8.3 C
İstanbul
Perşembe, Mayıs 15, 2025

Dostoyevski’ye Mektup

Saygıdeğer Dostoyevski,


Size ilk defa geçen sene Moskova’daki heykelinizin önünde seslenmiştim. O günden bugüne sizi anlamaya başladıkça size saygım arttı. Sibirya ve Dresden hayatınız, tüm çilelerinize rağmen yazma ve anlatma aşkınız sizi ve sizin gibi kaliteli yazarları örnek alan, yolunuzdan ilerlemek isteyen talebeler için eşsiz birer örnek teşkil ediyor. İnanan ki ilerlemek istediğimiz yolda ilerlememek için her şeye bahane bulabiliriz. Hayal etmek güzel ama çalışmak zor. Hava açıksa insan gezmek, kapalıysa uyumak istiyor. Gece az biraz dinlenmek ya da toplanmayan kafayı dağıtmak istiyor. Hastayken iyileşsem de çalışsam derken iyileşince de sağlığın tadını çıkarayım önce diyor. Sınav haftaları, yolculuklar derken bahaneler sağanak yağmur gibi yağıyor. Sizin hayatlarınızdan aldığımız ilham ise birer demir şemsiye. Bugün evinizi dolaşırken gözlerim doldu. Ruhunuzun hâlâ orada olduğunu hissettim. En zor şartlarda bile siz böyle müthiş eserler vererek insanı insana anlatıp insanın kendini bulmasını sağlamışsınız, var olun. Nasıl oldu da hayat kavgasına boyun eğmeden ve dünyaya varlığınızı kaptırmadan konup, yazıp, göçtünüz anlamaya çalışıyoruz. Kendini bilmeyen başka ne bilebilir ki Sayın Dostoyevski! Ne güzel anlatıyorsunuz bizi bize. Ürettikleriniz tüketiciyi, hayatınız ise yeni üreticileri besliyor. Ruhunuz şad olsun.


Saygı ve sevgiyle


Tüm azim ve hayal sahipleri adına…

Ali Lidar, Alengirli Şiirler

Şair ve şiir severler derneği kurmak istiyorum arkadaşlar. Birbirimize şiirler okuduğumuz, altını çizdiğimiz kitaplarımızı armağan ettiğimiz, şairlerden konuştuğumuz organizasyonlarda buluşmak istiyorum. Bildiklerimizi ve daha fazlasını paylaşıp elim yüzüm söz içinde kalkmak istiyorum masadan.

Böylesi bir ortamda olduğumuzu varsayarsak eğer, elbette size ilk okuyacağım şairlerdendir Ali Lidar. Günümüz şairlerinin en yalını ve duygusunu aktarımda en ustasıdır. Bir şair kaç şiirini ezebere bilir bilmem ama, şiirleri unutulmayan bir şairdir.

Bilmeyenleriniz için 1976 da Eskişehir’de doğan, sosyoloji mezunu ve felsefe öğretmenliği yaparken yazdığı şiirlerle şairliğe adım atmış olan Lidar, 2020’de Eskişehir’de ‘Küçük Prens’ müzesi açmak için çalışmalarını sürdürüyor.

Şairin kitaplarından sadece biri olan ‘Alengirli Şiirler’, şiir severler için büyük bir armağan. Okumanızı yürekten tavsiye ediyorum.

Sokağın Tavanı Kadar

‘Nerede türkü söyleyen birini görürsen korkma, yanına otur. Türkü söyleyen insanların kötü hikayeleri yoktur.’ demiş büyük halk ozanı Neşet Ertaş. Ben de bu öğretilerle büyüyen şanslı çocuklardan biri olarak türküleri hep çok sevdim. Sazlı sözlü ortamlar iyilikle kuşatılmış gönül bahçeleriydi benim için. Oralarda kimse kimseyi ayıplamaz, kınamaz, ötekileştirmezdi. Türküler sevdanın, hasretin ve yoldaşlığın özüydü her daim. Uzun yolda giderken seni yalnız bırakmayan, karlı yolları yürürken içini ısıtan, ‘Bu kadar da dibe vurulmaz ki be arkadaş!’ dediğinde elinden tutup seni kaldıran, ölümle yüzleştiğinde seni hayata bağlayan sadık bir dosttu.


Mevzu bahis Halk Müziği olunca nice kıymetli ozanlarımız var elbette ama bugün sizlere benim için kaçınılmaz istikametlerden biri olan, Aşık Nesimi Çimen’in oğlu balet ve müzisyen Mazlum Çimen’in son albümünden bahsetmek istiyorum. Kelimelerle adeta sevdayı kalbimize nakış nakış işleyen Mazlum Çimen’in en güzel eserlerinin çok özel isimler tarafından seslendirildiği ‘Benim İçin Söylenenler’ albümü kendinizi dinlemekten alıkoyamayacağınız bir proje olmuş.
Haluk Levent’ten Teoman’a, Jehan Barbur’dan Zuhal Olcay’a, Ender Balkır’dan Hayko Cepkin’ e birçok sanatçının yer aldığı albümde her eserin farklı bir tadı var.


