12.5 C
İstanbul
Cuma, Mayıs 3, 2024

Merdiven Boşluğunda Düşünceler

Dudaklarımda bir ayrılık türküsü

Yastığa yorgana seni fısıldıyorum

Yatağım bir uçurum derince ve karanlık

Bilmezdim bu yüzünü, sen gidince tanıştık

Bir soru ki her gece düşüyorum koynuna

Bıkmadan, usanmadan

Düşüyorum boyuna

Yaşamak mı zor, sevmek mi

Yaşamak mı zor, sevmek mi

*

“Çoktan değişti her şey” dedi şarkı

Ben neden değişmedim

Ellerim kızılca kıyamet

Kanıyor, kanıyor, hayır kanatmıyorum

Ben de sarhoşum nihayet

Kollarımda rüzgârın, boğazımda yokluğun

Geçmiyor

Ama dayan

 Birazcık daha dayan

Sana formüllerini getiriyorum

Kendini doğurmanın, mütebessim ölmenin

Gün yüzüne vurdu mu hayatın peşine düşmenin

Yıkılıp yıkılıp da yine de küsmemenin

İnancın, umudun, sevginin

Neredesin 

Sevgilim, çocuğum, neredesin

İyice küçülüyor gövdem

İyice iyice bilmelisin

Öyle ki bir merdiven boşluğunda yaşam sürebilirim

Ellerini uzat yeniden

Yolumuzu kaybedelim

*

Ben seni görmezden evvel

Hani bakarken hani gülerken hani konuşurken de

İnerdim tenhalardan, insanların içine

Çünkü neyi saklamak istiyorsan

Ortalık yere bırakmalı

Apaçık, çırılçıplak

Kördür zira insanlar

-Yazık, çok yazık-

İnsanlar tutsak

Ömürler bozdurulur yaşamaktan korkarak

Ceplere koyulmadan saçılır da pul olur

*

Bu nasıl bir âlem ki

Çoğunun türküsü yok

Aşkı yok, yarası yok

Sevmeye yürek ister

Kül kalmaz da mangalda

Hangi gönüle meyletsen

Bir dirhem cesaret yok

Sabır yok, sadakat yok

Son moda ambalajlar

İçini dolduran yok

Bilmezler mi sevgilim

Kaç kilodur bir ceset

Çürüyecek çaresi yok

*

İnanmazdım bu söze başkasından duysaydım

Yeter ki bir daha de

Kandım yine kanarım, doya doya kanarım

“Karahindiba! Karahindiba!

Orada burada bitip durma

Evin yanımdır, döşeğin gövdem

Akıtacaksan bana akıt zehrini

Sefan da başım üstüne cefan da”

*

Uçardı söz, yalanmış

Kalırmış kulaklarda

Çalar eski bir şarkı durmadan bir plakta

Kıyı ne kadar uzak, sular ne kadar derin

İçim yanar durur da

Dışım ne kadar serin

Bu siste, uğultuda gemilerim kayboldu

Nerdesin, ben neredeyim

Yollar dönülmez oldu

Merve Arslan

31.03.2020

Ankara

Fenomen Dalgona Kahvesi Yapımı

Covid-19 salgını sebebiyle herkes mutfakta hünerlerini gösterirken, bir yandan da challenge çılgınlığı ile evde kalmanın stresini atmaya çalışıyoruz. En sevdiğimiz kahve dükkanı da kapalı olduğundan iş başa düştü. İşte şu günlerde popüler olan Dalgona Kahvesi tüm dünyayı kasıp kavuruyor. Hala denemediyseniz size tarifi ile geldim.

Malzemeler:

2 yemek kaşığı hazır kahve, 2 yemek kaşığı toz şeker, 2 yemek kaşığı su, süt ve buz.

Yapılışı:

Bir kaba 2 yemek kaşığı hazır kahve, 2 yemek kaşığı şekerimizi ve 2 yemek kaşığı suyumuzu koyup karıştırıyoruz. Eğer küçük çırpıcınız varsa zamandan ve kol gücünüzden kazanabilirsiniz. 🙂 Bende pilli süt köpürtücü vardı, onunla denedim, oldu.

Karışımımızı açık kahve kremamsı bir kıvam alana kadar çırpıyoruz.

Kıvamı yerine gelince bir bardağa buz koyup (isterseniz buzsuz da olabilir) sütümüzü ekliyoruz. Bardakta biraz boşluk bırakıp üzerine hazırladığımız karışımı ekliyoruz. Ve işte sizde Kore’den çıkan o meşhur sosyal medya fenomeni Dalgona Kahvesini yaptınız. Şimdi pipetle içebilirsiniz.

Videolu tarifi de burada

Afiyet Olsun! 🙂

Halkın Sanatçısı Grup Yorum

Grup Yorum, 1985 yılında üniversite öğrencileri tarafından kurulan bir müzik grubudur. 1980 yılında askeri darbesinden sonra oluşan politikalara karşı gelmek amacıyla kuruldu.

1985 yılında kurulan Grup Yorum Türkiye başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde o binlerce konser verdiler. Sadece şarkı söylemediler, konser vermediler. Sokaklarda kadın şidetlerine hayır demek için, üniversite işgaline karşı durmak için bir çok kez sokakta halkın yanında durdular. Bu katılımlar sonucu 20 üyesi tutuklandı ve bir çok kez konser yasağı geldi. Bu engellere rağmen yine de pes etmediler.

