Nasılsınız efendim? Ben iyiyim. Sormadınız biliyorum ama ben bu soruyu zaten başkalarından beklemeksizin her gün kendime soruyor ve yine her gün dürüstçe cevap vermeye gayret ediyorum. Laf aramızda hâlden anlarım, iyi sır tutarım. Bu yüzden söylüyorum kendime nasıl olduğumu. Yoksa herkese söylenecek şey değildir bu. Bakmayın siz insanların birbirine “Nasılsın?” diye sorup durduğuna. Çok azı verilecek cevabı gerçekten duymak için sorar.
Size biraz kendimden bahsetmek isterim.
Kısacık saçlarım vardır benim. Uzatmayı pek sevmem, beceremem de zaten. Omzuma
azıcık değmeye görsünler, koşa koşa sevinçle kuaföre giderim. Bir kısa saç
modelinden bir başkasına geçmek için… Simsiyah kaşlarım vardır sonra. Onları
bozar, birbirine karıştırır, ben kızınca da “Bu kaş bozulur mu be!” derdi eski
sevdiğim. Biraz büyükçe olduğu için dikkat çektiği söylenen gözlerim, eşlik
eder onlara. Gözlerimle pek çok şeyi anlatmayı, yaşamayı öğrendim ve dikkatlice
bakmayı; karşılaştığım bütün gözlere…
Yüzüme bir de
kederliyken dahi gülümseyen bir dudak yerleştirdiniz mi, beni tanımanıza ramak
kaldı. Ama yok! Daha fazlasını söyleyemem. Eşgalimi çıkarmayın, istemem.
Bana ne vakit rastlasanız ya bir plan yapıyor, bir hayal kuruyor ya da iş üstünde, bir yerlere yahut bir şeylere yetişmeye çalışıyorumdur. Gitmek istediğim yere erkenden vardığım pek görülmemiştir. Edip Cansever’in;
“Her yere yetişilir/ Hiçbir şeye geç kalınmaz
ama”
dizelerini yalana çıkarıp ölmüş bir şairin kemiklerini
sızlattığım iddia edilebilir.
Kolaycacık
kaybolduğumu da itiraf etmeliyim ki bu, en sevdiğim arızalarımdan biridir. Ya
derinlere dalmışımdır usulca, dışımdaki dünya çıkaramaz ben istemedikçe ya da
yeni bir hikâye dayanmıştır kapıma, açayım diye beklemektedir. Sevdiklerim
dalga geçer kayboluşlarımla. Geçsinler be! Otururum yanlarına, en çok ben
gülerim onların laflarına. Ne diye gülmeyecekmişim sakarlıklarıma?
Duyguları nasıl yaşadığımı sormayın; şuursuzca, fütursuzca, korkusuzca… Nasıl inandığımı, güvendiğimi, nasıl sevdiğimi… Kızdığımı, küstüğümü, umutsuzluğa kapıldığımı, ardından umuda gözümü açtığımı… Sormayın, anlatamama; ölen birinin hayrına cami önünde elifba cüzü dağıtır gibi. Herkesle paylaşılmazmış duygular, bunu öğrendim şu kısacık ömrümde. Bir bardak, bir sürahi suyu almazmış.
Ben ne çektimse bu
duygulardan çektim. Panayır yeri oldu bazen, şenliklerle doldu gönlüm. Derken
bir fırtına koptu, nice sevdiklerimi daha hayattayken gömdüm. Siz bu acıyı
bilir misiniz? Gönül işleri değil sözünü ettiğim… Elbet kırılır insan, tabiatı
böyledir bu işlerin. Demem o ki siz hiç canınızdan, kanınızdan birini daha
yaşarken gömdünüz mü? Umarım buna hiçbir vakit gerek duymazsınız. Çünkü bunu
yapmak zorunda kalınca bazen karıştırırsınız yerin altındakinin kim olduğunu.
Siz misiniz, yoksa gömdüğünüz kişi mi?
Elimin ayarı kaçtı
yine. Kendimi bu kadar anlatmayacaktım. “Niye yaptım bunu?” dedim sonra. Kim, ne
yapsın benim deli kuytularımı… Hoş, ben bunları başkaları ne düşünür diye kaygı
duyarak da anlatmadım. İçimden geldi işte. Söylemek, ben böyleyim demek, kendimi
kendime hatırlatmak istedim de ondan. İhtiyacım vardı buna. Neden diyeceksiniz.
Hani bir Çin bedduasından söz ederler ya;
“İlginç zamanlarda yaşayasın.”
Çinli birinin
bedduasını da almadım ama demek ki edinmem gereken birtakım acı tecrübeler
varmış. İlginç zamanlarda yaşadım. Dökemedim içimi kimselere. Kendi omzuma
sarılıp ağladım.
Yine de ne güzel
yaşamak ve her şeye rağmen ne zor buradan ayrılmak!
Şair boşuna dememiş;
“Yaşamak kolay değil ya kardeşler,/ Ölmek de değil;/ Kolay değil bu dünyadan ayrılmak.”
Merve ARSLAN
07.03.2020