13.5 C
İstanbul
Perşembe, Mayıs 15, 2025

Boşluklarım

Hayatı ne kadar boş yaşıyoruz değil mi ?

Ne kadar da çok beklentilerimiz var…

Ne de çok hüzünlerle doluyuz.

Geçecek dediğimiz çoğu acı geçmedi, unuturuz dediğimiz çoğu anıları unutamadığımız gibi. Her zaman özlediğimiz insanlarla dolu yüreğimiz… Bazen annemizi bazense çocukluğumuzu özleyerek geçiyor günlerimiz.

Umudu eksik etmeyelim derken hayal dünyasında yaşayan insanlarız biz. Hayal kurmaktan yorulan, artık gelecekte değil şimdi güzel şeyler olsun diye çırpınan. Hayatın amacını ararken amaçlar içinde kaybolanlarız. Kaybedenler kulübüne üye, akıl hastanelerine adayız.

Hangimiz normaliz?

Hangimiz hayatın her diliminde mutluyuz?

Kimimiz işini sevmiyor, kimimiz okuduğumuz bölümü, kimimiz de yaşadığımız şehri.

Hangimiz mutluyuz? ama böyle sahi sahi derinden mutluyuz ?

Her zaman bir şeylerimiz eksik; senin sevdiğin adam eksik, onun annesi eksik, benim ışığım eksik. Peki tam olanı gördük mü hiç. HAYIR… Kocaman bir hayır.

Her zaman bir şeylerden eksik kalacağız. Eşimiz, dostumuz, sağlığımız tamamken bile. Belki ailemizden, belki ukde kalanlardan belki de var olan ama memnun etmeyen şeylerden her zaman yarım ve mahrum olacağız. O yüzden anı yaşamak ve dolu dolu yaşamak önemlidir her zaman. Plansız değil ama aşırı kaygımızı köşelere bırakarak yaşamalıyız. Yoksa zaten hep yarım kalacak olan ruhlarımıza ağır gelir tamamlayamadığımız tüm şeyler. Ağır gelir planların uymaması. Çok ağır gelir planladığın hayatın virgülü bile olamamak. Şunu da unutma ağır gelecek boş geçirdiğin her yaşını selamlamak.

Unutma yarım kalacaksın ama pişman kalmayacaksın, belki çok şey isteyip azla yetineceksin ama unutma kaybolmayacaksın.Kaybedeceksin her şeyi; umudunu, hevesini, gülmelerini, kalbini, huzurunu… bilhassa bunlar büyütecek seni. Uyuyunca geçer masalına inanıp geçmediğini görünce olgunlaşacaksın. Belki pişmeyeceksin ama hamda kalmayacaksın.

Belki tam olamayacaksın ama unutma; yarım kalan her şey bir gün tamamını bulur elbet bulur…

GEL OLUR MU?

Yavaş yavaş dediler 
Birden olursa delirirsin dediler
Bir boşluk hapiseder dediler
Ne varsa geldi başıma

Önce delirdim sonra
O boşluğa hapis oldum
Sonra?

Kimse bilmiyor o sonu!
Yaşayanlar söylemedi ya da
Söyleyemediler...
Biliyorum ben.

Ölüyorsun.
50 yıl fazladan yaşasın cesedin diye
Sonradan gömüyorlar.

Gömülmeyi bekleyeli çok oldu.
Kaçıncı asrı aştığımı saymadım,
Mahkum oluşumun sana.
Binince yılında gömecekler
Söylediler.

Bekliyorum,
Önce seni
Sonra gömülmeyi
İlk sen gel olur mu?

Geri Gelen Bir Mektubunuz Var

İki gün önce, bunca zaman nasıl bu güzel şiiri ve besteyi daha önce keşfedemedim diyordum kendime. Sizlerle de paylaşmak istedim…

12 Ocak 1905 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelen Türk yazar, şair, düşünür ve öğretmenimiz Hüseyin Nihal ATSIZ’a ait bir şiir bu.

Aşkın çok farklı ve yoğun bir halini gördüm bu şiirde.

Türk tarihi alanında çokça eser kaleme almış birinden böyle gönle hitap eden bir konuda şiir görmek beni şaşırtmadı değil açıkçası.

Ve bu değerli aşk adamı da 11 Aralık 1975 tarihinde aramızdan bedenen ayrılmak zorunda kaldı.

Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?

İnsanın içini aşk ateşiyle yakan o gözleri aşığın yüreğiyle görmek lazım sanırım böyle tutuşabilmek için.

Pervane olan kendini gizler mi hiç alevden?

Yanmaktan korkmamak böyle bir şey olsa gerek.

Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan,

Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse…

A evet, gözlerinin rengini de öğreniyoruz Leyla’mızın… Ama sanırım göz rengi farklı olanlar da üzerine alınabilir bu şiiri.

Şiirin devamını siz değerli okuyucularımızın merakına bırakıyorum.

Ve Osman ÖZTUNÇ’un güzel yorumuyla bu şiirimizin bir bölümü…

Şaşnaz ile Sarman’ın Konuşmaları -2

Şaşnaz, topraktaki avuç kadar bir yerde yeşermiş olan otu hararetle yerinden sökmeye çalışıyordu. Bütün gücüyle kökünden tutup çekiyor, aletlerle gövdesine vuruyor, bir türlü beceremiyordu. Saatlerdir oluk oluk terlemiş, her yeri sırılsıklam olmuştu.

Sarman gözlerini ovuşturarak çıkageldi.

-İnsaf be! Yeter artık! Bi’ yarım saat kestirtmedin. Toprağı eşeleme, hırıltılı nefes, öksürme seslerini duymak zorunda mıyım? Senin boş çabanın meydana getirdiği tüm bu gürültülerin ne kadar sinir bozucu olabileceğini düşündün mü?

