26.7 C
İstanbul
Çarşamba, Ağustos 6, 2025

Çirkin Kral Yılmaz Güney

Biz de bilirdik sevgiliye karanfil almasını, lâkin aç idik, yedik karanfil parasını.

1 Nisan 1937’de Adana’nın Yenice köyünde dünyaya geldi. Babası Urfa Siverek”li Zaza, annesi ise  Kürt kökenlidir. İlk ve orta öğrenimini Adana’da tamamlayan Güney, çocukluk yıllarında pamuk işçiliğinde gazoz ve simit satı çeşitli işlerde çalıştı. Filim afiş arabalarını dolaşırdı Adana sokaklarında. Güney, küçük yaşta ilgisi olmuştu sinama dünyasına.

Edebiyatla ilgilenen ve öyküler yazan Güney, üniversite eğitimini almak üzere Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu. Bu süre içinde usta yönetmen Atıf Yılmaz’la tanışan Güney, rejisörün desteğiyle sinema dünyasına ilk adımını attı.

1959 yılında Bu Vatanın Çocukları ve Alageyik filmlerinin senaryolarını yazan ve oyuncu olarak da bu yapımlarda performans gösterdi. 

Yılmaz, Onüç dergisinde yayımlanan “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılandı, 1961 yılında 18 ay hapis cezasına ve 8 ay Konya’ya sürgün cezasına mahkûm oldu.

1963 yılında mahkûmiyet sona erdi. Güney, tutkuyla bağlı olduğu sinemaya döndü. Küçük bütçeli ve sıradan macera filmlerinde rol almaya başlayan Güney, şiddet temalı bu filmlerde canlandırdığı ezilen ama yazgısını kabul etmeyen; kötülüğe karşı tek başına direnip mücadele eden dürüst Anadolu çocuğu karakteriyle popüler oldu. 

Güney’in o dönemde izleyiciyle buluştuğu filmlerden biri de Çirkin Kral’dı. Bu filmden sonra Çirkin Kral olarak anılmaya başlayan aktör, senaryosunu kendisinin kaleme aldığı, Ömer Lütfü Akad’ın yönetmenliğini yaptığı Hudutların Kanunu filmindeki sade ve abartısız performansıyla Türk sinemasında yeni bir oyuncu tipi yarattı. Yeşilçam’daki iyi karakterlerin yakışıklı, kötü karakterlerinse çirkin oyuncular tarafından canlandırıldığı sistemi tersine çevirdi.

Güney’in yönetmenlik süreci At Avrat Silah isimli filmle start aldı. 1968 yılındaysa filmografisi de ilk önemli filmi olan Seyyit Han’ı çeken Güney, filmde doğu topraklarındaki bir sevda öyküsünü anlatıyordu.

Guney, 1964 yılında askerliğini bitirip Kamalı Zeybek filminin çekimlerinde Nebahat Çehre ile tanıştı ve 30 Ocak 1967 tarihinde Nebahat Çehre ile dünya evine girdi. Kısa sürdü evliliği 24 Nisan 1968 tarihinde boşandılar.

1970 yılında Türk sineması için önemli bir yere sahip olan Umut adlı filmi izleyiciyle buluşturdu. Adana Altın Koza Film Şenliği’nde en iyi film ödülünün sahibi oldu. Ancak sansür kurulu tarafından yasaklanmasının ardından Danıştay kararıyla yeniden izleyiciyle buluştu.

Güney’in 1971 yılında yönetmenliğini yaptığı Ağıt, Acı ve Umutsuzlaradlı filmlerinin üçünün de Adana Altın Koza Film Şenliği’nde dereceye girmesiyle festival tarihinde bir ilk gerçekleşiyordu. Aynı yıl, gözaltına alınan Güney bir hafta süreyle gözaltında tutulduktan sonra 3 aylığına Nevşehir’e sürgüne gönderildi.

12 Mart 1972’de gerçekleşen darbe sırasında adının siyasal olaylara karıştığı gerekçesiyle tutuklanan Güney 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Aynı yıl Boynu Bükükler adlı romanını Boynu Bükük Öldüleradıyla yayımladıktan sonra Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazanan yönetmenin mahkumiyeti, Bülent Ecevit’in iktidar olduğu 1974senesinde genel affın yürürlüğe girmesiyle sona erdi. Bu zorlu sürecin ardından filmografisi için oldukça önemi olan ve aynı adı taşıyan şarkısıyla da klasikler arasına giren Arkadaş’ı çeken Güney, filmde iki üniversite öğrencisinin, aralarındaki toplumsal uçurumların farkına varmalarını işliyordu. Ülkemizdeki kültür şokunun resmedildiği film büyük ilgiyle karşılandı.

Yılmaz Güney, Endişe ismindeki filminin Adana’daki çekimleri sırasında karıştığı bir olay sırasında bir yargıcın hayatına son verdiği için 19 yıl hapis cezasına mahkûm oldu. Cezaevinde bulunduğu dönemde Güney adlı bir dergi çıkaran ve senaryo çalışmalarına devam eden rejisörün, o dönemde kaleme aldığı Sürü, yönetmen Zeki Ökten tarafından beyaz perdeye aktarıldı. Büyük ilgi gören filmden sonra Şerif Gören tarafından çekilen ve senaryosunu Güney’in yazdığı Yol filmi Türk sinema tarihine adını altın harflerle yazdırdı.

1981’de Isparta yarı açık cezaevinden izinli olarak ayrılan ve sonrasında yurt dışına kaçan Güney, Yol’un kurgusunu tekrar yaptı ve Cannes Film Festivalinde en iyi senaryo ödülünün sahibi oldu. Güney yurda dönme çağrılarına uymaması sebebiyle 1983’te Türk vatandaşlığından çıkarıldı.

Yılmaz Güney 9 Eylül 1984’te  Paris’te mide kanseri sebebiyle hayatını kaybetti…

SEN HANGİ KUŞAKSIN?

