12.4 C
İstanbul
Cuma, Mayıs 16, 2025

Halkın Sanatçısı Ahmet Kaya

Siz benim nasıl yandığımı. Nereden bileceksiniz.

1957 yılında Malatya’ya göç eden bir ailenin çocuğuydu. Ailesi işsizlikten dolayı Adıyaman’dan Malatya’ya göç etmişlerdi. Ahmet Kaya ilk okulu Malatya’da okudu. Kaya, bağlama çalmaya ilk olarak 6 yaşında iken babasının hediye ettiği bağlama sayesinde başladı. Okul sonraları ve boş zamanlarında çırak olarak plak ve kaset dükkanında çalışıyordu.

Ailesi, Malatya’da geçim sıkıntıları devam etiği için İstanbul’a göç ettiler. İstanbul’a taşındıktan sonra okulu bıraktı ve  ailesine destek olmak için birçok işte çalışmaya başladı.

Ahmet Kaya 1978 yılında askerlik yaptı. Askerlikte de müzikten uzak durmadı, askeriyenin müzik kadrolarında türkü söyleyip bağlama çalıyordu.

Askerlik dönüşü Emine Kaya ile evlendi. 1982 yılında Çiğdem adında bir kızları oldu. Geçim sıkıntısı çektiğinden dolayı eşi ile ayrıldı.

1984 yılında ilk albümü olan ‘Ağlama Bebeğim’ albümünü çıkardı. 1985 yılında  ‘Acılara Tutunmak’ adlı albümünü çıkardı. Anlaştığı stüdyo sahibi Selda Bağcan’ın kardeşi Sezer Bağcan’dı.

Cezaevinde tanıştığı 12 Eylül Darbesi mağduru Gülten Hayaloğlu ile Ahmet Kaya’nın tanışmasına aracılık etti. Albüm yayımlandıktan sonra evlendiler. Gülten Hayaloğlu hapishanede idam cezasına mahkûm olan Nevzat Çelik’in Şafak Türküsü şiirini Ahmet Kaya’ya iletti. Böylelikle geniş kitlelerce tanınması sağlanan albüm, 1985 yılında yapılıp 1986’da piyasaya çıkan ‘Şafak Türküsü’ oldu. Bu albümde aranjör Oğuz Abadan’la çalıştı ve hemen hemen tüm besteleri kendisi yaptı. Aynı yıl ‘An Gelir’ albümünü yayınladı. 1987 yılında kızı Melis doğdu.

Gülten Hayaloğlu ile tanıştığı dönemde kardeşi Yusuf Hayaloğlu ve şiirleriyle tanıştı. Sözlerinin çoğunluğunun Yusuf Hayaloğlu’na ait olduğu ‘Yorgun Demokrat’ adlı albümü 1987 yılında yayınlandı. 1988 yılında sadece iki şarkının söz yazarlığını Hayaloğlu’nun yaptığı ve diğer sözlerin tanınmış şairlerin şiirlerinden oluşan ‘Başkaldırıyorum’ albümü çıktı. Ardından 1989 yılında sadece bağlama ve vokal ile oluşturduğu konserlerinden bir derleme olan ‘Resitaller-1’ yayımlandı. Aynı yıl Osman İşmen’in düzenlemesiyle, sözlerinin büyük çoğunluğunu Hayaloğlu’nun yazdığı ‘İyimser Bir Gül’ albümü çıktı. 1990 yılında Resitaller-1’in devamı niteliğinde olan ‘Resitaller-2’ albümü yayınlandı. Aynı yılın ekim ayında çeşitli şairlerin şiirlerinden oluşan ‘Sevgi Duvarı’ isimli albümünü çıkarttı.

‘Şarkılarım Dağlara’ albümü, basılan 2.800.000 bandrolle rekor kırdı. Bu albümde yer alan ‘Özgür Çağrı’ isimli şarkıda geçen “Abin bir gün dağdan döner, sarılırsın yavrucağım” gibi sözler nedeniyle albümü toplatıldı, konser vermesi yasaklandı.

1990 yılında Tatar Ramazan ve 1992 yılında Tatar Ramazan Sürgünde filmlerinin müziklerini yaptı. 1994 yılında prodüksiyonunu Gülten Kaya ve Yusuf Hayaloğlu’nun yaptığı, Kanal D’de yayınlanan Ahmet Abi’nin Vapuru programını yaptı. Bu program sadece 13 hafta sürdü. Bu programa Nihat Akgün’ün katılması ve JET-PA’nın sponsorluğunu yapması büyük eleştiriler aldı.

İlk dönem albümlerinde genel olarak bağlamaya ağırlık verdi. Ahmet Kaya’nın tarzı pop, Türk halk müziği ve arabesk kategorilerine tam olarak dahil edilemediği için özgün müzik denilmeye başlandı. Kendisi, müzik tarzının devrimci arabesk veya protest olarak tanımlanmasına karşı çıktı. Sözlerini kendisinin yazdığı bestelerle beraber Attilâ İlhan, Can Yücel, Nevzat Çelik, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Enver Gökçe, Ahmed Arif gibi tanınmış şairlerin şiirlerini de besteledi. Genellikle şarkılarında toplumsal meseleleri işledi. Toplam yirmi iki albümünde sadece bir Kürtçe şarkısı (Karwan) vardır ve bir tane de Kürtçe açılış bulunur.

Ahmet Kaya’ya Çatal – Bıçak Fırlatıldığı Ödül Töreni Gecesi

Ahmet Kaya, Magazin Gazetecileri Derneği’nin 10 Şubat 1999’de düzenlediği “Yılın En İyi 10 Müzik Yıldızı Yarışması” ödül töreninde “Kürtçe şarkı söylemek, klip çekmek istiyorum” demişti.

Sahneden indikten sonra Serdar Ortaç sahneye çıkıp Sibel Can’ın “Padişah” şarkısını değiştirerek “Bu devirde kimse sultan değil, hükümdar değil, padişah değil / Atatürk yolunda tüm Türkiye / bu vatan bizim / ellerin değil” şeklinde okumuş, ardından 10. Yıl Marşını söylemişti. Salondakiler Ahmet Kaya’yı protesto etmiş, hatta çatal – bıçak fırlatanlar olmuştu. Bu olayın ardından Ahmet Kaya, yurtdışına gitmeyi tercih etti.

Serdar Ortaç yıllar sonra açıklamasında şunları dile getirdi;

“Ben, millet yatışsın diye 10. Yıl Marşı’nı okudum. ‘Durun, sakin olun’ dedim. Hepimiz bütünüz dedim. 10. Yıl Marşı’nı okuyunca herkes durdu, saygı duruşuna geçti. O marşı okumasaydım Ahmet Kaya oradan çıkamazdı. Herkes beni çatal attı biliyor” ifadelerini kullandı.

16 Kasım 2000’de, ‘Hoşçakalın Gözüm’ isimli albümünün kayıtlarını yaparken,  evinde 43 yaşında hayatını kaybetti. 17 Kasım 2000’de 30.000’in üzerinde kişinin katıldığı törenle Paris’in Père Lachaise Mezarlığına defnedildi.

Biz Kimiz?

Sürekli kafamın içerisinde dönüp duran bu soru, beni bu yazıyı yazmaya itti. Sahi kimiz biz? Kim olduğumuzu sanıyoruz? Başlamadan önce şunu söylemekte de fayda var, size pembe gözlükler takmanızı sağlayacak bir yazı değil bu, gerçeklik gözlüğünü takmayı teklif eden bir yazı.