-Boş çabam mı?

-Şaşnaz, onu sökemeyeceksin. Bu ilk defa oluyormuş gibi davranma lütfen. Vazgeçsen daha iyi olacak.

-Olmayacak! Sana kalsa devinimsiz ve berbat bir yere dönüşecek burası. Ayrıca anlaşılan bu lanet ottan yanasın?

-Pekâla, kendisini sana bu kadar düşman ettirecek ne yaptı söyler misin?

Şaşnaz konuşabilmek ve az da olsa dinlenmek için işini bırakıp oturdu. Beş on saniye soluklanıp konuştu:

-Bu şeyin onda yarattığı berbat hâli gerçekten görmüyor musun? Eğer öyleyse ya aptalsın ya da bunu umursamayacak vurdumduymaz. Umut denen lanet ne zaman işimize yaradı? Olmayacak bir durum karşısında mevzuyu kapatıp sektesiz bir şekilde hayata devam edecekken bu şey sürekli orada bir açık kapı bırakmaktan, zihin denen bu bulunduğumuz çöplükte sürekli olmayacak bir işin bulunmasını sağlayıp bizi boş yere meşgul etmekten, dışardaki Allah’ın cezası herifin daima kendini bir kısır döngüde bulmasını sağlamaktan başka ne işe yaradı bugüne kadar? Bu müthiş bir zehir! Evet zehir! Birtakım insanların sürekli o kelimeyi romantize etmeleri bunu değiştirmez. Bu zehre odaklanan güç ve beklentiyi başka faydalı bir yere kanalize edebilseydik emin ol durum çok farklı olurdu. Şu ya da bu sancıyla kıyıda köşede oturup acizce beklemekten sıyrılabilirdi. Seni bilmem ama ben acıların çocuğu modundan çok sıkıldım. Gerçek başarılar istiyorum. Hayatın içinde yer almak istiyorum. Ve sen kalkmış bunu yapabilmek için, kopmayacak olsa bile, sarf ettiğim çabayı, gün geçtikçe kendinden beslenerek daha da yeşeren bu lanet şeyi koparıp alabilmek için yarattığım dinamizmi “boş” diye değerlendirip beni azarlamaya çalışıyorsun. Defol git! Zıbaramaman umrumda değil.

Kalkıp yaptığı işi aynı hararetle yapmaya devam etti. Sarman onun bu denli öfkeli olmasına üzülüyor gibiydi. Çok uzun zaman sessizlik oldu. Neden sonra Şaşnaz uğraşırken diz çökmüş olduğu yerden ayağa kalkıp aletleri bıraktı. Eğildi, otu elleriyle kavradı, tüm gücüyle yukarı çekti. Altı yedi saniye böylece durdu, fiziğinin yaşamış olduğu bitkinliği ve öfkesini bu yüklenişten sonra büyük bir çığlıkla dışarı attı. Biraz uzun süren, ve gırtlağı hatırı sayılır derecede ağrıtacak yoğun bir bağırtı. Otun yanına bayılırcasına çöküş ve uzanış. Duyulur derecede alınıp verilen nefesler.

Sarman son derece dingin bir tonla konuştu:

-Ne vurdumduymazım ne de aptal, Şaşnaz. Ne de senden daha az duyarlı. Sadece senin anlayamadığın bazı şeyleri net bir şekilde görebiliyorum. O şeyin kökünü kazıyamazsın. Kimse onsuz yaşayamaz. Hiçbir bedenden tam olarak sökülüp atılamaz o. Öyle olmasa kendini azgın bir suya atan biri bile son anda edilen yardımı neden kabul etsin? Yaşam demek o demek. Kendine gel! Hayat tek yönlü ilerleyemez! Bunun şansı olsaydı ya sen burada tek başına olurdun ya ben. Demek umuda yönelttiğin tüm odağını başka dünyevi gayelere kanalize etseydin çok daha başarılı olacaktın ha? Bir robot olacaktım desene sen şuna!

Sarman çıktı. Yerde yorgunca yatan Şaşnaz’ın ağzından sessizce iki kelime döküldü:

-Tembel herif!

Umutsuzluk / Umut

Ah benim dallarıma yuva yapmış minik serçem
Sen ki evrimin en güzel demisin, her gün yeniden açan bir çiçek
Ben yaşlı koca bir çınar, heybetinden sual olunmaz
Kara kışa, hovarda yaza kızar da açarım gönlümü sana
Mevsimlerin seni korkutmasına izin vermem
Hiçbir gök gürültüsünü sana işittirmem,
Olur ya korkar kaçarsın, yuvanı bozarsın bir gün yanacak bir koca ağaç için.

Ahh benim küçük bahçeme, sarı lalelerime gelip konan kan kırmızısı kelebeğim
Sen ki kızıl bir uykunun en derin anında aklıma düşen bir rüya gibisin
Ben en derine kazılmış bir oyuk, eşelenmiş kuru toprak
Olur ya, yüzünü döneceğin ölüme korkar da uçar kaçarsın
Ben yeni baştan yazarım her bir günü sana,
Tek bir güne sonsuz ömür sığdırırsın, sonsuzluğa kanat çırparsın narin kelebek
Zamanı gömerim, sonları gömerim, karanlığı ve korkunu gömerim de
Sana yemyeşil bir dünya veririm, öyle ki ufkunu göremezsin
Gökyüzüne dalar gidersin, sana maviyi çalar veririm