Toplum olarak sevmeye ve sevilmeye sonsuz ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde birbirinize armağan etmeniz ve sevginin onarıcı gücünü hissetmeniz için sizlere bu albümden Edip Bülbül’ün kendine özgü sakinleştirici tarzıyla seslendirdiği, ‘Sokağın Tavanı Kadar’ ı tavsiye ediyorum.
Her cümlesinde ayrı manâ olan eseri şu cümleyle bitiriyor Bülbül: Desen ki sevdin ne kadar, sokağın tavanı kadar.

Sokağın tavanı kadar çok sevdiğiniz ve sevileceğiniz günleriniz olması temennisiyle.


Yokluk

Bahar havası varken dışarda,
Uzanıp göğe baktım usulca.
Bir martı geçip çizdi kaşını,
Çıkarttım yüzünü buluttan.

İçime işliyor yazmak.
Tutamıyorum artık ıslanıyor kelimelerim.
Her sözcükle biraz daha yaklaşıyorum sana.

Öylesine bir havada,
Hatırı sayılır bir merak göster.
Aklına gelsin bu mısralar.

Kuşlar korkularda ötüşüyor.
Gecenin karanlığı sarıyor kalbimi.
Duyuyor musun her harfin ayrı ezgisini?

Kuşku kalpte çizik.
Kanar, durur, kabuk bağlar.
En beklemediğim zamanda,
Olur bir yabancı bana.

Karşılaştım kendimle!
Önce karşı çıktım sonra karıştım.
Gösterin yokluktan ibaret.

Wolfgang Michael Rihm

Çağdaş Klasik Batı Müziği’ ne adını yazdıran birçok kompozitor psikanalizle doğrudan bağlantı kurarken, Karlsruhe’ deputy 1952 yılında dünyaya gözlerini açan Wolfgang Mihel Ğim psikanalizi psikiyatriden ayırmadan ve daha çok şizofrenik hezeyanları notasyonuna dahil ederek kendisini kabul ettirmiştir.
Şizofrenik hezeyanın resmini, hariçten gazel okumadan, dinleyicileri eserlerine dahil ederek çizen, müziğin anlamını yapısına yeğleyen Rihm doğaçlama çalışmalarını çoğaltmaya başladığı 1968 yılından itibaren müzikal yapıyı altüst ve ter yüz etmiş ve böylece daha o yıllarda, şizofrenik hezeyan özelinde psikiyatriyle ve doğal olarak, psikiyatriyi ötekileştirmeyen psikanalize hemhâl olacağının müjdesini vermiştir.
Karslsruhe Müzik Yüksekokulu’ nda Augen Wehne Velte’ nin ( Eugen Werner Velte) rahle- i tedrisinden geçen kompozitör, hocası sayesinde, ilerlediği yolun alanını genişletip derinleşmeye başlamıştır.
Wolfgang Fortner, Hamprly Sörl’ den yine aynı okulda, Karlhein Ştokhozın’ dan da Köln’ de ders alan Ğim; Franz Liszt ve Gustav Mahler gibi kompozitörlerin geçirdikleri aşamaları mihmandarlarıyla kavramış hatta Mahler’ in eserlerini anımsatan çalışmalarını gün yüzüne çıkarmıştır.
Ştokhozın’ dan ayrıca kendisine özgü stil geliştirmenin nasıl gerçekleştirileceğini kavrayan Ğim Ştokhozın’ ın aksine, kendisinden önce alın teri dökerek ” On İki Ton” tekniğini ete kemiğe büründüren isimlere karşı refleksif tavır takınmamıştır.
Mahler’ den Alban Berg’ e uzanan bir köprü inşa eden, köprüden Mahler’ in notalarını iliklerinde hissederek geçen Ğim karşı çıktığı “On İki Ton” tekniğiyle, bu tekniğin iç mimarlarından Alban Berg’ in müzik anlayışını merkezine alarak geçinmeyi ihmal etmemiştir.
Berg’ in put kırıcılığından ve avangardlığından etkilenen Ğim, Niçe’ nin teorisine ve Artur Rembo’ nun politikasına put kırıcılıklarını kavradığı için odaklanmıştır.
Put kırıcılar kümesini Georg Bühner’ in tiyatrosuna sabitlenerek zenginleştiren Ğim seriyalden postseriyal döneme geçmiş ve ismini kendisinin verdiği “İnklusif Kompozitörlük” döneminin perdesini aralamıştır.
Disonanslarla konsonansların buluşturulması ve subjektif duyumlarla dış etkenlerin de üzerinde özellikle durulmasının karşılığı olan ” İnklusif Kompozitörlük” terimini şizofrenlik hezeyanlarını tablolarına yansıtan Adolf Wöfli’ nin dünyasına adım atarken kullanan Ğim benzeri hezeyanları yaşayan ve adı “Vahşet Tiyatrosu” ile özdeşleşen Antonin Artaud’ yla Meksika’ nın Trahumara Kızılderelilerinin kasvet yüklü ayinlerine kulak kabartmıştır.
Artaud’ nun diğer eserlerine de nota nakışlayan ve onunla Meksika’ nın havasını içine çekerken, sesini Meksika’ dan dünyaya duyuran Oktavyo Paz’ ın poetikasına da gönül düşüren Ğim sıralarından geçtiği okulda profösörlüge yükselse de, bürokrasi onun hezeyan yüklü, salkım saçak, dalsız budaksız hayatlarla içli dışlı olmasını engelleyememiştir.
Çağdaş Klasik Batı Müziği’ ne şizofrenik hezeyanlar özelinde psikiyatriyi ve psikanalizi davet eden Ğim’ in eserleri, psikiyatriyi kendi yakasından düşürmek, tersinden silkelemek, ona derin derin nefes aldırmak isteyenler için biçilmiş kaftandır.
Wolfgang Mihel Ğim’ in teorisinin ve pratiğinin Türkiye’ de yankısını bulmaya çalışmak, bunun için uğraş vereni boşa kürek çekmekten öteye götüremeyecektir. Zira Türkiye; “Çağdaş Klasik Batı Müziği’ nin” yanında psikiyatriyi, bürokrasiden icazet alarak konumlandıran, standart, normal gibi hayatı sınırlandıran ifadeleri işlerine geldiğinde, meydanı boş bulduklarında sorgulayan, müzik özelinde tıbbın sektörleşmesi karşısında kıpırdamayan ama karınlarından konuşmayı çok iyi bilen ” sözümonalar” ın ükesi olmaktan kurtulamamıştır.