Bir süredir Dünya üzerinde yaşanan bu kargaşa ve kaosa farklı bir açıdan bakmamız gerekiyor bence. İnsanlık tarihinin geçtiği büyük bir sınav ve insanlığın yüzüne vurulan -fakat görmek ve kabul etmek istemediği- gerçekler var ortada. Bu gerçek ne mi? Bu gerçek, bizim hiçbir şey olduğumuz! Şimdi bu resime iyi bakın…

Carl Sagan’ın da dediği gibi gezegenimiz “soluk mavi bir nokta” evrende adeta bir toz zerresi. Bizde o toz zerresinin içerisinde, kendimize atfettiğimiz büyüklük ile yaşamakta olan insan türü. Tanıştığımıza göre, haydi biraz daha derin mevzulara girelim!

Bu toz zerresi üzerinde birbirimizi öldürmek için ne kadar hevesliydik, doğayı katlettik, hayvanları kendimizden küçük gördük ve önemsemedik, nefes almamızı sağlayan bitkiler ise sadece bir yeşillikti işte… Toz zerresi üzerine sınırlar koyduk, birbirimizi dışladık… Para için tüm güzel ve samimi şeylerden vazgeçtik… Toz zerresinin bir ucunda açlıktan ölürken, bir ucunda lüks ve şatafat içerisinde para ile saadet bulmaya çalıştık. Öldürdük, yıktık, kestik, kopardık ve görmedik! Bugün etrafınıza iyi bakın. Her şeyi kendinden küçük gören insanlık, ancak mikroskop ile görülebilen bir virüs nedeniyle evlerine kapandı. Sınırlar koyduğun topraklardan sen geçemezken, virüs için o sınırlar yoktu. Senin aksine o, ne zengin ne de fakir ayırdı.

Artık sen, ben ya da o yok. Hepimiz birbirimizden mesulüz. Doğa ise kendisi için bir virüs olan insanlık olmadan gayet mutlu ve sağlıklı.

Dünya üzerinde her solucan, her böcek, her hayvan gezegenin ekolojik iyiliği için çalışırken, dünya üzerinde en akıllı tür olduğumuzu savunduğumuz bizler, bunu yapmıyoruz. Yaşama alanlarını ele geçirdiğimiz canlıların -hayvanlar ve bitkilerin- bir kısmını öldürüp, bir kısmını ufak bir alanda yaşamaya mecbur bırakırken ve sürekli ürerken, çokta bir farkımız yok virüsten.

Peki ne olacak? “Biz” olmayı başaramayıp, bu dersleri çıkarmazsak doğa ve dünya, bu şekilde bize aşı geliştirmeye devam edecek…

Gündemin Eğlenceli Paylaşımları



İçinde bulunduğumuz trajik sürecin bir de komik tarafı var.. Bakalım sosyal medya bunu nasıl kullanmış..

İronik…


Biz bunu nasıl düşünemedik…


Elindeki çikolata-cipsi sakince bırakmalısın…


Kuaförler kapanınca hepimiz evde survivor yarışmacısına dönüştük..


Burhan amca ve luppo.. Yapılmasa olmazdı 🙂


Luppo demişken..


O kadarla kalınmadı tabii….


Hiçbirimiz evde kot pantolon gömlekle oturup makyaj yapmıyoruz değil mi 🙂


Yarasa yiyen şahsiyet sana iki çift sözümüz var..


Sirke şart.

Yine de yerdi diyenleri duyar gibiyim..


Alamayız çocuğum yasak var..


Gönülden inanlar burada mı 🙂

Neslican Tay Ben Bir Bacaktan İbaret Değilim

“Ayaklarımın yere sağlam basması için hissettiğim iki ayağı ihtiyacım yok. Ben bir bacaktan ibaret değilim ki. Çok daha fazlasıyım!”

Neslican Tay, 1998 yılında Bursa’da doğdu. Rizeli bir anne ve Manisalı bir babanın kızı olan Neslican Tay ilköğretim ve lise eğitimini Rize’de tamamladı.

Çok mutlu bir ailede doğmuş, hiperaktif bir çocuktu o. Bir gün hayat hikâyesini anlatırken de söyleyeceği gibi, “Komşu çocukların ezeli rakibi”ydi.

Neslican’ın çocukluğu ve eğitim hayatı, annesinin memleketi Rize’de tamamladı. Basketbol ve atletizmle ilgileniyordu.

2016’da Fen Lisesi’nden mezun oldu. Üniversite sınavında çok iyi bir puan aldı ama tekrar hazırlanıp daha iyi bir puan almak için tercih vermedi.

Tekrar sınava hazırlamaya başlamışken bir gün bacağında bir ağrı hissetti. Hastaneye gitti ve doktorlar spor yaptığı için fazla kayda almadılar. Spordan dolayı olduğunu, kas ağrısı yada kas yırtığı dediler. Artan ağrılarına rağmen doğru teşhisi hiç bir zaman bulunmadı.

Kanser teşhisi konulduğunda ise çok geç kalınmış ve tümör bacağını sarmış ve damarını tıkamıştı. Tedavi için tümörü çıkarılırsa bacağını kesilmesi gerekiyordu.

Bacağının kesilmemesi için kemoterapi tedavisi uygulanması kararı aldı doktorlar. Zor bir tedavi süreci başlamıştı, günde 8 saat süren bir tedavi. Zamanla saçlarının dökülmesi ve her gün 8 saatten fazla süren tedavi çok ağır geliyordu. Enfeksiyon riskinden dolayı odasından bile çıkmıyordu. Bir çok şey geçiriyordu tedavi sürecin de ama hiç bunları anlatmadı ve anlatamadığı için de biz fazla bilgi sahibi değiliz ama hayat mücadelesini biliyoruz.

Kanserden hiç bir zaman korkmuyor ve küçümsüyordu. 3 ay boyunca kemoterapi tedavisi gördü ve gördüğü süre içinde kaldığı yerden hayatına devam etti. Alışveriş yapmaya gitti, arkadaşlarıyla cafeye gitti yani sosyal hayatını hiç bırakmadan devam etti hayatına. 3 ay süren tedavi bitmişti ve tümör birazda olsa küçülmüş ve yenmişti kanseri. Bu kansere karşı ilk zaferi olmuştu.

Tümör küçüktü ama yine de bacağının kurtulması için yeterli değildi. Tekrardan daha ağır bir kemoterapi süreci başlıyordu. 2 ay boyunca tekrar kemoterapi tedavisi gördü. Ağrıları azalması gerekirken tam tersi çoğalmaya başladı. Hastaneye gidip kanser taramasına girdi ve tümör kanseri yenmişti.

Hal böyle olunca doktor bacağında ki tümörün çıkarılması gerektiğini söyledi. Çünkü tek bir tümör bir organa gitse hayatından olabilirdi.

20 Temmuz 2017 hayatının değiştiği gün. Ameliyata girdi. Doktor ayağını kurtarmak için elinden geleni yapacaklarını söylediler. Ameliyatı hiç iyi geçmemişti. Çünkü tümörü çıkarmadılar ve bacağını kesmek zorunda kaldılar.

Neslican, uyandığında bacağında ki ağrının tümörün çıkarıldığı için sandı ama öyle değildi. Bacağın üzerindeki örtüyü kaldırdı ve bacağının kesildiğini gördü ve dünyası başına yıkıldı. Çok kötü zamanlar başlamıştı onun için alışma süreci başladı.

Ameliyatından 15 gün sonra hastaneye gitti ve ona siyah bir poşet verdiler. Poşetin içinde kesilen bacağı vardı. Nasıl bir acı tahmin etmek zor. Bagaja koydular ve yola koyuldular. Canından bir parça bagajda duruyordu. Yine acı bir gün olmuştu onun için.