Ahhh benim beşinci mevsimim, ömrümün yarısı, kalbimin yarısı
Yokluğumun yarası, son nefesim
Ben vardiyası bitmiş bir otobüs, bir tren bir vapur
Sen vardiyası bitmiş seferleri bekler durursun
Gönlümden pare pare kopup gökyüzüne uzanan ellerim,
Ellerine dokunamaz, bir bıçak kadar soğuk ellerim
Maktulü de benim katili de bu güzel güneşli günlerin
Sen ki yeni umutlarla ufka doğru yol alacaksın,
Boynu bükük kalmış insanlara, memleketlere umut olacaksın
Ah benim yarım sözüm, iki büyük, iki kapalı kör gözüm
Seni izleyecek ikinci bir ömrüm olsa eklerdim bir bir
Seninkilerin üstüne
Olur ya bir gün korkarsan umudunu kaybedip hayallerinde boğulmaktan
Tutar çıkarırım, bağırırım YÜKSEĞE, DAHA YÜKSEĞE
Hiçbir kötülüğün yüreğine ulaşamayacağı kadar yükseğe git
Çırpmaktan korkma kanatlarını,
Ah benim duygularımın, dünümün, bugünümün tanrısı
Benim artık görüp görebileceklerim,
Sonu gelmez hikayelerin yalancı sanrısı.

Bir Adam ve Herhangi Bir Kadın

“Susma… ben çok yorgunum.”

Belki iki dakikadır belki iki gündür beklediği kahverengi, ahşap kapının önünde elinin zile kaçıncı uzanışıydı bilmiyordu. Belki ilk, belki de son.. Derin bir nefes almak için zorladı kendini fakat tam göğsünün ortasında asılı kalmış, bir türlü veremediği o nefes izin vermedi soluklanmasına. Belki de soluklanmayı unutmuştu. Otuz dört yıldır arka cebinde biriktirdiği öfkesini unuttuğu gibi unutmuştu üstelik. Hiç görmediği annesini, on beş yaşında kapıyı çarpıp çıktığında geride kalan felçli babasını, yirmi yaşında onu sekiz bıçak darbesiyle kan gölünün içinde bırakmış kocasını da arka cebindekilerle birlikte unuttu. Bu ahşap kapının önüne hayatının acı kronolojisini çizmeye gelmemişti. Belki de bu ahşap kapının önüne hayatının acı kronolojisini silmeye gelmişti. Aldattığı adamları, söylediği yalanları, kanamasına artık aldırmadığı kesiklerini, hayatın ondan esirgediklerini bir çırpıda silmeye gelmişti.

Kapının önündeki karanlığı delercesine çığırtkan gün ışığına karşı koymaya çalışarak gözlerini araladı. Dünyanın bütün şefkatleri karşısında duruyordu. “Hırpalana hırpalana çürüdüğüm bu cehennemden kurtarabilir misin beni? Hz. İsa’nın dokunuşuyla iyileştirebilir misin bıçakla deşilmiş yaralarımı? Annesinin çürümeye terk ettiği otuz dört yaşındaki bir çocuğu, onu hiç sevmemiş herkesin yerine de sevebilir misin?” demek üzere dudaklarını aralamıştı ki doğduğu günden beri kirpiklerinde biriktirdiği tüm gözyaşları onu sarıp sarmalayan adamın boynuna dökülüverdi. Yalnızca “Susma… ben çok yorgunum.” diyebildi.

Görseller Bogdan Zwig’a aittir

Şaman İnancından Günümüze Ulaşan Türk Adetleri

Türkler, İslam Öncesi dönemde Şamanizm -bilinenin aksine bir din olmayan- inanç sistemine ve tek bir ulu yaratıcıya -Gök Tengri’ye- inanmışlardır.

  1. Su Dökmek

Su, Türkler için kutsaldı. Bereket getireceğine ve kötü ruhları kovacağına inanılırdı. Günümüze kadar gelen bu adette, uğurlanılan kişinin ardından dökülen su “Su gibi rahat gidip gelsin” inancıyla uygulanır.

2. Ağaca Bez Parçası Bağlamak

Türk inancında ağaçların ne kadar kutsal sayıldığını ve kutsal varlıklarla iletişim kanalı olarak görüldüğünü önceki yazılarımızda bahsetmiştik. Bu bağlamda ağaçlara dilek tutularak bağlanan bez parçası/ipin de kutsal varlıklara iletileceği inancı vardı.

3. Tahtaya Vurmak

Pek çok toplumda var olan bu inanışta, üç kere ağaca -ya da tahtaya- vurulursa başımıza kötü bir şeyin gelmeyeceğine inanılır. Peki neden üç kere? Bu inanca göre, ilk vuruşta ağaçta var olan iyi ruhlar çağrılır, ikinci vuruşta onlardan yardım istenir ve üçüncüde ise onlara teşekkür edilir.

4. Nazar İnancı

Şaman inancında, bazı insanların gözlerinde kötü enerjiler barındırdığına ve bunun kötü şans getireceğine inanılırdı.

5. Ölen Kişinin Ardından Yemek Vermek

Bu adet, Şamanizm’deki Yuğ töreninden kalmadır. Yuğ törenlerinde ölen kişi için kurban kesilir ve yemek verilirdi.

6. Mezarlardaki Suluklar

Şaman inancına göre susayan ruhun, susadığı zaman kalkıp su içmesi için konulurdu. Aynı zamanda buradan su içen kuşların, kişinin ruhuna iyi geleceği düşünülürdü. Çünkü kutsal varlıklar eski Türk inancında kuş olarak tasvir edilmişti.

7. Mezar Taşı

Geçmişten beri mezarlara özen gösteren ve süsleyen Türkler, mezarlara mutlaka taş dikerdi. Özellikle ulu kişilerin mezarına dikilen taş, inançlarına göre kutsal varlıklara, o kişinin yerini belli etmekteydi. Bu alanlar aynı zamanda medet umulan yerlerdi. Bugünkü türbe, mezar ziyaretleri de bu inanışın hala devam ettiğini göstermektedir.