Merhabalar sevgili 24Okur okuyucuları. Karantinanın bilmem kaçıncı gününden sizlere sesleniyorum. Radyocu konuşması gibi oldu neyse hayal kurmayalım şimdilik… Eee karantina günleri nasıl neler yapıyorsunuz diye sormıyacam çünkü hiç ilgilenmiyorum Allah sizi inandırsın. Umarım evde canım sıkılıyor, yapacak bir şey bulamıyorum, çatladım, bunaldım diyen program yapıp gününü düzenlemeyi bilmeyen güruhtan değilsinizdir diyorum ve konuma geçiyorum.

KUŞAKLAR

Nedir bu kuşaklar? Kaç tanedir? Kimler girer dediğinizi duyar gibiyim.

Kuşaklar aslında 3’e ayrılıyor.

  1. X Kuşağı (1965-1979)
  2. Y Kuşağı (1980-1999)
  3. Z Kuşağı (2000-2020)

Öncekiler ya da sonrakiler ne diye sormayın bilmiyorum. Araştırmaya da üşendim canım istemedi. Gelelim yakın kuşakların özelliklerine. X Kuşağı yani çoğumuzun anne ve babalarının oluşturduğu son derece çalışkan, sabırlı, örf ve adetlere düşkün teknolojiye alışmaya çalışan kuşaktır. Y Kuşağı ise çokta çalışkan olmayan, belli bir otoriteye bağlı kalamayan bundan dolayı daldan dala atlayan, sabırsız, asi ama bazı önemli ananeleri gözardı etmeyen ortada kalmış hem sokak oyunları bilen hem bilgisayar çağının oyunlarını bilen kuşak. Gelelim Z Kuşağına. Bu kuşaktakiler X ve Y kuşağını kanser eden, aşırı tembel, iletişim kurmada eksinin altında tamamen sanal dünyada büyüyen sokak oyunlarını bilmeyen ağızlarında genelde BOŞ YAPMAAA cümlesi olan çoğumuzun kardeşlerinden oluşan kuşak. Tabi istisnalar da vardır…

Bu kuşakların maddi özelliklerinden bahsettik. Gelelim manevi özelliklerine. Fıtrat, yaşantı olarak farklılık göstersek de bazı manevi özellikler farklılık göstermediğinin kanaatindeyim. Mesela arkadaşlık, dostluk, vefa, aşk, sevgi, merhamet, vicdan, esaret, doğrular, yanlışlar, bardağa dolu ya da boş tarafından bakma ve ÖZGÜRLÜK… Daha çok sayabiliriz ama ben biraz sadede gelmek istiyorum müsaadenizle.

ÖZGÜRLÜK

Evet özgürlük. Kime göre neye göre özgürlük. Bedenin mi yoksa fikirlerin mi yoksa hayallerin mi özgürlüğü…? Şu sıralar herkes evinde durmak zorunda salgın hastalıktan dolayı. Öğrenciler okula gidemiyor, esnaflar dükkanlarına, sadece işçiler ve sağlık gurubu dışarda o da mecburiyetten. Geri kalan topluluğa evinde oturması söyleniyor aynı HAPİS gibi. Hapsolmak bir yere ne üzücü değil mi? Hele ki yaklaşan bahar günlerinde. Kimilerine göre evet bu durum hapis çünkü “O’nu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. O’nu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.” demiş düşüncelerine çok önem verdiğim zaatı muhterem. Çok hoşuma gidiyor bu cümle adeta içimi aydınlatıyor. Nerede olursan ol, ne halde olursan ol O’nu yani Allah’a kul olduğumuzu unutmamak. Olaylar karışısında isyan etmek yerine sabırla karşılamak arasında ince bir çizgi var muhakkak. Bunun bilincinde olmanın verdiği iç huzur ise sizi bu duyguya davet ediyorum.

Gelelim karantina günlerinize. Evet yazının başında ne yaptığınız beni hiç alakadar etmez demiştim kabul ama kıyamadım size bir kaç cümle ile umarım bardağa dolu tarafından bakmayı görebilirsiniz. Aslında şuan büyük bir salgın var her an öteki tarafa gidebiliriz yani piyango kime vuracak Allah’tan başka bilen yok. Böyle bir gerçek var. Herkes evinde kabuğunda sadece canla başla çalışan sağlıkçılar ve emekçi kardeşlerimiz haricinde. Umarım hastalığa yakalanmazlar. Helal rızık için çabalayan emekçi kardeşlerim Allah yar ve yardımcınız olsun.

Gelelim evde kendini hapis zannedenlere onlara iki çift sözüm olucak. Siz hapsolmak ne inanın bilmiyorsunuz şımarık şımarık evden dışarı çıkamıyoruz, kaldık burada, 2020 bit artık demeyi bırakın aile ve iç dünyanıza dönün. Elinizdeki telefon, tv, pcleri bırakın ve ailenizle ilgilenin, gönüllerini hoş tutun zira bir daha gelmeyecek bu vakitler belkide. Manevi hayatımızdan başlayabiliriz mesela. Hepimiz insanız ve eksikliklerimiz muhakkah var önemli olan bunları telafi etmeye çalışmak heleki şu üç aylarda. Ahir zamandayız. Zaman su gibi akıp gidiyor vakit geç olmadan kendimize çeki düzen vermeye başlasak sizce de güzel olmaz mı? Bardağa birde burdan bakın derim…

Boşluklarım

Hayatı ne kadar boş yaşıyoruz değil mi ?

Ne kadar da çok beklentilerimiz var…

Ne de çok hüzünlerle doluyuz.

Geçecek dediğimiz çoğu acı geçmedi, unuturuz dediğimiz çoğu anıları unutamadığımız gibi. Her zaman özlediğimiz insanlarla dolu yüreğimiz… Bazen annemizi bazense çocukluğumuzu özleyerek geçiyor günlerimiz.

Umudu eksik etmeyelim derken hayal dünyasında yaşayan insanlarız biz. Hayal kurmaktan yorulan, artık gelecekte değil şimdi güzel şeyler olsun diye çırpınan. Hayatın amacını ararken amaçlar içinde kaybolanlarız. Kaybedenler kulübüne üye, akıl hastanelerine adayız.

Hangimiz normaliz?

Hangimiz hayatın her diliminde mutluyuz?

Kimimiz işini sevmiyor, kimimiz okuduğumuz bölümü, kimimiz de yaşadığımız şehri.

Hangimiz mutluyuz? ama böyle sahi sahi derinden mutluyuz ?