Evde balkonda otururken bir kuşun balkona geldiğini gördü ve kuşun bir bacağı olmadığını fark etti, çok şaşırdı. Mucize gibi bir şey tüm evrende gidip onu bulmuştu o kuş. Kuşa baktı ve kuşta ona baktı. Sonra kuş bulutlara doğru süzüldü gitti. Çok etkilemişti evet hayvan ama onunla aynı kaderi paylaşıyordu, hayatına devam ediyordu ve ona çok ilham kaynağı olmuştu.

Bu kuşu gördükten iki gün sonra şortunu giydi, çok güzel bir makyaj yaptı ve değneklerini alıp alışveriş merkezine gitmek istedi. Ailesi bu duruma şaşırmıştı. Çünkü gittiği yer kalabalık bir ortam daha çok insanların olduğu, insanların daha çok ona bakacağı bir ortama gidiyor. Aslında bilerek kalabalık ortama gitti. Çünkü yüzleşmesi gerekiyordu. O gün bunu yaptı ve çok güzel geçti günü. İnsanların bakışlarından hiç rahatsız olmadı. Evet bakıyordu insanlar ama o aldırış etmiyordu.

Neslican, o günden sonra her gün dışarıda oradan oraya gitmeye başladı. Bir ortama girdiğinde bile ‘Tek bacaklı insan geldi” diye bağırıyordu. Çok güzel günleri oluyordu, her şey eskisi gibiydi.

Yeni yıla girecekti ve o sene sağlık istedi ama olmadı. Tekrar kanser olmuştu akciğere gitmişti. Yinede umudunu kaybetmeden tekrar tedavi gördü ve kanseri yendi.

İkinci kez nükseden ve tekrar kazanılan savaştan sonra bir kez daha yaşadı aynı şeyleri Neslican. Kanseri üçüncü kez de yenmişti ki, dördüncüsü de geldi.
Neslican tedavi sırasında yaşanan çoklu organ yetmezliği sonucu hayata gözlerini kapadı. Hastane şu bilgilendirme ile haberi duyurdu:

“Neslican Tay kızımız 6 Eylül 2019 tarihinde uzun süredir mücadele ettiği “yaygın tutulum yapmış malign mezenşimal tümör”e bağlı artmış olan semptomları nedeniyle hastanemize müracaat etmişti. Durumunun ağırlaşması üzerine 15 Eylül Cumartesi günü yoğun bakıma alınmıştı. Ancak süreç içerisinde gelişen çoklu organ yetmezliği nedeniyle 20.09.2019 saat 21.20 de kendisini kaybettik. Allah’tan rahmet tüm sevenlerine sabırlar dileriz.”

Gizemli Bir Fotoğrafçı: Vivian Maier

“Kadınların bir fikri olmalı.”
Ölümünden sonra değeri anlaşılan sanatçılardan birisi de şüphesiz Vivian Maier’dir. Fransa’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne uzanan gizemli bir yaşamı yazar ve film yapımcısı John Maloof’un şans eseri keşfi ile öğreniyoruz.
John Maloof üzerinde çalıştığı bir tarih kitabı için fotoğraflara ihtiyaç duymaktaydı. John katıldığı bir mezatta satın aldığı kutuda ki fotoğraflara adeta aşık olur. Fotoğrafların sahibini merak eden John, kutunun üstündeki ismi yani Vivian Maier’i aramaya başlar. Fakat Vivian Maier hakkında çok sınırlı sayıda bilgiye ulaşabilmiştir.
Vivvian Maier 1926 yılında Avusturyalı bir baba ve Fransız bir annenin kız çocuğu olarak dünyaya gelir. Fakat nüfus sayımına göre 4 yaşında annesi ve ünlü Fransız fotoğrafçı Jeanne Bertrand ile birlikte yaşamıştır. Şüphesiz Bertrand’ın yanında büyümesi Maier’in fotoğrafçılığa yönelmesinde çok büyük etkisi olmuştur.


Maier 1951 yılında yani 25 yaşındayken Amerika Birleşik Devletleri’ne gider. İlk başlarda bir fabrikada işe giren Maier, fabrikanın kendisine göre olmadığını ve sürekli kapalı alanda olduğu için fotoğraf çekemediğini anlayınca işi bırakarak Chicago’nun zengin semtlerinde çocuk bakıcılığı yapmaya başlar.
Maier çektiği fotoğraflarda daha çok işçi sınıfına yer vermiştir. İnsan ifadelerini göstermekte oldukça başarılı olan Maier bunu kullandığı Rolleiflex marka fotoğraf makinesine borçludur.
Sık sık kendi gölgesini ve aynalardan yansıma görüntüsünü de çeken Maier 40 yılda yaklaşık 1500 fotoğraf çekmeyi başarmıştır. Bu fotoğrafları sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde çekmemiştir. Ailesinden kalan miras sayesinde Avrupa ve Asya da 10’dan fazla ülkeyi gezerek gördüklerini fotoğraflamıştır.
Maier’in bir diğer özelliği ise her şeyi biriktirmesiydi. Bakıcılık yaptığı evlerde kendisine ait odasında yüzlerce dergi, gazete ve çeşitli eşyalar biriktirmeyi başaran Maier en son olarak fotoğraflarını bir depoya kaldırmıştır. Deponun parasını ödeyemediği için eşyaları açık arttırmaya çıkarılmıştır. Belki de böyle olmasaydı böyle bir yetenekten mahrum kalacaktık.


Maier soğuk bir Chicago gününde kayarak başını yere çarpar ve hastaneye kaldırılır. Uzun bir süre hastanede kalan Maier, 21 Nisan 2009 tarihinde hayatını kaybeder.
Vivian Maier yaşamında oldukça içine kapanık ve geçmişine dair konuşmayan bir insandı. Öyle ki işe girdiği her yerde ismini değiştirmeyi seçiyordu. Sessiz ve içine kapanık olmasına rağmen oldukça sosyalist ve feminist düşüncelere sahipti. Vivian Maier bir ses kaydında şöyle diyordu;
“Sanırım hiçbir şey sonuna kadar sürmez. Başkaları için yer açmamız lazım. Bu bir çark bindiğinde sonuna kadar gitmek zorundasın ve sonra bir başkası sonuna kadar gitmek için aynı imkanı bulur ve böyle devam eder. Ve birileri onlarında yerini alır.”
Arkasında binlerce fotoğraf bırakan Maier’in bu gizemli yaşamı John Maloof tarafından Vivan Maier’i Bulmak adlı belgeseli ile gün yüzüne çıkartılıyor.
Bu yaşam hikayesi biraz olsun bizi düşündürmeli kim bilir etrafımızda nice sanatçı ruhlu insanlar zamanın tozu altında kalıp halı altına süpürülüyor. Etrafınıza iyi bakın.

Mum Işığı

{"subsource":"done_button","uid":"F203FE72-BCCB-4244-A08E-94CE8DEFB6FA_1586444345799","source":"other","origin":"gallery","source_sid":"F203FE72-BCCB-4244-A08E-94CE8DEFB6FA_1586444345846"}

Sokakta yürürken bir demet çiçek almıştım adını bilmediğim.
Hatıralardan kaçış olsa da kurtuluş yoktu. Bunu, belki bir şarkıda duydunuz ya da bir kitabın ön sözünde… Okuyup geçtik. Şimdi tam da bu cümledeyim. Ve aynı sokakta…

Ardıma bakıyorum da dallarımı kıran rüzgarı her seferinde affetmişim. Bir kendime uzanamamış elim.

Aslında benim aydınlık dediğim sokak, bi bana öyleymiş ki kimse beni karanlıkta seçememiş. Öylece beklemiş, durmuşum.

Öylece durmuş, düşünmüşüm.