8. Kırk Sayısı

Kırk sayısı, Türkler için her zaman çok önemli olmuş ve birçok destanda da çok kez geçmiştir.

9. Dini Ritüeller ile Müziğin Beraber Yapılması

Şamanizm dini ritüellerinde, müzik ve din beraber yapılırdı. Bugün bu gelenek hala devam etmektedir. (İlahi, mevlit)

10. Kurşun Dökme

Şamanizm’de “Kut Dökme”, “Kut Kuyma” gibi isimler verilen bu ritüelin, kötü ruhların olumsuz etkilerini ortadan kaldıracağına inanılırdı.

11. Kırmızı İp/Kurdele

Kötü ruhları, olumsuzlukları kovduğuna inanılan kırmızı ip/kurdele, yeni doğum yapmış kadınları koruduğuna ve mezar başına bağlanırsa, ölüye kötü ruhların musallat olmasını engellediğine inanılırdı.

Hayır Delirmedim, Fotoğraf Konuştu

“Hatıralar ateş geçirmez.”

Ben: Söyler misin bana neden varsın sen?
Fotoğraf: An’ı ölümsüzleştirmek demiyor musunuz, işte o sebepten varım.

Ben: Öyle yıllarca hiç eskimeden eksilmeden hatta hiç ayrılmadan durabilmek nasıl?
Fotoğraf: Yok efendim yanlış biliyorsunuz. Eskiyoruz da eksiliyoruz da. Göründüğü kadar kolay benim için. O fotoğraf çekildi sonrasından o fotoğraftan kimse çekilemedi.

Ben: Birçok şeyi görüp kaydedebilme şansın oldu, dünyayı ve insanları nasıl anlatırsın?
Fotoğraf: Siyah ve beyaz kadar net ve zıt her şey. Bir bakıyorsun gözünün görebildiği kadar berrak aydınlık saflık ve temizlik. Sonra objektifi öbür yana çeviriyorsun, görmemeyi dilerdim.. Zifiri karanlık, saf kötülük. Doyumsuzluk, hırslar, savaşlar… Bunlar yetmezmiş gibi bir de ayrılıklar var. Hiç ölmeyecek gibi hoyratça yaşıyorlar.  İnsanoğlu bir şeyleri yıkmayı çok iyi biliyor.. Dünya güzel, bazı şeyleri görmemek için kafanı çevirmeyi kabullenebiliyorsan.

Ben: O kadar anıyı barındırabilmek nasıl hissettiriyor? Ağır gelmiyor mu?
Fotoğraf: Bir daha yan yana olamayacağın insanla aynı fotoğraf karesinde yıllarca kalabilmek benim için de sevimli gelmiyor. Bir şeylerin bitmesi yahut yarım kalmasının ağırlığı oluyor elbette. Öte yandan güzellikleri de var.. İlk gülümsemesi bir bebeğin, ilk adımları, yeni yaşları… Görmek için can attıklarımız da oluyor, gözlerimizi sımsıkı kapattığımız da..

Ben: Neden hep sana kıydılar? Neden hep yakıp yırttılar seni?
Fotoğraf: Çaresizlik! Bazen o kadar çaresiz oluyor ki insan, yaşananlara ya da bir daha yaşanamayacak olana olan öfkesini ancak böyle çıkartıyor. O küllerle savrulup gideceğini sanıyor ama zaman acımasız, fotoğraflar yanar, hatıralar ateş geçirmez. Parçalara ayırır yok olup gitsin diye, parça parça çoğalır, yok etmek istedikçe yayılır her bir parçaya.

Ben: Arka planda çalan şarkı nedir?
Fotoğraf: Nazan Öncel-Geceler Kara Tren

Ben: Zamanı durdurmak isteseydin hangi anda kalırdın?
Fotoğraf: O andan çıkıp gidemeyeceksem ne anlamı kalacak an’ın.  Kalmak, durmak istediğim birçok an oldu, hepsinden çıktım. Zaten çok sonra anladım kıymetini. Hep öyle olur..

Ben: Çok derin konuştun, hepsi için bin minnet. Söylemek istediğin son bir şeyler var mı?
Fotoğraf: İçinde olduğunuz her anın kıymetini bilin. Hayat öyle çok bilinmezli bir denklem ki gülerek çektiğiniz fotoğrafa gün gelir ağlayarak bakarsınız..

Bir Ninninin Hikayesi: Dandini Dandini Dastana

DANDİNİ DANDİNİ DASTANA…

Ninnilerin sihirli bir büyüye sahip olduklarına hep inanmışımdır. Ne anlama geldkilerinden çok söylerken oluşturdukları ahenk bizleri büyülerdi. Ama hiçbir zaman korkunç bir geçmişe sahip olabilecekleri aklımın ucundan geçmemişti. Ta ki Oğuz Atay’ın Tutunamaynlar romanını okuyana dek.