Her zaman bir şeylerimiz eksik; senin sevdiğin adam eksik, onun annesi eksik, benim ışığım eksik. Peki tam olanı gördük mü hiç. HAYIR… Kocaman bir hayır.

Her zaman bir şeylerden eksik kalacağız. Eşimiz, dostumuz, sağlığımız tamamken bile. Belki ailemizden, belki ukde kalanlardan belki de var olan ama memnun etmeyen şeylerden her zaman yarım ve mahrum olacağız. O yüzden anı yaşamak ve dolu dolu yaşamak önemlidir her zaman. Plansız değil ama aşırı kaygımızı köşelere bırakarak yaşamalıyız. Yoksa zaten hep yarım kalacak olan ruhlarımıza ağır gelir tamamlayamadığımız tüm şeyler. Ağır gelir planların uymaması. Çok ağır gelir planladığın hayatın virgülü bile olamamak. Şunu da unutma ağır gelecek boş geçirdiğin her yaşını selamlamak.

Unutma yarım kalacaksın ama pişman kalmayacaksın, belki çok şey isteyip azla yetineceksin ama unutma kaybolmayacaksın.Kaybedeceksin her şeyi; umudunu, hevesini, gülmelerini, kalbini, huzurunu… bilhassa bunlar büyütecek seni. Uyuyunca geçer masalına inanıp geçmediğini görünce olgunlaşacaksın. Belki pişmeyeceksin ama hamda kalmayacaksın.

Belki tam olamayacaksın ama unutma; yarım kalan her şey bir gün tamamını bulur elbet bulur…

GEL OLUR MU?

Yavaş yavaş dediler 
Birden olursa delirirsin dediler
Bir boşluk hapiseder dediler
Ne varsa geldi başıma

Önce delirdim sonra
O boşluğa hapis oldum
Sonra?

Kimse bilmiyor o sonu!
Yaşayanlar söylemedi ya da
Söyleyemediler...
Biliyorum ben.

Ölüyorsun.
50 yıl fazladan yaşasın cesedin diye
Sonradan gömüyorlar.

Gömülmeyi bekleyeli çok oldu.
Kaçıncı asrı aştığımı saymadım,
Mahkum oluşumun sana.
Binince yılında gömecekler
Söylediler.

Bekliyorum,
Önce seni
Sonra gömülmeyi
İlk sen gel olur mu?

Geri Gelen Bir Mektubunuz Var

İki gün önce, bunca zaman nasıl bu güzel şiiri ve besteyi daha önce keşfedemedim diyordum kendime. Sizlerle de paylaşmak istedim…

12 Ocak 1905 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelen Türk yazar, şair, düşünür ve öğretmenimiz Hüseyin Nihal ATSIZ’a ait bir şiir bu.

Aşkın çok farklı ve yoğun bir halini gördüm bu şiirde.

Türk tarihi alanında çokça eser kaleme almış birinden böyle gönle hitap eden bir konuda şiir görmek beni şaşırtmadı değil açıkçası.

Ve bu değerli aşk adamı da 11 Aralık 1975 tarihinde aramızdan bedenen ayrılmak zorunda kaldı.

Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?

İnsanın içini aşk ateşiyle yakan o gözleri aşığın yüreğiyle görmek lazım sanırım böyle tutuşabilmek için.

Pervane olan kendini gizler mi hiç alevden?

Yanmaktan korkmamak böyle bir şey olsa gerek.

Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan,

Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse…

A evet, gözlerinin rengini de öğreniyoruz Leyla’mızın… Ama sanırım göz rengi farklı olanlar da üzerine alınabilir bu şiiri.

Şiirin devamını siz değerli okuyucularımızın merakına bırakıyorum.

Ve Osman ÖZTUNÇ’un güzel yorumuyla bu şiirimizin bir bölümü…

Şaşnaz ile Sarman’ın Konuşmaları -2

Şaşnaz, topraktaki avuç kadar bir yerde yeşermiş olan otu hararetle yerinden sökmeye çalışıyordu. Bütün gücüyle kökünden tutup çekiyor, aletlerle gövdesine vuruyor, bir türlü beceremiyordu. Saatlerdir oluk oluk terlemiş, her yeri sırılsıklam olmuştu.

Sarman gözlerini ovuşturarak çıkageldi.

-İnsaf be! Yeter artık! Bi’ yarım saat kestirtmedin. Toprağı eşeleme, hırıltılı nefes, öksürme seslerini duymak zorunda mıyım? Senin boş çabanın meydana getirdiği tüm bu gürültülerin ne kadar sinir bozucu olabileceğini düşündün mü?

-Boş çabam mı?

-Şaşnaz, onu sökemeyeceksin. Bu ilk defa oluyormuş gibi davranma lütfen. Vazgeçsen daha iyi olacak.

-Olmayacak! Sana kalsa devinimsiz ve berbat bir yere dönüşecek burası. Ayrıca anlaşılan bu lanet ottan yanasın?

-Pekâla, kendisini sana bu kadar düşman ettirecek ne yaptı söyler misin?

Şaşnaz konuşabilmek ve az da olsa dinlenmek için işini bırakıp oturdu. Beş on saniye soluklanıp konuştu:

-Bu şeyin onda yarattığı berbat hâli gerçekten görmüyor musun? Eğer öyleyse ya aptalsın ya da bunu umursamayacak vurdumduymaz. Umut denen lanet ne zaman işimize yaradı? Olmayacak bir durum karşısında mevzuyu kapatıp sektesiz bir şekilde hayata devam edecekken bu şey sürekli orada bir açık kapı bırakmaktan, zihin denen bu bulunduğumuz çöplükte sürekli olmayacak bir işin bulunmasını sağlayıp bizi boş yere meşgul etmekten, dışardaki Allah’ın cezası herifin daima kendini bir kısır döngüde bulmasını sağlamaktan başka ne işe yaradı bugüne kadar? Bu müthiş bir zehir! Evet zehir! Birtakım insanların sürekli o kelimeyi romantize etmeleri bunu değiştirmez. Bu zehre odaklanan güç ve beklentiyi başka faydalı bir yere kanalize edebilseydik emin ol durum çok farklı olurdu. Şu ya da bu sancıyla kıyıda köşede oturup acizce beklemekten sıyrılabilirdi. Seni bilmem ama ben acıların çocuğu modundan çok sıkıldım. Gerçek başarılar istiyorum. Hayatın içinde yer almak istiyorum. Ve sen kalkmış bunu yapabilmek için, kopmayacak olsa bile, sarf ettiğim çabayı, gün geçtikçe kendinden beslenerek daha da yeşeren bu lanet şeyi koparıp alabilmek için yarattığım dinamizmi “boş” diye değerlendirip beni azarlamaya çalışıyorsun. Defol git! Zıbaramaman umrumda değil.