Neydi bana en son seni hatırlatmayan

Seni düşünmeden mi hissetmiştim rüzgarı

Düşünmeden mi uyumuştum

Ne sana dair bir şey 

ne de sesini duyarım

Uyandım

Vardın 

Gök’yüzüne saklanmış görememiştin

Uzanıp alabilseydim güneşi eğer

Isırtırdı içimi

Dokunabilseydim gözlerine 

Yağardı yağmur

Islanırdı ellerim

Yeşerirdi boynunu büküp kuruyan hayallerim

Ağır ağır uzaklaştım senden

En çok da kendimden

Yine de sana en uzak kendime en yakın sokak 

35.Sokak: Hayal kırıklıkları müzesi

Tüm sessiz sokaklarda en gürültülü yer

Hepsi rüya

Uyandım

Yoktun

seni beklediğim aydınlık sokağın ışığı elimde bir mummuş

Tek bir nefesle, sabah gün doğusundan esen rüzgarla yitip gidebilen

Konuşsam da sönermiş ya

bilmeden susmuşum 

Belki de elimde solan bir gülmüş 

Ağlamışım, tutuşmuş 

Gülmüşüm, tutuşmuş

Susmuşum

Şimdi seni beklediğim sokak karanlık 

Şimdi seni beklediğim cümle eksik

Git ve tamamla

Ya da bırak sönsün mum

Ya da yansın çiçeklerim

Bu ilk vedam

Belki son satırım

Gençlerle Baş başa

Çalış, genç arkadaşım çalış! Namerde muhtaç olmak ölmekten beterdir.
Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil

Ali Fuad Başgil

Bilimin, ilim ahlakıyla yapıldığı zamanların hocası gerçek Profesör Ali Fuad Başgil.

Samsun Çarşambalı bir ailenin çocuğu olan Ali Fuad Başgil 1893 yılında doğdu. Lise öğrenimine kadar memleketinde kalan Başgil, lise eğitimi için ona ilmin kapısını açan şehir İstanbul’a gitti. Lise öğrenimi sırasında başlayan Cihan Harbi’ne yedek subay olarak katılan hoca, 4 yıl cepheden cepheye koştu. Savaş sonrası eğitimine devam eden Başgil, lise döneminden sonra Paris’in en ünlü üniversitelerinde felsefe, hukuk ve siyaset bilimi eğitimi aldı. Yurda döndüğünde üç fakülte ve yüksek okul diplomalı bir hocaydı. Yurt dışında kazandığı birikimleri tamamen yurdu ve bu yurdun gençlerini yetiştirmek için harcayan Ali Fuad Başgil, birçok farklı alanda çalışmış, birçok ilki gerçekleştirmiştir.

Sayısız yayına imza atan Ord. Prof. Ali Fuad Başgil’in en ünlü eseri “Gençlerle Baş başa”dır. Kimi satış noktalarında kişisel gelişim kitaplarıyla aynı rafa konulsa da bu kitabın türü sadece “başucu kitabı” olabilir. Malum günümüzün en popüler kitap türü kişisel gelişim kitapları oldu. Bu alanın erbabı olmayan, kendi gelişimini dahi tamamlayamamış, boş zaman filozoflarının yazdıklarıyla aynı kefeye konamayacak bir eserdir “Gençlerle Baş başa”

Gençlerle Baş başa

Gençlerle Baş başa, bir öğüt kitabıdır aslında. Hayatını eğitim, üretim ve gelişim üzerine harcayan bir insanın, kendini yetiştirmek isteyenlere samimi bir dille verdiği öğütler var bu kitapta. Gelişim konusunda boşa harcanacak, geç kalınacak hiçbir vaktin olmadığını bilen Başgil bu kitapta karşılaşılacak zorlukları ve yapılması gerekenleri sıralamış.

Profesör kitabını, “Geleceğin ümidi olan gençleri, bunalımdan, iradesiz ve cesaretsiz yaşamaktan kurtaracak olan bu kitap; başarılı olmanın sırlarını göstermektedir.” şeklinde anlatmaktadır. Bu sebeple, okula yeni başlayacaklar, okuduğu bölümü sevmeyenler, okuyamamış ama kendini geliştirmek isteyenler, yeni bir iş kuracaklar, çocuk yetiştirenler, kısaca herkesin en az bir kere okuması gereken bir kitaptır “Gençlerle Baş başa”

Şaşarım Aklına!

Kitabın bölümlerine ve içeriğine geçmeden önce Ali Fuad Başgil’in paylaştığı bir anekdotu aktarmak istiyorum.

 “ Birinci Dünya Harbi’nde dört buçuk sene, Kafkaslarda cepheden cepheye koştuktan ve bu felaketi sefalet ve ıztıraplarını çektikten sonra, nihayet İstanbul’da terhis edildim. Terhisimin ilk haftalarında müthiş bir avarelik ve kararsızlık içinde kaldım. Ne yapmalı ve hayatta nasıl bir yol tutmalıydım? Yarım kalan tahsilime devam mı etmeliydim; yoksa terhis edilen birçok arkadaşlarım gibi, tahsilden vazgeçip bir iş hayatına mı atılmalıydım? İçimi kemiren bu tereddütü yenemiyor, bir türlü karar veremiyordum. Görüp konuştuğum kimseler beni hep tahsil hayatından soğutuyor ve bir iş tutmaya teşvik ediyordu. Bir aralık, Sirkeci kahvelerinden birinde genç bir tüccar hemşehrime rastladım. Mal almaya gelmiş. Bana ne yapacağımı ve ne iş tutacağımı sordu. Ben de kararsız olduğumu, fakat gönlümün tahsile dönmeye aktığını söyledim. ‘Şaşarım aklına, okuyup da kütüphane faresi olacağına, benim gibi iş yap da para kazan.’ dedi. Bilahare hırsının kurbanı olup genç yaşında ölen bu tüccar hemşehrimin sözleri, zaten sallanan içimi, bütün bütün alt üst etti. Adeta şaşkına dönmüştüm.

Nihayet, ilmine ve kemaline derin bir hürmet beslediğim ve kendisinden feyz aldığım, Şevketi Efendi isminde eski müderrislerden bir zat vardı. Bu zatı ziyaret edip fikrini öğrenmeye karar verdim ve kendisini Çarşıkapı’daki evinde ziyaret ettim. Hoşbeşten sonra, hoca bana ne yapacağımı sordu. Ben de kendisine kararsızlığımı anlattım. Bana şunları söyledi: ‘Tereddüdü bırak ve tahsile devam et. İnsan ihtiyarlığına kadar ömrünün her çağında iş hayatına atılabilir ve az çok muvaffak olur. Fakat okuyup öğrenmenin muayyen bir çağı vardır. Sen bugün bu çağdasın. Bu çağı geçirirsen ona bir daha dönemezsin ve istidadını heder etmiş olursun. Okuyup öğren de, sonra istersen tüccar ol. Bunda bir zararın olmaz.’ Bu hikmet dolu sözler üzerine kararımı verdim ve pişman olmadım.”

Alıntılar

Kitap 5 ana bölüm ve 62 sayfadan oluşuyor. Hayatta da olduğu gibi kitapta başarılı olma koşulları belirli basamaklarla ilerliyor.

İlk bölümde başarılı olma yolundaki tehlike ve düşmanları anlatmış Başgil. Devamında başarılı olmak için gereken şartları sıralayan Profesör disiplinli bir hayat için gereken iradenin terbiyesinin ruh ve karakterimiz üzerindeki tesirlerinden bahsetmiş. Dördüncü bölümde başarının gayret ve verimli çalışma ile geleceğini anlatan Başgil, kendince çalışma hayatının genel geçer kanunlarını sıralayarak kitabı ve aynı zamanda öğütlerini noktalamış.