Efsanemizin baş kahramanlarından Kutlug Dandini ve Farsus Dastana’nın babası olan Hartug Dandini 7. Yüzyılda Mezopotamyadan Anadoluya İsa peygamberin dinini yaymak üzere göç etmiştir. Din işleri ile yoğun bir şekilde ilgilenen baba Hartug çocuklarına fazla zaman ayıramamaktadır. Çocukları ise babalarının bostanında karga avlamak ve buldukları her çimenliğe uzanıp aylaklık yapmakla meşguldür. Bu iki kardeş cinselliğe oldukça meraklıdırlar. Dasdana sürekli olarak Dandiniye cinsel hikayeler anlatıp birlikte olduğu dul kadınlardan bahseder. Kardeşine göre daha sessiz ve kendi halinde olan Dandini kardeşinin anlattıkları karşısında içten içe bir kıskançlık ve şehvet hissetmektedir. Dandini bir sabah erkenden kalkarak köy meydanına gider ve duvarlardan birine  Dasdana ile bir kadının cinsel ilişkisini anlatan bir resim çizer. Resmin altına ise anlaşılması güç bir yazı ile  “Hartug Dandini oğlu Farsus Dasdana! Neden Elbas Surkan’la yattın?”  diye yazar. Bunu gören babası  Dandini’yi bir güzel döver.
Kutlug Dandin’I babasının bütün karşı koymalarına rağmen kılıç eğitimi almaya başlar. Farsus Dasdana ise uzun bir süredir hayalini kurduğu şeyi yapar ve bir köylü kızını iğfal etmeyi başarmıştır. Ve en sonunda Dandini ile Dastana babaları Hartung Dandini’yi öldürür.

O günden itibaren Anadolu da ağızdan ağıza yayılan bu hikaye zamanla çocukları uyutmak için (korkutmak) bazı bölümleri çıkarılarak söylenmiştir.
Çocukken bu ninniyi dinlerken korkudan mı yoksa gerçekten uykumuz geldiği için mi uyuyorduk bilinmez ama şu bir gerçek ki her bilinmezin arkasında bir gerçeklik her gerçeğin arkasında da bir tarih yatmaktadır.

Tutunamayanlar romanında ise ninninin orijinali şöyledir:
“Ninni yavrum bebeğime
Kirler dolar göbeğime
Dandin vurma erkeğime
dandini dandini dasdana

Çıplak uzanmış dastana
Kızı gelmiş anadan doğma
Yatacakları sırada
Danalar girmiş bostana

Dastana’da bu hırs varken
Bostanda kızla yatarken
Bağırmış babası birden
Kov bostancı danayı

Dastana kızmış köpürmüş
Gitmiş hartug’u öldürmüş
Danayı kovarken gülmüş:
Yemesin lahanayı”

Işığını Aç

En son ne zaman tamamen kendin oldun, kendinde oldun? İçine döndüğünde inanılmaz bir hayata adım atacabilecekken başkasının çevresine ait olmak hoşuna gidiyor mu? Korkarak farkını ortaya koyamazsın. Papağan gibi yaşayarak sana verilen ömre haksızlık etme!

Öyle ya da böyle oturmuş veya oturmakta olan yaşam tarzın var. Doğru kabul ettiklerin, asla katlanamam dediklerin, sevdiğin film, ya bıkarsam diye çok sık dinlemediğin müzik seni sen yapan şeyler. Tüm bunlar tamam da havada uçup dolaşan, bunları yaparsan en iyi olursun diyen, seni belli kalıplara sokmak isteyen tozlar nerden çıktı? Üfle gitsin tek yaptığın şey kendine gelmek olacak.

Kararsızlık ile karamsarlık birbirine ne kadar benziyor fark ettin mi? Ufak bir dikkat dağınıklığı, zihninde aralamadığın her kapı büyük yapbozun kayıp parçası.

Eminim ki herkes bir konuda ya da birçok konuda yetenekli. Üzüldüğüm şey ise şu: başkası gibi yaşamak isteyerek, başkalarının kuyruğu olarak öyle büyük hazineyi harcıyorsun ki! Bir an önce nöronlarına doğru sinir ağını öğret. Derin bir nefesle ana dön ve orada kal. Etrafındaki insanları tanımak için harcadığın zamanı şimdi şahsiyetini tanımakla harca, bu vereceğin en doğru kararlardan. Bir kişiye ismi dışında isminden çok şeyle hitap etmeyi bırak da kendi ismini söyleyerek içeriye gir. Yaptığın hatalarla seni senden etmesini değil, tecrübe olarak kalmasını seçeceksin insanların.

Gereğinden fazla değer verip geri dönmesini istediğim için, insanlardan bir şey bekleyip harekete geçmediğim için, anlamını fark edemeden aldığım binlerce nefes için özür dilerim kendimden. Hatalarımdan ancak ders aldım. İyi ki de hata yaptım. Artık önüm çok daha aydınlık.

Hey sen! Harekete geçmek için kimi, neyi bekliyorsun? Geçen her saniye senin için bir armağan. Armağana, armağanla cevap ver. Dönüp baktığında taklit edilesi iz bırak. Ama sakın başkalarını taklit etme yoksa ancak kukla olursun. Gözünü kaşını bilmem, yaşını boyunu bilmem. Tek bir şey var. Okudukların, seni heyecanlandıracak işlere sürüklüyorsa sen çok özel bir insansın. Öyle biri ol ki dönüp baktığında keşke değil ‘risk aldım ve başardım’ çıksın ağızdan. Görev tamamlandı, ne dersin?

Gidiyorum…

Gidiyorum bu şehirden,
Seni ve bu şehri ardımda bırakıyorum,
Sensizliğe gidiyorum,
Mutsuzluğa gidiyorum,
Senin olmadığın bir şehirde mutluluğu aramaya gidiyorum,

Gidiyorum çünkü gelmeyeceğini biliyorum,
Gidiyorum çünkü beni sevmediğini biliyorum,
Gidiyordum işte fazla önemi yok nerede yaşayacağımın ama senin olmadığın bir şehirde yaşayacağım,
Bundan sonra sen ve o bıraktığım şehir baş başa kalacaksınız..ve..Size mutluluklar…

KELİMELERİN GÜCÜ ADINA

‘’ İnsan her nefeste yeni biri olur ve her nefes, içini doldurduğumuz kelimelerle bilmediğimiz bir aleme yolculuk eder; sonra da oradan hediyelerle geri döner.’’