Gündoğdu Türküsün’de dedikleri gibi;
“İşçi köylü hep hazırız,
Bozuk düzene karşı,
Halk savaşı vereceğiz,
Emperyalizme karşı,”

Grup Yorum 25. yılını 12 Haziran 2010 tarihinde BJK İnönü Stadyumu’nda verdiği bir konserle kutladı. Konserde Ali Primera, Yasemin Göksu, Tuncel Kurtiz, Nejat Yavaşoğulları ve daha birçok sanatçı Grup Yoruma eşlik etti. Bu konser Türkiye’de biletli olarak yapılan en kitlesel konser oldu ve 55 bin kişinin katıldığı konser tarihe geçti. Tarih hiç bir zaman unutmayacak.


Grup Yorum, hep halkın sanatçısı oldu. Köylünün, esnafın, öğrencinin, öğretmenlerin, kadınların ve daha çok sayamadığım bir çok kesimin hakkını savunmak için hep sokakta destek verdiler bu bozuk düzene karşı.

Grup Yorum üyeleri, 17 Mayıs 2019 tarihinde konser yasaklarının kaldırılması, grup üyelerinin serbest bırakılması, hakkındaki davaların düşürülmesi gibi taleplerle açlık grevine girdi.

20 Ocak 2020’de Grup Yorum üyeleri İbrahim Gökçek ve Helin Bölek, açlık grevlerini ölüm orucuna dönüştürme kararı aldı.3 Nisan 2020 tarihinde 288 gündür ölüm orucunda olan Grup Yorum üyesi Helin Bölek yaşamını yitirdi.
-UNUTMAYACAĞIZ SENİ HELİN BÖLEK-

~UNUTMAYACAĞIZ SENİ HELİN BÖLEK~

Chirsty Brown

Doğum Tarihi: 5 Haziran 1932

Doğum Yeri: İrlanda

Ölüm Tarihi: 7 Eylül 1981

Ölüm Yeri: Somerset

Eserleri: Garage İn The Snow, Helen Reclining, Boats In The Harbour, Sailboats On A River, Black Apollo III

Annesi: Bridget Brown

Babası: Patrick Brown

Kardeşleri: Francis Brown, Peggy Brown, Peter Brown, Paddy Brown, Eamon Brown, Mona Brown, Sean Brown, Jim Brown, Lily Brown, Dany Brown, Ann Brown, Tony Brown

Eşi: Mary Carr

Beyin felçli olarak doğan Chirsty Brown, hastalığı nedeniyle hareketlerini kontrol edemez ve tekerlekli sandalyeye mahkûm bir yaşam sürer. Ancak çocukluğunda, sol ayağının felçten etkilenmediğinin farkına varması hayatını değiştirecektir. Chirsty sol ayağını kendine verilmiş bir şans olarak görür ve azmin de yardımıyla hastalığının etkilerini yenmeye çalışır. Bu çalışmanın sonunda ise sakat vücudunun içinde gizli olan zekâ ve yazma yeteneği ortaya çıkacaktır.

Sadece sol ayağını kullanarak yazdığı romanlae ve şiirler, sonraki yıllarda Chirsty Brown’ un İrlanda edebiyatının saygın isimleri arasına girmesini sağlayacak ve azimle çalışmanın sonucunda imkânsız diye birşeyin olmadığını tüm insanlığa gösterecektir.

Chirsty Brown’ un ölümünden dokuz yıl sonra çekilen film, yazarın hayatından kesitleri anlattığı kitap olan Sol Ayağım’ ın sinema uyarlamasıdır. Kimi zaman hüzünlü, kimi zaman eğlendirici olabilmeyi başaran filmin, azim ve umut hikâyesi olarak evrensel mesajlara yer verilmiştir.

Çirkin Kral Yılmaz Güney

Biz de bilirdik sevgiliye karanfil almasını, lâkin aç idik, yedik karanfil parasını.

1 Nisan 1937’de Adana’nın Yenice köyünde dünyaya geldi. Babası Urfa Siverek”li Zaza, annesi ise  Kürt kökenlidir. İlk ve orta öğrenimini Adana’da tamamlayan Güney, çocukluk yıllarında pamuk işçiliğinde gazoz ve simit satı çeşitli işlerde çalıştı. Filim afiş arabalarını dolaşırdı Adana sokaklarında. Güney, küçük yaşta ilgisi olmuştu sinama dünyasına.

Edebiyatla ilgilenen ve öyküler yazan Güney, üniversite eğitimini almak üzere Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu. Bu süre içinde usta yönetmen Atıf Yılmaz’la tanışan Güney, rejisörün desteğiyle sinema dünyasına ilk adımını attı.

1959 yılında Bu Vatanın Çocukları ve Alageyik filmlerinin senaryolarını yazan ve oyuncu olarak da bu yapımlarda performans gösterdi. 

Yılmaz, Onüç dergisinde yayımlanan “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılandı, 1961 yılında 18 ay hapis cezasına ve 8 ay Konya’ya sürgün cezasına mahkûm oldu.

1963 yılında mahkûmiyet sona erdi. Güney, tutkuyla bağlı olduğu sinemaya döndü. Küçük bütçeli ve sıradan macera filmlerinde rol almaya başlayan Güney, şiddet temalı bu filmlerde canlandırdığı ezilen ama yazgısını kabul etmeyen; kötülüğe karşı tek başına direnip mücadele eden dürüst Anadolu çocuğu karakteriyle popüler oldu. 

Güney’in o dönemde izleyiciyle buluştuğu filmlerden biri de Çirkin Kral’dı. Bu filmden sonra Çirkin Kral olarak anılmaya başlayan aktör, senaryosunu kendisinin kaleme aldığı, Ömer Lütfü Akad’ın yönetmenliğini yaptığı Hudutların Kanunu filmindeki sade ve abartısız performansıyla Türk sinemasında yeni bir oyuncu tipi yarattı. Yeşilçam’daki iyi karakterlerin yakışıklı, kötü karakterlerinse çirkin oyuncular tarafından canlandırıldığı sistemi tersine çevirdi.