Doğal El Dezenfektanı Nasıl Yapılır?

İlk olarak Çin’in Wuhan şehrinde ortaya çıkan ve Covid-19 adı verilen coronavirüs , Antarktika dışında tüm kıtalara ve 100’den fazla ülkeye yayılırken, 8 Mart Pazar itibarıyla Coronavirüs olanların sayısı dünya çapında 109 bini aşmış durumdadır.

İnsanlar bu virüse yakalanmamak için neler yapılması gerektiği ile ilgili araştırmalara girmiş hijyenik yerlerde bulunmaya, hijyen kalmaya, maske kullanımına başlamıştır.

Hijyen ve sağlıklı kalmanın en önemli uyarısı ellerin her zaman yıkanması ve elleriniz ile herhangi bir yere dokunduktan sonra yüze ve vücuda temas ettirmemek gerektiği uyarıları yapılırken insanlar toplu taşıma araçlarına veya asansör düğmesine bile dokunurken çekinir oldu , ben şahsen o şekildeyim. Dışarıdayken el yıkanacak yerler kısıtlı olduğundan el dezenfektanı almak istedim ama haberlerde izlediğim kadarıyla onların bile sahtesini yapmışlar ve çoğu yer de de kalmamıştı. Bende kendi el dezenfektanımı nasıl yapabilirim diye araştırmaya başladım ve gördüm ki diğer insanlar da en çok el dezenfektanı nasıl yapılır diye araştırmış, ben de o yüzden sizlerle doğal el dezenfektanı nasıl yapılır paylaşmak istedim.

Gerekli Malzemeler aşağıdaki gibi.

Esans olarak Çay Ağacı Yağı tavsiye ettim çünkü Çay Ağacı Yağı Melaleuca yağı olarak da bilinir, bu mevcut en güçlü ve güvenli antibakteriyellerden biridir. Aynı özelliklere sahip başka yağlar da var ama ben çay ağacı yağı kullanıyorum. Bu karışıma alkol de ekleyebilirsiniz ama ülkemizde saf alkol bulmak biraz zorlaştığı için onu yazmadım bu şekil de de kullanabilirsiniz.

El dezenfektanı kullansanız bile ellerinizi bol sabun ile yıkamanın yerini hiç bir şey tutmaz bunu aklınızdan çıkarmayın.

Sağlıklı Günler Dilerim.

EŞİTLİK İÇİN KADIN ŞİİRİ

İran Kadınlarının "Eşitlik İçin Kadın Marşı" na ithafen...
8 Mart 1979 – İran

Devrim için yanıp tutuşan taze kınalı ellerimle bir kız çocuğu büyütmekteyim
Hem de recmedilmeden henüz
Sen ise ölü bir annenin kızısın Golnaz!
Haydi, gülümse de saçlarını öreyim…

Golnaz!
Dayaktan moraran yüzümüzü direnişimiz kapatacak
Haydi, kalk ayağa ve sende söyle
Bizi onlar değil yalnızca Tanrı öldürebilecek
Çivisi çıkmış şu dünyanın bağrında bir gül gibi açan bizler
Yalnızca kadın sayıldığımız günleri düşlüyoruz
Ve hiçbir idam bizi yıldıramayacak
Haydi, kalk ve sende söyle kızım
Beraber bağırırsak sesimiz arşı titretecek
Ve kan kokulu darağaçlarından haberini vereceğiz mutlu dünyamızın
Golnaz!
Söyle kızım, şimdi susmak olmaz