                                                                                                         -Hz. Mevlana-

    Ağzımızdan çıkan her kelimenin açığa çıkmayı bekleyen, şimdiye kadar sessiz kalmış bir sesi vardır. Nasıl ki her varoluşun bir sebebi varsa her kelimenin dünyaya düşmesinde de öyle bir nedeni, nasılı dolaşır zihinlerin en kuytu köşelerinde. Eğer bu köşelerde anlam bulamazsa da kaybolur diğerlerinin arasında, sıradanlaşır. Ama gerçek manasıyla buluştuğu zaman da hedefini kalbinden vuran ‘’vahşi’’ bir mızraktan farkı kalmaz.

    Konuşmak yaratıcının bize vermiş olduğu hem bir ödül hem de bir ceza aslında. Kimi zaman en gösterişli kelimeler bile dağıtamaz buhranımızı, dalgalandıramaz ipekten bir çarşaf gibi duran denizlerimizi. Beyaza boyayamaz yeisten kapkara kesilmiş bulutlarımızı, bir güvercin gibi uçuramaz hapsolmuş umutlarımızı. Kimi zaman da en sade, en sıradan halleriyle koparır koca Nuh tufanını küçücük gövdemizde. Her gün onlarca, belki de yüzlerce kez dilimize düşen ‘baba’ kelimesi bile sızlatmaya yeter kimilerinin burun direklerini mesela. Ya da çoğu zaman varlığının bile farkında olmadığımız ‘evlat’ kelimesi…

Sana durlanmış kelimeler getireceğim
pörsümüş bir dünyayı kahreden kelimeler
kelimeler, bazısı tüyden bazısı demir
seni çünkü dik tutacak bilirim
kabzenin, çekicin ve divitin
tutulduğu yerden parlayan şiir. 

                                        -İsmet özel-

Farkında değiliz bazı kelimelerin değerinin. Dilimizin en tatlı köşelerinden çıkanların ne anlam ifade ettiği, vücudumuza yeni giren bir virüs gibi yabancı olmalı oysa. Ateşimizi çıkarmalı, titretmeli her seferinde. Ama aynı kelime herkes için aynı değeri taşımıyor maalesef, bazı anlamlara gelmiyor. Her gün defalarca dilimizden dökülen ‘’Ne yesek?’’ cümlesini hayatında kuramamış ve kuramayacak kaç çocuk var kim bilir şu çarkı bozuk dünya üzerinde. ‘’Yürümek’’ kelimesi yorgunluktan başka bir anlam ifade etmezken bizim için, kaç beden vardır dikenli tellerin altında duvara çarpmak zorunda kalmadan yürümeyi iliklerine kadar özleyen? Ya da özgür olduğumuzun farkında mıyız mesela? Ne anlam ifade ediyor bu kelime bizim için? Gökyüzüne bakabiliyor olmak özgürlük kelimesini anlamlandırmak için yetiyor mu bizlere? Yetmiyor.

’Kelimeler, kelimeler albayım. Bazı anlamlara gelmiyor.’’ 

                                                                               -Oğuz Atay-

Yeter mi kelimeler her şeyi anlatmaya? Yârin kapısında beklemeyi hangi kırık dökük sözle açıklayabiliriz ki? Bir gülüşüyle bütün sıkıntılarının bertaraf olduğu insana şimdi ‘Gel’ bile diyememeyi hangi yamalı, sökük dağarcık betimleyebilir? Her şeye gücü yeter mi kelimelerin? Aklına geldiğinde ağlamamak için dudakları ısırtan, burnunun direğini sızlatan ama yine de çisil çisil yağmur gibi dökülen gözyaşının yerini ne diyerek doldurabiliriz? Bazı şeyler anlamlandırılamaz, sadece yaştır onlar.

Doğan her şey gibi kelimelerin de bir ölümü var. Her yeni gibi onlar da eskir. Güneşe benzer kelime-i beşer. Karanlık mutlaka gelir oturur yerine bir süre sonra. Sonra yeniden doğar bambaşka şeylerin üstüne. Ama başkadır o, düşmüştür gövdesi çoktan. Eskimeyen bir şey var ise o da Kelamullahtır. Meşe yaprağı gibi sararıp düşmez Allah’ın kelimeleri. Çam yaprağı gibi ilelebet yeşildir. ‘’Yeryüzündeki ağaçlar kalem olsaydı, deniz de mürekkep olsa ve bundan sonra da yedi deniz daha mürekkep olup o denize katılsa yine de Allah’ın kelimeleri yazılmakla tükenmezdi.’’(Lokman/27).

Ama biz beşeriz ve kelimelerimiz sadece yüreğimizdeki ve zihnimizdeki acılar, sevinçler, hayal kırıklıkları, düşünceler kadar. Dudaklarımızdan ne döktüğümüze dikkat etmek borcu boynumuzun. Unutmayın! Kelimelerden inançlarımıza, inançlarımızdan davranışlarımıza, davranışlardan yarattığımız gerçekliklere uzanan upuzun bir yolculuktayız her birimiz. Yarattığımız gerçeklerse hayatımız. Kelimelerin gücünü hafife almayın!

Cansız Gözyaşı

Biraz tepeden inme bir giriş oluyor. Yazarken hatta konuşurken nasıl başlayacağımı kestiremiyorum. Sayfanın yarısına geldim üst satırlar üstü çizilmiş cümlelerle doldu. 

Bugün kendimden bahsetmek istiyorum. Böylelikle ben de bir şeylerin farkına varabilirim. Yazmak böyle değil midir? Yeterince dürüstsen kendi içini görebilirsin.