Kalkıp yaptığı işi aynı hararetle yapmaya devam etti. Sarman onun bu denli öfkeli olmasına üzülüyor gibiydi. Çok uzun zaman sessizlik oldu. Neden sonra Şaşnaz uğraşırken diz çökmüş olduğu yerden ayağa kalkıp aletleri bıraktı. Eğildi, otu elleriyle kavradı, tüm gücüyle yukarı çekti. Altı yedi saniye böylece durdu, fiziğinin yaşamış olduğu bitkinliği ve öfkesini bu yüklenişten sonra büyük bir çığlıkla dışarı attı. Biraz uzun süren, ve gırtlağı hatırı sayılır derecede ağrıtacak yoğun bir bağırtı. Otun yanına bayılırcasına çöküş ve uzanış. Duyulur derecede alınıp verilen nefesler.

Sarman son derece dingin bir tonla konuştu:

-Ne vurdumduymazım ne de aptal, Şaşnaz. Ne de senden daha az duyarlı. Sadece senin anlayamadığın bazı şeyleri net bir şekilde görebiliyorum. O şeyin kökünü kazıyamazsın. Kimse onsuz yaşayamaz. Hiçbir bedenden tam olarak sökülüp atılamaz o. Öyle olmasa kendini azgın bir suya atan biri bile son anda edilen yardımı neden kabul etsin? Yaşam demek o demek. Kendine gel! Hayat tek yönlü ilerleyemez! Bunun şansı olsaydı ya sen burada tek başına olurdun ya ben. Demek umuda yönelttiğin tüm odağını başka dünyevi gayelere kanalize etseydin çok daha başarılı olacaktın ha? Bir robot olacaktım desene sen şuna!

Sarman çıktı. Yerde yorgunca yatan Şaşnaz’ın ağzından sessizce iki kelime döküldü:

-Tembel herif!

Umutsuzluk / Umut

Ah benim dallarıma yuva yapmış minik serçem
Sen ki evrimin en güzel demisin, her gün yeniden açan bir çiçek
Ben yaşlı koca bir çınar, heybetinden sual olunmaz
Kara kışa, hovarda yaza kızar da açarım gönlümü sana
Mevsimlerin seni korkutmasına izin vermem
Hiçbir gök gürültüsünü sana işittirmem,
Olur ya korkar kaçarsın, yuvanı bozarsın bir gün yanacak bir koca ağaç için.

Ahh benim küçük bahçeme, sarı lalelerime gelip konan kan kırmızısı kelebeğim
Sen ki kızıl bir uykunun en derin anında aklıma düşen bir rüya gibisin
Ben en derine kazılmış bir oyuk, eşelenmiş kuru toprak
Olur ya, yüzünü döneceğin ölüme korkar da uçar kaçarsın
Ben yeni baştan yazarım her bir günü sana,
Tek bir güne sonsuz ömür sığdırırsın, sonsuzluğa kanat çırparsın narin kelebek
Zamanı gömerim, sonları gömerim, karanlığı ve korkunu gömerim de
Sana yemyeşil bir dünya veririm, öyle ki ufkunu göremezsin
Gökyüzüne dalar gidersin, sana maviyi çalar veririm

Ahhh benim beşinci mevsimim, ömrümün yarısı, kalbimin yarısı
Yokluğumun yarası, son nefesim
Ben vardiyası bitmiş bir otobüs, bir tren bir vapur
Sen vardiyası bitmiş seferleri bekler durursun
Gönlümden pare pare kopup gökyüzüne uzanan ellerim,
Ellerine dokunamaz, bir bıçak kadar soğuk ellerim
Maktulü de benim katili de bu güzel güneşli günlerin
Sen ki yeni umutlarla ufka doğru yol alacaksın,
Boynu bükük kalmış insanlara, memleketlere umut olacaksın
Ah benim yarım sözüm, iki büyük, iki kapalı kör gözüm
Seni izleyecek ikinci bir ömrüm olsa eklerdim bir bir
Seninkilerin üstüne
Olur ya bir gün korkarsan umudunu kaybedip hayallerinde boğulmaktan
Tutar çıkarırım, bağırırım YÜKSEĞE, DAHA YÜKSEĞE
Hiçbir kötülüğün yüreğine ulaşamayacağı kadar yükseğe git
Çırpmaktan korkma kanatlarını,
Ah benim duygularımın, dünümün, bugünümün tanrısı
Benim artık görüp görebileceklerim,
Sonu gelmez hikayelerin yalancı sanrısı.

Bir Adam ve Herhangi Bir Kadın

“Susma… ben çok yorgunum.”

Belki iki dakikadır belki iki gündür beklediği kahverengi, ahşap kapının önünde elinin zile kaçıncı uzanışıydı bilmiyordu. Belki ilk, belki de son.. Derin bir nefes almak için zorladı kendini fakat tam göğsünün ortasında asılı kalmış, bir türlü veremediği o nefes izin vermedi soluklanmasına. Belki de soluklanmayı unutmuştu. Otuz dört yıldır arka cebinde biriktirdiği öfkesini unuttuğu gibi unutmuştu üstelik. Hiç görmediği annesini, on beş yaşında kapıyı çarpıp çıktığında geride kalan felçli babasını, yirmi yaşında onu sekiz bıçak darbesiyle kan gölünün içinde bırakmış kocasını da arka cebindekilerle birlikte unuttu. Bu ahşap kapının önüne hayatının acı kronolojisini çizmeye gelmemişti. Belki de bu ahşap kapının önüne hayatının acı kronolojisini silmeye gelmişti. Aldattığı adamları, söylediği yalanları, kanamasına artık aldırmadığı kesiklerini, hayatın ondan esirgediklerini bir çırpıda silmeye gelmişti.