Ağabeyimin kinli yüzüne rağmen alnım ak, bir kız çocuğu büyütmekteyim
Hem de idam fermanıma aldırmadan henüz
Sen ise savaşımızın şehidinin kızısın Golnaz!
Haydi, gülümse de yeniden dirileyim…

Golnaz!
Yasaklardan kapkara kesilmiş şu karanlığı bu kadın ellerimizle yırtacağız
Ve aydınlığa ulaşacağız
Haydi, kalk ayağa ve sende söyle
Kıyamet kadınların yüzü suyu hürmetine kopmuyor, kopmayacak
Tutalım ellerimizi sımsıkı
Utanç utancından yerin dibine batacak
Başımız açık, yüreğimiz dimdik
Öncelerde karanlık adımlarla acıyan o sokakları
Bu kez ayaklarımız aydınlatacak
Haydi, kalk ve söyle kızım
Cihanın durması da gerekse o cihan duracak
Golnaz!
Ağlama kızım, şimdi ağlamak olmaz

Çığlıklarım bir fotoğraf karesinden taşıp inletemiyorsa da şu kaskatı yürekleri
Dilimde “Eşitlik İçin Kadın Marşı” bir kız çocuğu büyütmekteyim
Sen ise bir masalın uzun saçlı kızısın Golnaz!
Gözlerini yum da seni de masallarla büyüteyim…

Golnaz!
Şu yassı ve kaygan zeminli dünyanın
Yanlış coğrafyalarında kuruyup giden
Sen gözyaşlarımla suladığım kızım
Haydi, kalk ayağa ve sende söyle
Bu coğrafyalarda kadınlar bir çiçek gibi yeniden yeşerecek
Baharı getireceğiz el ele tutuşup
Savurup içimizdeki şu yayvan hüznü
Hep ilk kez gülümsermişçesine gülümseyeceğiz
Biz bu savaşı kadın başımıza
Kadın ellerimizde oyuncaklarla
Kazanacağız!
Haydi, kalk ve söyle kızım
Kendi devrim şiirimizin şairi olacağız
Golnaz!
Bekleme boynuna dokunacak urganı kızım, artık haykırmamak olmaz…

~EBRÂR

6.9.18

23:21

EŞİTLİK İÇİN KADIN MARŞI

Tenimdeki yara izinden tekrar yeşereceğim;
Varlığım için ki ben kadınım, kadınım, kadınım
Ses sese, ele ele verirsek, beraber adım atarsak kurtuluruz
Başka bir dünya yaparız, eşit bir dünya, dayanışma ve kardeşlik içinde
Daha iyi ve daha mutlu bir dünya
Ne recm, ne darağaçları, ne tekrar tekrar gözyaşları, ne utanç
Başka bir dünya yaparız, eşit bir dünya, dayanışma ve kardeşlik içinde
Daha iyi ve daha mutlu bir dünya.

Çevirmen: Behnaz Pouri

Bir Saniye

                    Hayatımız artık o kadar sürat aldı ki sürekli bir yerlere acelemiz var, telaşlı bir şekilde bir yandan bir yana savruluyoruz. Bazı zamanlar yaşamımızın nasıl bir yolda ilerlediğini bile fark etmiyoruz hayatlarımız artık spontaneleşti. Anlık kararlar üzerinde bir hayat yaşıyoruz maalesef. İnsanlık artık yarının derdin de değil günü bitirebilme cabası içerisinde. Bulunduğumuz dönemin gerekliliğinden olsa gerek bu yarışın sebebi, sanki bir an için durursak rakiplerimiz bizi büyük bir farkla önümüze geçeceklermiş gibi yaşamımızı sürdürüyoruz. Peki  ya bu kadar koşuşturmaca ve caba ne için ? Hayatımızı adadığımız şeyler cidden bizim için bu kadar önemli veyahut bu kadar mı çok istiyoruz ? Durup bir saniye bir yolumuza baksak, isteklerimizi gözden geçirsek, hayatımızın nasıl ellerimizden kayıp gittiğini net bir şekilde görüceğiz. Yaptığımız eylemlerin sonucu bizlere ne katıyor ? Bu yarışta birinci olmak içimizde ki hırsı bitirecek mi ? Peki her şeye son versek böylesi daha mı iyi olucak… Sponten olmanın bizlere kattığı en kötü şey sorgulamayı bırakmamızdır. Yaptığımız eylemler ” yaptım” diyebilmekten başka bir şey olmayabiliyor genellikle. Durup düşünmek, planlamak ve hedeflemek bizlere başarısızlığımızda bile kazanç sağlayabilecek şeylerdir. Tabii ki de en önemlisi sabırdır. Bunları yaptığımız zaman mutlak başarı elde edemeyebiliriz elbette ama ne yaptığımızı ve neden olmadığını anlayabilmemizi sağlayacak şeylerdir. İnsanın en güçlü özelliği yanlışını fark edebilmesidir…

İLGİNÇ ZAMANLARDA YAŞAMAK

  Nasılsınız efendim? Ben iyiyim. Sormadınız biliyorum ama ben bu soruyu zaten başkalarından beklemeksizin her gün kendime soruyor ve yine her gün dürüstçe cevap vermeye gayret ediyorum. Laf aramızda hâlden anlarım, iyi sır tutarım. Bu yüzden söylüyorum kendime nasıl olduğumu. Yoksa herkese söylenecek şey değildir bu. Bakmayın siz insanların birbirine “Nasılsın?” diye sorup durduğuna. Çok azı verilecek cevabı gerçekten duymak için sorar.