Güney’in yönetmenlik süreci At Avrat Silah isimli filmle start aldı. 1968 yılındaysa filmografisi de ilk önemli filmi olan Seyyit Han’ı çeken Güney, filmde doğu topraklarındaki bir sevda öyküsünü anlatıyordu.

Guney, 1964 yılında askerliğini bitirip Kamalı Zeybek filminin çekimlerinde Nebahat Çehre ile tanıştı ve 30 Ocak 1967 tarihinde Nebahat Çehre ile dünya evine girdi. Kısa sürdü evliliği 24 Nisan 1968 tarihinde boşandılar.

1970 yılında Türk sineması için önemli bir yere sahip olan Umut adlı filmi izleyiciyle buluşturdu. Adana Altın Koza Film Şenliği’nde en iyi film ödülünün sahibi oldu. Ancak sansür kurulu tarafından yasaklanmasının ardından Danıştay kararıyla yeniden izleyiciyle buluştu.

Güney’in 1971 yılında yönetmenliğini yaptığı Ağıt, Acı ve Umutsuzlaradlı filmlerinin üçünün de Adana Altın Koza Film Şenliği’nde dereceye girmesiyle festival tarihinde bir ilk gerçekleşiyordu. Aynı yıl, gözaltına alınan Güney bir hafta süreyle gözaltında tutulduktan sonra 3 aylığına Nevşehir’e sürgüne gönderildi.

12 Mart 1972’de gerçekleşen darbe sırasında adının siyasal olaylara karıştığı gerekçesiyle tutuklanan Güney 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Aynı yıl Boynu Bükükler adlı romanını Boynu Bükük Öldüleradıyla yayımladıktan sonra Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazanan yönetmenin mahkumiyeti, Bülent Ecevit’in iktidar olduğu 1974senesinde genel affın yürürlüğe girmesiyle sona erdi. Bu zorlu sürecin ardından filmografisi için oldukça önemi olan ve aynı adı taşıyan şarkısıyla da klasikler arasına giren Arkadaş’ı çeken Güney, filmde iki üniversite öğrencisinin, aralarındaki toplumsal uçurumların farkına varmalarını işliyordu. Ülkemizdeki kültür şokunun resmedildiği film büyük ilgiyle karşılandı.

Yılmaz Güney, Endişe ismindeki filminin Adana’daki çekimleri sırasında karıştığı bir olay sırasında bir yargıcın hayatına son verdiği için 19 yıl hapis cezasına mahkûm oldu. Cezaevinde bulunduğu dönemde Güney adlı bir dergi çıkaran ve senaryo çalışmalarına devam eden rejisörün, o dönemde kaleme aldığı Sürü, yönetmen Zeki Ökten tarafından beyaz perdeye aktarıldı. Büyük ilgi gören filmden sonra Şerif Gören tarafından çekilen ve senaryosunu Güney’in yazdığı Yol filmi Türk sinema tarihine adını altın harflerle yazdırdı.

1981’de Isparta yarı açık cezaevinden izinli olarak ayrılan ve sonrasında yurt dışına kaçan Güney, Yol’un kurgusunu tekrar yaptı ve Cannes Film Festivalinde en iyi senaryo ödülünün sahibi oldu. Güney yurda dönme çağrılarına uymaması sebebiyle 1983’te Türk vatandaşlığından çıkarıldı.

Yılmaz Güney 9 Eylül 1984’te  Paris’te mide kanseri sebebiyle hayatını kaybetti…

SEN HANGİ KUŞAKSIN?

Merhabalar sevgili 24Okur okuyucuları. Karantinanın bilmem kaçıncı gününden sizlere sesleniyorum. Radyocu konuşması gibi oldu neyse hayal kurmayalım şimdilik… Eee karantina günleri nasıl neler yapıyorsunuz diye sormıyacam çünkü hiç ilgilenmiyorum Allah sizi inandırsın. Umarım evde canım sıkılıyor, yapacak bir şey bulamıyorum, çatladım, bunaldım diyen program yapıp gününü düzenlemeyi bilmeyen güruhtan değilsinizdir diyorum ve konuma geçiyorum.

KUŞAKLAR

Nedir bu kuşaklar? Kaç tanedir? Kimler girer dediğinizi duyar gibiyim.

Kuşaklar aslında 3’e ayrılıyor.

  1. X Kuşağı (1965-1979)
  2. Y Kuşağı (1980-1999)
  3. Z Kuşağı (2000-2020)

Öncekiler ya da sonrakiler ne diye sormayın bilmiyorum. Araştırmaya da üşendim canım istemedi. Gelelim yakın kuşakların özelliklerine. X Kuşağı yani çoğumuzun anne ve babalarının oluşturduğu son derece çalışkan, sabırlı, örf ve adetlere düşkün teknolojiye alışmaya çalışan kuşaktır. Y Kuşağı ise çokta çalışkan olmayan, belli bir otoriteye bağlı kalamayan bundan dolayı daldan dala atlayan, sabırsız, asi ama bazı önemli ananeleri gözardı etmeyen ortada kalmış hem sokak oyunları bilen hem bilgisayar çağının oyunlarını bilen kuşak. Gelelim Z Kuşağına. Bu kuşaktakiler X ve Y kuşağını kanser eden, aşırı tembel, iletişim kurmada eksinin altında tamamen sanal dünyada büyüyen sokak oyunlarını bilmeyen ağızlarında genelde BOŞ YAPMAAA cümlesi olan çoğumuzun kardeşlerinden oluşan kuşak. Tabi istisnalar da vardır…

Bu kuşakların maddi özelliklerinden bahsettik. Gelelim manevi özelliklerine. Fıtrat, yaşantı olarak farklılık göstersek de bazı manevi özellikler farklılık göstermediğinin kanaatindeyim. Mesela arkadaşlık, dostluk, vefa, aşk, sevgi, merhamet, vicdan, esaret, doğrular, yanlışlar, bardağa dolu ya da boş tarafından bakma ve ÖZGÜRLÜK… Daha çok sayabiliriz ama ben biraz sadede gelmek istiyorum müsaadenizle.