Ali Fuad Başgil ve Gençlerle Baş başa ile tanışmakta gecikenler için işte kitaptan bazı bölümler:

“Muvaffak olma yolunda senin ilk büyük düşmanın tembelliktir. Burada sana tembelliği tarif edecek değilim. Onu sen, ben, hepimiz az çok tanırız. Zira öteden beri denilegeldiği gibi ‘İnsan tembel bir hayvandır.’ Yalnız ben sana şunu söyleyeceğim ki, tembellik insan karşısına çıkıp da mertçe savaşan bir düşman değildir. Bilakis, eski peri hikayelerindeki kahramanlar gibi, şekilden şekle girecek ve bin bir hile kullanarak alt etmeye çalışan bir namerttir. Tehlikesinin büyüklüğü de buradan gelmektedir. ”

“Senin elinde bütün bu düşmanlara karşı koyacak iki kuvvetli silahın var: iradeli olmak ve çalışmak. Şu halde, mesele, iradeyi terbiye edip iyiliğin hizmetinde kullanmakta ve çalışmayı verimlendirmenin yolunu ve usulünü bilmektedir. Bence senin her şeyden evvel muhtaç olduğun bilgi budur.”

“İnsiyakların (içgüdü) başlangıcı doğuş, itiyatlarınki (alışkanlık, huy) ise, tekerrür eden hareketler serisinin ilk hareketidir. Ve mühim olan bu ilk harekettir. İnsan sigaraya ilk sigaradan, içkiye ilk kadehten başlar.”  

“Çalıştığın bir iş, bir ders, bir kitap, bir yazı üzerinde herhangi bir güçlüğü yenmeden bir adım bile gerileme. Ve bil ki, yılgınlık maskeli bir tembelliktir. Gene bil ki, çalışma sevgisi güçlükleri yenmekten doğar ve kuvvetlenir. Güçlüğü yenmekten hâsıl olan manevi zevk, eşsiz bir zevktir. Emin ol ki, harpte zafer ve işte muvaffakiyet yılmayanındır. Sebat önünde güçlükler erir ve imkânsız görünen, mümkün olur.”

“Bir işe başladığın, bir dersi öğrenmeye, bir kitabı okumaya koyulduğun zaman telaş edip sabırsızlanma. Sakin ve metin ol. Yol al, fakat acele etme. Sindirerek çalış ve öğren.”

Bonus!

Dünya olarak çok zor günler yaşıyoruz. Bu süreç biz insanlara çok şey öğretti ama hala insanlığı hatırlamamış, özgürlüğün, sağlığın ve mutluluğun önemini kavrayamamış olanlarımız var. Böyle sıkıntılı zamanlar bizler için bir fırsat aynı zamanda, düşünmek için, kendinde ne eksikse onu düşünmek için. Düşünün lütfen!

“Muvaffak olmak, mesut olmak demek değildir. İnsan muvaffak olur, cemiyet içinde özlediği yerin daha üstününü bile alır da, mesut olmayabilir. Servetin, iktidar ve şöhretin son haddine varmış nice insan vardır ki, içi daima saadet dünyasının hasretiyle yanıp tutuşur. Mükellef apartmanlarda, göz kamaştırıcı bir konfor ve lüks içinde yaşayan insanlar görürsün ki, bunun hepsini bir günlük saadetle değişmeye hazırdır. Çünkü saadet tamamiyle gönül işidir. Ve içimizdedir. Onu kendi içimizden başka bir yerde sanıp aramak ve saadeti sırf servet, iktidar ve şöhrette görmek çölde serabı su zannetmektir.”

Seyahat Bileti

Kapattım gözlerimi.

Ne muhteşem her şey. Altımdaki taşlar iç içe geçerek beni bir caddeden diğerine götürüyor. Arada bulut parçasına atlayıp küçükken hayal ettiğim kocaman pembe pamuk şekerden bir parça alıyorum. Biraz aşağı doğru, biraz sol tam orda indir beni. Tabi mavi değil artık etrafım. Karanlıktaki gerçeğin ta kendisi.

Gördüklerim karşısında mutluluktan ayaklarım yerden kesiliyor. Hiç tanımadığım insanlar, hayretle dinlediğim şehrin sesini boyuyor. Ordan bir nehir akıp giderken beyaz şapkalı güleç adam yanımdan geçiyor. Geçen her kişinin gözlerinden çekip çıkarıyorum, keşfetme duygusu korkudan galip geliyor. Binaların gökyüzünü kırptığı ara sokakta kaybolmanın göbeğinde buluyorum kendimi. Beni ayakta tutan bacaklarım değil bitmek bilmeyen merakım. Kocaman gülüyorum, bulaşıcıymış meğer gözlüğünü çıkararak beni tebessümle karşılıyor.

Durdurmak istemiyorum kendimi. Hemen elime bir gitar çiziyorum. Doğru telaffuz ediyor muyum etmiyor muyum umrumda değil.
“Allons ensemble, découvrir ma liberté
(Haydi birlikte, özgürlüğümü keşfedelim)
Oubliez donc tous vos clichés
(Tüm önyargınızı unutun)
Bienvenue dans ma réalité
(Buyur benim gerçekliğime)”
sarıyor dilimi. Sen de katıl küçük kız. Hadi benimle dans et. Sarı bukleli saçlarının bebek kokusu süslesin dört bir tarafı. Yay gibi çevremi sarın ve akan anın içinde yüzelim. Anlamadığım kelimelere alkışla karşılık veriyor ve öylesine bir reveransla veda ediyorum size.

Karnım guruldaması acıktığıma işaret ediyor. Uzaktan belli belirsiz seçtiğim kafenin önündeki sıra, orada ne satıldığını görmeme müsade etmiyor. Vardır bir sebebi deyip alıyorum ben de yerimi. Önümde 3 kişi kaldığında seçiyorum çikolatayı, çileği. Bu da ne böyle! Oldukça basit yapılışı ama bir o kadar lezzetli tadı. Bir bakmışım ikincisinin son lokması ağzımda. Cebimden bir peçetenin çıkması için dua ediyorum, dudağım kahvengi değil ki benim. Yarısı çikolatalı halde peçeteyi çöpe atıyorum.

Bilmem kaç senelik taşa dokunarak hissetmeye çalışıyorum. Pürüzlü dokusu, yıpranmış boyası, etrafıyla olan bütünlüğü insanların kahkahasıyla karışıyor. Tüm bunlar büyüyüp içimden yükseliyor, işte uçuyorum! Önümden çekilin yoksa çarpacağım size. İki elim yanımda dönerken saçlarım eşlik ediyor bana.

Ekmek kırıntılarını takip eder gibi uzaktan gelen keman sesine bırakıyorum kendimi. Buldum seni. Gözlerini kapatışın çoğu zaman parmağını koyacağın yeri görmek için açışınla sonlanırken kemanınla ettiğin dansı keyifle izliyorum.

Taşlar beni bu sefer bir heykelin tam karşısına götürüyor. Büyük bir zarafetle ayağını bükmüş kime bakıyorsun söylesene? Omzunu yarı açık bırakan şalın renginin gri olmadığını ikimiz de biliyoruz. İzininle, köprüden aşağı bakarken beni sandalın beklediğini hatırladım.

Kürekleri çekmenin zorlayıcı olduğu geçerli değil. Her bir su damlası neşeyle yol veriyor. Sizinle tanışmak için elimi uzatıyorum. Az kalsın düşüyordum. Telaşlanıp hemen kenara sürüyorum sandalı. Şu terliklerin ayağıma dolanmasından bıktım. Toprağa basmak ve derin bir nefes almak zamanı şimdi.

Kaç yaş atladım, kaç kat çıktım zihnimde? Doğruymuş tüm söylenenler. Domates peynir gibi yağmur güneş gibi tamamlıyorlarmış birbirini. İçimdeki kavuşmaya şahit olduktan sonra pıt pıt damlalar yüzümde bir çizgi çiziyor. Kaybolmak ve kendini bulmanın mutlu sonu.