  Size biraz kendimden bahsetmek isterim. Kısacık saçlarım vardır benim. Uzatmayı pek sevmem, beceremem de zaten. Omzuma azıcık değmeye görsünler, koşa koşa sevinçle kuaföre giderim. Bir kısa saç modelinden bir başkasına geçmek için… Simsiyah kaşlarım vardır sonra. Onları bozar, birbirine karıştırır, ben kızınca da “Bu kaş bozulur mu be!” derdi eski sevdiğim. Biraz büyükçe olduğu için dikkat çektiği söylenen gözlerim, eşlik eder onlara. Gözlerimle pek çok şeyi anlatmayı, yaşamayı öğrendim ve dikkatlice bakmayı; karşılaştığım bütün gözlere…

  Yüzüme bir de kederliyken dahi gülümseyen bir dudak yerleştirdiniz mi, beni tanımanıza ramak kaldı. Ama yok! Daha fazlasını söyleyemem. Eşgalimi çıkarmayın, istemem.

  Bana ne vakit rastlasanız ya bir plan yapıyor, bir hayal kuruyor ya da iş üstünde, bir yerlere yahut bir şeylere yetişmeye çalışıyorumdur. Gitmek istediğim yere erkenden vardığım pek görülmemiştir. Edip Cansever’in;

  “Her yere yetişilir/ Hiçbir şeye geç kalınmaz ama”

dizelerini yalana çıkarıp ölmüş bir şairin kemiklerini sızlattığım iddia edilebilir.

  Kolaycacık kaybolduğumu da itiraf etmeliyim ki bu, en sevdiğim arızalarımdan biridir. Ya derinlere dalmışımdır usulca, dışımdaki dünya çıkaramaz ben istemedikçe ya da yeni bir hikâye dayanmıştır kapıma, açayım diye beklemektedir. Sevdiklerim dalga geçer kayboluşlarımla. Geçsinler be! Otururum yanlarına, en çok ben gülerim onların laflarına. Ne diye gülmeyecekmişim sakarlıklarıma?

  Duyguları nasıl yaşadığımı sormayın; şuursuzca, fütursuzca, korkusuzca… Nasıl inandığımı, güvendiğimi, nasıl sevdiğimi… Kızdığımı, küstüğümü, umutsuzluğa kapıldığımı, ardından umuda gözümü açtığımı… Sormayın, anlatamama; ölen birinin hayrına cami önünde elifba cüzü dağıtır gibi. Herkesle paylaşılmazmış duygular, bunu öğrendim şu kısacık ömrümde. Bir bardak, bir sürahi suyu almazmış.

  Ben ne çektimse bu duygulardan çektim. Panayır yeri oldu bazen, şenliklerle doldu gönlüm. Derken bir fırtına koptu, nice sevdiklerimi daha hayattayken gömdüm. Siz bu acıyı bilir misiniz? Gönül işleri değil sözünü ettiğim… Elbet kırılır insan, tabiatı böyledir bu işlerin. Demem o ki siz hiç canınızdan, kanınızdan birini daha yaşarken gömdünüz mü? Umarım buna hiçbir vakit gerek duymazsınız. Çünkü bunu yapmak zorunda kalınca bazen karıştırırsınız yerin altındakinin kim olduğunu. Siz misiniz, yoksa gömdüğünüz kişi mi?

  Elimin ayarı kaçtı yine. Kendimi bu kadar anlatmayacaktım. “Niye yaptım bunu?” dedim sonra. Kim, ne yapsın benim deli kuytularımı… Hoş, ben bunları başkaları ne düşünür diye kaygı duyarak da anlatmadım. İçimden geldi işte. Söylemek, ben böyleyim demek, kendimi kendime hatırlatmak istedim de ondan. İhtiyacım vardı buna. Neden diyeceksiniz. Hani bir Çin bedduasından söz ederler ya;

  “İlginç zamanlarda yaşayasın.”

  Çinli birinin bedduasını da almadım ama demek ki edinmem gereken birtakım acı tecrübeler varmış. İlginç zamanlarda yaşadım. Dökemedim içimi kimselere. Kendi omzuma sarılıp ağladım.

  Yine de ne güzel yaşamak ve her şeye rağmen ne zor buradan ayrılmak!

  Şair boşuna dememiş;   

  “Yaşamak kolay değil ya kardeşler,/ Ölmek de değil;/ Kolay değil bu dünyadan ayrılmak.”