Kapının önündeki karanlığı delercesine çığırtkan gün ışığına karşı koymaya çalışarak gözlerini araladı. Dünyanın bütün şefkatleri karşısında duruyordu. “Hırpalana hırpalana çürüdüğüm bu cehennemden kurtarabilir misin beni? Hz. İsa’nın dokunuşuyla iyileştirebilir misin bıçakla deşilmiş yaralarımı? Annesinin çürümeye terk ettiği otuz dört yaşındaki bir çocuğu, onu hiç sevmemiş herkesin yerine de sevebilir misin?” demek üzere dudaklarını aralamıştı ki doğduğu günden beri kirpiklerinde biriktirdiği tüm gözyaşları onu sarıp sarmalayan adamın boynuna dökülüverdi. Yalnızca “Susma… ben çok yorgunum.” diyebildi.

Görseller Bogdan Zwig’a aittir

Şaman İnancından Günümüze Ulaşan Türk Adetleri

Türkler, İslam Öncesi dönemde Şamanizm -bilinenin aksine bir din olmayan- inanç sistemine ve tek bir ulu yaratıcıya -Gök Tengri’ye- inanmışlardır.

  1. Su Dökmek

Su, Türkler için kutsaldı. Bereket getireceğine ve kötü ruhları kovacağına inanılırdı. Günümüze kadar gelen bu adette, uğurlanılan kişinin ardından dökülen su “Su gibi rahat gidip gelsin” inancıyla uygulanır.

2. Ağaca Bez Parçası Bağlamak

Türk inancında ağaçların ne kadar kutsal sayıldığını ve kutsal varlıklarla iletişim kanalı olarak görüldüğünü önceki yazılarımızda bahsetmiştik. Bu bağlamda ağaçlara dilek tutularak bağlanan bez parçası/ipin de kutsal varlıklara iletileceği inancı vardı.

3. Tahtaya Vurmak

Pek çok toplumda var olan bu inanışta, üç kere ağaca -ya da tahtaya- vurulursa başımıza kötü bir şeyin gelmeyeceğine inanılır. Peki neden üç kere? Bu inanca göre, ilk vuruşta ağaçta var olan iyi ruhlar çağrılır, ikinci vuruşta onlardan yardım istenir ve üçüncüde ise onlara teşekkür edilir.

4. Nazar İnancı

Şaman inancında, bazı insanların gözlerinde kötü enerjiler barındırdığına ve bunun kötü şans getireceğine inanılırdı.

5. Ölen Kişinin Ardından Yemek Vermek

Bu adet, Şamanizm’deki Yuğ töreninden kalmadır. Yuğ törenlerinde ölen kişi için kurban kesilir ve yemek verilirdi.

6. Mezarlardaki Suluklar

Şaman inancına göre susayan ruhun, susadığı zaman kalkıp su içmesi için konulurdu. Aynı zamanda buradan su içen kuşların, kişinin ruhuna iyi geleceği düşünülürdü. Çünkü kutsal varlıklar eski Türk inancında kuş olarak tasvir edilmişti.

7. Mezar Taşı

Geçmişten beri mezarlara özen gösteren ve süsleyen Türkler, mezarlara mutlaka taş dikerdi. Özellikle ulu kişilerin mezarına dikilen taş, inançlarına göre kutsal varlıklara, o kişinin yerini belli etmekteydi. Bu alanlar aynı zamanda medet umulan yerlerdi. Bugünkü türbe, mezar ziyaretleri de bu inanışın hala devam ettiğini göstermektedir.

8. Kırk Sayısı

Kırk sayısı, Türkler için her zaman çok önemli olmuş ve birçok destanda da çok kez geçmiştir.

9. Dini Ritüeller ile Müziğin Beraber Yapılması

Şamanizm dini ritüellerinde, müzik ve din beraber yapılırdı. Bugün bu gelenek hala devam etmektedir. (İlahi, mevlit)

10. Kurşun Dökme

Şamanizm’de “Kut Dökme”, “Kut Kuyma” gibi isimler verilen bu ritüelin, kötü ruhların olumsuz etkilerini ortadan kaldıracağına inanılırdı.

11. Kırmızı İp/Kurdele

Kötü ruhları, olumsuzlukları kovduğuna inanılan kırmızı ip/kurdele, yeni doğum yapmış kadınları koruduğuna ve mezar başına bağlanırsa, ölüye kötü ruhların musallat olmasını engellediğine inanılırdı.

Hayır Delirmedim, Fotoğraf Konuştu

“Hatıralar ateş geçirmez.”

Ben: Söyler misin bana neden varsın sen?
Fotoğraf: An’ı ölümsüzleştirmek demiyor musunuz, işte o sebepten varım.

Ben: Öyle yıllarca hiç eskimeden eksilmeden hatta hiç ayrılmadan durabilmek nasıl?
Fotoğraf: Yok efendim yanlış biliyorsunuz. Eskiyoruz da eksiliyoruz da. Göründüğü kadar kolay benim için. O fotoğraf çekildi sonrasından o fotoğraftan kimse çekilemedi.

Ben: Birçok şeyi görüp kaydedebilme şansın oldu, dünyayı ve insanları nasıl anlatırsın?
Fotoğraf: Siyah ve beyaz kadar net ve zıt her şey. Bir bakıyorsun gözünün görebildiği kadar berrak aydınlık saflık ve temizlik. Sonra objektifi öbür yana çeviriyorsun, görmemeyi dilerdim.. Zifiri karanlık, saf kötülük. Doyumsuzluk, hırslar, savaşlar… Bunlar yetmezmiş gibi bir de ayrılıklar var. Hiç ölmeyecek gibi hoyratça yaşıyorlar.  İnsanoğlu bir şeyleri yıkmayı çok iyi biliyor.. Dünya güzel, bazı şeyleri görmemek için kafanı çevirmeyi kabullenebiliyorsan.