Uzaktan bir ses gittikçe büyüyerek çekiyor fişi.
“Sena hadi yemek hazır.”

YİRMİ BEŞİNCİ SAYFA VE ELİKA

Güneş sıyrılıp gökyüzünden, tebessüm ettiğinde yeryüzüne
ve
Ben derimden sıyrılırken büsbütün
Birbirimize dünyanın anlatılması güç acılarını fısıldayalım Elika…

Aydınlıkta yazmaklar adlı kitabımın yirmi beşinci sayfasındaydım
ve
Bir karanlık düşüverdi aklıma
Bağışla…

Bağırarak yazmak istediklerine neden çığlık çığlık susuyor insan?
Elika…
Üzerine bir şal gibi değen toprak artık bir dehliz gibi sanki
Neden?
Neden Elika?
Neden?
Neden bir kez olsun gündüzleri yazamaz insan?
Gözlerimiz bu denli mi kapalı yoksa?

Toprak Ana bana bir avuç çakıl getirdi bugün
ve
Ben kitabımın yirmi beşinci sayfasında bile değilim
Bilirsin
Kelimeler durmaksızın kayıp gider avuçlarımdan
Çakıllar cabası senin anlayacağın
Bana bir tutam da olsa sen getirmeli kapımı tekmeleyenler Elika
Bir tutam da olsa yazmakları olmalı bileklerimin…

Aydınlıkta yazmaklar adlı kitabımın yirmi beşinci sayfasına ulaşmama az kaldı
ve
Fakat ismini değiştirdim kitabın
Karanlığa yazmaklar oldu adı
Yine utancımdan karardı dokunduğum her şey
Kesif kesilen bir tek acılarım…

Tam bu esnada düştün aklıma
Neden?
Neden Elika?
Neden?
Sen bir kışı ayıklarken gözlerimden
Sobalarımda yarım yamalak kokan portakal kabukları
Sen herhangi bir eylemde bulunmalısın Elika
Fakat bu olmamalı gelmemek
Bir eylem sayılmamalı artık beklemek…

Bir balkona ilişiyor gözüm
Bembeyaz çarşaflar ve sen
Giz gibi Elika
Bir giz gibi yatıvermişsin toprağa
Omuz hizalarında irili ufaklı hüzünler
Silkiversen düşecekler oysa
Neden?
Neden Elika?
Neden?
Hüznü benden daha çok seviyor oluşun?

Yirmi beşinci sayfaya ulaşmalıyım…
Yazmalıyım Elika
Yoksa bir çırpıda yanına alıverir beni Toprak Ana…
Elika!
Sana bağırdıklarımı duy ne olursun!
Duy bu tümden varım yarım kelimeleri
İşit ne olursun ortaklığımızı bölen en küçük şu payı
Zira ben işittim ki
Edebiyatla anlatamazsam sana kendimi
Rakamlara mahkum etmeliymişim bileklerimi…
Elika!
Yalan!
Ne yirmi beşinci sayfane kitap
bahanemsin yazmamın

Elika…
Ben başka bir bahane daha bulmadan
Ne olur beni bağışla…

~EBRÂR

28.03.2020
15.54

Merdiven Boşluğunda Düşünceler

Dudaklarımda bir ayrılık türküsü

Yastığa yorgana seni fısıldıyorum

Yatağım bir uçurum derince ve karanlık

Bilmezdim bu yüzünü, sen gidince tanıştık

Bir soru ki her gece düşüyorum koynuna

Bıkmadan, usanmadan

Düşüyorum boyuna

Yaşamak mı zor, sevmek mi

Yaşamak mı zor, sevmek mi

*

“Çoktan değişti her şey” dedi şarkı

Ben neden değişmedim

Ellerim kızılca kıyamet

Kanıyor, kanıyor, hayır kanatmıyorum

Ben de sarhoşum nihayet

Kollarımda rüzgârın, boğazımda yokluğun

Geçmiyor

Ama dayan

 Birazcık daha dayan

Sana formüllerini getiriyorum

Kendini doğurmanın, mütebessim ölmenin

Gün yüzüne vurdu mu hayatın peşine düşmenin

Yıkılıp yıkılıp da yine de küsmemenin

İnancın, umudun, sevginin

Neredesin 

Sevgilim, çocuğum, neredesin

İyice küçülüyor gövdem

İyice iyice bilmelisin

Öyle ki bir merdiven boşluğunda yaşam sürebilirim

Ellerini uzat yeniden

Yolumuzu kaybedelim

*

Ben seni görmezden evvel

Hani bakarken hani gülerken hani konuşurken de

İnerdim tenhalardan, insanların içine

Çünkü neyi saklamak istiyorsan

Ortalık yere bırakmalı

Apaçık, çırılçıplak

Kördür zira insanlar

-Yazık, çok yazık-

İnsanlar tutsak

Ömürler bozdurulur yaşamaktan korkarak

Ceplere koyulmadan saçılır da pul olur

*

Bu nasıl bir âlem ki

Çoğunun türküsü yok

Aşkı yok, yarası yok

Sevmeye yürek ister

Kül kalmaz da mangalda

Hangi gönüle meyletsen

Bir dirhem cesaret yok

Sabır yok, sadakat yok

Son moda ambalajlar

İçini dolduran yok

Bilmezler mi sevgilim

Kaç kilodur bir ceset

Çürüyecek çaresi yok

*

İnanmazdım bu söze başkasından duysaydım

Yeter ki bir daha de

Kandım yine kanarım, doya doya kanarım

“Karahindiba! Karahindiba!

Orada burada bitip durma

Evin yanımdır, döşeğin gövdem

Akıtacaksan bana akıt zehrini

Sefan da başım üstüne cefan da”

*

Uçardı söz, yalanmış

Kalırmış kulaklarda

Çalar eski bir şarkı durmadan bir plakta

Kıyı ne kadar uzak, sular ne kadar derin

İçim yanar durur da

Dışım ne kadar serin

Bu siste, uğultuda gemilerim kayboldu

Nerdesin, ben neredeyim

Yollar dönülmez oldu

Merve Arslan

31.03.2020

Ankara

Fenomen Dalgona Kahvesi Yapımı

Covid-19 salgını sebebiyle herkes mutfakta hünerlerini gösterirken, bir yandan da challenge çılgınlığı ile evde kalmanın stresini atmaya çalışıyoruz. En sevdiğimiz kahve dükkanı da kapalı olduğundan iş başa düştü. İşte şu günlerde popüler olan Dalgona Kahvesi tüm dünyayı kasıp kavuruyor. Hala denemediyseniz size tarifi ile geldim.

Malzemeler:

2 yemek kaşığı hazır kahve, 2 yemek kaşığı toz şeker, 2 yemek kaşığı su, süt ve buz.

Yapılışı:

Bir kaba 2 yemek kaşığı hazır kahve, 2 yemek kaşığı şekerimizi ve 2 yemek kaşığı suyumuzu koyup karıştırıyoruz. Eğer küçük çırpıcınız varsa zamandan ve kol gücünüzden kazanabilirsiniz. 🙂 Bende pilli süt köpürtücü vardı, onunla denedim, oldu.

Karışımımızı açık kahve kremamsı bir kıvam alana kadar çırpıyoruz.

Kıvamı yerine gelince bir bardağa buz koyup (isterseniz buzsuz da olabilir) sütümüzü ekliyoruz. Bardakta biraz boşluk bırakıp üzerine hazırladığımız karışımı ekliyoruz. Ve işte sizde Kore’den çıkan o meşhur sosyal medya fenomeni Dalgona Kahvesini yaptınız. Şimdi pipetle içebilirsiniz.

