamam diyerek hiçbir şeyi reddettiğim olmadı. Hayal kuruyorum, hala kuruyorum. Hayal kurduğum şeylere de inanıyorum, inandığım şeyleri de yapmaya çalışıyorum. Yapabildiklerim de var, yapamadıklarım da var ama bence insan hayal ettiği kadardır. Ben de kendi hayallerimin üzerinden bir şeyler yapıyorum. Üç kitabım çıkmadan kendime yazar demeyeceğim dedim. Hiçbir yerde de ilk üç kitabım çıkmadan ’yazar’ yazdırmadım. Ondan sonra da 35 yaşından sonra bu işten para kazanacağım diye inandım. Ha kazanmıyor muyum kazanıyorum ayrı bir şey para için yapmıyorum bunu ama 35 yaşından sonra olacaksa olacak diye düşündüm. Bence hayal etsinler, hayal ettikleri şeye de inansınlar. Yapamam diye düşünmesinler. 20’li yaşlardan küçükken en çok duyduğum cümle ‘yapamazsın’dı. Ama yaptım, ısrarla yapıyorum da.
Ben: Bugüne kadar hep size soruldu siz cevapladınız. Bunu sorsalar da cevaplasam dediğiniz bir soru var mı? Fatih Duman: Keşke ne için, kim için yazıyorsun diye sorsanız.
Ben: Kitabı yazarken sonunu düşünüyor musunuz? Fatih Duman: En önce sonunu yazıyorum. Sonunu yazmadan başına başlamıyorum. Yani sonunu kafamda kurgulamadan başına başlamıyorum. Belki de bu da benim yöntemim. Önce en sonunu bulup sonra onun üzerine yazıyorum. Genellikle kitaplarımda da zaten kitabın sonunda tekrar başına dönüyor. Yani kitabın sonu başı olmuş oluyor.
O kısıtlı sürede ve o kadar kalabalığın içinde sorularımı yanıtlayıp vakit ayırdığı için tekrar teşekkür ederim kendisine..
Bugün bir psikolojik rahatsızlık olan depersonalizasyondan bahsedeceğiz. Depersonalizasyon, kişinin kendine yabancılaşması, kendini dışarıdan üçüncü bir kişi olarak izlemesi durumudur.
“Hissizleşir ve bir rüya içerisindedir.”
Bu rahatsızlıkta, kişiler çevresinde olup bitenlere, kendisiyle ilgili olan herhangi bir şeye, bir duruma tepki göstermez, tepkisiz kalır. Mesela elini sıcak bir sobaya veya sıcak bir cisme dokundurduğunda herhangi bir yanma veya acı hissetmez. O kadar kendinden soyutlanmıştır ki herhangi bir duyguyu artık hissedemez hâle gelir. Kendisinin bir rüya içerisinde olduğunu düşünür. Kendisine yabancılaşır. Artık iç dünyasında ve dış dünyasında yaşadığı her şey başka birine aitmiş gibi gelir ona.
“Beynimiz yoğun depresyon ve anksiyete yüzünden yorgun düşer.”
Genellikle bu durum yoğun bir şekilde yaşanan depresyon ve anksiyete durumlarında ortaya çıkar. Aslında zihnimiz kendini koruma iç güdüsü ile hareket ettiği için bu durum oluşur. Bu yoğun depresyon ve anksiyete yüzünden beynimiz ne yazık ki yorgun düşer ve artık “ben bu şeylerle uğraşmak istemiyorum” diyerek bu can sıkan, kötü hislerden kendini uzaklaştırır. Bu yüzden de artık o yaşanan durum bize ait değil de sanki başkasına ait gibi gelir. Ne yazık ki bu durum kişiyi rahatlatması gerekirken daha çok kendinde bir sorun olduğunu düşündürmeye başlar.
“Tek neden depresyon ve anksiyete değil.”
Bu rahatsızlığın tek nedeni anksiyete ve depresyon değildir. Bunun yanında madde kullanımı, epilepsi ve çeşitli beyinde oluşan rahatsızlıklar bu durumu tetikleyen etkenlerdir.