Ben: O kadar anıyı barındırabilmek nasıl hissettiriyor? Ağır gelmiyor mu?
Fotoğraf: Bir daha yan yana olamayacağın insanla aynı fotoğraf karesinde yıllarca kalabilmek benim için de sevimli gelmiyor. Bir şeylerin bitmesi yahut yarım kalmasının ağırlığı oluyor elbette. Öte yandan güzellikleri de var.. İlk gülümsemesi bir bebeğin, ilk adımları, yeni yaşları… Görmek için can attıklarımız da oluyor, gözlerimizi sımsıkı kapattığımız da..

Ben: Neden hep sana kıydılar? Neden hep yakıp yırttılar seni?
Fotoğraf: Çaresizlik! Bazen o kadar çaresiz oluyor ki insan, yaşananlara ya da bir daha yaşanamayacak olana olan öfkesini ancak böyle çıkartıyor. O küllerle savrulup gideceğini sanıyor ama zaman acımasız, fotoğraflar yanar, hatıralar ateş geçirmez. Parçalara ayırır yok olup gitsin diye, parça parça çoğalır, yok etmek istedikçe yayılır her bir parçaya.

Ben: Arka planda çalan şarkı nedir?
Fotoğraf: Nazan Öncel-Geceler Kara Tren

Ben: Zamanı durdurmak isteseydin hangi anda kalırdın?
Fotoğraf: O andan çıkıp gidemeyeceksem ne anlamı kalacak an’ın.  Kalmak, durmak istediğim birçok an oldu, hepsinden çıktım. Zaten çok sonra anladım kıymetini. Hep öyle olur..

Ben: Çok derin konuştun, hepsi için bin minnet. Söylemek istediğin son bir şeyler var mı?
Fotoğraf: İçinde olduğunuz her anın kıymetini bilin. Hayat öyle çok bilinmezli bir denklem ki gülerek çektiğiniz fotoğrafa gün gelir ağlayarak bakarsınız..

Bir Ninninin Hikayesi: Dandini Dandini Dastana

DANDİNİ DANDİNİ DASTANA…

Ninnilerin sihirli bir büyüye sahip olduklarına hep inanmışımdır. Ne anlama geldkilerinden çok söylerken oluşturdukları ahenk bizleri büyülerdi. Ama hiçbir zaman korkunç bir geçmişe sahip olabilecekleri aklımın ucundan geçmemişti. Ta ki Oğuz Atay’ın Tutunamaynlar romanını okuyana dek.

Efsanemizin baş kahramanlarından Kutlug Dandini ve Farsus Dastana’nın babası olan Hartug Dandini 7. Yüzyılda Mezopotamyadan Anadoluya İsa peygamberin dinini yaymak üzere göç etmiştir. Din işleri ile yoğun bir şekilde ilgilenen baba Hartug çocuklarına fazla zaman ayıramamaktadır. Çocukları ise babalarının bostanında karga avlamak ve buldukları her çimenliğe uzanıp aylaklık yapmakla meşguldür. Bu iki kardeş cinselliğe oldukça meraklıdırlar. Dasdana sürekli olarak Dandiniye cinsel hikayeler anlatıp birlikte olduğu dul kadınlardan bahseder. Kardeşine göre daha sessiz ve kendi halinde olan Dandini kardeşinin anlattıkları karşısında içten içe bir kıskançlık ve şehvet hissetmektedir. Dandini bir sabah erkenden kalkarak köy meydanına gider ve duvarlardan birine  Dasdana ile bir kadının cinsel ilişkisini anlatan bir resim çizer. Resmin altına ise anlaşılması güç bir yazı ile  “Hartug Dandini oğlu Farsus Dasdana! Neden Elbas Surkan’la yattın?”  diye yazar. Bunu gören babası  Dandini’yi bir güzel döver.
Kutlug Dandin’I babasının bütün karşı koymalarına rağmen kılıç eğitimi almaya başlar. Farsus Dasdana ise uzun bir süredir hayalini kurduğu şeyi yapar ve bir köylü kızını iğfal etmeyi başarmıştır. Ve en sonunda Dandini ile Dastana babaları Hartung Dandini’yi öldürür.

O günden itibaren Anadolu da ağızdan ağıza yayılan bu hikaye zamanla çocukları uyutmak için (korkutmak) bazı bölümleri çıkarılarak söylenmiştir.
Çocukken bu ninniyi dinlerken korkudan mı yoksa gerçekten uykumuz geldiği için mi uyuyorduk bilinmez ama şu bir gerçek ki her bilinmezin arkasında bir gerçeklik her gerçeğin arkasında da bir tarih yatmaktadır.

Tutunamayanlar romanında ise ninninin orijinali şöyledir:
“Ninni yavrum bebeğime
Kirler dolar göbeğime
Dandin vurma erkeğime
dandini dandini dasdana

Çıplak uzanmış dastana
Kızı gelmiş anadan doğma
Yatacakları sırada
Danalar girmiş bostana

Dastana’da bu hırs varken
Bostanda kızla yatarken
Bağırmış babası birden
Kov bostancı danayı

Dastana kızmış köpürmüş
Gitmiş hartug’u öldürmüş
Danayı kovarken gülmüş:
Yemesin lahanayı”

Işığını Aç

En son ne zaman tamamen kendin oldun, kendinde oldun? İçine döndüğünde inanılmaz bir hayata adım atacabilecekken başkasının çevresine ait olmak hoşuna gidiyor mu? Korkarak farkını ortaya koyamazsın. Papağan gibi yaşayarak sana verilen ömre haksızlık etme!

Öyle ya da böyle oturmuş veya oturmakta olan yaşam tarzın var. Doğru kabul ettiklerin, asla katlanamam dediklerin, sevdiğin film, ya bıkarsam diye çok sık dinlemediğin müzik seni sen yapan şeyler. Tüm bunlar tamam da havada uçup dolaşan, bunları yaparsan en iyi olursun diyen, seni belli kalıplara sokmak isteyen tozlar nerden çıktı? Üfle gitsin tek yaptığın şey kendine gelmek olacak.

Kararsızlık ile karamsarlık birbirine ne kadar benziyor fark ettin mi? Ufak bir dikkat dağınıklığı, zihninde aralamadığın her kapı büyük yapbozun kayıp parçası.