Videolu tarifi de burada

Afiyet Olsun! 🙂

Halkın Sanatçısı Grup Yorum

Grup Yorum, 1985 yılında üniversite öğrencileri tarafından kurulan bir müzik grubudur. 1980 yılında askeri darbesinden sonra oluşan politikalara karşı gelmek amacıyla kuruldu.

1985 yılında kurulan Grup Yorum Türkiye başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde o binlerce konser verdiler. Sadece şarkı söylemediler, konser vermediler. Sokaklarda kadın şidetlerine hayır demek için, üniversite işgaline karşı durmak için bir çok kez sokakta halkın yanında durdular. Bu katılımlar sonucu 20 üyesi tutuklandı ve bir çok kez konser yasağı geldi. Bu engellere rağmen yine de pes etmediler.

Gündoğdu Türküsün’de dedikleri gibi;
“İşçi köylü hep hazırız,
Bozuk düzene karşı,
Halk savaşı vereceğiz,
Emperyalizme karşı,”

Grup Yorum 25. yılını 12 Haziran 2010 tarihinde BJK İnönü Stadyumu’nda verdiği bir konserle kutladı. Konserde Ali Primera, Yasemin Göksu, Tuncel Kurtiz, Nejat Yavaşoğulları ve daha birçok sanatçı Grup Yoruma eşlik etti. Bu konser Türkiye’de biletli olarak yapılan en kitlesel konser oldu ve 55 bin kişinin katıldığı konser tarihe geçti. Tarih hiç bir zaman unutmayacak.


Grup Yorum, hep halkın sanatçısı oldu. Köylünün, esnafın, öğrencinin, öğretmenlerin, kadınların ve daha çok sayamadığım bir çok kesimin hakkını savunmak için hep sokakta destek verdiler bu bozuk düzene karşı.

Grup Yorum üyeleri, 17 Mayıs 2019 tarihinde konser yasaklarının kaldırılması, grup üyelerinin serbest bırakılması, hakkındaki davaların düşürülmesi gibi taleplerle açlık grevine girdi.

20 Ocak 2020’de Grup Yorum üyeleri İbrahim Gökçek ve Helin Bölek, açlık grevlerini ölüm orucuna dönüştürme kararı aldı.3 Nisan 2020 tarihinde 288 gündür ölüm orucunda olan Grup Yorum üyesi Helin Bölek yaşamını yitirdi.
-UNUTMAYACAĞIZ SENİ HELİN BÖLEK-

~UNUTMAYACAĞIZ SENİ HELİN BÖLEK~

Chirsty Brown

Doğum Tarihi: 5 Haziran 1932

Doğum Yeri: İrlanda

Ölüm Tarihi: 7 Eylül 1981

Ölüm Yeri: Somerset

Eserleri: Garage İn The Snow, Helen Reclining, Boats In The Harbour, Sailboats On A River, Black Apollo III

Annesi: Bridget Brown

Babası: Patrick Brown

Kardeşleri: Francis Brown, Peggy Brown, Peter Brown, Paddy Brown, Eamon Brown, Mona Brown, Sean Brown, Jim Brown, Lily Brown, Dany Brown, Ann Brown, Tony Brown

Eşi: Mary Carr

Beyin felçli olarak doğan Chirsty Brown, hastalığı nedeniyle hareketlerini kontrol edemez ve tekerlekli sandalyeye mahkûm bir yaşam sürer. Ancak çocukluğunda, sol ayağının felçten etkilenmediğinin farkına varması hayatını değiştirecektir. Chirsty sol ayağını kendine verilmiş bir şans olarak görür ve azmin de yardımıyla hastalığının etkilerini yenmeye çalışır. Bu çalışmanın sonunda ise sakat vücudunun içinde gizli olan zekâ ve yazma yeteneği ortaya çıkacaktır.

Sadece sol ayağını kullanarak yazdığı romanlae ve şiirler, sonraki yıllarda Chirsty Brown’ un İrlanda edebiyatının saygın isimleri arasına girmesini sağlayacak ve azimle çalışmanın sonucunda imkânsız diye birşeyin olmadığını tüm insanlığa gösterecektir.

Chirsty Brown’ un ölümünden dokuz yıl sonra çekilen film, yazarın hayatından kesitleri anlattığı kitap olan Sol Ayağım’ ın sinema uyarlamasıdır. Kimi zaman hüzünlü, kimi zaman eğlendirici olabilmeyi başaran filmin, azim ve umut hikâyesi olarak evrensel mesajlara yer verilmiştir.

Çirkin Kral Yılmaz Güney

Biz de bilirdik sevgiliye karanfil almasını, lâkin aç idik, yedik karanfil parasını.

1 Nisan 1937’de Adana’nın Yenice köyünde dünyaya geldi. Babası Urfa Siverek”li Zaza, annesi ise  Kürt kökenlidir. İlk ve orta öğrenimini Adana’da tamamlayan Güney, çocukluk yıllarında pamuk işçiliğinde gazoz ve simit satı çeşitli işlerde çalıştı. Filim afiş arabalarını dolaşırdı Adana sokaklarında. Güney, küçük yaşta ilgisi olmuştu sinama dünyasına.

Edebiyatla ilgilenen ve öyküler yazan Güney, üniversite eğitimini almak üzere Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu. Bu süre içinde usta yönetmen Atıf Yılmaz’la tanışan Güney, rejisörün desteğiyle sinema dünyasına ilk adımını attı.

1959 yılında Bu Vatanın Çocukları ve Alageyik filmlerinin senaryolarını yazan ve oyuncu olarak da bu yapımlarda performans gösterdi. 

Yılmaz, Onüç dergisinde yayımlanan “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılandı, 1961 yılında 18 ay hapis cezasına ve 8 ay Konya’ya sürgün cezasına mahkûm oldu.

1963 yılında mahkûmiyet sona erdi. Güney, tutkuyla bağlı olduğu sinemaya döndü. Küçük bütçeli ve sıradan macera filmlerinde rol almaya başlayan Güney, şiddet temalı bu filmlerde canlandırdığı ezilen ama yazgısını kabul etmeyen; kötülüğe karşı tek başına direnip mücadele eden dürüst Anadolu çocuğu karakteriyle popüler oldu. 

Güney’in o dönemde izleyiciyle buluştuğu filmlerden biri de Çirkin Kral’dı. Bu filmden sonra Çirkin Kral olarak anılmaya başlayan aktör, senaryosunu kendisinin kaleme aldığı, Ömer Lütfü Akad’ın yönetmenliğini yaptığı Hudutların Kanunu filmindeki sade ve abartısız performansıyla Türk sinemasında yeni bir oyuncu tipi yarattı. Yeşilçam’daki iyi karakterlerin yakışıklı, kötü karakterlerinse çirkin oyuncular tarafından canlandırıldığı sistemi tersine çevirdi.

Güney’in yönetmenlik süreci At Avrat Silah isimli filmle start aldı. 1968 yılındaysa filmografisi de ilk önemli filmi olan Seyyit Han’ı çeken Güney, filmde doğu topraklarındaki bir sevda öyküsünü anlatıyordu.

Guney, 1964 yılında askerliğini bitirip Kamalı Zeybek filminin çekimlerinde Nebahat Çehre ile tanıştı ve 30 Ocak 1967 tarihinde Nebahat Çehre ile dünya evine girdi. Kısa sürdü evliliği 24 Nisan 1968 tarihinde boşandılar.

1970 yılında Türk sineması için önemli bir yere sahip olan Umut adlı filmi izleyiciyle buluşturdu. Adana Altın Koza Film Şenliği’nde en iyi film ödülünün sahibi oldu. Ancak sansür kurulu tarafından yasaklanmasının ardından Danıştay kararıyla yeniden izleyiciyle buluştu.