Merve ARSLAN

07.03.2020

Türkiye’nin Babası MÜSLÜM BABA

Babası gibi bir baba olmaktan hep korktu
Ama herkes ona ‘BABA’ dedi.

Müslüm Akbaş, 7 Mayıs 1953 Şanlıurfa’nın Fıstıközü köyünde dünyaya geldi. Kerpiç bir evde dünyaya geldi. Müslüm’den sonra Ahmet adında bir erkek, Zeynep adında bir de kız kardeşi var.

Ailesinin maddi sıkıntılarından dolayı ailece Adana’ya göç ettiler. Sadece ilkokulu bitirdi. Adana’da terzi çıraklığı ve kunduracılık yaptı.

İlk 1965 yılında, küçük yaşta Adana’da bir çay bahçesinde şarkılar söylemeye başladı. Aile Çay Bahçesi’nde düzenlenen yarışmaya katılmak istedi ama babası izin vermedi. Yarışmadan bir gün önce Müslüm uyurken babası saçını kesti. Babasının saçını kesmesine rağmen yarışmaya katıldı ve birinci oldu. Yarışmayı kazandığı gece Annesini ve kız kardeşini kaybetti ve katili ise babasıydı.

Sesiyle küçük yaşlarda dikkat çeken Gürses, kendisiyle yapılan bir röportajda o dönemle ilgili olarak şunları söylemiştir: 

“İlkokulu bitirdim. Gerisi yok Adana’da damda yatarken uzun hava okudum. Arkadaşım Halkevine gidiyordu. Ben de gittim. Derken Çukurova Radyosun’da sanatçı oldum”.

Müslüm’ün soyadı Çukurova Radyosunda ‘Gürses’ olarak değişti.

1967 yılından itibaren TRT-Adana-Çukuroava Radyosu’nda da her hafta Cumartesi günü canlı olarak türküler söyledi. İlk plağı 1968 tarihli “Emmioğlu/Ovada Taşa Basma” plağıdır.

İstanbul’a gelen Gürses, Selahattin Sarıkaya’nın sahibi olduğu Sarıkaya Plak ile 2 adet 45’lik plak doldurdu: “Giyin Kusan Selvi Boylum/Hayatımı Sen Mahvettin” ile “Gitme Gel Gel/Haram Aşk“.

Daha sonra 1969 yılında yine İstanbul’da Palandöken firması ile çıkış parçası olan ‘Sevda Yüklü Kervanları’ içeren “Sevda Yüklü Kervanlar/Vurma Güzel Vurma” isimli 45’lik Plağı çıktı. Bu plak tam 300.000 adet satarak rekor kırmıştır.

Gürses, bu plaktan sonra askerliğini yaptı, tekrar İstanbul’a gelerek aynı firmada plaklarını çıkarmaya devam etti.

1970 yılında Anadolu turnelerine çıkmaya başladı.

Adana Tarsus yolunda şoförü uyuya kaldı ve kaza geçirdiler. Şoför olay yerinde hayatını kaybetti. Müslüm Gürses öldü diye morga koydular ama tesadüfen sağ olduğu fark edildi ve ameliyata alındı. Ameliyata alınan Müslüm beynine koruyucu bir plaka takıldı.

Müslüm Gürses hayatta kaldı ama kaza sonrası aldığı kayıplardan dolayı çok sıkıntı çekti. Başına gele bilecek en ufak darbede hayatını kaybede bilirdi ama o her şeye rağmen hayatta tutuldu ve hayata bağlanmak için bir sebebi oldu.

Malatya turnesinde kendisi gibi ses sanatçısı olan Muhterem Nurla tanıştı ve 1986’da evlendi. Kısa süre sonra Müslüm Gürses’in isteğiyle sanat hayatını noktaladı Muhterem Nur.

Müslüm Gürses’in Babası yıllar sonra ceza evinden çıktı. Usta sanatçı babasını hiçbir zaman affetmedi sadece maddi destek verdi.

2010 yılında Müslüm Gürses’in babası 75 yaşında vefat etti. Almanya turnesinde olan Müslüm Gürses tüm konserlerini iptal edip memleketini gitti ve babasına son görevini yaptı.

Müslüm Gürses, 15 Kasım 2012 Perşembe günü Memorial Hastanesi’nde geçirdiği by-pass ameliyatından sonra akciğer ve kalp yetmezliği nedeniyle yoğun bakıma kaldırıldı ve solunum cihazına bağlandı. Gürses, 3 Mart 2013’te, yaklaşık dört aydır tedavi görmekte olduğu İstanbul Memorial Hastanesinde hayatını kaybetti. 4 Mart 2013 günü Teşvikiye Camisinde kılınan cenaze namazının ardından  Zincirli Kuyu Mezarlığı’na defnedildi.

Yaşamaya Bekleniyorsunuz

Kaçabildiğin kadar kaç! Kaçıncı yüzyılın hızında yaşıyorsun farkında mısın? Önce mutsuzluktan sonra yalnızlıktan en son ölümden bu kaçışların.