Benim hikayem fazlasıyla durağan…

Yıllarca aynı dolabın üzerinde kaldım, içimde kırmızı büyük çiçekler vardı. Uzun zamandır birlikteydik. Bir gün sıradan olaylardan biri yaşandı, tozum alınırken çiçeklerim içimden alındı. O anda sanki içimdeki boşluk kazınarak büyüyor gibi geldi. Anlam veremedim, hissetmeye başlamıştım bunu çok sonradan fark ettim tabi.

Hala düşündüğümde içimde görünenden daha büyük bir boşluk hissi oluşuyor. İşte benim kendimle savaşım bu şekilde başladı. Hissetmek güzeldi ama her şey benim için çok yeniydi. Tepkilerimi ve düşüncelerimi yönetemiyordum bir yandan da bu zamana kadar nasıl geçirmişim zamanımı diye düşünmeden edemedim. İşin aslı onlara bu kadar bağlı olduğumu bilmiyordum. Geri geldiğinde eskisinden daha güzeldi ve hoş kokuyordu.

Şu an kendime çok kızıyorum. Çünkü içten içe onları küçümsemiştim gerçek olmadıkları için. Onları seviyordum ama bir yandan gerçek olmalarını istiyordum. Ama ben bir saksı değildim eğer çiçeklerim yapay olmasaydı beni birkaç güne bırakıp giderlerdi. Onu bu şekilde yargıladığım ve güzel taraflarını yok saydığım için üzgünüm. Eğer gerçek olsaydılar onların ölmesine izin verdiğim için kendimi suçlar dururdum neden bir saksı değilim ki diyebilirdim. 

Belirli aralıklarla çiçeklerim yıkanıyor geri geliyordu. Geri geleceklerini bildiğim halde hissettiklerimi bastıramıyordum. O zamanlar adını koyamadığım his, kaybetme korkusuydu. Her seferinde içimdeki boşluk daha çok büyüyor ve ona daha çok bağlanıyordum. Bir gün geldiğinde bir çiçeğinin eksik olduğunu fark ettim. O da bildiğini yakında tamamen gideceğini söyledi.

Buna hazır değildik. Hatırladığım kadarıyla uzun yıllardır bu evdeyiz ve birlikteyiz. Ondan öncesini hatırlamıyordum bile. En önemlisi ‘hissetmeye’ başlamıştım onunla.

Birçok kere düştük. Hatta birkaçında kırılacağımdan emindim (garip bir histi) ama kırılmadım.

Sonra hep kendimi düşündüğümü fark ettim, ona ne olacaktı? 

Zaman geçtikçe huzursuzluğum artıyordu.

Mutsuz olmaya başlamıştım. Çiçeklerim bunun farkında mıydı bilmiyorum. Ona söylemeye çalıştım ama pek tepki vermedi. Sanırım bu durumu çoktan kabullenmişti. Hatta bir keresinde böylesinin daha iyi olabileceğini söylemişti. Gerçekten üzülmüştüm. Sanki düşmüş de kırılmıştım. Çok sinirlenmiş onu üzmek istemiştim. Keşke yapmasaymışım. Ne çok değiştirmek istediğim şey varmış.

Aradan günler geçti, iki mevsim atlattık ve ilkbahara geldik. Bir gün ben yerimden indim bir masaya konuldum. Çiçeklerim içimden alındı. O zaman fark ettim ki cansızdım ama benim de gözyaşlarım vardı. Ve ilk defa hissettiklerimle başa çıkmakta çok zorlanıyordum. Geçen zamanı daha çok hissetmeye başlamıştım ve birçok şey anlamsız gelmeye başlamıştı. 

Sonra ben olduğum masada düşüp kırıldım. Neden düştüğümü hatırlamıyorum ama sert düşmemiştim. O kadar düşmelerimden sonra bu şekilde kırılmam bana garip gelse de kabullendim.

Her şeyin güzel ve çok uzun ömürlü olması gerekmiyor. Sahi bu durum insanlarda da böyle değil mi? Bazıları hayatımıza bizlere bir şeyler öğretmek, hissettirmek için girebilirler. Hiçbir şey sonsuza kadar yanımızda kalmayacak ama biz devam etmek zorundayız. Kırılmış olsak bile…

Ve ben bu şekilde hissettiklerimle başa çıkmayı öğrendim. İlk defa hissetmiş olsam bile…

AGATE’YE YAĞMURLA BERABER BAĞIRAN PİYANİSTİN ŞİİRİ

Beni neden tam on ikide çanlar ciyaklarken vurmadın Agate?
Oysa ellerindeydi revolver
Ellerindeydi oysa kalbim
Ve sen sessizlikteydin kanımca
Çekiverseydin ya tetiği tekinsiz kalbimin şakağına
Belki yitirirdim aklımı…

Yağmur yağıyor, duyuyorum
Kulaklarım hüzünden çok yağmur sesine aşina
Duyuyorum, çatlatıyor pencerenin camlarını
Şakır şakır ağlamak boşalıyor göğün rahminden
Ellerimi uzatsam, Mesih’in kaçacak abdesti
Bir doğum bir ölümü nasıl da müjdeliyor!
Kasıklarından öpüyor karanlık, gecenin
Gece kasım kasım kasılıyor
Oysa Eylül, sarı sarı yapraklar sayıklıyor sokaklarda henüz
Ve işte gıcırtıyla açılıyor bir kapı…

Yağmur yağıyor, biliyorum
Kimse aksini iddia edemez bunun
Piyanoya daha bir Bachyen dokunuyor parmaklarım çünkü
Duyuyorum, yapabildiğim en iyi şey bu
İsmini hatırlıyorum senin
İsmin bir saflığı haykırıyor, hatırlıyorum
Sanki elinde bir revolver var?
Ve işte var gücüyle açılıyor kahverengi benekli kapı, gıcırtıyla…