ÖZGÜRLÜK

Evet özgürlük. Kime göre neye göre özgürlük. Bedenin mi yoksa fikirlerin mi yoksa hayallerin mi özgürlüğü…? Şu sıralar herkes evinde durmak zorunda salgın hastalıktan dolayı. Öğrenciler okula gidemiyor, esnaflar dükkanlarına, sadece işçiler ve sağlık gurubu dışarda o da mecburiyetten. Geri kalan topluluğa evinde oturması söyleniyor aynı HAPİS gibi. Hapsolmak bir yere ne üzücü değil mi? Hele ki yaklaşan bahar günlerinde. Kimilerine göre evet bu durum hapis çünkü “O’nu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. O’nu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.” demiş düşüncelerine çok önem verdiğim zaatı muhterem. Çok hoşuma gidiyor bu cümle adeta içimi aydınlatıyor. Nerede olursan ol, ne halde olursan ol O’nu yani Allah’a kul olduğumuzu unutmamak. Olaylar karışısında isyan etmek yerine sabırla karşılamak arasında ince bir çizgi var muhakkak. Bunun bilincinde olmanın verdiği iç huzur ise sizi bu duyguya davet ediyorum.

Gelelim karantina günlerinize. Evet yazının başında ne yaptığınız beni hiç alakadar etmez demiştim kabul ama kıyamadım size bir kaç cümle ile umarım bardağa dolu tarafından bakmayı görebilirsiniz. Aslında şuan büyük bir salgın var her an öteki tarafa gidebiliriz yani piyango kime vuracak Allah’tan başka bilen yok. Böyle bir gerçek var. Herkes evinde kabuğunda sadece canla başla çalışan sağlıkçılar ve emekçi kardeşlerimiz haricinde. Umarım hastalığa yakalanmazlar. Helal rızık için çabalayan emekçi kardeşlerim Allah yar ve yardımcınız olsun.

Gelelim evde kendini hapis zannedenlere onlara iki çift sözüm olucak. Siz hapsolmak ne inanın bilmiyorsunuz şımarık şımarık evden dışarı çıkamıyoruz, kaldık burada, 2020 bit artık demeyi bırakın aile ve iç dünyanıza dönün. Elinizdeki telefon, tv, pcleri bırakın ve ailenizle ilgilenin, gönüllerini hoş tutun zira bir daha gelmeyecek bu vakitler belkide. Manevi hayatımızdan başlayabiliriz mesela. Hepimiz insanız ve eksikliklerimiz muhakkah var önemli olan bunları telafi etmeye çalışmak heleki şu üç aylarda. Ahir zamandayız. Zaman su gibi akıp gidiyor vakit geç olmadan kendimize çeki düzen vermeye başlasak sizce de güzel olmaz mı? Bardağa birde burdan bakın derim…

Boşluklarım

Hayatı ne kadar boş yaşıyoruz değil mi ?

Ne kadar da çok beklentilerimiz var…

Ne de çok hüzünlerle doluyuz.

Geçecek dediğimiz çoğu acı geçmedi, unuturuz dediğimiz çoğu anıları unutamadığımız gibi. Her zaman özlediğimiz insanlarla dolu yüreğimiz… Bazen annemizi bazense çocukluğumuzu özleyerek geçiyor günlerimiz.

Umudu eksik etmeyelim derken hayal dünyasında yaşayan insanlarız biz. Hayal kurmaktan yorulan, artık gelecekte değil şimdi güzel şeyler olsun diye çırpınan. Hayatın amacını ararken amaçlar içinde kaybolanlarız. Kaybedenler kulübüne üye, akıl hastanelerine adayız.

Hangimiz normaliz?

Hangimiz hayatın her diliminde mutluyuz?

Kimimiz işini sevmiyor, kimimiz okuduğumuz bölümü, kimimiz de yaşadığımız şehri.

Hangimiz mutluyuz? ama böyle sahi sahi derinden mutluyuz ?

Her zaman bir şeylerimiz eksik; senin sevdiğin adam eksik, onun annesi eksik, benim ışığım eksik. Peki tam olanı gördük mü hiç. HAYIR… Kocaman bir hayır.

Her zaman bir şeylerden eksik kalacağız. Eşimiz, dostumuz, sağlığımız tamamken bile. Belki ailemizden, belki ukde kalanlardan belki de var olan ama memnun etmeyen şeylerden her zaman yarım ve mahrum olacağız. O yüzden anı yaşamak ve dolu dolu yaşamak önemlidir her zaman. Plansız değil ama aşırı kaygımızı köşelere bırakarak yaşamalıyız. Yoksa zaten hep yarım kalacak olan ruhlarımıza ağır gelir tamamlayamadığımız tüm şeyler. Ağır gelir planların uymaması. Çok ağır gelir planladığın hayatın virgülü bile olamamak. Şunu da unutma ağır gelecek boş geçirdiğin her yaşını selamlamak.