Eminim ki herkes bir konuda ya da birçok konuda yetenekli. Üzüldüğüm şey ise şu: başkası gibi yaşamak isteyerek, başkalarının kuyruğu olarak öyle büyük hazineyi harcıyorsun ki! Bir an önce nöronlarına doğru sinir ağını öğret. Derin bir nefesle ana dön ve orada kal. Etrafındaki insanları tanımak için harcadığın zamanı şimdi şahsiyetini tanımakla harca, bu vereceğin en doğru kararlardan. Bir kişiye ismi dışında isminden çok şeyle hitap etmeyi bırak da kendi ismini söyleyerek içeriye gir. Yaptığın hatalarla seni senden etmesini değil, tecrübe olarak kalmasını seçeceksin insanların.

Gereğinden fazla değer verip geri dönmesini istediğim için, insanlardan bir şey bekleyip harekete geçmediğim için, anlamını fark edemeden aldığım binlerce nefes için özür dilerim kendimden. Hatalarımdan ancak ders aldım. İyi ki de hata yaptım. Artık önüm çok daha aydınlık.

Hey sen! Harekete geçmek için kimi, neyi bekliyorsun? Geçen her saniye senin için bir armağan. Armağana, armağanla cevap ver. Dönüp baktığında taklit edilesi iz bırak. Ama sakın başkalarını taklit etme yoksa ancak kukla olursun. Gözünü kaşını bilmem, yaşını boyunu bilmem. Tek bir şey var. Okudukların, seni heyecanlandıracak işlere sürüklüyorsa sen çok özel bir insansın. Öyle biri ol ki dönüp baktığında keşke değil ‘risk aldım ve başardım’ çıksın ağızdan. Görev tamamlandı, ne dersin?

Gidiyorum…

Gidiyorum bu şehirden,
Seni ve bu şehri ardımda bırakıyorum,
Sensizliğe gidiyorum,
Mutsuzluğa gidiyorum,
Senin olmadığın bir şehirde mutluluğu aramaya gidiyorum,

Gidiyorum çünkü gelmeyeceğini biliyorum,
Gidiyorum çünkü beni sevmediğini biliyorum,
Gidiyordum işte fazla önemi yok nerede yaşayacağımın ama senin olmadığın bir şehirde yaşayacağım,
Bundan sonra sen ve o bıraktığım şehir baş başa kalacaksınız..ve..Size mutluluklar…

KELİMELERİN GÜCÜ ADINA

‘’ İnsan her nefeste yeni biri olur ve her nefes, içini doldurduğumuz kelimelerle bilmediğimiz bir aleme yolculuk eder; sonra da oradan hediyelerle geri döner.’’

                                                                                                         -Hz. Mevlana-

    Ağzımızdan çıkan her kelimenin açığa çıkmayı bekleyen, şimdiye kadar sessiz kalmış bir sesi vardır. Nasıl ki her varoluşun bir sebebi varsa her kelimenin dünyaya düşmesinde de öyle bir nedeni, nasılı dolaşır zihinlerin en kuytu köşelerinde. Eğer bu köşelerde anlam bulamazsa da kaybolur diğerlerinin arasında, sıradanlaşır. Ama gerçek manasıyla buluştuğu zaman da hedefini kalbinden vuran ‘’vahşi’’ bir mızraktan farkı kalmaz.

    Konuşmak yaratıcının bize vermiş olduğu hem bir ödül hem de bir ceza aslında. Kimi zaman en gösterişli kelimeler bile dağıtamaz buhranımızı, dalgalandıramaz ipekten bir çarşaf gibi duran denizlerimizi. Beyaza boyayamaz yeisten kapkara kesilmiş bulutlarımızı, bir güvercin gibi uçuramaz hapsolmuş umutlarımızı. Kimi zaman da en sade, en sıradan halleriyle koparır koca Nuh tufanını küçücük gövdemizde. Her gün onlarca, belki de yüzlerce kez dilimize düşen ‘baba’ kelimesi bile sızlatmaya yeter kimilerinin burun direklerini mesela. Ya da çoğu zaman varlığının bile farkında olmadığımız ‘evlat’ kelimesi…

Sana durlanmış kelimeler getireceğim
pörsümüş bir dünyayı kahreden kelimeler
kelimeler, bazısı tüyden bazısı demir
seni çünkü dik tutacak bilirim
kabzenin, çekicin ve divitin
tutulduğu yerden parlayan şiir. 

                                        -İsmet özel-

Farkında değiliz bazı kelimelerin değerinin. Dilimizin en tatlı köşelerinden çıkanların ne anlam ifade ettiği, vücudumuza yeni giren bir virüs gibi yabancı olmalı oysa. Ateşimizi çıkarmalı, titretmeli her seferinde. Ama aynı kelime herkes için aynı değeri taşımıyor maalesef, bazı anlamlara gelmiyor. Her gün defalarca dilimizden dökülen ‘’Ne yesek?’’ cümlesini hayatında kuramamış ve kuramayacak kaç çocuk var kim bilir şu çarkı bozuk dünya üzerinde. ‘’Yürümek’’ kelimesi yorgunluktan başka bir anlam ifade etmezken bizim için, kaç beden vardır dikenli tellerin altında duvara çarpmak zorunda kalmadan yürümeyi iliklerine kadar özleyen? Ya da özgür olduğumuzun farkında mıyız mesela? Ne anlam ifade ediyor bu kelime bizim için? Gökyüzüne bakabiliyor olmak özgürlük kelimesini anlamlandırmak için yetiyor mu bizlere? Yetmiyor.

’Kelimeler, kelimeler albayım. Bazı anlamlara gelmiyor.’’ 

                                                                               -Oğuz Atay-

Yeter mi kelimeler her şeyi anlatmaya? Yârin kapısında beklemeyi hangi kırık dökük sözle açıklayabiliriz ki? Bir gülüşüyle bütün sıkıntılarının bertaraf olduğu insana şimdi ‘Gel’ bile diyememeyi hangi yamalı, sökük dağarcık betimleyebilir? Her şeye gücü yeter mi kelimelerin? Aklına geldiğinde ağlamamak için dudakları ısırtan, burnunun direğini sızlatan ama yine de çisil çisil yağmur gibi dökülen gözyaşının yerini ne diyerek doldurabiliriz? Bazı şeyler anlamlandırılamaz, sadece yaştır onlar.