Sen de ben de hepimiz bu sonun, kaçışın farkındayız da kendimizi kandırmayı sever gibiyiz. Rengarenk telaşların içine kapılmak dünyanın insanoğlu üzerindeki cilvesi değil de nedir? Yokluğun içinde kayboluşumuzun rüyasını yaşıyoruz. Her gün yeniden aşık oluyoruz buralara. İçimize çekiyoruz tertemiz yaşamlarımızın hasret kalınan havasını! Dibine kadar batıp her yükselişi kâr bildiğimiz takvim yapraklarını yırtıp atıyoruz bir bir. Duvarları boyuyoruz da yüreklerimizi renksiz bırakıyoruz ya en çok da bu gücüne gidiyor insanın.

Aydınlatıyoruz da camlarla odalarımızı, günlerimiz gülümsemelerimizin sıcaklığına hasret. Vaz mı geçtik gerçekten? Dünyaya gelişimiz bu kadar mucizevi iken yaşamlarımız basite mi alınır? Öylece geçip gitmek için fazla erken değil mi? Unutma! Durmak için “ÖLÜM” var, yaşamak için “NEFES”

Göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zaman içinde YAŞAMAYA bekleniyorsunuz!

Buyrun geçici heveslerinizin peşinden değil, kalıcı zevklerinizden devam edebilirsiniz yolunuza…

UĞUR BÖCEĞİ 2

UĞUR BÖCEĞİ:

Zehrediyorum! Önce kendimi sonra bir başkasını! İnsanlara uğur getirdiğim söyleniyor. Külliyen yalan! Ben, ölmek üzere olan biri, nasıl… (Sessizlik. Derin bir nefes.) Nasıl olur da birini iyileştirebilirim ki? İçi ölüm kokan biri nasıl yaşamak isteğiyle doldurabilir bir başkasının içini? Mutluluk bir garip dünya icadı sadece. İnanmıyorum! Yaşayabildiğime bile. Benim gibi biri neden hala yaşayabiliyor? Kendimden korkmasam şuracıkta geçirirdim ellerimi boğazıma! Kahrolsun ki yapamıyorum. Bu korku içimde bir garip is gibi büyüyor. Büyüyor ve her tarafı simsiyah yapıveriyor. Şans! Şansa hangi ahmak inanır ki bu devirde? İnsan icadı! Kahrolsun insanlık! Bir ufak teselli için neler de uyduruyor kıçından. Kelebek! Kelebekler bir gün yaşamıyorlar esasında. Bir edebi haz için kaç kelebeğin canına kast ettiler! Durup ince şeyleri düşünmeye kimsenin zamanı yok! Yok! Bir kelebek görsek avuçlayıp sımsıkı öldürmek isteyecek kadar canileştik. Sahi neden? Neden hala uğur böceklerinin şans getirdiklerine inanıyoruz? Oysa üstündeki benekler zehirleri… (Ağlamaya başlar. Bir an. Haykırır.) Tanrım! İnsan gittikçe bozuluyor farkında mısın? Bir makine gibi robotikleşmeye başlıyor günden güne. Dur demek senin elinde. Nerede? Nerede hani? Kıyamet! Helak olmak için daha kaç yüzyıl bekleyeceğim. Kahrolası ben! Kahrolası şu düzen! Kırmızıya bürünmek benim elimde değildi. Ben rengârenk olmak istemiştim oysa! Gökkuşağı gibi. Gökkuşağı! Her rengin ayrı bir tonunu barındırmak içimde. Ya şimdi? Ölmek. Hatırlamak yahut ölümü? Aptalca, bir miktar! Aptalca, haddinden fazla! Tanrım zehirliyorum herkesi. Kendimde dâhil buna! Bu sebeple var olmak, bir acınası hal alıyor benim için. Durduramıyorum. Kiminle yan yana anılsa adım. Oracıkta helak ediyorum benliğini. Affet Tanrım. Bunun tüm suçlusu benim. Şimdi beni bekler bu uçurum. Şimdi boğazımda izini bırakmak ister bu hançer? Ölüm şu zamana kadar hissettiğim en gerçekçi şey. Tanrım ölüyorum. Affet! (Derinden gelen viyolonsel sesi.)

(KARANLIK.)