Unutma yarım kalacaksın ama pişman kalmayacaksın, belki çok şey isteyip azla yetineceksin ama unutma kaybolmayacaksın.Kaybedeceksin her şeyi; umudunu, hevesini, gülmelerini, kalbini, huzurunu… bilhassa bunlar büyütecek seni. Uyuyunca geçer masalına inanıp geçmediğini görünce olgunlaşacaksın. Belki pişmeyeceksin ama hamda kalmayacaksın.

Belki tam olamayacaksın ama unutma; yarım kalan her şey bir gün tamamını bulur elbet bulur…

GEL OLUR MU?

Yavaş yavaş dediler 
Birden olursa delirirsin dediler
Bir boşluk hapiseder dediler
Ne varsa geldi başıma

Önce delirdim sonra
O boşluğa hapis oldum
Sonra?

Kimse bilmiyor o sonu!
Yaşayanlar söylemedi ya da
Söyleyemediler...
Biliyorum ben.

Ölüyorsun.
50 yıl fazladan yaşasın cesedin diye
Sonradan gömüyorlar.

Gömülmeyi bekleyeli çok oldu.
Kaçıncı asrı aştığımı saymadım,
Mahkum oluşumun sana.
Binince yılında gömecekler
Söylediler.

Bekliyorum,
Önce seni
Sonra gömülmeyi
İlk sen gel olur mu?

Geri Gelen Bir Mektubunuz Var

İki gün önce, bunca zaman nasıl bu güzel şiiri ve besteyi daha önce keşfedemedim diyordum kendime. Sizlerle de paylaşmak istedim…

12 Ocak 1905 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelen Türk yazar, şair, düşünür ve öğretmenimiz Hüseyin Nihal ATSIZ’a ait bir şiir bu.

Aşkın çok farklı ve yoğun bir halini gördüm bu şiirde.

Türk tarihi alanında çokça eser kaleme almış birinden böyle gönle hitap eden bir konuda şiir görmek beni şaşırtmadı değil açıkçası.

Ve bu değerli aşk adamı da 11 Aralık 1975 tarihinde aramızdan bedenen ayrılmak zorunda kaldı.

Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?

İnsanın içini aşk ateşiyle yakan o gözleri aşığın yüreğiyle görmek lazım sanırım böyle tutuşabilmek için.

Pervane olan kendini gizler mi hiç alevden?

Yanmaktan korkmamak böyle bir şey olsa gerek.

Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan,

Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse…

A evet, gözlerinin rengini de öğreniyoruz Leyla’mızın… Ama sanırım göz rengi farklı olanlar da üzerine alınabilir bu şiiri.

Şiirin devamını siz değerli okuyucularımızın merakına bırakıyorum.

Ve Osman ÖZTUNÇ’un güzel yorumuyla bu şiirimizin bir bölümü…

Şaşnaz ile Sarman’ın Konuşmaları -2

Şaşnaz, topraktaki avuç kadar bir yerde yeşermiş olan otu hararetle yerinden sökmeye çalışıyordu. Bütün gücüyle kökünden tutup çekiyor, aletlerle gövdesine vuruyor, bir türlü beceremiyordu. Saatlerdir oluk oluk terlemiş, her yeri sırılsıklam olmuştu.

Sarman gözlerini ovuşturarak çıkageldi.

-İnsaf be! Yeter artık! Bi’ yarım saat kestirtmedin. Toprağı eşeleme, hırıltılı nefes, öksürme seslerini duymak zorunda mıyım? Senin boş çabanın meydana getirdiği tüm bu gürültülerin ne kadar sinir bozucu olabileceğini düşündün mü?

-Boş çabam mı?

-Şaşnaz, onu sökemeyeceksin. Bu ilk defa oluyormuş gibi davranma lütfen. Vazgeçsen daha iyi olacak.

-Olmayacak! Sana kalsa devinimsiz ve berbat bir yere dönüşecek burası. Ayrıca anlaşılan bu lanet ottan yanasın?

-Pekâla, kendisini sana bu kadar düşman ettirecek ne yaptı söyler misin?

Şaşnaz konuşabilmek ve az da olsa dinlenmek için işini bırakıp oturdu. Beş on saniye soluklanıp konuştu:

-Bu şeyin onda yarattığı berbat hâli gerçekten görmüyor musun? Eğer öyleyse ya aptalsın ya da bunu umursamayacak vurdumduymaz. Umut denen lanet ne zaman işimize yaradı? Olmayacak bir durum karşısında mevzuyu kapatıp sektesiz bir şekilde hayata devam edecekken bu şey sürekli orada bir açık kapı bırakmaktan, zihin denen bu bulunduğumuz çöplükte sürekli olmayacak bir işin bulunmasını sağlayıp bizi boş yere meşgul etmekten, dışardaki Allah’ın cezası herifin daima kendini bir kısır döngüde bulmasını sağlamaktan başka ne işe yaradı bugüne kadar? Bu müthiş bir zehir! Evet zehir! Birtakım insanların sürekli o kelimeyi romantize etmeleri bunu değiştirmez. Bu zehre odaklanan güç ve beklentiyi başka faydalı bir yere kanalize edebilseydik emin ol durum çok farklı olurdu. Şu ya da bu sancıyla kıyıda köşede oturup acizce beklemekten sıyrılabilirdi. Seni bilmem ama ben acıların çocuğu modundan çok sıkıldım. Gerçek başarılar istiyorum. Hayatın içinde yer almak istiyorum. Ve sen kalkmış bunu yapabilmek için, kopmayacak olsa bile, sarf ettiğim çabayı, gün geçtikçe kendinden beslenerek daha da yeşeren bu lanet şeyi koparıp alabilmek için yarattığım dinamizmi “boş” diye değerlendirip beni azarlamaya çalışıyorsun. Defol git! Zıbaramaman umrumda değil.