Doğan her şey gibi kelimelerin de bir ölümü var. Her yeni gibi onlar da eskir. Güneşe benzer kelime-i beşer. Karanlık mutlaka gelir oturur yerine bir süre sonra. Sonra yeniden doğar bambaşka şeylerin üstüne. Ama başkadır o, düşmüştür gövdesi çoktan. Eskimeyen bir şey var ise o da Kelamullahtır. Meşe yaprağı gibi sararıp düşmez Allah’ın kelimeleri. Çam yaprağı gibi ilelebet yeşildir. ‘’Yeryüzündeki ağaçlar kalem olsaydı, deniz de mürekkep olsa ve bundan sonra da yedi deniz daha mürekkep olup o denize katılsa yine de Allah’ın kelimeleri yazılmakla tükenmezdi.’’(Lokman/27).

Ama biz beşeriz ve kelimelerimiz sadece yüreğimizdeki ve zihnimizdeki acılar, sevinçler, hayal kırıklıkları, düşünceler kadar. Dudaklarımızdan ne döktüğümüze dikkat etmek borcu boynumuzun. Unutmayın! Kelimelerden inançlarımıza, inançlarımızdan davranışlarımıza, davranışlardan yarattığımız gerçekliklere uzanan upuzun bir yolculuktayız her birimiz. Yarattığımız gerçeklerse hayatımız. Kelimelerin gücünü hafife almayın!

Cansız Gözyaşı

Biraz tepeden inme bir giriş oluyor. Yazarken hatta konuşurken nasıl başlayacağımı kestiremiyorum. Sayfanın yarısına geldim üst satırlar üstü çizilmiş cümlelerle doldu. 

Bugün kendimden bahsetmek istiyorum. Böylelikle ben de bir şeylerin farkına varabilirim. Yazmak böyle değil midir? Yeterince dürüstsen kendi içini görebilirsin.

Benim hikayem fazlasıyla durağan…

Yıllarca aynı dolabın üzerinde kaldım, içimde kırmızı büyük çiçekler vardı. Uzun zamandır birlikteydik. Bir gün sıradan olaylardan biri yaşandı, tozum alınırken çiçeklerim içimden alındı. O anda sanki içimdeki boşluk kazınarak büyüyor gibi geldi. Anlam veremedim, hissetmeye başlamıştım bunu çok sonradan fark ettim tabi.

Hala düşündüğümde içimde görünenden daha büyük bir boşluk hissi oluşuyor. İşte benim kendimle savaşım bu şekilde başladı. Hissetmek güzeldi ama her şey benim için çok yeniydi. Tepkilerimi ve düşüncelerimi yönetemiyordum bir yandan da bu zamana kadar nasıl geçirmişim zamanımı diye düşünmeden edemedim. İşin aslı onlara bu kadar bağlı olduğumu bilmiyordum. Geri geldiğinde eskisinden daha güzeldi ve hoş kokuyordu.

Şu an kendime çok kızıyorum. Çünkü içten içe onları küçümsemiştim gerçek olmadıkları için. Onları seviyordum ama bir yandan gerçek olmalarını istiyordum. Ama ben bir saksı değildim eğer çiçeklerim yapay olmasaydı beni birkaç güne bırakıp giderlerdi. Onu bu şekilde yargıladığım ve güzel taraflarını yok saydığım için üzgünüm. Eğer gerçek olsaydılar onların ölmesine izin verdiğim için kendimi suçlar dururdum neden bir saksı değilim ki diyebilirdim. 

Belirli aralıklarla çiçeklerim yıkanıyor geri geliyordu. Geri geleceklerini bildiğim halde hissettiklerimi bastıramıyordum. O zamanlar adını koyamadığım his, kaybetme korkusuydu. Her seferinde içimdeki boşluk daha çok büyüyor ve ona daha çok bağlanıyordum. Bir gün geldiğinde bir çiçeğinin eksik olduğunu fark ettim. O da bildiğini yakında tamamen gideceğini söyledi.

Buna hazır değildik. Hatırladığım kadarıyla uzun yıllardır bu evdeyiz ve birlikteyiz. Ondan öncesini hatırlamıyordum bile. En önemlisi ‘hissetmeye’ başlamıştım onunla.

Birçok kere düştük. Hatta birkaçında kırılacağımdan emindim (garip bir histi) ama kırılmadım.

Sonra hep kendimi düşündüğümü fark ettim, ona ne olacaktı? 

Zaman geçtikçe huzursuzluğum artıyordu.

Mutsuz olmaya başlamıştım. Çiçeklerim bunun farkında mıydı bilmiyorum. Ona söylemeye çalıştım ama pek tepki vermedi. Sanırım bu durumu çoktan kabullenmişti. Hatta bir keresinde böylesinin daha iyi olabileceğini söylemişti. Gerçekten üzülmüştüm. Sanki düşmüş de kırılmıştım. Çok sinirlenmiş onu üzmek istemiştim. Keşke yapmasaymışım. Ne çok değiştirmek istediğim şey varmış.

Aradan günler geçti, iki mevsim atlattık ve ilkbahara geldik. Bir gün ben yerimden indim bir masaya konuldum. Çiçeklerim içimden alındı. O zaman fark ettim ki cansızdım ama benim de gözyaşlarım vardı. Ve ilk defa hissettiklerimle başa çıkmakta çok zorlanıyordum. Geçen zamanı daha çok hissetmeye başlamıştım ve birçok şey anlamsız gelmeye başlamıştı. 

Sonra ben olduğum masada düşüp kırıldım. Neden düştüğümü hatırlamıyorum ama sert düşmemiştim. O kadar düşmelerimden sonra bu şekilde kırılmam bana garip gelse de kabullendim.

Her şeyin güzel ve çok uzun ömürlü olması gerekmiyor. Sahi bu durum insanlarda da böyle değil mi? Bazıları hayatımıza bizlere bir şeyler öğretmek, hissettirmek için girebilirler. Hiçbir şey sonsuza kadar yanımızda kalmayacak ama biz devam etmek zorundayız. Kırılmış olsak bile…

Ve ben bu şekilde hissettiklerimle başa çıkmayı öğrendim. İlk defa hissetmiş olsam bile…