Güney’in 1971 yılında yönetmenliğini yaptığı Ağıt, Acı ve Umutsuzlaradlı filmlerinin üçünün de Adana Altın Koza Film Şenliği’nde dereceye girmesiyle festival tarihinde bir ilk gerçekleşiyordu. Aynı yıl, gözaltına alınan Güney bir hafta süreyle gözaltında tutulduktan sonra 3 aylığına Nevşehir’e sürgüne gönderildi.

12 Mart 1972’de gerçekleşen darbe sırasında adının siyasal olaylara karıştığı gerekçesiyle tutuklanan Güney 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Aynı yıl Boynu Bükükler adlı romanını Boynu Bükük Öldüleradıyla yayımladıktan sonra Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazanan yönetmenin mahkumiyeti, Bülent Ecevit’in iktidar olduğu 1974senesinde genel affın yürürlüğe girmesiyle sona erdi. Bu zorlu sürecin ardından filmografisi için oldukça önemi olan ve aynı adı taşıyan şarkısıyla da klasikler arasına giren Arkadaş’ı çeken Güney, filmde iki üniversite öğrencisinin, aralarındaki toplumsal uçurumların farkına varmalarını işliyordu. Ülkemizdeki kültür şokunun resmedildiği film büyük ilgiyle karşılandı.

Yılmaz Güney, Endişe ismindeki filminin Adana’daki çekimleri sırasında karıştığı bir olay sırasında bir yargıcın hayatına son verdiği için 19 yıl hapis cezasına mahkûm oldu. Cezaevinde bulunduğu dönemde Güney adlı bir dergi çıkaran ve senaryo çalışmalarına devam eden rejisörün, o dönemde kaleme aldığı Sürü, yönetmen Zeki Ökten tarafından beyaz perdeye aktarıldı. Büyük ilgi gören filmden sonra Şerif Gören tarafından çekilen ve senaryosunu Güney’in yazdığı Yol filmi Türk sinema tarihine adını altın harflerle yazdırdı.

1981’de Isparta yarı açık cezaevinden izinli olarak ayrılan ve sonrasında yurt dışına kaçan Güney, Yol’un kurgusunu tekrar yaptı ve Cannes Film Festivalinde en iyi senaryo ödülünün sahibi oldu. Güney yurda dönme çağrılarına uymaması sebebiyle 1983’te Türk vatandaşlığından çıkarıldı.

Yılmaz Güney 9 Eylül 1984’te  Paris’te mide kanseri sebebiyle hayatını kaybetti…

SEN HANGİ KUŞAKSIN?

Merhabalar sevgili 24Okur okuyucuları. Karantinanın bilmem kaçıncı gününden sizlere sesleniyorum. Radyocu konuşması gibi oldu neyse hayal kurmayalım şimdilik… Eee karantina günleri nasıl neler yapıyorsunuz diye sormıyacam çünkü hiç ilgilenmiyorum Allah sizi inandırsın. Umarım evde canım sıkılıyor, yapacak bir şey bulamıyorum, çatladım, bunaldım diyen program yapıp gününü düzenlemeyi bilmeyen güruhtan değilsinizdir diyorum ve konuma geçiyorum.

KUŞAKLAR

Nedir bu kuşaklar? Kaç tanedir? Kimler girer dediğinizi duyar gibiyim.

Kuşaklar aslında 3’e ayrılıyor.

  1. X Kuşağı (1965-1979)
  2. Y Kuşağı (1980-1999)
  3. Z Kuşağı (2000-2020)

Öncekiler ya da sonrakiler ne diye sormayın bilmiyorum. Araştırmaya da üşendim canım istemedi. Gelelim yakın kuşakların özelliklerine. X Kuşağı yani çoğumuzun anne ve babalarının oluşturduğu son derece çalışkan, sabırlı, örf ve adetlere düşkün teknolojiye alışmaya çalışan kuşaktır. Y Kuşağı ise çokta çalışkan olmayan, belli bir otoriteye bağlı kalamayan bundan dolayı daldan dala atlayan, sabırsız, asi ama bazı önemli ananeleri gözardı etmeyen ortada kalmış hem sokak oyunları bilen hem bilgisayar çağının oyunlarını bilen kuşak. Gelelim Z Kuşağına. Bu kuşaktakiler X ve Y kuşağını kanser eden, aşırı tembel, iletişim kurmada eksinin altında tamamen sanal dünyada büyüyen sokak oyunlarını bilmeyen ağızlarında genelde BOŞ YAPMAAA cümlesi olan çoğumuzun kardeşlerinden oluşan kuşak. Tabi istisnalar da vardır…

Bu kuşakların maddi özelliklerinden bahsettik. Gelelim manevi özelliklerine. Fıtrat, yaşantı olarak farklılık göstersek de bazı manevi özellikler farklılık göstermediğinin kanaatindeyim. Mesela arkadaşlık, dostluk, vefa, aşk, sevgi, merhamet, vicdan, esaret, doğrular, yanlışlar, bardağa dolu ya da boş tarafından bakma ve ÖZGÜRLÜK… Daha çok sayabiliriz ama ben biraz sadede gelmek istiyorum müsaadenizle.

ÖZGÜRLÜK

Evet özgürlük. Kime göre neye göre özgürlük. Bedenin mi yoksa fikirlerin mi yoksa hayallerin mi özgürlüğü…? Şu sıralar herkes evinde durmak zorunda salgın hastalıktan dolayı. Öğrenciler okula gidemiyor, esnaflar dükkanlarına, sadece işçiler ve sağlık gurubu dışarda o da mecburiyetten. Geri kalan topluluğa evinde oturması söyleniyor aynı HAPİS gibi. Hapsolmak bir yere ne üzücü değil mi? Hele ki yaklaşan bahar günlerinde. Kimilerine göre evet bu durum hapis çünkü “O’nu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. O’nu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.” demiş düşüncelerine çok önem verdiğim zaatı muhterem. Çok hoşuma gidiyor bu cümle adeta içimi aydınlatıyor. Nerede olursan ol, ne halde olursan ol O’nu yani Allah’a kul olduğumuzu unutmamak. Olaylar karışısında isyan etmek yerine sabırla karşılamak arasında ince bir çizgi var muhakkak. Bunun bilincinde olmanın verdiği iç huzur ise sizi bu duyguya davet ediyorum.

Gelelim karantina günlerinize. Evet yazının başında ne yaptığınız beni hiç alakadar etmez demiştim kabul ama kıyamadım size bir kaç cümle ile umarım bardağa dolu tarafından bakmayı görebilirsiniz. Aslında şuan büyük bir salgın var her an öteki tarafa gidebiliriz yani piyango kime vuracak Allah’tan başka bilen yok. Böyle bir gerçek var. Herkes evinde kabuğunda sadece canla başla çalışan sağlıkçılar ve emekçi kardeşlerimiz haricinde. Umarım hastalığa yakalanmazlar. Helal rızık için çabalayan emekçi kardeşlerim Allah yar ve yardımcınız olsun.

Gelelim evde kendini hapis zannedenlere onlara iki çift sözüm olucak. Siz hapsolmak ne inanın bilmiyorsunuz şımarık şımarık evden dışarı çıkamıyoruz, kaldık burada, 2020 bit artık demeyi bırakın aile ve iç dünyanıza dönün. Elinizdeki telefon, tv, pcleri bırakın ve ailenizle ilgilenin, gönüllerini hoş tutun zira bir daha gelmeyecek bu vakitler belkide. Manevi hayatımızdan başlayabiliriz mesela. Hepimiz insanız ve eksikliklerimiz muhakkah var önemli olan bunları telafi etmeye çalışmak heleki şu üç aylarda. Ahir zamandayız. Zaman su gibi akıp gidiyor vakit geç olmadan kendimize çeki düzen vermeye başlasak sizce de güzel olmaz mı? Bardağa birde burdan bakın derim…