Kalkıp yaptığı işi aynı hararetle yapmaya devam etti. Sarman onun bu denli öfkeli olmasına üzülüyor gibiydi. Çok uzun zaman sessizlik oldu. Neden sonra Şaşnaz uğraşırken diz çökmüş olduğu yerden ayağa kalkıp aletleri bıraktı. Eğildi, otu elleriyle kavradı, tüm gücüyle yukarı çekti. Altı yedi saniye böylece durdu, fiziğinin yaşamış olduğu bitkinliği ve öfkesini bu yüklenişten sonra büyük bir çığlıkla dışarı attı. Biraz uzun süren, ve gırtlağı hatırı sayılır derecede ağrıtacak yoğun bir bağırtı. Otun yanına bayılırcasına çöküş ve uzanış. Duyulur derecede alınıp verilen nefesler.

Sarman son derece dingin bir tonla konuştu:

-Ne vurdumduymazım ne de aptal, Şaşnaz. Ne de senden daha az duyarlı. Sadece senin anlayamadığın bazı şeyleri net bir şekilde görebiliyorum. O şeyin kökünü kazıyamazsın. Kimse onsuz yaşayamaz. Hiçbir bedenden tam olarak sökülüp atılamaz o. Öyle olmasa kendini azgın bir suya atan biri bile son anda edilen yardımı neden kabul etsin? Yaşam demek o demek. Kendine gel! Hayat tek yönlü ilerleyemez! Bunun şansı olsaydı ya sen burada tek başına olurdun ya ben. Demek umuda yönelttiğin tüm odağını başka dünyevi gayelere kanalize etseydin çok daha başarılı olacaktın ha? Bir robot olacaktım desene sen şuna!

Sarman çıktı. Yerde yorgunca yatan Şaşnaz’ın ağzından sessizce iki kelime döküldü:

-Tembel herif!

Umutsuzluk / Umut

Ah benim dallarıma yuva yapmış minik serçem
Sen ki evrimin en güzel demisin, her gün yeniden açan bir çiçek
Ben yaşlı koca bir çınar, heybetinden sual olunmaz
Kara kışa, hovarda yaza kızar da açarım gönlümü sana
Mevsimlerin seni korkutmasına izin vermem
Hiçbir gök gürültüsünü sana işittirmem,
Olur ya korkar kaçarsın, yuvanı bozarsın bir gün yanacak bir koca ağaç için.

Ahh benim küçük bahçeme, sarı lalelerime gelip konan kan kırmızısı kelebeğim
Sen ki kızıl bir uykunun en derin anında aklıma düşen bir rüya gibisin
Ben en derine kazılmış bir oyuk, eşelenmiş kuru toprak
Olur ya, yüzünü döneceğin ölüme korkar da uçar kaçarsın
Ben yeni baştan yazarım her bir günü sana,
Tek bir güne sonsuz ömür sığdırırsın, sonsuzluğa kanat çırparsın narin kelebek
Zamanı gömerim, sonları gömerim, karanlığı ve korkunu gömerim de
Sana yemyeşil bir dünya veririm, öyle ki ufkunu göremezsin
Gökyüzüne dalar gidersin, sana maviyi çalar veririm

Ahhh benim beşinci mevsimim, ömrümün yarısı, kalbimin yarısı
Yokluğumun yarası, son nefesim
Ben vardiyası bitmiş bir otobüs, bir tren bir vapur
Sen vardiyası bitmiş seferleri bekler durursun
Gönlümden pare pare kopup gökyüzüne uzanan ellerim,
Ellerine dokunamaz, bir bıçak kadar soğuk ellerim
Maktulü de benim katili de bu güzel güneşli günlerin
Sen ki yeni umutlarla ufka doğru yol alacaksın,
Boynu bükük kalmış insanlara, memleketlere umut olacaksın
Ah benim yarım sözüm, iki büyük, iki kapalı kör gözüm
Seni izleyecek ikinci bir ömrüm olsa eklerdim bir bir
Seninkilerin üstüne
Olur ya bir gün korkarsan umudunu kaybedip hayallerinde boğulmaktan
Tutar çıkarırım, bağırırım YÜKSEĞE, DAHA YÜKSEĞE
Hiçbir kötülüğün yüreğine ulaşamayacağı kadar yükseğe git
Çırpmaktan korkma kanatlarını,
Ah benim duygularımın, dünümün, bugünümün tanrısı
Benim artık görüp görebileceklerim,
Sonu gelmez hikayelerin yalancı sanrısı.

Bir Adam ve Herhangi Bir Kadın

“Susma… ben çok yorgunum.”

Belki iki dakikadır belki iki gündür beklediği kahverengi, ahşap kapının önünde elinin zile kaçıncı uzanışıydı bilmiyordu. Belki ilk, belki de son.. Derin bir nefes almak için zorladı kendini fakat tam göğsünün ortasında asılı kalmış, bir türlü veremediği o nefes izin vermedi soluklanmasına. Belki de soluklanmayı unutmuştu. Otuz dört yıldır arka cebinde biriktirdiği öfkesini unuttuğu gibi unutmuştu üstelik. Hiç görmediği annesini, on beş yaşında kapıyı çarpıp çıktığında geride kalan felçli babasını, yirmi yaşında onu sekiz bıçak darbesiyle kan gölünün içinde bırakmış kocasını da arka cebindekilerle birlikte unuttu. Bu ahşap kapının önüne hayatının acı kronolojisini çizmeye gelmemişti. Belki de bu ahşap kapının önüne hayatının acı kronolojisini silmeye gelmişti. Aldattığı adamları, söylediği yalanları, kanamasına artık aldırmadığı kesiklerini, hayatın ondan esirgediklerini bir çırpıda silmeye gelmişti.