Mihrimah

Mihrimah!
Bu gelen senmisin, yoksa hayalin mi?
Hasretinle yıllar yıllı durduğum, şu mahsum aşk için hayaller kurduğum.
O asil.
O zarif.
O zerafet.
O ahu bakışlı senmisin söyle bana.
Söyle ki ruhumun bitmeyen ızdırabı dinsin.
Kaç asırlık sevdalar yolunda tükensin.
At artık üstümden toprağı, dirilişin ölü ruhum.
Gülsün artık ikinci baharımızda bahçemizin bülbülü.
Saçlarında bir gül, yüzünde gül, gamzende güller.
Birazcık o bahar nefesinle üfle ki ateşe döner kalbimdeki küller.
Ateş-i aşk gerek bize kalbimizin çerağını yakmalı.
Muzdarip gönüllere su misali akmalı.
Akıncı cedlerinden ilham ile bendini yıkıp taşmış benzeyen çoşkun sele.
Şark, garp, şimal, Bursa dört bir yada dervişler.
Bu ay yüzlü simadan aşk yağar yer yüzüne.
Bin bir ümit yangını bakınca nur yüzüne.
Hiçlik semasında bir güneş ki doğuyor, Mihrimah güzelliğin şu alaca karanlığı boğuyor.
Ey aşık Halil!
Bu Mihrimah yıllar yıllı aradağın, beklediğin kız.
Aşk nehar eden mukaddes güzel.
Dört bir yana dağılır Mihrimah’a olan temiz sevdam.
Canlanır o an sanki mecnun, leyla, aslı, kerem..
Bastığın topraklar yürüdüğün zaman gülşen döner.
Zorbalığın putları güzelliğinle devrilir.
Dilimde kelam, elimde kalem.
Yeni bir dirilişin müjdesi bende sevdan.
Bayram yapar.
Bursa’nın aşk ve maşuğu Mihrimah’a.
Bütün herkes izleyip görsünler aşk denilen hakikat nedir?
Mihrimah anlasın halini hala aşkı dillerde, Halil’in kalbi avuç larının arasındadır.
Aşk denilen o ali mefhaman aslı, sonunda görüşelim.
Yıllar yılı Sevgimi çekmekten yorulduğu bitmeyen bir aşk.
Devası bu aşkın Mihrimahın gözlerinde mümkün olacak.
Vefakar bir kalp gerek bunları anlayacak.
Bildim ki bu doğan sensin ufkuna, Mihrimah!
Şimdi artık dinmez dediğim yasım, Mihrimah dizlerinde.

Sofia

Sofia Karadeniz’e benzer gözlerin Ayasofya gibi naif duruşun Ay ışığı altında kız kulesinde yakamoz gibi parlar bakışların Sofia Smyrna’yı güzelliği ile gölgede bırakan. Bakışı ile Prusa’yı yakan. Kokusuyla Ege’nin başını döndüren. Sofia. Sana hasret yedi kule zindanlarındaki Yiğit Genç Osman Saçların Sakarya gibi kıvrım kıvrım Dudaklarında bir Istanbul türküsü Ellerine hasret Kütahya Gözlerinde mühürlü ihtişamlı selimiye Kalbinle kilitli Balıkesir Gelişini ayakta karşılayan Rumeli hisarı Sofia Orta çağın eşsiz güzeli Aç kalbindeki topkapı sarayının kapılarını Sevdalar filizlesin yeni kapı önlerinde Sofia Ölümsüz sevdaların biletsiz yolcusu Sofia Istanbul’u dizlerinde uyutan Düşünde İstanbul’a sarılan Sofia Biz seninle bin yıldır akan Marmara gibiyiz Ben yanık anadolu’yum Sen aşık avrupa Bin yıl daha olsa yine kavuşamayız biz seninle vuslata…

Nedir Bu Çektiğim Acıların Manası?

Ben anlamışım senin yaralarını
Senin dudaklarınla konuşmuşum bütün dudaklar için
Benim ellerim tanır ellerini sadece.

Aydınlık yalnızlığında seninle ağlamışım.
Dirilerin hatırı için.
Karanlık mezarlıkta seninle birlikte okumuşum,
En güzel şarkıları.
Çünkü bu yılın ölüleri,
En aşık dirilerdi…”

Ey canıma zehri reva gören sevgili, acımasız bir fırtınaya kapıldım! Bu fırtına; kanımı sömüren bir buhran, acı suretimde asılı duran bir aldanış, nefesimi sessiz limanlara sürükleyen bir yakarış…

Oysa,

Seni ne huzuru arayanlara, ne huzuru bulanlara, ne de huzurdan kaçanlara sordum. Güneşin sıcaklığını en iyi kim anlatabilir? Sıcaktan düşüp bayılan mı? Hayır, onun aşkı zayıftır. Güneşe yolculuk yapan mı? O da değil, gitse gitse nereye kadar gidebilir ki?

Gölgeye sığınanlara ise güneşi hiç sormamalı. Aşk mabedim, efendim, söyler misin, nedir bu çektiğim acıların manası? Bu ayrılığın esrarengizliği, yüreğime saldığın alevlerin lavlaşması içinse, yeterince erimedim mi ateş toplarında? Öyle yandım ki; sen yandıkça, ben yanayım! Sen dondukça, ben de donayım!

“Ver ellerini bana
Alışıktır ellerin bana.
Ey geç bulunan, seninle konuşuyorum
Bulutun tufanla konuştuğu gibi.

Yağmurun denizle konuştuğu gibi
Kuşun baharla konuştuğu gibi
Ağacın ormanla konuştuğu gibi
Çünkü ben anlamışım senin yaralarını
Çünkü sesim
Alışıktır sesine…”

Şiir: Ahmed Şamlu / Herkesin Aşkı