Ayak seslerini duyuyorum
En iyi yağmur yağarken duyulur ayak sesleri
Yağmur yağarken dokunulur bir üşümüş serçeye, en iyi
Sen en iyi…
Sanki bir revolver var ellerinde?
Sımsıkı kavramış sanki
Kemiklerinin çatırtısını işitebiliyorum
ki en iyi şey bu yapabildiğim
Beni neden hüsrana doğru doğuruyorsun?
Şehvetin neden pıhtılaşmış kanla olur sonucu?
Neden piyanistler…
Ve işte aralanıyor gıcırtının sesi bir kapıyla…

Neden yağmurun sesini duyuyorum öyleyse?
Ağlamıyor mu rahmi göğün yoksa?
Sızlamıyor mu ellerim, dokunurken tuşlara?
Tuşlar, piyano tuşları, farklı bedenler gibi
ve, ve o kilisede ki beyaz tenli kadın
Ve işte aralıyor kapısını kalp kapakçığımın
Gıcırtı o girince yok oluyor
(garip)
Elinde ki altıpatlar değil, revolver
Tetiği çekmesinden anladım
Belli ki yağmur yağarken vuracak beni
Ve işte gıcırtıyla çekiyor tetiği
Hatırladım ismini…

Agate!
Gözlerim iyi ki karanlığa aydınlanıyor
Agate!
Gözlerim iyi ki aydınlığınla çalkalanıyor, bağırıyorum
Agate!
Ve işte sessizliği dinliyor kulaklarımız
Agate!
Çanlar ciyaklıyor saat tam on ikide
Agate!
Gözlerim kör benim…

~EBRÂR

1.1.20
19.29

HAYATIN ELİYLE GELEN

  Mantığımın bittiği yerde sen başlıyorsun. Gömmeye çalıştığım yerden çıkıyorsun. Bir güzel sarıyorum seni sineme. “Oh be!” diyorum. “Dünya varmış.”

  Gücüm var elbet unutmaya, yok sansalar da bana ne! Ben, bütün gücümü seni sevmeye harcıyorum. Başka da bir şey kalmıyor geriye.

  Çarpışmıyorum, çatışmıyorum; derdim kalmadı ne duygularımla ne de gerçeklerimle. Hayatın eliydi bizi yan yana koyan. Yine o değil mi ayıran? Bana sunulanı kabul ediyorum. Belki de bu sayede sabretmeyi öğreniyorum. Bilirsin, en az senin kadar sabırsızımdır ben de.

  Dünya korkunç bir yere gidiyor, öyle diyorlar sevgilim. Oysa dünya, oraya çoktan gitmemiş miydi? Sadece gözlerimizi kapıyorduk, başkalarının acılarını dışarıda bırakıyorduk. Şimdiyse açmak zorunda kaldık. Ateş bizim ocağımıza da sıçrayınca… Yangının kokusunu aldık.

  Bütün dünya hummalı bir “evde kal” çağrısında. Caddeler, sokaklar boşalıyor. Evler belki de hiç ummadıkları kadar insan yüzü gördü. Teşekkür etmeliyiz belki de evlerimize, “Sıkıldım sizden.” deyip bizi sokağa tükürüvermiyorlar.

  Akşamın ışıkları yanıyor bir bir. Acaba şimdi, tam da şu anda, şu çatıların altındaki her bir âdem ne düşünüyor? Ne geçiyor aklından, kalbinden? İçinde ne fırtınalar kopuyor? Ben bugün seni düşündüm. Annemi düşündüm. Ya bir daha sesinizi duyamazsam, dedim. Seni aramak geçti içimden. Annemi aramak geçti. Ama tuttum kendimi. Tuttuğuma üzüldüm. Elimde olsa bu kadar iradeli olmamayı dilerdim. Ölüm korkusu sarsaydı da bedenimi, sizi arasaydım. Sahiden son defa sesinizi duyacakmış gibi…

  Ne yapardın, diye düşündüm sonra. Önce şaşırırdın aradığıma. İkimiz de sevgiyle, hasretle ama tutuk tutuk konuşurduk. Çok geçmeden hızlanır, yalnız olduğumuz süreçte başımızdan geçen her şeyi anlatmak hevesine kapılırdık. Susuşlarımız konuşmalarımıza baskın gelmeye başladığında ben, annemle konuşmaya karar verdiğimi söylerdim. Sen beni cesaretlendirirdin. Sen beni hep cesaretlendirirdin. Keşke yanımda olsaydın. Ellerimi tutardın. Gözlerimden öperdin.

  Oysa ne kadar da mantıklı bir karardı bu. İkimizin de iyiliği içindi. Benim hayat planım, hedef ve hayallerim, erkenden öğrendiğim ve kabullendiğim gerçeklerim; senin plansızlığın, kararsızlığın, içinde cevaplanmayı bekleyen sorular, kaçındığın yüzleşmeler… Aramızı açan ne çok şey vardı. Nihayet ikimiz de yollarımızın ayrı olduğuna karar kıldığımızda rahatlamıştık bir parça.  

  Hayatın eliydi bizi yan yana koyan. Yine o değil mi ayıran? Kızmak, küsmek ne mümkün? Ben seninle şifa buldum. Sen bir enkazı sevdin. Onu yeniden sevgiyle doğurdun. Kırıcılığına, yıkıcılığına direndin. En büyük sancılarında yanında oldun. Sen… İyi geldin. Keşke ben de sana iyi gelebilseydim. Çıkmaz sokaklarına yeni yollar çizebilseydim.

  Bunları düşünürüm, düşünürüm de yapamam. Yapamam işte. Severim. Hasret çekerim. Yine de dönüp bakamam ardıma.

  Tutarım kendimi. Tuttuğuma üzülürüm. Allah biliyor ya, elimde olsa bu kadar iradeli olmamayı dilerdim.