Kapının önündeki karanlığı delercesine çığırtkan gün ışığına karşı koymaya çalışarak gözlerini araladı. Dünyanın bütün şefkatleri karşısında duruyordu. “Hırpalana hırpalana çürüdüğüm bu cehennemden kurtarabilir misin beni? Hz. İsa’nın dokunuşuyla iyileştirebilir misin bıçakla deşilmiş yaralarımı? Annesinin çürümeye terk ettiği otuz dört yaşındaki bir çocuğu, onu hiç sevmemiş herkesin yerine de sevebilir misin?” demek üzere dudaklarını aralamıştı ki doğduğu günden beri kirpiklerinde biriktirdiği tüm gözyaşları onu sarıp sarmalayan adamın boynuna dökülüverdi. Yalnızca “Susma… ben çok yorgunum.” diyebildi.

Görseller Bogdan Zwig’a aittir

Şaman İnancından Günümüze Ulaşan Türk Adetleri

Türkler, İslam Öncesi dönemde Şamanizm -bilinenin aksine bir din olmayan- inanç sistemine ve tek bir ulu yaratıcıya -Gök Tengri’ye- inanmışlardır.

  1. Su Dökmek

Su, Türkler için kutsaldı. Bereket getireceğine ve kötü ruhları kovacağına inanılırdı. Günümüze kadar gelen bu adette, uğurlanılan kişinin ardından dökülen su “Su gibi rahat gidip gelsin” inancıyla uygulanır.

2. Ağaca Bez Parçası Bağlamak

Türk inancında ağaçların ne kadar kutsal sayıldığını ve kutsal varlıklarla iletişim kanalı olarak görüldüğünü önceki yazılarımızda bahsetmiştik. Bu bağlamda ağaçlara dilek tutularak bağlanan bez parçası/ipin de kutsal varlıklara iletileceği inancı vardı.

3. Tahtaya Vurmak

Pek çok toplumda var olan bu inanışta, üç kere ağaca -ya da tahtaya- vurulursa başımıza kötü bir şeyin gelmeyeceğine inanılır. Peki neden üç kere? Bu inanca göre, ilk vuruşta ağaçta var olan iyi ruhlar çağrılır, ikinci vuruşta onlardan yardım istenir ve üçüncüde ise onlara teşekkür edilir.

4. Nazar İnancı

Şaman inancında, bazı insanların gözlerinde kötü enerjiler barındırdığına ve bunun kötü şans getireceğine inanılırdı.

5. Ölen Kişinin Ardından Yemek Vermek

Bu adet, Şamanizm’deki Yuğ töreninden kalmadır. Yuğ törenlerinde ölen kişi için kurban kesilir ve yemek verilirdi.

6. Mezarlardaki Suluklar

Şaman inancına göre susayan ruhun, susadığı zaman kalkıp su içmesi için konulurdu. Aynı zamanda buradan su içen kuşların, kişinin ruhuna iyi geleceği düşünülürdü. Çünkü kutsal varlıklar eski Türk inancında kuş olarak tasvir edilmişti.

7. Mezar Taşı

Geçmişten beri mezarlara özen gösteren ve süsleyen Türkler, mezarlara mutlaka taş dikerdi. Özellikle ulu kişilerin mezarına dikilen taş, inançlarına göre kutsal varlıklara, o kişinin yerini belli etmekteydi. Bu alanlar aynı zamanda medet umulan yerlerdi. Bugünkü türbe, mezar ziyaretleri de bu inanışın hala devam ettiğini göstermektedir.

8. Kırk Sayısı

Kırk sayısı, Türkler için her zaman çok önemli olmuş ve birçok destanda da çok kez geçmiştir.

9. Dini Ritüeller ile Müziğin Beraber Yapılması

Şamanizm dini ritüellerinde, müzik ve din beraber yapılırdı. Bugün bu gelenek hala devam etmektedir. (İlahi, mevlit)

10. Kurşun Dökme

Şamanizm’de “Kut Dökme”, “Kut Kuyma” gibi isimler verilen bu ritüelin, kötü ruhların olumsuz etkilerini ortadan kaldıracağına inanılırdı.

11. Kırmızı İp/Kurdele

Kötü ruhları, olumsuzlukları kovduğuna inanılan kırmızı ip/kurdele, yeni doğum yapmış kadınları koruduğuna ve mezar başına bağlanırsa, ölüye kötü ruhların musallat olmasını engellediğine inanılırdı.

Hayır Delirmedim, Fotoğraf Konuştu

“Hatıralar ateş geçirmez.”

Ben: Söyler misin bana neden varsın sen?
Fotoğraf: An’ı ölümsüzleştirmek demiyor musunuz, işte o sebepten varım.

Ben: Öyle yıllarca hiç eskimeden eksilmeden hatta hiç ayrılmadan durabilmek nasıl?
Fotoğraf: Yok efendim yanlış biliyorsunuz. Eskiyoruz da eksiliyoruz da. Göründüğü kadar kolay benim için. O fotoğraf çekildi sonrasından o fotoğraftan kimse çekilemedi.

Ben: Birçok şeyi görüp kaydedebilme şansın oldu, dünyayı ve insanları nasıl anlatırsın?
Fotoğraf: Siyah ve beyaz kadar net ve zıt her şey. Bir bakıyorsun gözünün görebildiği kadar berrak aydınlık saflık ve temizlik. Sonra objektifi öbür yana çeviriyorsun, görmemeyi dilerdim.. Zifiri karanlık, saf kötülük. Doyumsuzluk, hırslar, savaşlar… Bunlar yetmezmiş gibi bir de ayrılıklar var. Hiç ölmeyecek gibi hoyratça yaşıyorlar.  İnsanoğlu bir şeyleri yıkmayı çok iyi biliyor.. Dünya güzel, bazı şeyleri görmemek için kafanı çevirmeyi kabullenebiliyorsan.

Ben: O kadar anıyı barındırabilmek nasıl hissettiriyor? Ağır gelmiyor mu?
Fotoğraf: Bir daha yan yana olamayacağın insanla aynı fotoğraf karesinde yıllarca kalabilmek benim için de sevimli gelmiyor. Bir şeylerin bitmesi yahut yarım kalmasının ağırlığı oluyor elbette. Öte yandan güzellikleri de var.. İlk gülümsemesi bir bebeğin, ilk adımları, yeni yaşları… Görmek için can attıklarımız da oluyor, gözlerimizi sımsıkı kapattığımız da..

Ben: Neden hep sana kıydılar? Neden hep yakıp yırttılar seni?
Fotoğraf: Çaresizlik! Bazen o kadar çaresiz oluyor ki insan, yaşananlara ya da bir daha yaşanamayacak olana olan öfkesini ancak böyle çıkartıyor. O küllerle savrulup gideceğini sanıyor ama zaman acımasız, fotoğraflar yanar, hatıralar ateş geçirmez. Parçalara ayırır yok olup gitsin diye, parça parça çoğalır, yok etmek istedikçe yayılır her bir parçaya.

Ben: Arka planda çalan şarkı nedir?
Fotoğraf: Nazan Öncel-Geceler Kara Tren

Ben: Zamanı durdurmak isteseydin hangi anda kalırdın?
Fotoğraf: O andan çıkıp gidemeyeceksem ne anlamı kalacak an’ın.  Kalmak, durmak istediğim birçok an oldu, hepsinden çıktım. Zaten çok sonra anladım kıymetini. Hep öyle olur..

Ben: Çok derin konuştun, hepsi için bin minnet. Söylemek istediğin son bir şeyler var mı?
Fotoğraf: İçinde olduğunuz her anın kıymetini bilin. Hayat öyle çok bilinmezli bir denklem ki gülerek çektiğiniz fotoğrafa gün gelir ağlayarak bakarsınız..

Bir Ninninin Hikayesi: Dandini Dandini Dastana

DANDİNİ DANDİNİ DASTANA…

Ninnilerin sihirli bir büyüye sahip olduklarına hep inanmışımdır. Ne anlama geldkilerinden çok söylerken oluşturdukları ahenk bizleri büyülerdi. Ama hiçbir zaman korkunç bir geçmişe sahip olabilecekleri aklımın ucundan geçmemişti. Ta ki Oğuz Atay’ın Tutunamaynlar romanını okuyana dek.

Efsanemizin baş kahramanlarından Kutlug Dandini ve Farsus Dastana’nın babası olan Hartug Dandini 7. Yüzyılda Mezopotamyadan Anadoluya İsa peygamberin dinini yaymak üzere göç etmiştir. Din işleri ile yoğun bir şekilde ilgilenen baba Hartug çocuklarına fazla zaman ayıramamaktadır. Çocukları ise babalarının bostanında karga avlamak ve buldukları her çimenliğe uzanıp aylaklık yapmakla meşguldür. Bu iki kardeş cinselliğe oldukça meraklıdırlar. Dasdana sürekli olarak Dandiniye cinsel hikayeler anlatıp birlikte olduğu dul kadınlardan bahseder. Kardeşine göre daha sessiz ve kendi halinde olan Dandini kardeşinin anlattıkları karşısında içten içe bir kıskançlık ve şehvet hissetmektedir. Dandini bir sabah erkenden kalkarak köy meydanına gider ve duvarlardan birine  Dasdana ile bir kadının cinsel ilişkisini anlatan bir resim çizer. Resmin altına ise anlaşılması güç bir yazı ile  “Hartug Dandini oğlu Farsus Dasdana! Neden Elbas Surkan’la yattın?”  diye yazar. Bunu gören babası  Dandini’yi bir güzel döver.
Kutlug Dandin’I babasının bütün karşı koymalarına rağmen kılıç eğitimi almaya başlar. Farsus Dasdana ise uzun bir süredir hayalini kurduğu şeyi yapar ve bir köylü kızını iğfal etmeyi başarmıştır. Ve en sonunda Dandini ile Dastana babaları Hartung Dandini’yi öldürür.

O günden itibaren Anadolu da ağızdan ağıza yayılan bu hikaye zamanla çocukları uyutmak için (korkutmak) bazı bölümleri çıkarılarak söylenmiştir.
Çocukken bu ninniyi dinlerken korkudan mı yoksa gerçekten uykumuz geldiği için mi uyuyorduk bilinmez ama şu bir gerçek ki her bilinmezin arkasında bir gerçeklik her gerçeğin arkasında da bir tarih yatmaktadır.

Tutunamayanlar romanında ise ninninin orijinali şöyledir:
“Ninni yavrum bebeğime
Kirler dolar göbeğime
Dandin vurma erkeğime
dandini dandini dasdana

Çıplak uzanmış dastana
Kızı gelmiş anadan doğma
Yatacakları sırada
Danalar girmiş bostana

Dastana’da bu hırs varken
Bostanda kızla yatarken
Bağırmış babası birden
Kov bostancı danayı

Dastana kızmış köpürmüş
Gitmiş hartug’u öldürmüş
Danayı kovarken gülmüş:
Yemesin lahanayı”